Ana Sayfa>Genel(Sayfa 77)

Molla Ahmet Peykeri (ks.)

Elazığ Merkeze bağlı Mollakendi beldesinde medfundur. Elazığ’a 15 km uzaklıkta bulunan bu beldeye Elazığ Bingöl karayolunun 14. kilometresinden sonra sağa sapılarak gidilir. Türbesi Sultan IV. Murad Camii’nin bahçesinde bulunmaktadır

Molla Ahmet Peykeri’nin türbesi, Mollakendi bucağında IV. Murat tarafından yaptırılan cami avlusunun batı tarafında yer almaktadır Sekizgen planlı olan türbe sadece makam bölümünden oluşur. Üstü kubbeli olan türbe sonradan bazı tamirler görmüştür. Çeşitli kaynaklarda bu değerli zatın ismiyle burada bir vakıf külliyesi bulunduğu, müştemilatı içerisinde medrese ve zaviye ile birlikte cami ve türbenin de olduğu belirtilir. Bugün bunlardan sadece cami ve türbe ayaktadır. Ahmet Peykeri doğduğu yere izafeten çeşitli kaynaklarda, “Peykeri, Peykevi, Peykerci, Pekerci” şeklinde kaydedilmiştir.

Ahmet Peykeri hakkında bilgi veren tüm kaynaklar onun Erzincan’dan bu bölgeye geldiği hususunda ittifak ederler. Ahmet Peykeri Hazretlerinin Erzincan’ın Tercan ilçesine bağlı Pekeriç (Çadırkaya) köyünden geldiği ve Mollaköy’ünde doğmuş olduğu ileri sürülür. İshak Sunguroğlu Harput Yollarında adlı eserinde Ahmet Peykeri Hazretleri’nin XVII. yüzyılda yaşadığını v e I V. M urat ile çağdaş olduğunu ileri sürer. İskender Oymak ise, bu zatın medrese ve zaviyesine ait kayıtların, onun IV. Murad zamanından 120 yıl önce yaşadığını ortaya koymakta olduğunu savunur Kendisinin, devrin ünlü mutasavvıflarından biri ve aynı zamanda Molla sıfatından dolayı bir medrese âlimi olduğu anlaşılmaktadır. 1518 ve 1523 tahrirlerinde medrese ve zaviyenin vakıfları belirtilir. Medrese, XIX. yüzyılın sonlarına kadar hizmetine devam eder ancak günümüze sadece cami ve türbe gelebilmiştir.

Sultan IV. Murat ve Arpa Tarlası
Anlatıldığına göre, IV. Murat Revan seferine çıkarken yolu Harput’tan geçer. O zaman Harput’a bağlı olan Hoğu köyünde bir hafta kadar konaklar ve ordusunun ihtiyaçlarını giderir. Hoğu’da bir akşam yemeğinden sonra ağalar ve beylerle sohbet ederken onlara, “Memleketinizde kendisinden manevi bir destek alınabilecek kimse yok mudur?” diye sorar. Orada bulunanların hepsi Mollaköy’de oturan Ahmet Peykerci’yi söylerler. Sabah olunca Padişah Çavuş başına, “Maiyetine istediğin kimseleri al, Mollaköy’üne git. Orada Ahmet Peykerci namında bir zat vardır. Selamlarımla görüşmek istediğimi kendisine söyler, buraya getirirsiniz”, diye emir buyurur. Çavuşbaşı emir gereğince ertesi sabah Mollaköy’üne gider. Kapısını çalıp kendisine iradeyi tebliğ ettiği sırada Ahmet Peykerci abdest almaktadır. Hiçbir şekilde vaziyetini bozmadan abdestini tamamlar. Daha sonra cübbesini giyer, kavuğunu başına takar, evinden çıkarak Çavuşbaşı’nın muhafazasında Hoğu’ya getirilir. Padişah, Ahmet Peykerci o gün ve o gece halvet yaparak uzun musahabelerde bulunur. IV. Murat bu musahabelerinde Ahmet Peykerci’den İran’da muvaffak olup olmayacağını sorar ve manevi yardımlarını rica eder. Ahmet Peykerci ise muzaffer olarak döneceğinin müjdesini verir. Ertesi gün birçok hediye ve ikramlarla köyüne gönderilir. IV. Murat Revan Seferi dönüşünde tekrar Harput’tan geçerken Ahmet Peykerci’yi sorar. Ölümünü duyunca çok üzülür. Mollaköy’de caminin yanındaki mezarını ziyaret eder. Ruhaniyetini tekrimen merhumun ismine izafetle bir medrese ve yolculardan fukara olanların barınmaları ve yiyip içmeleri için bir zaviye ile mezarın üzerine bir türbe yapılmasını ferman buyurur.

Bu hadisenin sonuç kısmı bir başka rivayette ise farklı anlatılır. IV. Murat ayrılma vakti gelince Ahmet Peykeri’ye, “Baba, biz Acem üzerine sefere niyet kıldık, duanı ve himmetini bizden uzak koyma”, der. Bunun üzerine Ahmet Peykeri, “Sen gönlümüzdesin Sultanım, bizden uzak değilsin ki senden uzak olalım.Yalnız sultanımdan bir istirhamım var. Gelirken bana bir düşman kellesi getiresin”, der. Ahmet Peykeri izin alarak köyünün yolunu tutarken Sultan Murat da Diyarbakır yoluyla İran üzerine yürür. Aradan belli bir süre geçer. Bir gün Ahmet Peykeri talebeleriyle ders yaparken dersi bitirir ve talebelere, “Çocuklar bugünlük bu kadar ders yeter. Hele bir gidip bakalım bizim arpalar olmuş mu?”, der. Daha sonra yürüyerek arpa tarlasına giderler. Burada Ahmet Peykeri çocuklara, ”Herkes eline bir arpa kellesi alarak ufalasın ve şu tarafa doğru üflesin”, der. Çocuklar hocalarının dediklerini yaptıktan sonra hep birlikte köye dönerler. Zafere ulaşan Sultan Murat ve ordusu dönüşte tekrar Hoğu Köyüne uğrar. Yanına birkaç kişiyi alan Sultan Murat Ahmet Peykeri’yi ziyarete gider ve ona, “Baba siz bize yardım ve himmet etmeye söz vermiştiniz, herhalde unuttunuz ki himmetiniz bize yetişmedi”, der. Bunun üzerine Ahmet Peykeri “Sultanım emanetimi getirdiniz mi?” diye sorar. Sultanın emriyle bir tepsi içinde içeriye getirilen düşman kellesini alan Ahmet Peykeri, bu kellenin gözlerindeki arpa kılçıklarını IV. Murat ve yanındakilere gösterir. Daha sonra Sultan Murat’a, “Falan gün falan saatte ordunuz bozulmak üzereydi. Bu esnada bir toz bulutu gelip düşmanınıza rahatsızlık vermedi mi? Biz verdiğimiz sözü unutmadık”, der. Savaş meydanındaki hadiseyi hatırlayan Sultan ve adamları bu keramet karşısında ne yapacaklarını şaşırırlar. Sultan biraz evvelki sözlerinden dolayı mahcup olmuştur. Ahmet Peykeri’nin gönlünü almak için bugün de sağlam bir şekilde ayakta duran camiyi yaptırmış ve çevreyi su kanallarıyla süslemiştir.

Ahmet Peykeri’nin adının “Molla ve Mevlana” sıfatlarıyla birlikte zikredilmesi onun medrese tahsili görmüş ulemadan bir zat olduğu ve ayrıca yaşadığı devrin önemli mutasavvıflarından biri olduğunu gösterir. Kövenkli Hacı Ömer Hüdâyi Baba’nın ifadesine göre, Elazığ toprağında manevi derecesi en yüksek olan iki zâttan biri Ahmet Peykeri diğeri de Harput’ta medfun olan Fatih Ahmet Baba’dır. Öte yandan Molla Ahmet Peykeri külliyesinden bugüne kadar gelebilen cami, minare ve türbeyi mimari açıdan ele alıp inceleyen Metin Sözen de, Ahmet Peykeri’nin XVII. yüzyılda yaşamış olabileceği tezini kabul eder. Nitekim o, cami, minare ve türbenin mimari özelliklerinin XVII. yüzyıl mimari özelliklerini yansıttığını ifade eder. Harput’tan geçen Evliya Çelebi Ahmet Peykeri için, ne zaman yaşadığı hakkında bir şey söylemediği gibi bu zâtın yaşadığı zaviye ve medresenin de ne zaman yapıldığı hakkında bilgi vermemiştir. Öte yandan Başbakanlık arşivlerinde XVI. yüzyılın ilk çeyreğine ait Harput’la ilgili Osmanlı devri vesikalarında Ahmed Peykeri’den bahsedilmektedir. Bu da Ahmet Peykeri’nin XVII. yüzyılda değil de XVI. yüzyılda yaşadığını göstermektedir. Eldeki mevcut bilgilerden hareketle Ahmet Peykeri’nin XV. yüzyılın ikinci yarısında doğmuş ve XVI. yüzyılın başlarında vefat etmiş olduğu tahmin edilmektedir. Günümüzde bu ziyaret yöre halkı tarafından yoğun olarak ziyaret edilmektedir. Ziyarete her türlü amaç ve maksat doğrultusunda gelinmektedir. Ziyarete daha çok baş ağrısı olanlar, ruhsal dengesi bozuk olanlar ve herhangi bir nedenden dolayı korkmuş olan kişiler getirilir. Burada bu zatın ruhuna Kur’an-ı Kerim okunur ve bağışlanır, Allah’tan bu zatın yüzü suyu hürmetine şifa temenni edilir. Ayrıca hayatın yoğunluğundan bunalmış olan kişiler buraya gelmekte, dua etmekte ve psikolojik olarak rahatlamaktadırlar. Bunun yanında sadece ziyaret amaçlı olarak da gelinmekte ve dua edilerek gidilmektedir.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Seyyid Muhammed Kattal (ks.)

Türbe, Maden ilçemize bağlı Gezin beldesinin 15 km kuzeyindeki  Kartaldere Köyü’nde bulunmaktadır.

……

Seyyid Muhammed Kattal türbesi, ilçeye 37 km. mesafede bulunan Kartaldere Köyündedir. Şeyh Muhammed Kattal’ın Hicri 764 yılında irşad hizmetini ifa ederken Ermeni ve Bizanslılarca katledildiği rivayet edilir. Bu sebeble Kartaldere köyünün eski adı ‘katledilen şeyh’ anlamına gelen “Şeyhkatülan” olarak anılmıştır. Türbe köy içerisine az yükseklikte düz bir arazi üzerinde bulunur.

Türbe, üstü çatılı olup, türbegâh, misafirhane, mescit ve mutfak olmak üzere dört bölümden oluşmaktadır.
Türbegâh kısmı demir parmaklıklarla kapatılmıştır. Türbenin herhangi bir mimari özelliği bulunmamaktadır. Ayrıca türbenin arkasındaki dış duvarına iki tane Türk bayrağı işlenmiştir. Türbenin karşısında ve alt tarafında köy mezarlığı bulunur. Muhammed Kattal, Osmanlı İmparatorluğu döneminde hazırlanan berat ve fermana göre Evlad-ı Resül’den olup Zeynelabidin’in oğlu Muhammed Bakır’ın oğludur.

Türbe duvarında yer alan mermer levhaya göre Muhammed Kattal’ın şeceresi şöyle verilmiştir: “Bu türbede yatan Evlad-ı Resül’den beşinci imamın oğlu Seyyid Muhammed Kattal Hazretleri’dir. Muhammed Kattal Muhammed Bakır’ın, Muhammed Bakır Ali Zeynel Abidin’in, Zeynel Abidin İmam Hüseyin’in, İmam Hüseyin’de İmam Ali’nin oğludur. Radiyallahü Anhüm. Şecere Tarihi: 764” Muhammed Kattal’ın asıl adı Ali’dir. Babası Muhammed Bakır büyük bir hadis ve fıkıh âlimidir. Bugün mevcut birçok sahih hadise kaynaklık etmiştir. Devrin hükümdarı Ömer bin Abdulaziz birçok konuda ona fikir danışıp istifade etmiştir. Muhammed Kattal, İslam ordularıyla birçok savaşlara katılmış ve başarılar göstermiştir. Onun, İslamı yaymak amacıyla Anadolu’ya yönelik akınlardan birinde tahminen genç bir yaşta görev alarak bugünkü Kartaldere yakınlarında Bizanslılarla yapılan bir savaşta şehit düştüğü ve buraya defnedildiği söylenir. Türbenin bulunduğu köyün kuzeyinde yer alan dağın zirvesinde Muhammed Baki ve eteğinde ise Muhammed isimli zâtların bugün yerleri belli olmayan mezarları yer alır. ruh ve sinir hastalıkları başta olmak üzere her türlü hastalık için gelinmektedir. Rahatsızlığı olan bazı hastalar şifa bulma ümidiyle burada yatıya kalır. Şifa bulup da adak dileyenler daha sonra buraya gelip kurban kesmekte ve tasadduk etmektedirler.[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Ankuzu Baba

Elazığ –  Harput’un 7-8 kilometre kuzey-doğusunda, Buzluk kayalıkları ilerisindeki tepede bulunmaktadır..

Ankuzu Baba, Harput’a beş km. mesafede kendi ismiyle anılan Ankuzu Tepesi’nin üzerinde medfundur. Türbe duvarları taş ve beton malzeme ile inşa edilmiş, tavanı ise eğimli bir beton tabiye ile kapatılmıştır. Oldukça küçük olan Ankuzu Baba türbesi tek mekandan ibaret olup, elektriği ve suyu yoktur. Ayrıca türbeye herhangi bir şekilde taşıt yolu da yapılmamıştır. 16. yüzyılda türbenin hemen yanıbaşında bir zaviye olduğu çeşitli kayıtlarda geçer. Bugün bu zaviyeden hiç bir eser kalmamıştır. Evliya Çelebi’nin, “Ankuzu Baba Tekkesi mihmanhane-i fukaradır.” diye bahsettiği bu tekke ve mescid daha sonra yıkılarak harab olur. Burası Osmanlı Dönemine ait çeşitli kayıtlarda değişik isimlerle anılır. Başvekalet Arşivi tapu defterinde “Ey Kuzu” denildiği gibi 1704 tarihli bir başka vesikada da “Aynül Kuzat” olarak geçer. Harput’un fethi sırasında şehid düşmüş ve uzun yıllar bir mağara içinde bozulmadan kalmış olan naaşı, bugün aynı bölgede medfun bulunan velilerden Beyzade Efendi (1810-1904) tarafından yaptırılan tekke ve mescid yanına defnedilir.

Bazı rivayetlere göre Ankuzu Baba, 8. ve 9. yüzyıllarda Arap-Bizans savaşları esnasında Arap ordularında yer alan bir askerdir ve burada şehit düşmüştür. Kuzu Baba Dağı’nın yamacında bulunan bir kaya üzerindeki at nalına benzeyen çukurluğun, Ankuzu Baba’nın atının izi ve taşlar üzerinde bulunan kırmızı lekelerin de, Ankuzu Baba’nın yaralarından damlayan kan izleri olduğu anlatılır. Bir diğer söylentiye göre ise Ankuzu Baba, civarda yaşayan insanlardan biridir. Yeniçerilerin zulmüne uğrayarak kaçar ve kayalıklara sığınır. Ancak yeniçeriler tarafından yakalanıp öldürülür ve orada gömülür. İshak Sunguroğlu’nun ‘Harput Yollarında’ isimli eserinde burasının çok eski yıllarda daha çok ziyaret edildiği, burada halkın piknik yapıp, kurbanlar kestiği anlatılır. Vaktiyle Yetimoğulları ailesinden Ahmet namında meczup bir kişi, kayalıkların zirvesinde bulunan Ankuzu Baba türbesinin yıllarca türbedarlığını yapar . Ölümünden sonra da Ankuzu Baba neslinden geldiğini iddia eden kızı Hamide Hatun, bu vazifeyi üzerine alır. Hamide Hatun, yaz kış demeden uzun zaman bu bahçede oturarak babasının izinde sebat eder. Ziyaretgaha araba yolunun olmaması ve ziyaret çevresinde içme suyunun bulunmamasının, ziyaretçi sayısını oldukça düşürmüş olduğu nakledilir. Son yıllarda bir türbe yaptırılarak kabrin kaybolması önlenmiştir. Kışın kar sebebiyle ulaşılamadığından, ancak yaz günlerinde ziyaret edilebilmektedir. Türbe Elazığ Kültür Envanterinde kayıtlıdır.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Fatih Ahmed Baba

Elazığ – Harput’da . Elazığ kalesi’nin 2 km uzağında.

Fatih Ahmet Baba hazretleri , 1313 yılında Harput’u Ermenilerden geri almak üzere sefere çıkan İlhanlı ordusuyla bölgeye gelmiş ve şehrin fethi sırasında arkadaşlarıyla birlikte şehit düşmüştür. İshak Sunguroğlu, Fatih Ahmet Baba’nın hüviyeti hakkında Beyzade Efendi’nin ihvan-ı kiramiyle vaki olan keşifleri neticesinde elde edilen hal tercümesini şöyle nakleder;
“Sen bil ki Harput Kasabası civarında medfun ve Fetih Ahmet namıyla meşhur olan zat, Perevat ya da Perbat şehrinde Şeyhü’l-Kâinat ünvanıyla anılan Aliyü’r-Remeytani’nin talebelerindendir. Kendisi Belh’de doğmuş, ismi Ahmed, tarikatı Tarikat-i Hacegan’dır. Muhammed Hallacu’l-Belhi vasıtasıyla Azizan Hoca Aliyü’r-Remeytani’den intisap etmiştir. Onun ahbap ve yakınlarından on kişi de türbenin üst tarafındaki mezarlıkta medfundurlar. Kendisi sadat-ı kiramdan (Peygamber neslinden) olup sağ tarafından (kolundan) yaralanarak şehid düşmüş ve aynı yere defnedilmiştir. Mensup olduğu mezhep, Hanefi mezhebi olup Bağdat’ta medfun bulunan ve bu mezhebin banisi olan İmam Âzam Ebu Hanife’nin türbedarı olarak hizmetinde bulunmuştur.”

Fatih Ahmet Baba’nın hüviyeti hakkında Erzurum’un Pasinler kazasına bağlı Yegân köyünde türbe-i mahsusunda medfun bulunan “Halil Divani” Hazretlerinin türbedarı ve mütevellisi ve marifetname sahibi İbrahim Hakkı Hazretlerinin kütüphanesinde bulunan tevliyetnamede şöyle zikrolunur: “Erzurum ve havalisi Tebriz’e merbut (bağlı) iken ol zamanın hükümdarı Aras’ın bir kısmını Halil Divani’nin türbesine vakfetmiş imiş… Bu vakıfnamede Halil Divani’nin Evlad-ı Resülden (Peygamber neslinden) olduğu ve silsilesi tamamen yazılı bulunduğu gibi mensup bulunduğu şeyhi de Fatih Ahmed Herberdi (Harputi) olduğu silsilesinde tamamen zikredilmiştir. Rüya Kılıç, bir vakfiye suretini esas alarak seyyidlerin daha 12. yüzyılda Anadolu’ya ayak bastığına işaret etmektedir. İmam Muhammed Bakır soyundan Halil Divani (Yağan Paşa) adına düzenlenen vakfiyeden hareketle, aşiret reisi olması muhtemel olan Kirmanlı Seyyid Şerif Halil Divani yanındaki grupla birlikte o dönemde Tebriz’e bağlı Pasinler’e gelerek yerleşir. Kurduğu zaviyesine ise Gürcü krallarından satın aldığı bazı köylerin gelirlerini vakfeder48. İcazetnamede şu sıra yer alır “Tarikat silsilesi (İcazetnamesi=İzinnamesi): Seyit Halil Divani kendisi, ilk önce, Seyit Şeyh Ahmed-i Kebirden el, inabe ve. beyat aldı Bu zat da Seyit Şeyh Ahmet Fatih-el Harputi’nin (Ölümü M.1313) elinden inabe aldı. Bu da Seyit Şeyh Tacettin İbrahim-el Fatih (ölümü M.1305) den, o da Seyit Şeyh Şemsuddin Ahmet bin Muhammed-el Fatih’in elinden inabe aldı.” Bu icazetname vesilesiyle Fatih Ahmed Baba’nın Rıfai tarikatı şeyhi olduğu ve muhtemelen küçük Seyyid Ahmed-i Kebir’in babası olan Şeyh Taceddin İbrahim’den inabe almış olduğu anlaşılıyor.

Fatih Ahmet Baba ile ilgili pek çok menkıbe anlatılmaktadır. Rivayete göre, Harput’un ilk kaymakamı Şevki Bey ehl-i keyf bir zattır. Bir yıl yazı geçirmek üzere Fatih Ahmed Baba türbesi civarındaki Hacı Haliloğullarının bahçelerinden birini kiralar. Cuma günleri dostlarından bazıları ile bahçeye gider, orada beraberce demlenir (içki içer) ve eğlenirler. Yine böyle bir günde yine biraz demlendikten sonra sık ağaçlarla kaplı olan havuz manzarası, Şevki Bey’in alkol ile beslenen ruhunu sıkmış olacak ki ayağa kalkar ve etrafta dolaşmaya başlar. Karşıda türbenin tam alt tarafında derenin kenarında yeşil bir düzlük görünce kilimlerin, şiltelerin ve rakı sofrasının buraya nakledilmesini emreder. Fakat misafirlerden birisi türbeyi göstererek, “oraya pek yaklaşmayalım”, demişse de kaymakam Şevki Bey buna aldırmaz. Bu emir üzerine tam Fatih Ahmed Baba’nın türbesinin önündeki kayaların altında sofra kurulur ve alem başlar. Yemişler, içmişler ve geç vakit dağılmışlardır. Ertesi sabah Şevki Bey yatağından kalktığı zaman ağzının ve çenesinin eğilmiş olduğunu ve bir kelime dahi konuşamadığını hissedince, bundan çok etkilenir. Kasaba ve Elazığ’da bulunan mevcut doktorlara tedavi için gitse de yapılan müdahalelerin hiç biri çare olmaz ve bu darbenin nereden geldiğini anlar. Birkaç gün evinden çıkmaz ve sonra dostlarının tavsiyesi ile Fatih Ahmed Baba türbesine giderek türbeyi ziyaret edip tövbe eder ve af dileyerek sağlığına kavuşmak için duada bulunur. Türbeyi ve yanındaki mescidi tamir, önündeki sahayı tesviye ettirerek türbenin önüne bir çeşme yaptırır ve ağaçlandırır. Yaptığı bu hizmetin mükafatını da çok geçmeden çenesinin düzelmesiyle görür.

Fatih Ahmed Baba’nın türbesi, Harput’a bir kilometre mesafede, şehrin kuzey doğusunda Göllü Bağlarına (Karataş ve Serince köylerine) giden yolun sağındadır Türbenin inşa tarihi bilinmemektedir. Ancak günümüze kadar ulaşan kayıtlardan, adına türbe yapılan zatın bir şeyh, bir veli olduğu ve 1313’te vefat ettiği öğrenilmektedir. Türbenin, Fatih Ahmet Baba’nın vefat ettiği yıllarda yaptırılmış olması muhtemeldir. Şeyh-i Kâinat Mescit ve Türbesi olarak da anılan yapı, kuzey güney doğrultusunda dikdörtgen bir mekan (mescit) ile bu mekanın batı duvarına bitişik, içten ve dıştan sekizgen planlı bir mekandan (türbeden) oluşu Türbenin batı duvarı mescit cephesinin hizasına kadar uzatılmış ve oluşan bu mekanın üzeri sundurma ile örtülmüştür. Türbenin batı ve kuzey-batı cephesi mescit ile bitişiktir. Sekizgen şeklinde olan yapı, sade ve basit durumdadır. Üzeri sac kaplı kırma çatı ile örtülüdür. Sadece alt katıyla günümüze ulaştığı kabul edilen türbenin güney doğu köşesinde bir mazgal penceresi yer alır. Kuzey cephedeki basık kemerli oldukça küçük bir kapı ile türbe bölümüne girilir. Türbe orijinalinde altıgen planlı kaide üzerinde ve iki katlı olarak inşa edilmiştir. Mescit ve türbenin üzeri son restorasyon sırasında betonla sıvanmış ve sonradan ziftlenmiştir.

Fatih Ahmet Baba türbesi gerek Elazığ ve çevresinde gerekse çevre illerden gelen ziyaretçiler tarafından yoğun olarak ziyaret edilir. Bu ziyarete hem Sünni hem de Alevi halk tarafından yoğun olarak rağbet edilmektedir. Sünni ziyaretçiler daha çok perşembe ve cuma günleri gelirken, Alevi ziyaretçiler ise çarşamba günleri gelmektedir. Belli bir rahatsızlık veya dileğinden dolayı gelen ziyaretçiler tarafından bu ziyaret günleri bazen üç cuma veya üç çarşamba şeklini alır. Ziyarete daha çok çocuğu olmayan kişiler rağbet eder. Bunun yanında kız çocuğu olup da erkek çocuğu olmayan kişiler de bu maksatlarına ulaşmak amacıyla buraya gelmektedir. Sinir hastaları, felçliler, nazara uğrayan kişiler ile çeşitli dilekleri bulunan kişiler tarafından da yoğun olarak ziyaret edilir. Sünni ziyaretçiler dilekleri gerçekleştiğinde buraya gelip şükür amacıyla kurban kesip tasadduk etmektedirler. Ziyaretçiler dilek ve isteklerine ulaşınca buraya gelerek lokma (gömme) adı verilen yöresel bir yemek yapıp dağıtırlar. Durumu ağır olan hastaların bir kısmı şifa bulmak maksadıyla burada yatıya kalır. Yine çocuğu olmayan kadınlar buraya ziyarete geldiklerinde koluna demir bir bilezik geçirip çocuğu olana kadar çıkarmazlarsa, bu dilek ve maksatlarına ulaşacaklarına inanılır. Bu türbeye geldikten sonra çocuğu olan aileler çocukları erkek olursa ismini “Fethi Ahmet veya Fatih Ahmet”, kız çocukları olursa ismini Fethiye koyarlar. Çocukları olduktan sonra da buraya gelerek kurban kesip tasadduk ederler. Yine çeşitli talep ve isteklerine ulaşmak için buraya gelen ziyaretçiler türbenin arka tarafındaki dardağan ağacına bez, yazma vb. şeyler bağlamaktadır. Ayrıca türbenin sol tarafındaki “dilek duvarı” adı verilen duvara da taş yapıştırırlar. Şayet bu duvara taş yapışırsa o kişinin dileğinin kabul olacağına, aksi takdirde kabul olmayacağına inanılır. Yine türbeye muhtelif amaçlarla gelen ziyaretçiler dileklerini bir kağıda yazıp mevcut Kur’an-ı Kerim’lerin içine bırakırlar. Ya da bu dileklerini mescid bölümünün güney yönündeki duvara da yazarlar.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Musa Kazım Efendi

Elazığ – Harput – Meteris Kabristanında . Şeyh Osman Bedreddin hazretlerinin 50 metre kuzeyinde

Musa Kazım harputi hazretleri’nin (k.s.) Silsile-i Şerifi

Kazım Efendi’nin (1894-1967) türbesi, Harput’un Meteris mezarlığında, İmam Efendi türbesinin kuzey yönünde 30-40 metre mesafededir. Türbenin etrafı duvarla çevrilidir Mezarın üzerinde altı sütun üzerine oturtulmuş kubbe bulunmakta olup çevresi açıktır. Mezar, yerden yaklaşık 20 cm yükseklikte, çevresi daire şeklinde demir bir kafesle çevrili olup kitabesi bulunmaktadır.

Aslen Harputlu olan Musa Kazım, Nakşi Tarikatının son şeyhlerinden birisi olup İmam Efendi’nin de son halifelerindendir. Halk arasında Kazım Efendi olarak bilinen bu zat 1894 yılında Harput’ta doğmuş, tahsilini burada yapmış ve son olarak da muallim mektebini bitirip Fransızca öğretmenliğine başlamıştır. Harputluların hızla “Mezire”ye yani Elazığ’a indikleri yıllarda Kazım Efendi de Elazığ’ın Nailbey Mahallesinde Köprü Sokak’ta bulunan iki katlı mütevazı bir evde yaşamaya başlar. Bu sokağa vefatından sonra kendi ismi olan “Kazım Efendi” sokağı adı verilmiştir. İmam Efendi’ye intisap ederek ondan hem dini dersler almış hem de onun sohbetlerinden faydalanmıştır. Vefatından sonra İmam Efendi’nin yanında bulunan Şeyh Samini Hazretlerinin müridi Mustafa Naci Efendi ile gönül bağı kurarak tarikatın usul ve erkanını öğrenir. Öğretmenlikle tarikatı birlikte götürmekte zorlanınca, Mustafa Naci Efendi’nin tavsiyesi üzerine öğretmenlikten istifa eder.

Musa Kazım Efendi’nin ilmi üstünlüğü çok yüksektir. Bunun dışındai çokta iyi bir hattat olup çok güzel eserler vermiştir.

Musa Kazım hazretleri ömrünün on yılında talebelerinden Muhammed Mazhar Harputi hazretlerini çağırır ve ‘’ Bu sene bizim yerimize siz hacca gideceksiniz’’ der. Muhammed Mazhar hazretleri büyük bir ferasetle Musa Kazım hazretleri’nin o sene vefat edeceğini anlayarak ‘’Hayır olmaz’’ der. Fakat kıymetli ömürlerinin sonuna gelmiştir. Muhammed Mazhar hazretleri bu durumu şöyle açıklamıştır; ‘’ Zamanın sahibi İnsan-ı Kamil her sene ya maddeten ya da manen hacca gider’’ diye emir buyurur. Daha sonra Muhammed Mazhar Hazretleri hac da tavaf esnasındayken, ‘’ Omuzlarımda büyük bir ağırlık hissettik’’ diye emir buyururlar. İhvanlar, o zaman dilimini tetkik ettiklerinde, Muhammed Mazhar hazretleri’nin ‘’ Omuzlarımda büyük bir ağırlık hissettik dediği zamanın tam olarak Musa Kazım Harputi hazretlerinin dünyasını değiştirdiği zamana denk geldiğini görürler.

Kazım Efendinin makamı, vefatından sonra müritleri tarafında düzenlenmiş ve günümüzde sıkça ziyaret edilmektedir. Bu zatın Malatya, Diyarbakır ve Adana gibi çeşitli illerden de ziyaretçileri bulunur. Her yaştan insanın ziyaret ettiği bu mekân, özellikle sınav dönemlerinde çok yoğun ziyaretçisi olan bir mekândır. Kafileler halinde gelen ziyaretçiler dua ve dileklerini burada ifade etmektedir. Ziyaret esnasında ziyaretçiler Kur’an okur, dilek ve adakta bulunurlar.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Hacı Hulusi Yahyagil

Elazığ – Harput – Meteris Kabristanında. İmam Efendi türbesinin 10 metre kuzeyinde

Ramazan ayının ilk gecesi Elazığ merkeze bağlı Kesrik köyünde dünyaya gelir Babası Yahyazâdelerden Mehmet Efendi, alaylı bir zabittir. İlk tahsilini Elazığ Camii İmamı Sarı Hâfız’dan alır. Elazığ ve Erzincan’da başladığı askerî eğitimine Kuleli Askerî Okulunda devam eder. Daha sonra Harbiye Mektebine geçer. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla eğitimini yarıda bırakır. Bir süre talim ve terbiye gördükten sonra 1915′de Çanakkale’deki 3. Kolorduda görev alır. 1925′de öğrenimini tamamlamak üzere tekrar okula başlar ve Harbiye’den mezun olur. 1944 yılında Albaylığa terfi eder ve 1950′de Denizli Askerlik Dairesi’nden emekli olur.

Hulûsi Yahyagil 1925 yıllarında Bediüzzaman Said Nursî’yi ilk duyduğunda, onu bir şeyh zanneder ve gidip kendisine intisap etmeyi düşünür. 1929′da bir kaç arkadaşıyla birlikte Barla’ya giderek Üstad Bediüzzaman’ı ziyaret eder. Daha sonraki ziyaretlerinden birisinde, Bediüzzaman ona, “Uzaklığın alâmeti olan mektuplaşmak âdetim değildir. Fakat sen yaz” der.

Hulûsi Bey, 1930′daki görüşmelerinin üstünden yirmi yıl geçtikten sonra, Bediüzzaman’ı 1950′de Emirdağ’da ziyaret eder. Bu görüşmeleri yirmi dakika sürer. Aynı yıl hac farizasını yerine getirir. Üstadı en son 1957′de Emirdağ’da ziyaret eder.

Hulûsi Yahyagil ömrünün büyük kısmını, doğduğu yer olan Elazığ’da geçirir. Hayatını Risale-i Nur hizmetine adar. Hizmetle dolu uzun bir ömür geçirir ve 26 Temmuz 1986 tarihinde bir ders sonrası rahatsızlanarak vefat eder. Harput’taki aile mezarlığına defnedilir.

Abdullah Aymaz bir yazısında İhsan Atasoy’un kaleme almış olduğu “Nurun Birinci Talebesi Hulusi Yahyagil” isimli kitaba atfen, Çanakkale Savaşı ile ilgili bölümden bazı yerleri aktarır.

“..26 Temmuz 1915’te “Melhame-i Kübra” denilen Osmanlı’nın ölüm-kalım savaşı Çanakkale Savaşı’na katılır. Conk Bayırı Muharebesi’nde, atların çektiği ağır toplardan birisi bataklığa saplanır. Atlar ne kadar hamle yapsalar da onu kurtaramazlar. Hulusi Bey, birliğinde bulunan “Destan” isimli atı getirip diğerlerinin yanına bağlar ve bir insanla konuşur gibi atın boynuna sarılarak; “Destan, haydi yavrum! Bu din işi, iman işi, vatan işi, göreyim seni!” der. Atlar son bir defa dehlenir, kırbaçlanır. Büyük bir hamle sonunda top kurtarılır ama Destan cansız “..yere serilir. Zira takatının üstünde gösterdiği gücün sonunda hayvancağız çatlayarak ölmüştür.

Son taarruzda bütün subaylar ve erler abdestli olacaktır, su bulamayanlar da teyemmüm edecektir. 8 Ağustos 1915 gecesi Kadir Gecesi’dir, karadan ve denizden düşmanın top mermileri gelmektedir. Hulusi Bey’in önünde bir top mermisi patlar. İki el ateş eder. Düşman cephesinden gelen kurşun sol yanağına isabet eder. Bir kurşun köprücük kemiğini ikiye bölerek kalbine doğru iki buçuk santimetre kadar ilerler. Sol koluna da kurşun isabet eder. Artık şuuru işlemez olur.

Cephede doktorlar genelde ağır yaralılarla uğraşıp vakit zayi etmek istemezler. Onun için Hulusi Bey’i de hayata döndürülmesi zor diyerek ölmek üzere olan ağır yaralılar arasına bırakırlar. Hulusi Bey seneler sonra, Haluk Tangülü’ne Çanakkale’de ölüler arasından nasıl kurtulduğunu şöyle anlatır: “Baygın halde yatıyordum. Birden kulağıma gaipten bir ses geldi. Bu gaybi ses, ‘İmamuha, kitabüha, yazaruha!.’ diye çınlıyordu. Beni bu ses uyandırdı. Üzerimden pardösümü çıkardılar, her yerimden kan damlıyordu!” Hulusi Bey, kendine gelir gelmez, karşısında duran Fransız doktora, Fransızca “Allah’ın izniyle ben ölmeyeceğim!.” diye bağırır. Bunun üzerine ölüler arasından alınıp önce Biga’da, daha sonra İstanbul’da tedavi altına alınır. Beş ay tedaviden sonra tekrar cephedeki birliğine döner. Korkusuz, pervasız biriydi. Subaylar ondan çok korkarlar, erler ise kendisini çok severlerdi. Komutan olduğu yerlerde, askere okunacak hutbeyi kendisi yazar verirdi. (…) Zekâsı çok kuvvetliydi. Dünya malına kıymet vermezdi. Dünya ile maddî bir bağlantısı yoktu. Hayatında bir tek hediye kabul etmemişti. Dünyada bir tek çöp almadığı gibi, ben küçükken dedemden kalan evi de sattı. Öldüğünde üzerlerindekilerden başka bir eşyası, malı yoktu. Maddî hiçbir miras bırakmadı bize. İşi gücü ibadetti. Uyku nedir bilmezdi… Emekli olduktan sonra Elazığ’a geldiğinde evde aynı odada kaldık. Gece yarıları uyanışımda, onu ya namaz kılarken veya Risale yazarken bulurdum. Delâil-i Hayrat ve Kur’an-ı Kerim’den başka kitap yoktu. Abdestsiz gezmezdi katiyen…

 

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Osman Bedreddin Erzurumi (ks.) ( İmam Efendi )

Elazığ – Harput Meteris Kabristanında

Osman Bedreddin Erzurumi hazretleri (k.s.) Silsile-i Şerifi

Asıl adı Hafız Osman Bedrüddin Erzurumi (1850-1924) olan İmam Efendi’nin türbesi, Harput’ta Meteris Mezarlığı’nın doğu tarafında, Buzluk Mağaraları’na giden yolun sağ üst kısmında yer alır Kare planlı ve üzeri büyük bir kubbe ile örtülü olan yapı, tek mekandan ibarettir. Türbenin aydınlatması dışarıya bakan tek pencereyle sağlanır. Burada yer alan üç mezar demir bir setle çevrilidir. Girişte sağda Mustafa Naci Efendi’nin (Muşi Efendi), ortada İmam Efendi’nin, solda (kıble tarafında) ise oğlu Muhit Efendi’nin kabirleri yer alır Yine makam bölümünde bir kabir daha bulunup bu da oğlu ve aynı zamanda halifesi olan Nureddin Efendi’ye aittir. Türbeye girmeden sağ tarafta ise halifesi Saadettin Efendi’nin kabri bulunmaktadır. Yine türbenin dışında güney cephede İmam Efendi’nin halifelerinden Sürsürülü Molla Hüseyin Efendi’nin kabri yer almaktadır. Türbenin etrafında Harput’ta yetişmiş veya hizmetlerde bulunmuş değerli âlimlerin mezarları da bulunmaktadır.

Doğumu ve İlk Tahsili
İmam Efendi Erzurum’un Abdurrahman Ağa Mahallesi’nde dünyaya gelir. Rivayete göre, doğduğunda adet üzerine sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunur. Nakledilir ki, İmam Efendi, okunan bu ezanı ilk duyduğunda sağ elinin şahadet parmağını havaya kaldırır ve ezan bitimine kadar da elini indirmez. Babası ilim ve tasavvufi konulardaki liyakatiyle tanınmış olan Selman Sükutî Efendi, annesi Esma Hatun’dur. Osman Bedreddin üç yaşında iken babasını kaybeder. İlk derslerini Erzurum’daki hocası Mehmet Tahir Efendi’den alır ve dokuz yaşında hafız olur. Arapça’yı öğrendikten sonra tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerine yönelir. Osman Bedreddin, İslami ilimlere olan ilgisi ve kabiliyeti sebebiyle bu ilimlerde derin bilgi sahibi olmuştur. Tefsir çalışırken, Hucurat suresinin tefsirinde işaret edildiği üzere, “yaptığı amellerin, bilmeyerek işleyeceği hatâlar sebebiyle boşa gitmesinden”, korkarak çok az konuşmaya başlar Onun bu sessizliği üzerine hocaları ve arkadaşları kendisine, “Sessiz Hafız Osman Bedrettin”, demeye başlarlar. Mehmed Tahir Efendi bir gün İmam Efendi’ye “Molla Hafız! Bütün bildiklerimi sana öğrettim. Ayrıca bilmediklerimi de öğrendim. Şöyle ki, bilmediklerimi sana öğretmek için önce çalışıp öğrenmeye mecbur kaldım. Bundan ötesine gidemiyorum. Artık senin, ilmi benden daha fazla bir hocaya devam etmen gerekiyor. Bugünden itibaren ders vermeyeceğim”, der

Seyyid Ahmed Merami Hazretlerine talebe olması
Bunun üzerine İmam Efendi, “Dertliyim derdim derin, derdime derman için sana geldim ya Mûin” diyerek bir mürşid bulmak için Allah’a dua eder ve medreseden ayrılır. Aslında o, zahiri ilimlerde yetişmiş olup, batıni ve tasavvuf ilminde kendisini yetiştirecek bir hoca aramaktadır. Bu arayışı sırasında Buhara’daki Cami-i Kebir’de halka vaaz ve nasihat eden Seyyid Ahmed Meramî’nin bu duaya muttali olduğu ve Buhara’dan ayrılarak Erzurum’a geldiği nakledilir. Hasankale’nin ebu’l kasım köyünde üzerine aldığı imamlık vazifesini yürüten Ahmet Merami’nin yapmakta olduğu sohbetler üzerine kısa sürede ilmi ve şöhreti bütün çevreye yayılır Bu zatın ismini ve ilmini duyan İmam Efendi derhal yola çıkar. Aradığı mürşidi bir namaz vaktinde camide bulur. Seyyid Ahmed Meramî bu gencin kendisine yetiştirmesi için işaret edilen genç olduğunu anlar. Namazdan sonra “Merhaba! Hoş geldin, Hafız Osman Bedrüddin” der. Bunun üzerine Osman Bedrüddin birden bire ürperir ve hayretler içinde yaklaşarak Ahmed Meramî’nin elini öper. Daha sonra kendisinden ders almak istediğini söyler. Onun bu arzusuna Ahmed Meramî, “Buhara’dan kalkıp buraya kadar geliriz de senin gibi ilim isteyen bir talebeye ders vermez miyiz?” cevabını verir. Daha sonra Osman Bedrüddîn’i alıp evine götürür. Onun ilimdeki derecesini ölçmek için bazı sorular sorar. Sorduğu sorulara tatmin edici cevaplar alınca, onu yetiştiren hocasını metheder ve şöyle der. “Şunu bilesin ki, ilmin uçsuz bucaksız yolu neticede insanları Hakk’a ulaştırır. İlmin muhtelif safhaları ve sahneleri vardır. İlmin çeşidi çoktur. Bizim sana vereceğimiz ilim tasavvuf ilmidir.” Bir süre daha sohbet eden Ahmed Meramî, İmam Efendi’nin kendisini dikkatle ve şevkle dinlediğini görünce onun istek ve meylini anlar. Daha sonra İmam Efendi’nin istek ve arzusu doğrultusunda her gün gelip kendisinden ders alması kararlaştırılır. Böylece İmam Efendi her gün Erzurum’dan kalkar ve aralarında üç saat mesafe bulunan Alvar köyüne gider. Sabah namazını burada kıldıktan sonra Bulkasım köyüne varır, dersini alır. Yedi yıl süren bu meşakkatli eğitimin ardından Ahmet Meramî, bir gün Hafız Osman Bedrüddîn’e dönerek “Şunu bilesin ki, ilm-i zahir ile ilm-i batın birleşerek ait olduğu kalpte merkezleşti. Allah-ü Teala’ya hamd ve sena olsun, size de mübarek olsun. Benim vazifem burada tamam oldu. Ben irşada memur değilim. Sizi bu güne kadar yetiştirmekle, tasavvufî ahkamı size bildirmekle vazifeliydim. Biz memleketi, memlekettekiler de sizi arzuluyor. Varis-i enbiya meşarık-ı evliya (peygamberlerin varisi evliya güneşi) olarak bir mürşid-î kamil aramaya selahiyet kazandınız. Cenab-ı Hak hayırlısıyla muvaffak buyursun”, der ve derslerine son verir.

93 harbi ve Orduya katılması
Osman Bedreddin, hocası Ahmet Meramî’nin tavsiyesi üzerine gönüllü olarak orduya katılır. Harbin başlamasının ertesi günü 8 Kasım 1877 günü Osman Bedreddin, sabah Kars kalesi (veya Ayas Paşa) Camiinden ezan okur. Bu ezan halkı düşman karşısında cesaretlendiren kıvılcım olmuştur. Erzurum halkı bu ezan sesinden çok etkilenerek camiye koşar, sabah namazını kılan halk, hızlıca evlerine dağılarak düşmanla savaşmalarına silah olarak yardımcı olacak ne varsa yanlarına alarak cepheye koşarlar. Erzurum halkının da desteğiyle ordu güçlenmiştir. Rus ordusu dağıtılarak düşman güçlerini geri çevirmeyi başarmıştır.

Savaşın başladığı sabah, okuduğu ezanla halkı heyecanlandıran Osman Bedreddin, düşmanla ön saflarda çatışarak Erzurum halkına büyük bir cesaret örneği olmuştur. Okuduğu etkileyici ezan ve savaş esnasında gösterdiği cesaret ile Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın dikkatini çeker. Bu sayede Gazi Ahmed Muhtar Paşa onu 28. Alayın 3. Tabur imamlığına tayin eder Osman Bedreddin tabur imamı olduktan sonra ‘İmam Efendi’ diye anılmaya başlar. Bu vazifesi esnasında evliyânın büyüklerinden Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretlerinin oğlu ve halîfesi Seyyid Ubeydullah ile Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin halîfelerinden Kufrevî Şeyh Muhammed ve Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn ve Erzincanlı Terzi Baba lakabıyla meşhûr Şeyh Hayyât’ın talebelerinden Hacı Fehmi Efendilerle sohbet eder. Osman Bedreddin, 93 Harbi esnasında Erzurum cephesinde savaşmaya gelen birçok ilim ve irfan sahibi zatla tanışma fırsatı bulur. Savaş esnasında birkaç arkadaşıyla esir düşse de kaçmayı başarırlar. Harp sonrası taburu ile birlikte Diyarbakır’a tayinen naklolur. 1882’de ise vazifeli olduğu tabur Palu’ya taşınır.

Seyyid Mahmud Samini hazretleri’ne intisabı
O artık burada asıl hocasına kavuşur Bu mübarek zat Mahmud Samini’dir. Daha İmam Efendi gelmeden önce, onun hallerini kapalı olarak talebelerine bildirmektedir. Zaman zaman işaretler vererek, “Maşallah dokuz yaşında hafız ve fakih olmak her kulun karı değildir.” derdi. Yine bir gün, “Fesübhanallah, ilme olan gayreti hocalarını çalışmaya mecbûr ediyor.” Osman Bedreddin görevi nedeniyle Palu’da yaklaşık dört sene kalır. Burada yaşadığı ve şahit olduğu bazı olağanüstü hal ve buyruklarının manevi tesiriyle büyük bir mürşid ve tasavvuf ehli olduğunu anladığı Mahmut Samini’ye intisap eder. İmam Efendi kısa sürede tasavvufta yetişip kemale erer. Samini dergâhında on sekiz gün sülûkte kalıp Nakşîlikten tarikat icazeti alır.

Palu’daki irşadı ve Vefatı
Bir müddet sonra, Palu’da izindeyken Çemişgezek ilçesine nakledilen taburuna avdet eder. Artık o kendisine gelen talebeleri irşad ve manen terbiye etmeye mürşidi Mahmut Samini tarafından memur ve mezun kılınmıştır. Çemişgezek yöresindeki halka 15 yıl süresince ilim, irfan ve hakikat yüklü sohbetleriyle irşat eder. 1909 yılında tabur imamlığı vazifesinden emekli olur ve o gün için Doğu Anadolu’nun ilim ve irfan merkezi durumundaki Harput’a gider. Onun Harput’taki devresi dopdolu, hayatının en verimli ve feyizli devresi olur. Harput’ta Kurşunlu Camii’nde sohbetlerini yapar. 1911 yılında hacca giden İmam Efendi hacdan döndükten sonra irşad vazifesine Harput’ta devam eder. Ayrıca çevre il ve ilçelere de sık sık seyahatler ederek Elazığ ve Tunceli’nin merkez ve ilçeleri başta olmak üzere Keban, Ağın, Çemişgezek, Arapgir, Kemaliye (Eğin), Divriği, Kemah, Pertek, Hozat gibi civar il ve ilçelerde halka vaazlar verir ve sohbetlerde bulunur. Bu esnada da pek çok talebe yetiştirir. Hayatı boyunca kendini ilme adayan ve bu yolda oldukça önemli bir mesafe alan, ayrıca yaptığı sohbetlerle insanlara hak ve hakikati anlatan İmam Efendi, 17 Ekim 1924 tarihinde vefat eder. Harput Meteris Mezarlığına defnedilir.

[toggle title=”Osman Bedreddin Efendi’nin Vasiyeti” load=”hide”]

Osman Bedreddin Efendinin yakınlarına bıraktığı vasiyeti şöyledir.
”Ey benim evlâd, birâder ve akrabâlarım! İslâmiyette ve doğru yolda bulunan kardeşlerim! Benim Ehl-i sünnet vel-Cemâat mezhebi üzere bir müslüman olduğuma Cenâb-ı Hak şâhidimdir. Lütuf ve ihsânına karşı Allahü Teâlâ’ya hamd ederim. Şâyet ömrüm tamam olup, Allahü Teâlâ’nın emri üzerine âhirete göçüp, ilâhî rahmete nâil olursam, son ömrümde düşmanımız olan nefis ve şeytan tarafından şaşırtılmak istenirsem, inşâallah ben onları dinlemem. Ancak, İslâm dîninde olduğumu şimdiden işitip, kıyâmet gününde müslümanlığıma şâhitlik etmenizi istiyorum. Allahü teâlânın birliğine inanıyorum, elhamdülillah. Allahü Teâlâ’dan başka ilâh yoktur. Muhammed Aleyhisselâm O’nun kulu ve resûlüdür. Yalnız Allahü teâlâ vardır. O’nun ortağı yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O, her şeye kâdirdir. Sizden Allahü teâlânın birliğine olan bu îmânıma şâhid olmanızı istirhâm ediyorum. Ben âciz ve günahkâr bir kulum. “Allahü teâlânın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allahü teâlâ (şirkten tövbe ve îmân etmek sûretiyle) bütün günahları affeder.” (Zümer sûresi: 53) meâlindeki âyet-i kerîmesini kendime delil edinip tövbe ederek, Rabbimin rahmetine sığınıyor, Peygamber efendimizin şefâatına kavuşmayı ümid ederek gidiyorum. Evliyâullahın, Allahü teâlânın sevdiği kullarının ve Nakşibendiyye büyüklerinin bu günahkâr kula mânevî yardımlarını ümid ederim. Bilhassa Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî, Muhammed Behâeddîn Buhârî, pîrim Mevlânâ Hâlid, Şeyh Ali Sebtî, hocam Mahmûd Sâminî ve babamın mânevî yardımlarını ve Allahü Teâlâ’nın katında bu fakîre şefâatçı olmalarını ihsân ve ikrâmlarından ümîd ederim. Vefât ettiğimde üzerime Kur’ân-ı kerîm okuyunuz. Allahü teâlâ bu âcize ve bütün din kardeşlerime îmân ve hüsn-i hatîme nasîb eylesin! Âmin.”

[/toggle]

Osman Bedreddin iki defa evlenmiştir. İlk zevcesinden Bahaeddin, Nureddin ve Muhit isminde üç erkek ve Nuriye isminde bir kızı olmuştur. İkinci hanımından en küçük erkek oğlu Ziyaeddin Uz ise, Elazığ’da Ağır Ceza Mahkemesi başkanlığı yapmış ve 1989 yılında emekli olmuş, 2006’da vefat ederek babasının türbesinin yanına defnedilmiştir.

Osman Bedreddin hazretlerinin Eserleri
İshak Sunguroğlu, İmam Efendi’nin aynı zamanda iyi bir şair olduğunu belirtmekte ve şiirlerinden ancak bir nümunesinin bulunabildiğini söylemektedir. İlahi aşk, insan sevgisi, tevazu, hoşgörü ve kalp temizliği gibi hususlar işlenmiş olduğu bu şiirlerini divan edebiyatı nazım şekilleri ve dörtlüklerle yazmıştır.
Osman Bedreddin’nin talebeleri tarafından sohbetleri not edilerek bir araya getirilmiş olan Gülzar-ı Samini adındaki mektubatı ile Gülbin-i İrşad ve Mecalis-i Saminiyye adında beş ciltlik eseri ve ayrıca kasidesi vardır Hayatına ilişkin en önemli belge, onun Osmanlıca el yazması eseri olan “Sohbetname” adlı kitabıdır. Sohbetname, İmam Efendi’nin İslam ahlakı, fıkıh ve çeşitli konulardaki hadislerin yorumlarından ibaret bir çalışmadır. Sohbetnamenin orijinal el yazması bugün torunu Halit Hoca’nın kütüphanesinde bulunuyor. Ayrıca tasavufi konulardaki şiirlerini kapsayan bir de Divan’ı mevcuttur.

Osman Bedreddin hazretleri’nin Halifeleri
1- Seyyid Hace Musataf Naci hazretleri(ks.) ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte sağdaki kabir.
2- Seyyid Saadettin Efendi (ks.); Samini hazretleri’nin torunu, Kabri samini hazretlerinin türbesinin içerisinde
3- Ömer Nasuh Bilmen (ks.); İstanbul – Edirnekapı Sakızağacı şehitliğinde
4- Seyyid Nureddin Efendi ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte heen karşıdaki kabir.
5- Seyyid Musa Kazım Harputi
6- Sürsürülü Seyyid Molla Hüseyin Efendi ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte heen karşıdaki kabir.
7-Seyyid Saadettin Efendi ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte heen karşıdaki kabir.
8- Seyyid Muhammed Mazhar Ettasi Harputi ;

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Tayyar Baba (ks.)

Tayyar Baba (1902-1973)’nın türbesi, Harput’tan Meteris mezarlığına çıkılırken Beyzade kabristanlığının güney batı yönünde, Elazığ’a bakan bir düzlüktedir

“Mücazoğulları” ailesinden gelen Cafer-i Tayyar’ın babası Hızır’dır. İlk eğitimini aile çevresinden alır. Ağabeyi Hacı Mehmet, Hacı Ömer Hûdaî Baba’nın yanında yetişmiştir. Dolayısıyla Kadirilik tarikatına meyli ağabeyi Hacı Mehmet’ten gelir. Ağabeyi bir süre sonra Şam’a Sancak Beyi olarak gider ve oradaki bir muharebede şehit düşer. Tayyar Baba genç yaşta babasını da kaybeder. Artık ailenin geçim yükü Tayyar Baba’nın omuzlarındadır. Harput’a gelen Tayyar Baba dabaklık mesleğini öğrenir ve bu sırada Kadiri tarikatına intisap eder. Kadiri ve Yesevi Tarikatı mensuplarının oturup sohbet ettiği Nadir Baba dergahına yerleşir.

Bir gün Midyat çevresinde bulunduğu sırada halktan birine burada meşayıhtan birinin olup olmadığını sorar. Ona, “ilerde bir mağarada bir fakih var” derler. Tarif edilen mağarayı bulur. Mağaranın içerisi karanlıktır. Ama, ilerde bir ışık görür. O ışığa doğru gittiğinde orayı aydınlatan ışığın orada oturan zatın yüzünden yayıldığını farkeder. Yaklaşınca o zat kendisine, “Gel Tayyar Baba gel… Seni bekliyordum. Ben seni görmeye gelecektim ama, çok ihtiyarım.” der. Sanki kırk yıldır birbirini arayan iki sevgili gibi hemhal olurlar. Tayyar Baba bu olayı anlatırken, “Onun yanında çok zevkler yaşadım. Bazen onun bedeninin kaybolduğunu gözlerimle gördüm. Bazen de kendi bedenimin yok olduğunu fark ediyordum.”, der.

EHarput’un Elazığ’a taşındığı günlerde o da askerliğini bitirerek Elazığ’a döner. Kazım Efendi ona eski İzzet Paşa Camii yanında bir hücre ayarlar Artık Tayyar Baba günlerinin büyük bir kısmını bu hücrede geçirir. Kısa zamanda bu hücre onun sohbet meclisi olur. Bu sıralar Göllü Mustafa Baba’dan da icazet almıştır . Tayyar Baba bir süre eski İzzetpaşa Camii’nin bir hücresinde kaldıktan sonra önce bir ev bularak kiraya çıkar. Daha sonra Mustafa Paşa Mahallesi’nde bir ev satın alarak taşınır. Kısa zamanda çevresinde her kesimden büyük bir mürit topluluğu oluşur. O, kırk yaşında iken Erzurum göçmenlerinden Yusuf Efendi’nin kızı Feride Hanımla evlenir. Tatür ve Abdulkadir isminde iki oğlu dünyaya gelir.

[toggle title=”Tayyar Baba’nın Menkıbeleri” load=”hide”]

Menkıbeleri ;

…….Anlatılır ki, bir Ramazan ayında Tayyar Baba eşeğine oruç tutturmaya karar verir. Akşamdan akşama önüne yem doldurur, suyunu verir. Sahurdan sonra önünü temizler. Bir ay sonra bayram günü sırtına binerek Harput’a çıkar. Orada Allah-u Teala’ya şöyle niyazda bulunur. “Rabbim, oruçtan kasıt aç ve susuz kalmak ise, eşek olarak yarattığın bu canlı, Tayyar kulundan daha iyi oruç tuttu. Yok eğer oruç bunun ötesinde bir şey ise, ne olur bana bu sırrı bildir.” Daha sonraları, oruç konusu geçtiği zaman çevresindekilere, “Hamdolsun, Rabbim bana orucun hikmetini bildirdi.”, dermiş.

…….Bir gün Ermeni komşusu olan Saatçi Poto namı ile bilinen kişi kapısını çalar. İçeri girdikten sonra Tayyar Baba’nın elini öper ve bir köşeye geçerek oturur. Biraz sonra koynundan çıkardığı rakı şişesini açarak içmeye başlar. Tayyar Baba’nin müridleri, o anda Efendi orada olmasa, Ermeni Poto’yu döve döve dışarı atacaklar. Tayyar Baba durumu fark edince, “Oğlum Feyzi, git mutfaktan bir bardak getir, rahat içsin.”, der. Bardak gelince Ermeni Poto rakısını bardaktan içmeye başlar. Aradan uzun bir süre geçer. Ermeni Usta kalkıp gider. Tayyar Baba kızmış bulunan müritlerine dönerek, “Ne oldu yani, en fazla bardak kirlendi. Yıkarsınız temizlenir, olmazsa kırarsınız. Evi de havalandırırsanız koku gider. Ama o evimize gelmiş Tanrı misafiridir. Misafire iyi davranmak lâzım”, der.

……Nazif Esen’den nakledildiğine göre, “1951 yılında önce Bingöl’e, sonra Niğde’nin Bor kazasına asker olarak gidiyorum. Nakil sırasında Bingöl’den Elazığ’a geldik, iki saatlik rötarımız var. Muhafız onbaşıya dedim ki: “Burada bir akrabam var görüp geleceğim. Zorla izin aldım. Niyetim Tayyar Baba’yı görüp sonra Niğde’ye gitmekti. Efendinin yanına geldim, bana: “Nereye verdiler?” dedi. Ben Bor ilçesini söylemeden “Niğde’ye” dedim. Güldü: “Niye öyle korka korka gidiyorsun, Bor iyi bir yerdir. Havası, suyu tıpkı sizin Palu’ya benzer.” Tayyar Baba’dan ayrılacağı zaman: “Nazif, o ki Bor’a gidiyorsun, sana iki tembihatım var. Birincisi, orada “Kuddusi Baba” diye bir zat yatıyor, önceleri orası türbeydi. Şimdi sanmıyorum ki orada türbe kalsın. Onun kabr-i şerifine bir uğra, benim selamımı ilet. İkinci isteğime gelince, orada Kuddusi Efendi’nin yolunda giden Ahmet Efendi diye bir zat var, bir de onu bularak selamımı ilet.” Biz çekip Bor’a gittik, izinlerde askerin gidebileceği bir kahve vardı. O sıralar asker çayı beş kuruş, sivil çayı on kuruştu. Tabi askerin çayı açık oluyordu, ilk gidişimde bana açık bir çay getirdiler. Çayı döküp parasını koydum, ikinci gidişimde yine açık çay gelince yine döktüm. Ocaktaki çaycı yanıma gelerek: “Asker, bu çayı niçin döküyorsun?” dedi. Ona, “Bana sivil çayı getir, sivil parası al.” dedim. Adamla dost olduk. Sürekli bana ocağın yanında bir sandalye ayırmıştı “Bundan sonra buraya her gelişte bu sandalye senin.” dedi. Bor’da “Paşa Camisi” diye büyük bir cami vardı. Bir gün izin çıkışı o camiye giderek namaz kıldım. Niyetim başta imam olmak üzere, yaşlı kimselere Kuddusi Efendi’nin türbesini sormaktı. Nitekim cami çıkışında kime sordumsa, Kuddusi Efendiyi tanıyan çıkmadı. Müftüye gittim, ne yazık ki o da tanımadı. Canım çok sıkılmıştı. Doğru kahvehaneye geldim. Baba bana bir iş söyledi yerine getiremiyorum diye üzgündüm. Ocakçı dalıp gittiğimi görmüş olacak ki: “Nazif Onbaşı” diye seslendi. Adama döndüm, biraz da kızarak, “Böyle memleket olmaz.” , dedim. “Burada bir tek büyük zat var, onu da kimse tanımıyor.” Ocakçı “Kim?” dedi. Olayı olduğu gibi anlattım. Başladı gözlerinden yaş akmaya. Bana, “Gel” diyerek dışarı çıkardı. Eliyle bir kaç yüz metre ilerde büyük bir binayı gösterdi. “Kuddusi Efendi’nin türbesi önce orada idi. Bor büyüyünce türbeyi yıkarak Asri Mezarlığa naklettiler. Zaten o eski yeri de mezarlıktı.” Bana Ahmet Efendi’nin dükkanını tarif etti. Ahmet Efendi saatçilik yapıyordu. Onun dükkanına gittiğimde, “Buyur asker ağa.” dedi. “Ben Elazığlıyım, Tayyar Baba’nın sana selamı var.” dedim. Biraz düşündü. “Hangi Tayyar?” dedi. Ben de, “Caferi Tayyar Baba” diye karşılık verdim. Yeniden düşündü. Sonra “Yaa, Tayyar Baba büyük bir adam, hayır duasını alın size yeter.” dedi. Olayı onunla da konuştuk. Bana Kuddusi Baba’nın mezarını tarif etti. Ne yazık ki izine gelene kadar o büyük zatı gidip ziyaret edemedim, izin için memlekete geldiğimde, Tayyar Baba beni görür görmez, “Ben sana küsmüşüm.”, dedi. “Niçin Baba?”, dedim. Biraz üzgün bir şekilde, “Sana iki şey söyledim, birini yerine getirmedin. Emanete ihanetin cezası ağırdır.” dedi. İzinden döndüğümde arkadaşlarımı da yanıma alarak Asri Mezarlığın yolunu tuttum. Birlikte mezar taşlarını okumaya çalışıyoruz. Tabi esas maksadımız Kuddusi Baba’yı aramaktı. Buraya nakli sırasında türbesi yıkılınca ikinci defa türbe yaptırmamışlardı. Neticede bulduk. Ben Yasin-i Şerif okumaya başladım. Nefsim ise, okuma burası değil, diyor, içimden, “Ya Kuddusi Baba”, dedim. “Doğru ise bana işaret ver. O anda ayağımın altından üç defa “güm, güm, güm” diye bir ses geldi. Rahatlamıştım. Dönerken asker arkadaşlarımdan birisi yaklaştı, “Nazif” dedi, “Yasin-i Şerifin falan yerinde alttan gelen sesi ben de duydum.” Ağlamaya başlamıştım. Netice olarak, askerlik bitip Elazığ’a döndüğümde, Baba’yı ziyarete gittim. Beni görür görmez, gülmeye başladı. “Nazif, işte şimdi yüz akı ile geldin. Mezarı epeyce aradınız ama sonunda da buldunuz. Allah sizden razı olsun.”, dedi.

[/toggle]

Tayyar Baba ile ilgili birçok menkıbe anlatılır. Vefat etmeden önce kendisinin Harput’a gömülmesini ve kendisi için türbe yaptırılmamasını istemiştir. “Ancak ne zaman mezarının altında berrak bir su çıkar, bu su altı altı ay akar ve daha sonra kesilirse”, türbesinin o zaman yapılmasını vasiyet eder. Bu işaretten sonra oğulları türbesini yaptırmıştır. Bu ziyaretgâha özellikle tatil günlerinde insanlar akın akın gelir, Kur’an-ı Kerim okuyup dua ederler. Bazı insanlar da maddi ve manevi hastalıklardan kurtulup şifa bulmak maksadıyla gelir ve adaklarda bulunurlar.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Beyzade Efendi (ks.) (Beyzade Ali Rıza Efendi)

Elazığ – Harput Ulu camii avlusunda

Beyzade Efendi kendisini tamamen ilme ve tasavvufa verdiği için dünya malıyla hiç ilgilenmez. Harput’taki tek katlı evini kendisi hac ziyaretine gittiği sırada oğlu yıktırarak iki kata çıkarınca, oldukça üzülür, çocuklarına sitem eder. “Beni şimdiden sonra dünyaya mı bağlayacaksınız?.. Komşuların evinden yüksek oldu, onların yüzüne nasıl bakarım?”

Beyzade Efendi’nin (k.s.) Silsile-i Şerifi

Esas adı Hacı Ali Rıza Efendi (1810-1904) olan Beyzade’ye Büyük Beyzade Efendi de denir. Baba adı Hacı Bakır’dır (Hacı Bekir). Dedeleri Özbekistan bölgesinden göç ederek önce Buhara’ya, daha sonra Mısır’a gelirler, bir müddet burada kaldıktan sonra 1798 yılında Napolyon’un Mısır’ı işgali üzerine kendi boylarına bağlı 40 kadar aile ile birlikte Şam, Halep, Urfa ve oradan da Musul’a giderler. Bu gruptan bir kısmı Musul’da kalmayı tercih eder. Diğer bir grup tekrar Türkistan’a dönmek için hazırlık yaparken, Bakır Bey’in etrafındaki küçük bir grup da bunlardan ayrılarak Harput’a gelir. Bu seyahatlardan oldukça yorgun bir şekilde Harput’a ulaşan Bakır Bey, burasını İslâmi ideallerine uygun bulduğu için yerleşir. İlk defa iki kardeş Kurşunlu Medresesi’nde bir hücrede beyaz külah imal ederek ailesinin maişetini karşılamaya çalışmış, bu arada kendilerini ilme vermeyi de ihmal etmemişlerdir.

Hacı Bakır’ın oğlu olan Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi, 1810 yılında Harput’ta dünyaya gelir. Hacı Mahmut Efendi isminde bir de büyük kardeşi vardır. Babalarının ilme düşkünlüğü çocuklarını da ilme yöneltir. Beyzade Hazretleri önce Şeyhü’l Ulema Hacı Ali Efendi’den, daha sonra Harput’un büyük alimi Dağıstanlı (Mehmet Efendi) Hoca’dan dersler alır. Kabiliyeti ve öğrenme arzusu yüzünden hocaları da Beyzade’yi çok severler. Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi ilim tahsilini sürdürürken tasavvufa da ilgi duyar. O, bu ilgiyi daha çok Dağıstanlı Hoca’dan almıştır. Kısa zamanda büyük merhaleler kateder. Durup dinlenmeden bilgisini geliştirir. Dağıstanlı Hoca’nın en başarılı talebelerinden birisidir. Harput halkı kısa zamanda Beyzade’yi sevmeye başlar. Ne var ki, Dağıstanlı Hoca ona icazetini veremeden ölmüştür. O, ölüm döşeğinde iken kendi yerine müderrisliğe Beyzade’nin getirilmesini vasiyet eder. İbrahim Paşa Medresesi sahibi Çötelizade Sırma Hatun’a, “Ben yakında öleceğim, ölümümden sonra müderrislik için bir çok dedikodular, hatta kavgalar olacaktır. Sana vasiyet ediyorum, benim yerimi ancak Beyzade Ali Rıza doldurabilir. Müderrisliği ona vereceksin. Şayet başkalarına verecek olursan kıyamet gününde saçlarından tutup seni sürüm sürüm süründürürüm”, der. Hakikaten Dağıstanlı Hoca’nın ölümünden sonra dedikodular başlar. Bunun üzerine Antep ulemasından meşhur Küçük Ali Efendi kendisine gıyaben bir icazetname gönderir. Ancak bundan sonra İbrahim Paşa Medresesinde müderrisliğe başlar.

Beyzade Efendi’nin ilk hanımı Sarını köyü beylerinden birinin kızı olan Emine Hanımdır. Bu köyde hanımından kalan oldukça geniş arazileri vardır. Ama o, bu arazilerle pek fazla ilgilenmez. Önceleri bu arazileri köyde tembih ettiği kişiler çekip çevirirler; daha sonra bu hanımından olan oğlu Mehmet Nuri Efendi büyüyünce bu işleri ona bırakır. Beyzade Hazretleri’nin hanımı (Sarınılı) öldükten sonra evliliğini Hoş Köyü’nden yapar. Bu hanımından kalan arazilere de yine bu hanımının oğlu olan Baha Efendi (Bahaeddin Efendi) bakar. Beyzade Efendi kendisini tamamen ilme ve tasavvufa verdiği için dünya malıyla hiç ilgilenmez. Harput’taki tek katlı evini kendisi hac ziyaretine gittiği sırada oğlu yıktırarak iki kata çıkarınca, oldukça üzülür, çocuklarına sitem eder. “Beni şimdiden sonra dünyaya mı bağlayacaksınız?.. Komşuların evinden yüksek oldu, onların yüzüne nasıl bakarım?” Kendisi tasavvufta yüksek bir takvaya sahiptir ve yıllarca halkı irşat eder. On binlerce insana ilmi ve Müslümanlığı öğretir. Yaşadığı çağın en büyük alimlerinden birisidir. Gerek Nakşi, gerekse Kadiri ve diğer tarikatların usûl ve erkanını en iyi şekilde bilmektedir.

[toggle title=”Beyzade hazretleri’nin Menkıbeleri ” load=”hide”] Menkıbeleri

…….Halk arasında onu menkıbeleştiren olaylardan biri şöyle nakledilir.
“Deli Mustafa, dedik ya, bazen çıplak gezer. Bir gün yine sokaklarda çıplak gezerken Beyzade Hoca görür ve kızgınlıkla bağırır:
-Mustafa bu ne hal, çabuk git üzerini giy!
Mustafa, buruk saygın bir insan tarafından azarlanmanın, verdiği utançla oradan ayrılır. O gece Beyzade Hoca’nın rüyasına giren Peygamber Efendimiz, Hoca’ya:
-Mustafa’ya dokunma, der.
Beyzade Hoca:
-Ya Resulallah, ya şeriatı kaldır, ya Mustafa’yı giydir, diye karşılık verir.
Sabah olur. Hoca yine Harput’un dar sokaklarında Mustafa ile karşılaşır. Bakar ki, Mustafa giyinmiş, memnun bir ifade ile:
-Aferin Mustafa, bak ne iyi olmuş. Mustafa sitemkâr, Hoca’ya dönerek: -Baba boş ver, sana Resulallah bile söz anlatamadı,
der ve uzaklaşır.”

…..Bir gün Urfalı Nakşibendi şeyhlerinden Mehmet Ruhavi Hazretleri Elazığ’ın Aksaray Mahallesinde oturan Latif Ağa’nın konağına gelmiştir. Latif Ağa Mehmet Rehavi Hazretleri’nin mürididir. Rehavi Hazretleri buradaki konuşmalardan Beyzade’nin ününü duyunca, onu Harput’tan Aksaray’a çağırtır. (Aksaray o yıllarda ovada bir köydür) Rehavi Hazretleri’nin çevresindekiler Beyzade’nin gelmeyeceğini düşünerek, “Efendi, o büyük bir âlimdir. Sizi tanımayacağından gelmeyebilir,” derler. Rehavi Hazretleri, “Siz gidin çağırın, o gelir.” der. Durum Harput’ta bulunan Beyzade’ye iletilince, “Kimdir bu Urfalı Şeyh” diye sorar. Çağırmak için gelenler: “Efendi o Urfalı bir Nakşi şeyhidir. Bir de çubuğu var, tütün içiyor.” derler. Beyzade Hazretleri, “Allah, Allah, tütün de mi içiyor?” diye şaşkınlık gösterir. Sonra da kalkıp Aksaraylı Latif Efendi’nin konağına gelir. Mehmet Rehavi Hazretleri ile uzun bir halvete dalarlar. Bu Urfalı Nakşi şeyhi bakar ki Beyzade Hazretleri ilmin güneşidir. Ona kendisinin vereceği bir şey yoktur. Urfa’ya döndükten bir müddet sonra, bu sefer de Beyzade Hazretleri ve Latif Ağa Urfa’ya Rehavi Hazretleri’ni görmeye giderler. Orada tam yedi ay misafir olurlar. Bu süre içerisinde hep ilmi ve dini sohbetler yapılır. Gece yarılarına kadar süren bu sohbetlerden her ikisi de sonsuz zevk alırlar. Nihayet Mehmet Rehavi Hazretleri Beyzade’ye inabe vererek Urfa’da onu sülûka sokar. Sülük süresi bittikten sonra Beyzade Hazretleri’ne gerekli icazeti verip, onu irşadla görevlendirir. Böylece, önce Harput’ta Şeyhü’l Ulema Ali Efendi ve Dağıstanlı Hoca’dan, daha sonra Urfa’daki Nakşibendi Şeyhi Mehmet Rehavi Hazretlerinden gerekli ders ve icazeti alan Beyzade Hazretleri’nin, tarikat geleneğine uygun bir şekilde mürşidliği tasdik edilmiş olur.

…..Bir gün ona Kövenk köyünde, Hacı Ömer Hüdai Baba diye birinin çıkıp şeyhlik yaptığını, tarikatının da Kadirilik olduğunu söylerler. Bunun üzerine Hacı Ömer Hüdai Baba’ya 40 sual yazarak yollar. O, gelen bu cevaplarla yetinmeyip bir cuma günü bizzat Harput’a gelerek, zikirlerini göstermelerini ister. Hacı Ömer Hûdaî Baba gelmez ama, ihvanlarını Harput’a yollar. Bunları halk da merak etmektedir. Bir grup ihvan, önde tarikat sancağı, arkalarında müritler ve ellerinde elvaneler, çırpaneler, kudümler Harput halkına bir geçit töreni yaparlar. Cuma namazı kılındıktan sonra cami içinde bir zikir sergilenir. Beyzade bunları sonuna kadar seyreder. Zikir bittikten sonra ihvanların başında gelen Palulu Muhammed Baba’ya, “Ömer Baba’ya selamımı götürün. Kadiriliği bu minval üzre yürütsün” der.

…….Anlatılır ki, Beyzade Efendi bir sene hacca gitmeye karar verir. Arkadaşları ile anlaşıp, para biriktirmeye başlar. Hanımı o sene hamiledir. Bir gün hanımı yatakta yatarken dışarıdan et kokusu gelir. Canı bu etten yemek ister ve Beyzade Efendiye, “Efendi! Şu kızarmış et kimlerde pişiyorsa git benim hatırım için bir parça isteyiver. Canım çekti.” deyince, Beyzade Efendi, “Heey hatun hey!. Bu kadar zenginliğimiz boşunaymış meğer. İstediğin et olsun, kebab olsun. Hemen çarşıya gidip, en alasından sana kebap getiririm.” cevabını verir. Hanımının ısrarla bu kızaran etten istemesi üzerine, Beyzade Efendi üzgün bir şekilde dışarı çıkar. Bu kokunun fakir bir komşularının evinden geldiğini anlar. Utanarak kapıyı çalar ve ayaküstü mevzuyu söyler. Kapıyı açan kadıncağız, “Olmaz efendim! Pişirdiğim et size layık değildir.” der. Beyzade Efendinin ısrarı üzerine kadın gerçeği söylemek mecburiyetinde kalır ve, “Efendim! Üç günden beri çoluk-çocuk açız. Çocukların ağlamalarına fazla dayanamadığım için, sokakta bir köpek yakalayıp kestim. İşte kızaran et budur. Çocuklarımın seslerinin kesilmesi için kızartıyorum. Onları oyalıyorum.” der. Bu durum karşısında gözleri yaşaran Beyzade Efendi, hemen evine dönerek hac için ayırdığı paranın büyük kısmını kadına verir. Geri kalanını çevresindeki fakirlere dağıtır ve hacca gitmekten vaz geçer. Arkadaşları ile kararlaştırdıkları gün gelince,Beyzade Efendi arkadaşlarına hacca gidemeyeceğini söyler. Sebebini öğrenmek isteseler de, Beyzade Efendi söylemez. Bunun üzerine arkadaşları yola koyulur. Uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra Mekke’ye varan arkadaşları hayret içinde kalırlar. Çünkü Beyzade Efendi kendilerinden önce gelmiştir. Bazıları, “Eğer bizden sonra yola çıkmış olsaydı, mutlaka bizi gelip geçerdi. Biz de onu görürdük. Ama böyle bir şey olmadı.” derler. Kabe’nin tavafı esnasında, namaz kılarken, Arafat’a çıkarken hep en ön saflarda Beyzade Efendiyi görürler. Harput’a döndüklerinde Beyzade Efendiye bu durumun hikmetini sorarlar. O da, “Hayır ve hasenat yüzünden. Siz Kabe’ye yürümekle mi varıldığını sanırsınız?” dedikten sonra, olanların hepsini anlatır. Denilir ki, bundan sonra Harput’ta fakirler hiç bir zaman muhtaç duruma düşmez. Zenginler fakir aramak için birbiriyle yarışırlar.

…..Anlatılır ki, Diyarbakır eşrafından Mesut Bey, Beyzade Hazretleri’nin ismini duyduğu için onu görmeye gelir. Akşam Beyzade Hazretleri’nin evinde misafir kalarak bir sohbet toplantısına katılır. Uzun süren bu sohbet gecesinden sonra Beyzade Hazretleri misafirini yatırır, kendisi de gece ibadetine çekilir. Bir süre sonra Mesut Bey uyanır bakar ki, Beyzade Hazretleri namaz kılmaktadır. Tekrar yerine gelir ve yatar. Gecenin bir vaktinde yeniden uyanır, tekrar Beyzade’yi namazda görür. Bu durum bir kaç defa olunca içinden, “Be herif, başın göğe mi değecek?” der. Yattığı yerde bunları mırıldanırken bir de bakar ki gökyüzünde yıldızlargörünmektedir. Gözlerine inanamaz. Tekrar bakar, yine yıldızları görür. Oysa evin üzeri kapalıdır. Birden irkilir. Başını yorganın altına sokar. Biraz vakit geçtikten sonra yeniden yorganın altından başını çıkarır ve bakar, bu sefer gökyüzünü değil, tavanı görür. Uykusu iyice kaçmıştır. Beyzade Hazretleri’nin büyük bir zat olduğunu anlar, içinden böyle bir zatın oğluna kızını vermeyi düşünür. Sabah olunca durumu Beyzade Hazretleri’ne açar. Allah da kısmet ettiği için Mesut Bey’in kızıyla Baha Efendi evlenirler.

…..Anlatıldığına göre, Ulukent’te civardaki insanların yardımıyla geçinen çok fakir bir kişi varmış. Bu kişi vefat ettiğinde civardaki insanlar cenazesini kaldırmaya çalışırken bir de bakarlar ki Beyzade Efendi gelir ve cenazeyi kendisinin kaldıracağını söyler. Böylece Beyzade Efendi mevtayı yıkayıp kefene sarar ve tam tabuta konulacağı sırada, halk arasında “Deli Mustafa” diye bilinen kişi “Tabut boş, Tabut boş” diye birkaç kez bağırır. Cemaatin içinden bu olay karşısında şaşkınlık içine düşen bir kişi defin işlemi tamamlandıktan sonra Beyzade Efendi’nin yanına yaklaşır ve Deli Mustafa’nın neden böyle bir şey söylediğini sorar. Bunun üzerine Beyzade Efendi, ölen kişinin takva sahibi biri olduğunu,rüyasına gelen Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in isteği üzerine bu kişinin cenazesine geldiğini, ancak tabuta konulacağı esnada melekler tarafından götürüldüğünü ve Deli Mustafa’nın da bu olayı gördüğünü söyler.
[/toggle]

Beyzade Hazretleri çevrede uydurma şeyhlik yapanları da sıkı bir takibe almıştır. O, etrafında bu kadar ilgi ve itibar görmesine rağmen gösteriş ve ihtişamı asla sevmez. Halka karşı mütevazidir. Herkese gerekli saygıyı gösterir. Evine gidip gelirken bile ara sokakları tercih eder, kendisinden dolayı kimsenin rahatsız olmasını istemez. Bu gidiş gelişlerde başını kaldırıp hiç bir yana bakmaz. Çok az konuşur, çok az tebessüm eder. Onun en çok dikkat ettiği şeylerden birisi de temizliktir. İslâmiyetin temizlik konusundaki görüşlerini her fırsatta etrafına sık sık anlatır. Harput’ta Ömer Naimi Efendi, Hafız Öğe, Hacı Muharrem Hilmi Efendi’nin üzerinde büyük emeği vardır. Ayrıca icazet verdiği kişiler de bulunmaktadır. Bunlar, büyük oğlu Hacı Mehmet Nuri, Köse Sefer, Hacı Reşit, Müsevvit Ahmet, Kadızade Sadık, Hekimhan Müftüsü Kozagözzade Mahmut, Gergerizade Hacı Ali, Uzun Eminzade Alay Müftüsü Sait, Abdusselamzade Hakkı gibi zatlardır.

Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi uzun boylu, iri cüsseli, geniş omuzlu bir zat olup gözleri ela, sakalı beyaz ve uzun, yüzü çok sevimli ve nuranidir. Başına beyaz fes giyer, bu beyaz fesin üzerine kışın büyük ve yeşil sarık, yazın beyaz sarık sarar. Üzerindeki elbisesi mavi ya da lacivert şalvar, yazın Antep alacasından iki etekli entari, yahut limon küfü renginde cübbedir. Sokağa çıktığı zaman elinde uzun bir asa bulunur.

Anlatılır ki, onun İslami konuda alimliği, herkesin onu sevip sayması, bazı Ermenileri rahatsız eder. Bir gün şehirdeki Ermeni komitacılar Beyzade’yi öldürmeye karar. verirler. Bunun için silahlı dört beş Ermeni ona pusu hazırlayarak gecenin karanlığında dar sokaklardan birinde öldüreceklerdir. Ermeni suikastçiler bakarlar ki o camiden çıktıktan sonra etrafında bir bölük asker onu korumaktadır. Plânlarını bir sonraki geceye ertelerler. İkinci gece de aynı durumla karşılaşınca, üçüncü geceye ertelerler. Beyzade durumu farkeder. Bir gece bunları önüne katarak mahallelerine kadar kovalar. Böylece bu hain plânlarından vazgeçerler. Halbuki Beyzade evine hep tek başına gidip gelmektedir. O, namazlarını çoğunlukla Sarahatun Camii’nde kılmaktadır. Buranın anahtarının biri de kendisindedir. Cami müezzini Perili Hafız her sabah ezan okumaya geldiğinde onu mihrabın önünde namaz kılarken görür. Bir gün ondan önce gelmeye karar verir. Ezandan bir saat önce camiye girdiğinde, Beyzade Hazretleri’ni yine mihrabın önünde görür ve, “Yarın daha erken geleyim” der. İkinci gece iki saat önce gelmesine rağmen görür ki, Beyzade yine camidedir. Bunun üzerine Perili Hafız gece yarısı camiye gelmeye karar verir. Saat on iki sıralarında Sarahatun’a gelir. Cebinden anahtarı çıkarıp kapıyı açacağı sırada arkasından bir ses, “Dur açma” der. Perili Hafız biraz ürpererek dönüp arkasına bakar. Seslenen Beyzade’dir. “Hafız” der, “Kırk yıldır bu camiyi ilk ben açıyorum, bırakmam sen açasın.” Bunun üzerine Perili Hafız geri çekilerek camiyi Beyzade’nin açmasına müsade eder. Anlatılır ki, bu insan-ı kâmil, bu büyük veli kırk yıldır camiye hep böyle gelerek, hem nafile namazlarını kılmış, hem de tesbih çekmiştir.

Beyzade Hazretleri vatanseverliğin İslam dininde önemli bir yeri olduğunu 1877 yılında başlayan Osmanlı- Rus savaşında gösterir. Harput halkını konuşmalarıyla heyecana getiren Beyzade, başta kendisi ve oğlu Mehmet Nuri olmak üzere torunu Halit Efendi’yi de gönüllü yazdırarak Ruslar’a karşı savaşmak için Erzurum’a gider. Harput’tan yola çıkan bu bir avuç gönüllü kahramanın at, silah ve diğer levazımatını bizzat Beyzade kendi bütçesinden karşılar. Gittiği Erzurum cephesinde büyük yararlılıklar göstererek geri döner. O böyle bir anda her Müslümanın ne yapması gerektiğini göstermeye çalışmıştır. 1883 yılında Mamuretü’l-Aziz evkaf komisyonu reisliği yapmış olup “Mekke Mollalığı” unvanına sahiptir.

Beyzade Hazretleri uzun zamandır arzulayıp da çeşitli nedenlerle yapamadığı hac ziyareti için hazırlıklara başlar. Bu sefer oğlu Baha Efendi ve hacda hizmetlerini görecek evdeki yardımcısı Emin Efendiyi de yanına alır. Para harcama işini oğlu Baha Efendi’ye havale etmiştir. Yol boyu çeşitli şehirlerde rastladıkları fakirlere verecekleri sadaka miktarını Beyzade Hazretleri tayin eder. Her yoksula üç kuruş, beş kuruş vererek yollarına devam ederler. Bir gün genç biri onlardan sadaka ister. Beyzade oğlu Baha’ya dönerek, “Şuna yirmi kuruş ver” der. Baha Efendi tereddütsüz yirmi kuruşu çıkarır verir ama, içinden, “Yahu bu babamın işlerine de bir türlü akıl erdiremiyorum. Çok yoksul görünen yaşlı kimselere üç kuruş, beş kuruş ver diyor, bu aslan gibi gence yirmi kuruş ver dedi.”, diye geçirir. Bir müddet sonra Beyzade Hazretleri oğluna dönerek, “Sen bu işlere karışma oğlum. Öncekiler parayı kendileri için istediler. Bu genç adam (Allah’ın veli kullarından ya da) Hızır Aleyhisselam’dır. Topladığı paraları fukaralara dağıtacak.” deyince, Baha Efendi bakar ki babası kendi içinden geçenleri de bilmektedir. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaşırlar. Hac görevini ifa ettikten sonra dönüşte Medine’ye geçip yüce Peygamber’in kabr-işeriflerini ziyarete giderler. Beyzade önce tek başına türbenin kapısına gelir. Kapı önünde nöbetçiler vardır. Gelenler türbenin dışından ziyaretlerini yapıp giderler. Oysa Beyzade Hazretleri türbe kapısının tam karşısında durunca, kapı kendiliğinden açılıverir. Nöbetçiler şaşırırlar. Beyzade Hazretleri açılan kapıdan içeri girer. Kapı tekrar kapanır. Bir süre sonra Beyzade yeniden açılan kapıdan dışarı çıkar. Durumu şaşkınlık içinde seyreden nöbetçiler, hiç rastlamadıkları bu olayı oranın Osmanlı Paşası’na bildirirler. Padişahın bu konuda emri de vardır. Burada meydana gelebilecek her olağanüstü olayın kendisine bildirilmesini istemiştir. Kısa bir süre sonra orada görev yapan “müşir” unvanlı Paşa, Beyzade Hazretleri’ni bulur. Önce Baha Efendi ve hizmetçisinin dışarı çıkmasını ister. Baha Efendi olanlara bir anlam veremez. Beyzade Hazretleri, “Emin Efendi kalsın. O bizdendir.” diyerek hizmetçiyi odada bırakır. Müşir içeride Beyzade Hazretleri ile bir süre konuşarak çıkıp gider. Peygamber Efendimizin kabr-i şerifleri şimdiye kadar iki kişiye açılmıştır. Bunlardan biri de Beyzade Hazretleridir. Aradan yıllar geçer. Baha Efendi’nin bu olaydan haberi yoktur. Beyzade Hazretleri’nin ölümünden bir süre sonra hizmetçisi Emin Efendi Baha Efendi’yi ziyarete gelir, “Sana bir şey anlatacağım Baha Efendi.” der. Sonra onu bahçede bir köşeye çekip Hac ziyareti sırasında Medine’de Osmanlı müşirinin niçin ziyarete geldiğini anlatır ve şöyle der: “Meğer Medine-i Münevvere’de Peygamberimizin kabr-i şerifinin kapısı kendiliğinden babanıza açılmış. Durumu öğrenen müşir, babayı ziyarete geldiğinde bu kapının neden babanıza açıldığını sordu. Beyzade Efendi de dedi ki: “Eğer beni ümmetliğe kabul edersen huzuruna al dedim.” işte o zaman kabri şerifin kapısı açılmış ve Beyzade Hazretleri içeri girerek bir müddet orada kalmış.”

Bu olay Beyzade Hazretleri’nin 1904 yılında vefatından sonra ortaya çıkmıştır. O güne kadar bu zatın bu kadar derecesi yüksek bir veli olduğunu kestiremeyenler, onun kabrine koşarlar. Anlatılır ki, bu ilim ve irfan güneşi kendi cenazesinde de büyüklüğünü göstererek, Harputlulara olağanüstü bir gün yaşatır. Muazzam bir kalabalık Harput’un meydan ve sokaklarına sığmaz. Onu büyük bir üzüntü içerisinde şimdiki kabrinin bulunduğu yer olan Meteris Mezarlığına götürerek defnederler. Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi’nin vasiyeti üzerine kendisine türbe yapılmaz. Mezarlığın çevresi demir setle çevrilerek aile kabristanlığı haline getirilir. Buradaki şahidelerinin tamamı yeşile boyanmış olup, üzerlerinde kitabeleri bulunmaktadır. Aile mezarlığının iç kısmının tabanına son yıllarda mermer taşlardan oluşan özel bir düzenleme yapılmıştır.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]

Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)

Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma  

[/toggle]

Seyyid Ahmed Çapakçuri (k.s.)

Elazığ – Harput Ulu camii avlusunda

Seyyid Ahmed Çapakçuri hazretleri’nin (k.s.) Silsile-i Şerifi

Seyyid Ahmed Çapakçuri hazretleri ; Bitlis’in Çapakçur ilçesine bağlı Kür köyünde dünyaya gelmiştir. Aslen Bağdatlı olup dedeleri Seyyid Abdulhamid, vaktiyle Bağdat’tan Çapakçur’un Kür köyüne gelip yerleşmiştir. Ahmed Çapakçuri daha çocuk yaşta iken kendisinde bir takım olağanüstü haller ortaya çıkar. İlim öğrenmeye çok hevesli olmasına rağmen bir medreseye gidemediğinden dolayı çok üzülmektedir. Cami-i Kebir (Ulu Camii) imamı Hacı Tevfik Efendi’nin naklettiğine göre, Seyyid Ahmed Çapakçuri 10–12 yaşlarında dağda koyun otlatırken daha önce hiç görmediği bir zat kendisine yaklaşır. Kendisinden halini hatırını soran bu zata Ahmed Çapakçuri halinden hiç memnun olmadığını söyler. Çünkü kendisinin ilim öğrenme arzu ve hevesiyle dolu olduğunu, fakat bu yaşa kadar ancak Fatiha Suresi’ni öğrenebildiğini söyler. Ahmed Çapakçuri’nin istek ve hevesinin farkına varan bu zat, başını okşayarak ona “Allahü Teala seni ilim erbabı eylesin. Sana faydalı ilim nasip eylesin”, diye dua eder ve oradan ayrılır. Ahmed Çapakçuri başından geçen bu olayı akşam babasına anlatır. Bir müddet sonra babası onu devrin büyük Nakşî Şeyhi olan Palulu Şeyh Ali Sebti’ye götürür ve okutup, terbiye etmesi için teslim eder.

Şeyh Ali Sebti hazretleri ; o günden itibaren terbiyesi altına aldığı Ahmed’in manen ve maddeten en iyi şekilde eğitilmesine özen gösterir. Seyyid Ahmed Çapakçuri, on iki yaşından itibaren Ali Sebti’nin Palu’daki evlerinde büyür. Ali Sebti’nin sohbetlerine devam edip çağın alimlerinden maddi ve manevi ilimlerin öğrenimini yaparak büyük bir alim olur. Senelerce nefsiyle büyük mücadele halinde bulunup tasavvuf yolunun; Allah’a kavuşma yolunun bütün derece ve kademelerini Ali Sebti’nin eğitiminden geçerek kemal ve kemale erdirme derecesine ulaşır. Bunun sonucunda Şeyh Ali Sebti’nin en son ve en olgun halifesi olduğu kabul edilir. Seyyid Ahmed Çapakçuri kendisine halifelik verildikten sonra da Ali Sebti’nin yanından ayrılmayıp onun vefatına kadar hizmetinde bulunur, ilminden ve feyzinden istifade eder. Ali Sebti’nin (1786-1871) vefat etmesi üzerine Palu’dan ayrılarak Harput’a yerleşir. On beş yıl burada kalarak insanlara Allah’ın emir ve yasaklarını anlatır. 1906 yılında ise Siverek’e gider. Burada da sekiz yıl kaldıktan sonra 1914 yılında Viranşehir’e geçer. İki yıl Viranşehir’de kalan Ahmed Çapakçur, 1916 yılında I. Cihan Harbi münasebetiyle düşmanın Harput’a gireceğinden endişe eden Harputlunun Harput’tan göç edeceğini öğrenince, göçü engellemek için Harput’a geri döner ve hayatının geri kalan kısmını burada devam ettirir. Ahmed Çapakçuri 1921 yılında 94 yaşında bir Cuma gecesi vefat eder. Vasiyeti üzerine Harput’ta Ulu Camii avlusunda gül ağaçlarının bulunduğu köşeye defnedilir.

Seyyid Ahmet Çapakçuri’nin (1830-1921) türbesi, Ulu Cami’nin giriş kapısını geçtikten hemen sonra sağ taraftadır. Daha önceleri türbesi Ulu Cami’nin giriş kapısının sol üst tarafında iken cami bahçesine park yaptırılması kararlaştırılmış, halkın tüm engellemelerine rağmen kabri Nurettin Ardıçoğlu tarafından 1969 yılında bugünkü yerine aktarılmıştır. Kabir zeminden 75 cm. kadar yükseklikte, Körpe taşı alt kaidesinin üzerine düzgün ve temiz mermer taşlarından yapılmıştır. Mezar bölümü bu kaidenin orta yerinde bulunup normal taş (veya mermer) sanduka şeklindedir. Mezarın baş ve ayak kısımlarına şahide taşları konulmuştur. Mezarın etrafı demir set ile çevrilmiştir. Seyyid Ahmed Çapakçuri’nin eski türbesinin ölümünden sonra bir yareni tarafından yaptırıldığı belirtilir.

Anlatılır ki, Ahmed Çapakçuri bütün gece boyunca iki dizi üzerine oturarak sabahlardı. Yine bu halde teheccüd namazını kılabilmek için iki dizi üzerinde on beş yirmi dakika kadar uyku uyurdu. Hayatı boyunca gerek toplulukta gerekse yalnız bulundukları yerlerde diz çökerek bağdaş kurup oturduğu görülmemiştir. Bu sebeple de topukları üzerine oturaklarında yer edip nasır bağlamıştır. Rivayete göre, ayak ve dizlerinden rahatsız olan Ahmet Çapakçuri’ye bir gün yanındakiler, “Efendi! Ayakların ağrıyor. Uzat ki rahat edesin” derler. Fakat Ahmet Çapakçuri uzatmaz. Yanındakiler uzatması için ısrar edince hiddetlenip, “Ben bu kadar yaş yaşadım. Allah’ım beni görüyorsa nasıl ayağımı uzatıp yatarım” diye cevap verir.

Ahmed Çapakçuri Şafii mezhebine bağlıydı. Kendi mezhebinde nasıl derin ve geniş bir bilgiye sahip ise Hanefi mezhebinde de öyle geniş ve derin bir bilgiye sahipti. İnançla ilgili hükümlerde ve ameli konulardaki sırları, hikmetleri ve incelikleri o kadar mükemmel bir tarzda açıklardı ki dinleyenler hayran kalırdı. Ahmed Çapakçuri’nin geçimini sağladığı belirli bir geliri olmamakla birlikte hüsn-ü hat ile meşgul olduğu ve geçimini de ihtiyacı miktarında onunla sağladığı söylenir. Halk arasında menkıbeleşen hayatına dair şöyle bir hikaye anlatılır. Çapakçurlu Şeyh, ömrünün son günlerinde birkaç gün yatar. Gelen giden ziyaretçilerinin arasında kimler yoktur ki… Kızı bir ara odaya girer bakar ki, babası bir güvercinle konuşuyor. Hayret eder. Kızı tarafından görüldüğünü fark edince güvercine, “Sırrımız anlaşıldı”, diye fısıldar. Güvercin uçup gittikten sonra kızına dönerek: “Kırklardandı” der. Ardından ruhunu teslim eder.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]

Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)

Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma  

[/toggle]