Ana Sayfa>Genel(Sayfa 72)

Hacı Ahmed Efendi

Konya – Çumra – Alibeyhüyüğü kabristanında

Muhamed Kudsi Bozkıri hazretleri’nin halifesi

Antalya Akseki-Yarpuz köyünde dünyaya geldi. Hüseyin Efendi’nin oğludur. Tasavvufi icazetini Memiş Efendi’den aldı. 1842’den sonra Çumra Alibeyhüyüğü kasabasına yerleşti. Belediye karşısına halkın yardımlarıyla 28 0dalı ve 2 derslikli bir medrese yaptırdı. Dört oğlu vardı. Oğul­ları Mehmet ve Hüseyin efendiler müderristi. Diğer oğulları Abdulgafur ve Nuri efendilerdir. Hacı Ahmed Efendi 1884’de Alibeyhüyüğü’nde vefat etti. Kabri Alibeyhüyüğü mezarlığındadır.
Mezar taşında şunlar yazılıdır:
“Ülemay-ı kiramdan Alibeyhüyüğü dersiamı hanedan-ı kadimden Tarikat-ı Nakşibendiyye-i Halidiyye hülefasın­dan el-Hac Ahmed Efendi. 1302”

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Muhammed Kudsi Bozkıri, Yrd. Doç. Dr. İsmail Bilgili – Ahmet Çelik [/toggle]

Kadıhanlı Topbaşzade Ahmed Kudsi Efendi

Konya – Mevlana dergahı bahçesinde

Şeyh Muhammed Kudsi Hazretlerinin halifesi – “Seyyidül-muhaddisin”

Memiş Efendi’nin halifelerinden olan Ahmed Kudsi Efendi’nin babasının adı Mustafa’dır. Konya’nın Kadınhanı ilçesinde doğmuştur. Konya ve İstanbul’un büyük âlimlerinde ilmini tamamladıktan sonra Mekke’ye gitti. Mekke müftüsü Seyyid Muhammed b. Hüseyin el-Kutbi’den fıkıh, hadis ve tefsir dersleri aldı. Seyyid Muhammed b. Ali es-Senüsi’den de hadis ve tasavvuf dersleri aldı. Daha sonra memleketine dönerek Konya’ya yerleşti. Tedris ve irşatla meşgul oldu.

Konya’ya gelişiyle ilgili olarak şunlar anlatılır: Şeyh Ahmed Kudsi, rüyasında Mevlana’yı görür. Mevlana Hazretleri “Civarımıza gel” diye çağırır. O da bunun üzerine Mevlana türbesi civarına yerleşir ve evlenir. 27 Aralık 1875’de Tahtatepen Karakurt mahallesinde bulunan Yeğenoğlu Medresesi’ne müderris olarak atanır.

Hadis ve Tefsir okutarak Konya’da şöhret kazanan Ahmed Kudsi, hattatlığıyla da bilinir. Alanyalı Hacı Abdülkadir’den öğrendiği hatta maharet kazanmış; birçok risale ve beş ayrı Mushaf (Kur’an) yazmıştır. Kırk bin hadisi şerif ezberlediği için kendisine “Seyyidül-muhaddisin” denilmiştir.

“Hidayetü’l-Mürtab fi Fezailü’l-Ashab” adlı eseri İs­tanbul 1292’de basılmıştır. Çeşitli kaynaklardan seçilmiş nakillerden oluşan ve 20 fasıldan meydana gelen eser, ashab hakkında yanlış düşünce ve değerlendirmeleri düzeltmek amacıyla, sahabe ile ilgili hadislerden deliller getirerek yazılmış olup konuya ait ehlisünnetin anlayışı­nı ortaya koymaktadır. Eser ilk defa Elmalılı Muhammed Bedreddin Yazır tarafından Türkçeye tercüme edilmiş an­cak bu tercüme basılmamıştır.

Eserin Mustafa Ayyıldız tarafından yapılan çevirisi “Peygamberimiz ve Ashabı” adıyla İstanbul 1985’de Er­kam yayınları tarafından yayınlanmıştır. Ahmed Kudsi’nin diğer eserleri ise kaybolmuştur. Ahmed Kudsi Efendi yetmiş yaşlarında 1305/1889 Mevlana Türbesi’ne yakın evinde vefat ederek Mevlana Dergâhı bahçesine gömülmüştür.

Cumhuriyet devrinde, Mevlana bahçesindeki düzenle­meden dolayı mezar taşı, Sırçalı Medrese’ye kaldırılmıştır.

Mezar taşı Sırçalı Medrese’nin avlusundaki 2 nolu taş­tır. Mezar taşında;

“Hüve’l-baki. Sultanu’l-aşıkîn seyyidü’l-muhaddisin sadat-ı meşay-i nakişibendiyyeden es-seyyid el-Hac Ah­med Kudsi el-Halidi rahimehullahu rahmeten vasiaten. Sene: 1306, zilhicce” yazılıdır. Kadınhanılı Topbaş Zade Ahmed Kudsi Efendi, Mer­hum Musa Topbaş Efendi’nin dedelerindendir

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Muhammed Kudsi Bozkıri, Yrd. Doç. Dr. İsmail Bilgili – Ahmet Çelik [/toggle]

Hacı Feyzullah Efendi

 

Şeyh Muhammed Kudsi Bozkıri hazretleri’nin Halifesi

Hacı Feyzullah Efendi (k.s.) Silsile-i Şerifi

Hacı Feyzullah Efendi, Memiş Efendi’nin halifesidir. 1805’de Silistre eyaletinin Razgrad’a bağlı Sazlı köyünde dünyaya gelen Hacı Feyzullah Efendi tahsil hayatına yedi yaşında başladı, bir sene içinde Kur’ân-ı Kerim’i hıfzederek tecvid, ilmihâl ve Birgivî kitaplarını okudu. On sekiz yaşına kadar sarf, nahiv ve fıkıh tahsil eden Hacı Feyzullah Efendi 1809’da Rusya’nın o bölgeyi istilâ etmesi sebebiyle Vidin’e göç etti. Burada taun ve veba salgını çıkması üzerine tekrar memleketine döndü, fakat çok geçmeden 1232/1817’de tekrar Vidin’e geldi.

1825’te babası vefat eden Hacı Feyzullah Efendi 1826’da Belgrat’a gelerek silah atış eğitimi gördü. 1828’de Rusya muharebesinde İnebolulu Mahmud Ağa’ya kâtip olarak Vidin civarındaki muharebelerde bulundu. Daha sonra Ömer Paşa ile Siroz’a gidip ordu müşiri sadrazam Reşid Paşa’nın dairesine alındı. O zaman Anadolu’yu istilâ eden Mısırlı İbrahim Paşa’nın üzerine gönderilen Reşit Paşa’nın emrine girerek orduyu hümayun levazımat-ı umumîye memuru olarak tayin edildi.

İstanbul’da bir ara mühürdarlık da yapan, kendi elinin emeğiyle geçinmeye çalışan ve bu yönüyle melami meş­rep olduğu anlaşılan Hacı Feyzullah Efendi gördüğü bir rüya üzerine Hâlid-i Bağdadî’nin halifelerinden Malatyalı Hüseyin Vâiz Efendi’yi ziyârete gitti. Hüseyin Vâiz Efendi kendisine teveccüh ederek inâbe verdi. 1840’da bir ara Maraş’ta memurluk yapan Feyzullah Efendi Hüseyin Vâiz’den hilâfet aldı.

Hacı Feyzullah Efendi’nin şöhretinin yayılmasından sonra Mısır Hidivî Mehmed Ali Paşa’nın isteği üzerine İbrâhim Paşa, özel bir yazı ile Hacı Feyzullah Efendi’yi âilesi ile Halep üzerinden Mısır’a gönderdi. Erzâk-ı Umûmiye Nezâreti ve Ziraat-i Umûmiye Emânet-i Cesîmesi’nde memur olan Feyzullah Efendi’nin daha sonra istifa ederek Antakya’ya geldiği İlm-i Hakikat’da zikredilmektedir.

Feyzullah Efendi, daha önce görüşüp feyiz aldığı hocası Hüseyin Vâiz Efendi vefât edince, başka bir rehber aramaya başlar. Şöyle anlatır:
“Mürşidimin vefatıyla muhtaç olduğum bir rehber buluncaya kadar dünyanın her tarafını dolaşmak en büyük arzumdu. Bu şekilde başıboş kalışım beni kahrediyordu ve yerimde duramıyordum. Ancak (işler vakitlerine bırakılır, zaman gelince olur) buyrulduğu gibi bir müddet sabırla bekledim. Bu hal üzere bir ay geçti. (Daha sonra verilen bir vazifede dokuz ay daha çalıştım.) Hakikî maksadıma kavuşuncaya kadar gezip dolaşacaktım.”
“İskenderiye’den Anadolu’ya giden bir gemiye binip yola çıktım. Yolda bir İngiliz korsan gemisi bizi esir aldı. Birkaç gün sonra da serbest bıraktı. Bundan sonra denizde fırtına çıktı. Alaiye iskelesine güçlükle geldik ve on beş gün kaldık.”
“Bu sırada o memleketin insanlarından bazılarıyla görüşüp konuştuk. Bu konuşmalarımız sırasında Konya’da büyük bir âlim ve meşhur bir veli olan Muhammed Kudsî Efendiden bahsettiler. Onun büyüklüğünü ve üstünlüğünü anlattılar. O zata karşı kalbimde bir muhabbet ve meyl hâsıl oldu. Derhal ailemin bulunduğu yere gidip onlara; “Ben aradığımı buldum! Hazırlanın yarın Konya’ya gideceğiz.” dedim. Onlar hazırlıklarını yaptılar ve ertesi gün yola çıktık.”

“Meğer Muhammed Kudsî hazretleri Konya’da değil, Bozkır’ın Hoca köyünde imiş. Yola çıkışımızın dördüncü yani cuma günü o köye ulaştık. Köye yaklaşınca, köyün yakınında akan bir çaydan geçerken ayakkabımın teki suya düştü. Bulmak mümkün olmadı. Atımdan indim, üzerimde kıymetli elbise, bir ayağımda ayakkabı ve bir ayağımda da mest olduğu halde yürüyordum. Arkamdan da hanımım, çocuklarım ve hizmetçilerim geliyordu. Eşyalarımızla yüklü bir halde pazaryerinden geçerken bize bakıp birbirlerine; “Acaba nereye gidiyorlar?” diyorlardı. Hava soğuk ve kar yağmıştı. Önce bir evde misafir olduk. Sonra hemen bir ev kiralayıp yerleştik.”
“Hemen o gün Muhammed Kudsî hazretlerinin huzuruna gittim. Mübarek yüzünü görünce, ben de tam bir aşk ve muhabbet hâsıl oldu. İçimden bu büyük zat beni talebeliğe kabul etse diye geçerken, bana;
-Soyun da gel! buyurdu.
“Dünyalık namına neyim varsa her şeyimi bırakmamı işaret ettiğini fark ettim. Hemen kiraladığım eve gidip bütün aile efradımı yanıma çağırdım. Bütün altın kıymetli mücevherat ve silah sandıklarını açıp bunları taksim edip dağıttım. Sonra da hizmetçilerimin tamamını serbest bıraktım. Onlara; “Ey evlatlarım! Küçüklüğümden beri can u gönülden aradığım mürşidi kâmili ve mürebbi-i mükemmili Allah teâlâya hamdolsun ki bugün buldum. Yıkayıcının elindeki ölü gibi ona teslim ve tâbi oldum. “Bana soyun da gel!” buyurdu. Artık benim dünya ile işim kalmadı. Siz beni öldü kabul ediniz! İşte sizi Allah için serbest ve hür bırakıyorum. Serbestsiniz.” dedim. Sonra oğullarım Tahir ve Sadık’a ve hanımıma dönerek;
“İşte yaptığımmuameleyi gördünüz ve anladınız. İsterseniz sizi buradan Vidin’e göndereyim. Orada oturunuz. Nasibimizde var ise bir gün yine kavuşuruz. Eğer burada kalmayı isterseniz sabır ve tahammül göstermeniz îcâb eder. Hocam ne zaman izin verirse o zaman gelip sizinle görüşürüm.” dedim.”

“Hanımım ve oğullarım tam bir teslimiyetle; “Saçının bir teline bin can ve baş feda olsun.” diyerek orada kalmayı istediler.”
Feyzullah Efendi onların bu samimî teslimiyeti üzerine onları kiraladığı evde bırakıp Muhammed Kudsî hazretlerinin huzuruna gitti. Hocası onu hemen halvete soktu. Kırk gün bir yerde yalnız ibadet ve tâatla meşgul oldu. Daha bu vazifeye başladığı sıralarda idi. Bir gün bir âh çektiğinde yanında bulunan arkadaşlarının süratle yanından kaçıştıklarını görüp niçin kaçtıklarını sordu. Onlar:
-Sen âh çektiğin zaman ağzından ateş çıkıyordu. Biz bu ateşten korkup kaçtık, dediler.

Feyzullah Efendi şöyle anlatır: “Bir sabah vakti Muhammed Kudsî hazretlerinin sohbet meclisinde en ön saftan bir adım ileri oturmuştum. İçeri teşrif ettiklerinde safların düzeltilmesi ile vazifeli olan Celâl Efendi ile birlikte yanıma gelip kalabalık bir cemaat önünde kolumdan tutarak beni en arka safa geçirdi. Bunun bir hikmetinin ve nefsimin kusuru sebebiyle olduğunu düşünerek dışarı atılmadığıma şükrettim.”

Muhammed Kudsî hazretlerinin yanında yedi ay müddetle tasavvufta çok sıkı bir şekilde çalıştı. Meşakkatli riyazetler çekti. Yedi ay sonra ona tasavvufta icazet ve hilâfet verdi. Feyzullah Efendi şöyle anlatmıştır: “H.1257 senesi Rebî’ülevvel ayının başında bir Cuma günü, Cuma namazından sonra Muhammed Kudsî hazretleri camiden çıktığı sırada pazar halkı büyük bir kalabalık hâlinde saf saf dizilmiş bekler bir halde idi. Hocam halka selâm verdikten sonra ellerini açıp onlara dua etti. Büyük kalabalık da; “Âmin!” dedi. Bu duadan sonra beni medresenin bir odasına götürüp, daha önceden benim için yazdığı icazetnameyi çıkarıp açtı ve okudu. Sonra bana verdi ve beni irşâd vazifesi yapmakla vazifelendirdi. Hemen o gün Malatya’ya gitmemi emretti. Hazırlanıp vedalaşarak yola çıktım. Kırk beş günde Malatya’ya ulaştım. Burada insan­ları terbiye etmek ve talebe yetiştirmekle meşgul oldum.”

1843’te hac farizasını ifa eden Hacı Feyzullah Efendi Malatya’ya döndükten sonra mürşidinin isteğiyle Vidin’e git­ti. Burada üç ay kadar kaldı. Ardından Malatya’ya döndü. Feyzullah Efendi, 1847 (H.1264) senesinde İstanbul’a gidip insanları irşâd, doğru yolu gösterme ile meşgul oldu. Hocası Muhammed Kudsî Efendi ona daha önceden;
-”İstanbul’un bir köşesinde yerleşip, nice zaman tanınmazsın. Yalnızlık âleminde gizli kalırsın!” buyurmuştu.

Hocasının işareti üzerine İstanbul’da sekiz sene talebeleri ve çocuklarıyla kendi halleri üzere bir evde kaldı. Sessiz sedasız insanları irşâd ile meşgul oldu. Daha sonra ismi duyulup tanındı.

Feyzullah Efendi’nin sohbetleri çok kıymetli idi. Uzunca boylu, buğday benizli, güler yüzlü, yumuşak sözlü, kalbi feyiz saçan büyük bir veli ve rehberdi. Etrafına ilim ve feyiz saçmaya başladı. Âlimler, tasavvuf ehli zatlar, devletin ileri gelenleri ve halk büyük kalabalıklar hâlinde sohbetlerinde toplandı. Böylece pek çok kimse onun rehberliği ile saadete kavuştu. Talebeleri gayet iyi yetişip âlim, salih ve fazilet sahibi oldular.

Malatya Elazığ yöresinde başlattığı irşat faaliyetlerine Rumeli’de de devam eden Feyzullah Efendi 1865’te tekrar İstanbul’a gelerek Halıcılar’da kendi adına nispetle kurduğu tekkede hizmet verdi. 1859 Kuleli Vakasına adı karıştı. Bundan dolayı sürgün yaşadı. Sonra tekrar İstanbul’a geldi. 1852 yılına kadar iki kez mürşidini ziyaret eden Hacı Feyzullah Efendi 1876’da vefat etti. Kabri İstanbul Fatih Halıcılar’dadır.

Hacı Feyzullah Efendi’nin halifelerinden bazıları şunlardır:
a- Vidinli Hacı Sâdık Efendi (ö.1916) (Feyzullah Efendi’nin oğludur),
b- Manastırlı Hacı Talhâ Efendi,
c- Hasan Visâlî (ö. 1902) dir.
d- İstanbullu Rüstem Efendi,
e- Şair Lefkoşalı Galib (ö. 1867),
f- İbnül Emin Mahmut İnal’ın babası Mehmet Emin Paşa (ö. 1908),
Hasan Visali vasıtasıyla sürdürülen bu yolun son hal­kası Ankaralı Küçük Hüseyin Efendi (ö. 1930)’dir.

Hasan Visâli Efendi’nin halîfeleri, Kalenderhâne mek­tebi muallimi Osman Efendi, “Küçük Hüseyin” nâmıyla meşhûr Ârif Efendi ile Hüseyin Hüsnü Efendi’dir. Hüseyin Hüsnü Efendi’nin yirmi halîfesi vardır. Bunlar;
1-Ömer Lütfi Efendi, 2-Necip Efendi, 3-Ahmet Efen­di, 4-Hafız Sadettin Efendi, 5-Hafız Muhammed Efendi, 6-Hafız Nususi Efendi, 7-Hafız Kuddusi Efendi, 8-Hace Mes’ud Efendi, 9-İbrahim Şaban Efendi, 10-Ahmed Yafalı Efendi, 11-Mehmed Rıdvan Efendi, 12-Emin Edhem Efen­di, 13-Debbağ Ahmed Efendi, 14-Hüseyin Efendi, 15-Mehmed Faik Efendi, 16-Necip Efendi, 17-Uşşâkî Osman Efendi, 18-Sâlih Fevzi Efendi, 19-Kadırgalı Osman Efendi, 20-Kadırgalı Mustafa Efendi

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Muhammed Kudsi Bozkıri, Yrd. Doç. Dr. İsmail Bilgili – Ahmet Çelik [/toggle]

Hacı Mükremin Efendi

Konya – Hacı Fettah Mearlığında

Şeyh Hacı Muhammed Bahaeddin Efendi’nin Halifesi

Silifke’de dünyaya geldi. Medrese tahsili yapmak için geldiği Konya’ya yerleşti. Sarı Hafız Süleyman Vehbi Efendi’de tahsilini tamamlayıp icazet aldı. Bir icazet de Kurra Kafalızâde Hacı Hasan Efendi’den aldı.

Uzun yıllar Unkapanı Medresesi’nde talebe okutarak icazet veren Hacı Mükremin Efendi, vaktini riyazet, Kur’an ve zikirle geçirdi. 1915 yılında vefat ederek Hacı Fettah Mezarlığı’na defnedilen Mükremin

Efendi’nin kabir taşı kitabesi şöyledir:
“An asıl Silifke’den ve meşâyihi Nakşibendiye-i Halidiye’den olup Şeyh Bahâuddin Kuddise sırruhu Hazretlerinin halifesinden el-Hac Mükremin Efendi. Ruhuna fatiha–1331.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Muhammed Kudsi Bozkıri, Yrd. Doç. Dr. İsmail Bilgili – Ahmet Çelik [/toggle]

 

 

Mehmed Kudsi Efendi (Çakıllı)

Karaman – Seki çeşme mahalesindeki Kethane camii haziresinde

Şeyh Hacı Muhammed Bahaeddin efendi’nin Halifesi

Şeyh Mehmet Kudsi Efendi (k.s.) Silsile-i Şerifi
Memiş Efendi’nin oğlu Halid Efendi’nin oğludur. 1874/ h. 1290‘da Bozkır Hoca köyde doğdu. Sıbyan mektebini bitirdikten sonra Karaman’a gidip 1887’de rüştiyeyi bitirdi. Konya ve Karaman medreselerinde ders gördü.

1898’de Bekir Sami Paşa Medresesi ve tekkesi şey­hi ve amcası Muhammed Bahauddin Efendi’den Nakşî-Halidî tarikatı üzere icazet aldı.

Ayrıca amcası Hasan Kudsi Efendi’den de 1901’de icazet aldı. İcazetten sonra Karaman’da Ketenci Baba Nakşibendî tekkesi postnişinliği ve müderrisliğinde bu­lundu Karaman müftüsü Mustafa Efendi’nin azli ve müftü­lük için yapılan seçimde eski müftü Hadimizade Mustafa Efendi’nin 18 reyine karşı, 41 oyla Karaman müftüsü oldu. Bu seçim meşihatça da tasvibe uygun görüldüğü için res­men 1919’da Karaman müftülüğü onaylandı. Uzun yıllar Karaman Müftülüğünde bulundu. 1962’de Karaman’da vefat etti.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Muhammed Kudsi Bozkıri, Yrd. Doç. Dr. İsmail Bilgili – Ahmet Çelik [/toggle]

Çorumlu Hacı Mustafa Anaç (ks.)

 

Çorum – Ulu Mezarlık’da Sahabe’den Maruf Yayan dede’nin yanında

Rufai Şeyhi – Bostancı hacı Ali Baba’nın halifesi

Hacı Mustafa Anaç Efendi, 1317/1901 yılında Çorum’un Çöplü mahallesinde dünyaya gelmiştir..Babasının adı Mehmet, annesi Asiye’dir. Çocukluğu, Sultan Abdülhamit Han’ın son dönemlerine rastlamıştır. Balkan Harbi sırasında memleketin içinde bulunduğu sıkıntıyı o da yaşamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda seferberliğin ilanından sonra yaşı küçük olmasına rağmen gösterişli boyu nedeniyle askere alınmıştır. Cephede ayağından kurşun yarası aldığı da anlatılır. Askerdeyken İstanbullu bir arkadaşıyla sıkı dostluk kurmuştur. Onun yaralandığı anda cephe gerisine götürüp tedavisiyle yakından ilgilenmiştir.

Bu dostluk, askerlikten sonra da devam eder. Bir ara arkadaşını ziyaret için İstanbul’a gider. Orada ailesinden büyük ilgi görür. Oğluna yardımlarının hatırına arkadaşının babası, bir otelinin işletme hakkını ona devreder. Mustafa Efendi, bir müddet bu işi yapar. O dönemde İstanbul’un ünlü Nakşibendi şeyhi Hacı Ali Haydar Efendiyle tanışır. Sık sık ziyaretlerine gider ve sohbetlerine katılır. O dönemde otel işinden iyi para kazandığı için babasını da İstanbul’a götürmek ister. Babası, bunu kabul etmeyerek oğlunun Çorum’a dönmesi konusunda ısrar eder.

Mustafa Efendi, memleketine dönmek zorunda kalır ama aklı, ilk tasavvuf zevkini tattığı Hacı Ali Haydar Efendi’dedir. Fırsat buldukça İstanbul’a gidip onu ziyaret edecektir. Mustafa Efendi Çorum’a dönünce babası, onu 1921 yılında Fatma Hanımla evlendirmiştir. Bu evlilikten Fatma adında bir kızı ve Halis Mithat adında bir oğlu dünyaya gelmiştir. Ancak tam hafız olan oğlu, henüz on altı yaşındayken vefat etmiştir.

Mustafa Efendi, Çorum’da bir süre çay ocağı çalıştırmıştır. Bir gün Ebubekir Baba, burada ziyaretine gelip onu dergaha davet etmiştir. İşi yanındaki yardımcısına bırakıp ardı sıra dergaha gitmişlerdir. Rıfai Tekkesi ile ilk irtibatı böyle başlamıştır. O, artık intisaplı bir kişidir. Verilen dersleri çekmekle meşguldür. Bir gün Bekir Baba, Cürün Mustafa Efendi’nin kapısını çalar. Karşısında Bekir Baba’yı görünce çok heyecanlanan Mustafa Efendi, şeyhini içeri davet eder. Bekir Baba, ona ne yaptığını sorar. O da ders çektiğini söyler. Hangi esmada olduğun sorduğunda dersi bitirip de “Biz severiz Cihar-Yar-ı Veliyi / Ebubekir, Ömer, Osman, Ali’yi” okuyorum deyince Bekir Baba, bu zatları görüp görmediğini sorar. O da henüz görmediğini söyleyince “İnşallah, bundan sonra görürsün.”der. Cürün Mustafa Efendi, şeyhinin duası himmetine o mübarekleri
sık sık gördüğünü anlatır.

Mustafa Efendi anlatıyor:
“Gençliğimde henüz bana görev verilmeden önce, bir arkadaşımla Yozgat’ın bir köyüne gittik. Arkadaşım, orada akşamleyin, ateş getirin de Efendi ağzına alsın, dedi. İçime bir korku düştü. Daha ateş burhanı için bana izin verilmemişti. Alsam ateş yakar, almasam Çorum’a varınca şeyhim, bize güvenmedin mi, derse diye düşünerek akşamı ettim. Yatsı namazından sonra zikre başladık. Allah Teala’ya öyle bir iltica ettim ki şeyhim Bekir Baba, manen mihraptan gelip zikir halkasına girdiler. Onları görünce ben rahatladım. Ateş, hu esması okunurken alınırdı. O zaman ateşi getirmediler. Zikir bitti, sohbete oturduk, önüme mangalı koydular. Önce ateşe parmağımı soktum, soğuk rüzgar geldi. Bu işaretten sonra elimle ateşi karıştırıp iri bir köz ateşi ağzıma
aldım. Çorum’a vardığında bunu üstadıma anlattım. Onu bizim himmetimizle yaptın diyerek uyardı.”

Mustafa Efendi, Bekir Baba’nın sağlığında hep hizmetinde bulundu. Onun vefatından sonra Bostancı Ali Baba’ya biat ederek Rıfai dergahında sebat etti. Bir akşam Şeyh Ali Efendi, yanında bir seyyah ile Mustafa Efendi’nin çalıştırdığı kahvehaneye geldi. Çay kahve içtikten sonra giderlerken Mustafa Efendi, kapıya kadar çıkıp onları yolcu etmek istedi. Ali Efendi, bize gidiyoruz, sen de gel deyince kahvehaneyi kapatıp arkalarından hızla yürüyerek onlara yetişti. Yanlarına bir Çorumlu daha katılmıştı. Ulucami’nin avlusundangeçip caddeye çıkacakları sırada seyyah zat, Mustafa Efendi’yi işaret ederek, şu gençten şeyhlik kokusu geliyor, diyerek Ali Baba’ya manevi bir işarette bulundu. Zira o seyyah, kemale ermiş bir zat idi.

Hacı Mustafa Efendi’nin hayatının büyük bir kısmı, otuz yıla yakını Şeyh Ali Efendi’nin hizmetinde geçti. Bostancı Ali Efendi, vefatından birkaç yıl önce onu halife tayin etmişti ama müritleri arasında ilan etmemişti. Vefatına yakın günlerde Hacı Mustafa Efendi’yi çağırarak birkaç müridini davet edilmesini istedi. Bunun üzerine yüze yakın mürit Ali Efendi’nin dergahında toplandı. Şeyh Efendi, dervişlerine hitaben, ömrünün sonuna yaklaştığını ifade ettikten sonra Hacı Mustafa Anaç Efendi’yi kendinden sonra halife tayin ettiğini açıkladı. Herkesin ona biat etmesini, ihtilafa düşmemelerini hatırlattı. Dervişlere ve Hacı Mustafa Efendi’ye nasihatlerde bulundu.

Bu toplantıdan kısa süre sonra Bostancı Ali Efendi vefat edince Rıfai tarikatının sorumluluğu, Hacı Mustafa Anaç Efendi’ye intikal etti. Hacı Mustafa Anaç, önce şehir içindeki dervişlerle diyaloğu sıklaştırdı. Dervişlerin evlerinde, köylerde ve kasabalarda bulunan müritlerin hanelerinde zikir halkaları oluşturdu. Sonra ilçeleri ve yakın illeri dolaştı. Oradakilerle irtibatı sıklaştırdı. Onlara hep şöyle derdi:” Derviş, tarikatta ancak üç şey ile yol alır: Hizmet, bağlılık, cömertlik. Bunlardan biri dahi olmazsa onun yolalması mümkün değildir.”

Hacı Mustafa Efendi, özellikle kandil gecelerinde mutlaka bir camide zikir yapmaya gayret ederdi. Orada ateş burhanı göstermek mümkün olmadığından şiş ve kılıç burhanını tercih ederdi. Hıdırlık camii, en çok zikir yaptırdığı mekanlardandı.

İhtilal dönemlerinde cemaat, tarikat ve kanaat önderleri hep gözaltına alınmışlardır. Bu bağlamda 1960 yılında gerçekleşen ihtilalde Hacı Mustafa Efendi de hapse atılmıştı. Orada müdürler, gardiyanlar ve mahkumlar, Şeyh Efendi’ye iyi davranıyorlardı. O da mahkumlara cezaevinin Hz. Yusuf (a.s.)’ın makamı olduğunu söylüyor ve burada ticaret yapamayacaklarını, aileleriyle görüşemeyeceklerini hatırlatarak “Vaktinizi boşa geçirmek yerine abdest alıp namaz kılın, bol bol ibadet yapıp sevap kazanın.”diyordu. Bu sözlerin etkisiyle cezaevinde namaz kılanlar çoğalınca yeni abdest alma yerleri ilave edilmiş. Cezaevinde gereksiz tartışmalar yerine huzur ortamı doğmuş.Bir müddet sonra Hacı Mustafa Efendi’nin suçsuz olduğu anlaşılıp tahliye haberi geldiğinde mahkumlar ve görevliler, onu gözyaşlarıyla uğurlamışlar.
[toggle title=”Hacı Mustafa Anaç Efendi Menkıbeleri (k.s.)” load=”hide”]

……..Hacı Mustafa Efendi’nin uzaktaki bir olayı müritlerine anında anlattığı olurdu. Bazen kişilerin içinden geçeni bilircesine hareket ederdi. Kendisine bu durumlar sorulduğunda “Haşa, biz gaybı bilmeyiz. Gaybı, ancak Allah bilir. Oralarda olanlar bize haber verilirse veya kalplerinden geçerken bize bildirilirse o zaman biz, haberdar oluruz.”derdi.

……..Mübarek gecelerde zikir ve sohbetten eve dönüşünde yatıp uyumazdı. Gecenin devamını zikirle geçirirdi. Hane halkına ve misafirlerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in aşk ve muhabbetini anlatırdı. Gece evde kendi başına zikir yaptığı zaman esmaları geçtikçe, eşi ve kızının anlattıklarına göre, evdeki çiçekler de esmaya göre değişik sallanırdı.

……..Cürün Hacı Mustafa Efendi, dünyadaki olayları yakından takip ediyordu. 1974 Kıbrıs Harekatının yapılacağını manen öğrendikten sonra Metin Balcı’yı çağırarak “Kılıcı bileğleyip keskinleştir de getir.” talimatını verdi. O gece odasına kapanmayı tercih etti. “Oğlum, bu gece şeyh, postundan ayrılmamalı.” dedi. Müritleri, sözün mahiyetini sabah haberlerinde Kıbrıs çıkartmasını duyunca anlayabildiler. Bir müridine de o gece Kıbrıs’ta savaşa bizzat katıldığını anlatmıştı. Komando bıçaklarını Çorum’da yine aynı şahsa bileğleten
bir asker de, Kıbrıs harekatına katılmıştı. Orada gördüklerinin etkisiyle Çorum’a gelip Şeyh Hacı Mustafa Efendi’yi bularak kendisine intisap etmiş ve Rıfai tarikinden ders almıştı.

……..12 Eylül 1980 ihtilali öncesinde kardeş kavgası başlamıştı. Hatta Çorum’da cereyan eden olayların başlangıcında Çorum Ulucamii’nde bulunan Cürün Hacı Mustafa Efendi, cemaati tahriklere kapılmamaları ve provakasyona gelmemeleri konusunda uyarmıştı. O günlerde ülkede bir karamsarlıkhakimdi. Ortaya çıkan kargaşayı kendilerine sorduklarında “Evladım, dün hava rüzgarlı, soğuk ve tipili idi, göz gözü görmüyordu ama bu gün sakin, pırıl pırıl bir hava var. Allah dilerse havayı bu şekilde sakinleştirdiği gibi olayları da sakinleştirir.”demişti. Gerçekten de o tarihte olaylar birden kesildi, ortalık sakinleşti.
[/toggle]

Son Zamanları
Hacı Mustafa Efendi, seksen yaşını geçmişti. Ama hala irşat görevini sürdürüyordu. O şevk ve heyecanından hiçbir şey kaybetmemişti. Ulucami’de yaptırdığı zikirde aynı coşkuyu yaşıyordu. Artık hastalık belirtileri görülmeye başlamıştı. Müritleri arasında heyecan ve paniğe sebep olmamak için bir sohbetinde şöyle demişti:
“Çorum’da manevi zatlardan biri, bir gün dostlarını yanına toplamış. Bu gün sizi niçin topladım, biliyor musunuz, diye sormuş. Onlardan hayır cevabını aldıktan sonra, benim imanıma şahit olmanızı istiyorum. Çünkü ben, Allah’ın varlığına ve birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, ahiret gününe, hayır ve şerrin Allah’ın yaratmasıyla olduğuna inanıyorum. Bundan sonraki yaşantımda nefis ve şeytanın etkisine düşmemeyi Yüce Mevla’mdan niyaz ediyorum. Yarın ahirette Allah’ın huzurunda buna şahitlik etmenizi istiyorum. Sizleri bunun için çağırdım, demiş.” Aslında Şeyh Hacı Mustafa Anaç Efendi, bu olayı anlatırken müritlerinden de aynı şeyi istemişti. Zira vakti yaklaşıyordu.

1984 yılında amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Istırabını dindirmek için sürekli olarak yüksek dozda ağrı kesiciler veriyordu. Müritleri, sevenleri akın akın ziyaretine geliyorlardı. Bir defasında ecelinin yaklaştığını müritlerine şöyle duyurmuştu:
“Bir gün dervişlerle sohbet ediyorduk. Bir ara içeriye Yusuf (a.s.)’ın girdiğini gördüm. Oysa gelen Azrail (a.s.) idi. Bize Yusuf (a.s.) güzelliğinde göründü. Heyecanlandım. Hayal mi görüyorum diye kendimi çimdikledim. Baktım canım acıdı.
-Efendim, herhalde emaneti almaya geldiniz, dedim. O da bana:
-Hayır, Mustafa Efendi, haber vermeye geldim. Daha vaktin var. Muharrem ayında geleceğim, dedi. Ama gününü söylemedi.”

Bu durumda Hacı Mustafa Efendi’nin birkaç aylık ömrünün kaldığı anlaşıldı. Muharrem ayında 1984 yılı Eylül’ünün son gününde evinde ism-i celal zikri yaparak ruhunu Allah’a teslim etmiştir. Cürün Hacı Mustafa Efendi’nin vefat haberi, kısa zamanda Çorum’da, köylerinde ve kasabalarında, Kırıkale, Amasya, Tokat, Vezirköprü, Karabük, Kayseri, Ankara, Nevşehir, Yozgat, İzmir, İstanbul gibi müritlerinin yoğun olarak yaşadığı illerde kulaktan kulağa ulaştı. Pazartesi günü cenaze namazı Ulucami’de kılınarak o muazzam cemaat eşliğinde Ulumezar’daki Rıfai şeyhlerinin yanına defnedildi. Allah, rahmet eylesin.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Çorum’da Sahabe ve Evliya Makamları , Ethem Erkoç , Çorum Belediyesi Kültür Yayınları [/toggle]

Çerkez Şeyhi Hacı Ömer Lütfi Efendi

Çorum – Hıdırlık camii güneyindeki mezarlığın tepe noktasında

Çerkez Şeyhi lakabıyla maruf Hacı Ömer Lütfi Efendi, Çorum nüfus kaydına göre 1849 yılında Kafkasya’da dünyaya gelmiştir. Babası Absal, annesi Fatma’dır. 1856 Babası Absal (Ağabeysal) Bey, beş kardeşiyle birlikte Kafkasya’dan ayrılarak Erzurum iline bağlı Hasankale ilçesine gelmişlerdir.

Ömer Lütfi Efendi ve tüm akrabaları, Hasankale’de sekiz ay kaldıktan sonra Kars iline bağlı Sarıkamış ilçesinin Hamamlı Köyü’ne yerleşmişlerdir. Buradaki ikametlerinin onuncu yılında babası Absal Bey vefat etmiş ve oraya defnedilmiştir. Bu olaydan sonra Tokat’ın Batmantaş Köyü’ne göçmüşlerdir. Akrabaları Kundukzade Mustafa Paşa’nın delaletiyle Ömer Lütfi Efendi, buradan İstanbul’a götürülmüştür.

Tahsil Hayatı
Ömer Lütfi Efendi, İstanbul’da medrese tahsiline devam ederken Eyüp Sultan’da metfun Nakşibendi şeyhi Hacı Feyzullah Efendi’nin halifesi Edirneli Mehmet Nuri Efendi’nin dergahına gitmeye başlamıştır. Ömer Lütfi Efendi’nin daha sonra müritlerine anlattığına göre bu dergaha yönelişinin başlangıcı, yedi yaşında gördüğü bir rüyaya dayanmaktadır. O yaşlarda rüyasında bir zat “İlim öğrenmek için İstanbul’a gel.” der. Ömer Lütfi, küçük yaşlarında bu şehri hiç duymamıştır. Aradan yıllar geçtikten sonra ilim öğrenmek için İstanbul’a gitmek kısmet olmuştur. Ama onu heyecanlandıran, Edirneli Şeyh Mehmet Nuri Efendiyle karşılaşması olmuştur. Onu ilk gördüğünde rüyasını hatırlamış ve o zaman rüyasında gördüğü zat ile karşısındaki kişinin aynı olduğunun farkına varmıştır. Bu hal karşısında hiç tereddüt etmeden Nakşi şeyhi Mehmet Nuri Efendi’ye intisap etmiştir. Aslında şeyhi, pek çok tarikattan icazetlidir. Ömer Lütfi Efendi’nin İstanbul’da medrese ve tasavvuf eğitimi, on bir yıl sürmüştür. Medreseden aldığı ilim icazetine ilaveten 1884 yılında şeyhinden Nakşi, Kadiri, Sühreverdi, Kübrevi ve Çeşti tarikatlarından icazet almıştır.

İcazet verildikten sonra şeyhinin talimatıyla Sivas’ın Aziziye kasabasına bağlı Kazancı Köyü’ne giden Ömer Lütfi Efendi, burada irşat faaliyetlerine başlamıştır. Görevinin ilk aylarında şeyhi onu Evliya hanımla nikahlamıştır.

Çorum’a gidişi
Çerkez Şeyhi, 1887 yılında Alaca ilçesine bağlı Bakırboğazı Köyü’ne, 1891 yılında da Çorum’a taşınmıştır. Burada altı ay kaldıktan sonra kardeşleri ve eşi Evliya hanımla birlikte deniz yoluyla hacca gitmek için İstanbul’a gitmişlerdir. Çerkez Şeyhi Ömer Lütfi Efendi, hac sırasında eşi Evliya Hanım’ı kaybetmiş ve onu oraya defnetmiştir. Hac görevini tamamladıktan sonra tekrar Çorum’a dönmüş ve Karakeçili Mahallesi Aleybey Sokaktaki meşhur tekkesini tamamlayarak burada irşat faaliyetlerine başlamıştır. Bu konakta iki haymalık, bir buğday ambarı, ahır mevcuttur. Konağın bir kısmında ailece kendisi yaşamaktadır ki bu bölüme şeyh evi/ harem denilmiştir. Orta bölümünde yüz kişiden fazla cemaatin namaz kılabileceği büyük bir mescit ve çok sayıda misafirin konaklayabileceği pek çok oda bulunmaktadır. Konaktaki oda sayısı, yirmiden fazladır. Bazıları derviş odaları, bir tanesi de kütüphane olarak kullanılmıştır. (Ancak Çorum’daki son Nakşi şeyhi Ömer Lütfi Efendi’nin bu konağı, 2012 yılı baharına kadar ayakta kalabilmiştir. Bir tarihi yaşatma niyetiyle de olsa bu tarihi konak korunabilirdi ama maalesef 2012 yılının baharında yıkılarak ortadan kaldırılmıştır.)

Nakşi Tekkesi:
Hacı Ömer Lütfi Efendi, Nakşibendi tarikatının Mevlana Halid-i Bağdadi’nin öncülüğünü yaptığı Halidiyye koluna mensup bir şeyh idi. Nakşibendilikten başka Kadiri, Sühreverdi, Kübrevi ve Çeşti tarikatlarından da icazetliydi. Ama o, şeyhi Edirneli Seyyid Mehmet Nuri Efendi’nin huzurunda Nakşi tarikatına girmişti ve o yönüyle biliniyordu. Seyit Mehmet Nuri Efendi’nin şeyhi de meşhur Hacı Feyzullah Efendi idi. Eyüp Sultan Mezarlığında metfundur. Yakınına da Mareşal Fevzi Çakmak defnedilmiştir.

Çerkez Şeyhi, temiz giyimli, hoş sohbet, ağırbaşlı bir insandı. Çorum ve havalisi Çerkezler üzerinde pek olumlu etkiler bıraktı. Onların dini yaşayış ve anlayışına yön verdi. Medrese eğitimiyle dini bilgileri, tasavvuf eğitimiyle de Batıni ilimleri öğrenmiş ve her ikisini de bir birleriyle iyice mezcetmişti. Ulucami’de zaman zaman vaaz ederdi. Az, öz ve etkili konuşurdu. Onu dinleyen herkes, Şeyh Efendi bu sözleri bana söylüyor, diye düşünmekten kendini alamazdı. Ömer Lütfi Efendi, Ulucami’de kürsüye çıkıp vaaz ederek halkı irşat ettiği gibi şiirleriyle de tebliğ görevini sürdürmüştür. Şiirlerinde Lütfi mahlasını kullanmıştır. Şiiri irşat için bir yöntem olarak görmüş, sanat kaygısından uzak durmuştur.

Çerkez Şeyhi’nin konağında her an ziyaret ve irşat vaki idi. Geleni güler yüzle karşılar, izzet ve ikramda bulunurdu. Mescidinde namaz kılınır, Kur’an okunur, sohbet yapılırdı. Şeyh Efendi, müritlerine ve cemaate İslam ve tasavvufun adabını anlatırdı. Onların her haline yön vermeye çalışırdı. Ahmet Lütfi Kazancı hocamın verdiği bilgiye göre esnaftan bazı gençler, ona intisap etmişlerdi. Hemen her gün Şeyh Efendi’yi ziyarete giderlerdi.

Çerkez Şeyhi Ömer Lütfi Efendi’nin Menıkebeleri (k.s.) Silsile-i Şerifi

………Camide imam ve müezzin olarak görev yapan biri anlatıyor: Beraberce sabah namazını kıldık. Akabinde Şeyh Efendi’nin dergahına yöneldik. Yolda güzel bir hanım gördük. Uzun süre ve dikkatlice ona baktık. Kendi aramızda bir takım uygunsuz laflar da ettik. Sonra tekkeden içeri girdik. Selam vermeğe fırsat kalmadı ki Şeyh Efendi, bize döndü. Sert bir üslupla, derhal hamama gidip gusledecek ve elin alemin hanımlarıyla uğraşmadan bana geleceksiniz, diye bizleri geri geri çevirdi. Tepemizden kaynar sular dökülmüş gibi olduk. Aslında bizi görmüş olması imkansızdı. Sözüne uyup banyo yaptıktan sonra huzuruna vardık. Bize bir takım nasihatler yaptı ve tövbe ettirdi. Çorum’un meşhur alimlerinden Kamil Yöney Hoca da Çerkez Şeyhi’ne intisap etmişti. Tarikatta daha hızlı ilerlemek istiyordu. Şeyh Efendi’nin izniyle bir Ramazan ayında birkaç müritle beraber tekkede itikafa girmişti. İtikaf kuralı gereğince hücrede yalnız kalınıyor, hep ibadet, zikir ve tefekkürle vakit geçiriliyordu. Tuzsuz ekmek ve tuzsuz çorbadan başka bir şey yenilmiyordu. Kamil Hoca, bir gece kendi kendisine “Şeyh görmeden biraz çörek, börek getirtsek de yesek.” Diye aklından geçirmiş. Ama bu düşüncesini kimseye açıklamamış. Ertesi gün erken saatte sabah namazını tekkenin mescidinde şeyhiyle beraber kılmışlar. Namazdan sonra Şeyh Efendi, “Kamil oğlum, artık sen itikaftan çıkabilirsin.”demiştir. Kamil Hoca da mahiyetini anlayamadığı bu talimata uyarak itikaftan çıkmıştır. Bu olayı Kamil Efendi, dostlarına şöyle anlatmıştır: “İtikaftan çıktım. Benim gibi itikafta bulunan Alaybeyoğlu Hacı Şükrü Ağa’ya da aynı hitapta bulunmuştu. Meğer o da benim gibi aklından geçirmiş. Her ikimizin de itikaftan çıkarılışımızı, şeyhimizin kerameti olarak gördük. Başka bir izah bulamadık.”

……..Şeyh Efendi’nin tekkesine sabahleyin ilk gelen, genellikle sobayı yakarmış. Ancak sobayı yakacak olan kişinin de zahir günahlardan arınmış olması gerektiğinden kimsenin haberi yokmuş. Tekkeye yeni iştirak eden ve içinde pek çok tereddütler bulunan bir kişi, sabahleyin erkenden gelip sobayı yakmak ister. Herkesin yaptığı gibi sobaya odunları yerleştirdikten sonra minderin altından çırayı alıp sobayı tutuşturmaya karar verir. Minderi kaldırdığında orada çıra değil de simsiyah bir yılan bulunmaktadır. Korkup geri çekilir. Sonra mescitte imamlık yapan Salih Hafız gelir. Sobayı niye tutuşturmtalip, ben orada çıra bulamamıştım, orada kapkara bir yılan çöreklenmişti, diyerek şaşkınlığını ifade eder. Buna bir anlam veremez. Bunun manevi bir
işaret olduğunu ileride anlayacaktır.

…Çorum’da Kazancılar diye bilinen ailenin büyüğü hafız, hattat Osman Efendi, Çerkez Şeyhi’nin konağında bulunan mescitte imamlık yapmakta idi. Bu nedenle şeyhin yanında büyük bir itibarı vardı. Osman Efendi, bir gün arkadaşlarından beraberce hacca gidelim diye bir teklif alır. Fakat bir türlü kabul edemez. Zira hacca gidecek kadar parası yoktur. Ertesi gün Çerkez Şeyhi Ömer Efendi, kendisini çağırır:
-Arkadaşlarınla hacca gideceksin, talimatını verir.
-Efendim, hiçbir hazırlığım yok. Elimdeki üç beş kuruşla da hacca gidilmez.
-Sen, arkadaşlarına beraber gideceğini haber ver. Bir gün evvel de gel, beni gör.
Osman Efendi, hareketten bir gün önce gelip Şeyh Efendiyle vedalaşır. Bu esnada Şeyh Efendi, kendi eliyle Osman Efendi’nin beline bir kemer sarar.
-Mina’ya varıncaya kadar bu kemeri açma. Hep cebinde bulunan parayı harca. Şayet cebindeki para kurban için yeterli olursa ne güzel. Değilse abdest alıp iki rekat namaz kıl ve besmele çekerek kemeri aç. Para bitecek diye arkadaşların arasında yapılacak hiçbir masraftan kaçınma. Fakat kemerdeki parayı da saymaya kalkışma, diyerek yolcu eder. Hacı kafilesi, Çorum’dan kara yoluyla yola çıkarlar. Ama belli bir yerden itibaren yolculuğa gemiyle devam etmek zorundadırlar. Kızıl Deniz’i geçerken bir fırtına başlar. Gemi batacak duruma geldiğinde Osman Efendi, kendinden geçip bayılır. Bu esnada bir de bakar ki Çerkez Şeyhi, dizlerine kadar denize gömülmüş, sağ elinin iki parmağını geminin dümenine dayamıştır.
Osman Efendi’nin kendisine baktığını görünce:
-İteyim mi hoca, diye seslenmiş.
Osman Efendi de:
-Efendimizin himmetine kaldık, diye cevap vermiş. Bir süre sonra kendisine geldiğinde bakmış ki deniz, hiçbir şey olmamışçasına süt liman oluvermiş. Osman Efendi, bu yolculuğun sonunda kutsal topraklara varmış. Şeyhinin sözünü tutarak önce cebindeki parayı harcamaya başlamış. Cebindeki para, Mina’ya varıncaya kadar yetmiş. Kurban kesecek para yetişmeyince tarif edilen şekilde kemeri açıp harcamaya başlamış. Hacı Osman Efendi, hac dönüşü şeyhini ziyaret etmiş. Sağ elinin şahadet parmağını bir eliyle, orta parmağını da diğer eliyle tutup birer birer öpmüş. Şeyh Ömer Lütfi Efendi:
-Hoca, bu kadar hacı efendiyi taşıyan gemiye bu parmakların gücü yetti mi dersin, deyince Osman Hafız, ağlayarak şeyhinin ayaklarını öpmek ister. Şeyh Efendi, buna izin vermez ve şöyle der:
-Hocam, çoban dediğin, sürüsüne karada olduğu kadar denizde de sahip çıkmalıdır.

………..Bir gün müritler, Şeyh Efendi’nin de izniyle Hacı Kerim bağlarına piknik yapmaya giderler. Atlarından nevaleyi indirip bir ağacın altına yerleştirirler. Bağ sahibi de aralarında olduğu için serbestçe ağaçlara dalıp meyve toplamaya başlarlar. İçlerinden biri seslenir:
-Arkadaşlar, biz üzüme meyveye dalarsak bu atlar başıboş kalırlar.
Bunlara birimiz sahip çıkmalıyız.
Aralarında Kalender diye bir arkadaşları armış. Gayet nüktedan birisiymiş. İhalenin kendi üzerinde kalacağını sezince arkadaşlarına itiraz etmiş:
-Hiç bana bakmayın. Ben, at bekçiliğinizi yapmam.
-Sen yapma, ben yapma…Ya atlara kim bakacak?
Kalender cevabı yapıştır:-Şeyhimizin işi ne? O baksın…
Gülüşmüşler ve eğlencelerine devam etmişler. Akşam olunca atlarına
binip dergaha dönmüşler. Şeyh Efendi sormuş:
-Erenler, gününüz nasıl geçti? Epey dinlenebildiniz mi?
Müritler, hallerinden memnundular. Günlerini, yaptıklarını neşeyle anlattıktan
sonra nezaketen şeyhlerine de sordular:
-Şeyhim, sizin gününüz nasıl geçti?
-Evladım, sabahtan akşama kadar atlarınızı bekledim. Başka bir şey yapmadım.

……….Çerkez Şeyhi, zamanın meşhur hafızlarından Kürevi Mustafa Efendi’yi çok severdi. O da her gelişinde evinden yoğurt getirirdi. Bir defasında hanımı, hazırda yoğurt olmadığını beyan ederek süt götürmesini söyledi. İstemeyerek yoğurt yerine süt getirmek zorunda kaldı. Sütü getirip koyduğunda şeyhi onu muhabbetle kucakladı ve “Ey Kürevi, mesele süt yoğurt değil, dostluktur.”diyerek Hafız Mustafa Efendi’nin gönlünü aldı.

……Çerkez Şeyhi Hacı Ömer Lütfi Efendi, Milli Mücadele günlerinde İstanbul’a değil, Ankara’ya destek vermiştir. müritlerinden nakledilen bilgilere göre Mustafa Kemal Paşa, bir albay göndererek desteğini istemiş ve mümkünse savaşa bizzat katılmasını teklif etmiş. O da “Zamanı gelince gerekeni yapacağımızdan emin olabilirsiniz” cevabını vererek albayı yolcu etmiş. Gerçekten de savaş başladığında halkı cihada teşvik etmiş, kendisi de savaşlara manen katılmıştır. Hatta Yunan ordusunun Sakarya’yı geçip ilerlemeye başlaması üzerine bir gece aniden ayağa alkarak Salih Kazancı Hafız’a seslenmiş:
-Git, Hıdırlık’takilere haber ver. Hepsi kalksınlar, göreve hazır olsunlar. Kazancı Hafız, Hıdırlık’a gidip görevi yerine getirir. Suheyb-i Rumi’nin başında bulunan sancak-ı şerifi alıp oradakilerin ruhaniyetiyle beraber yola çıkar. Derinçay mevkiine vardıklarında Salih Hafız’a:
-Senin görevin buraya kadardı. Geri dön, der.
Salih Hafız, bundan sonrasını bilmez. Aradan bir süre geçer. Ama Şeyh Efendi’nin yorgun ve bitkin halinden bir şeyler olduğunu fark eder. Tekkede Şeyh Efendi’nin hizmetinde bulunmuş olan Haşim Efendi, bir gece atın yemini suyunu verdikten sonra odasına çıkar. İçinde bir tuhaflık vardır, uyku tutmaz. Ahıra inip hayvanları kontrol etmek ister. Bakar ki at, ter içindedir. Uzun yoldan gelmiş gibi ağzından köpükler saçılmaktadır. Heyecanlanır, biraz da korkar. Durumu derhal Şeyh Efendi’ye bildirir. “Oğlum, bu gece düşmanı Sakarya’da bozguna uğrattık.” cevabını alır. Zafer haberi, Çorum’a daha sonra ulaşır. Sakarya Meydan Muharebesiyle ilgili menkıbeyi torunu Nevzat Aksu Bey, şöyle nakleder:
Sakarya Meydan Muharebesinin başladığı gün, Çerkez Şeyhi, bazı talebeleriyle sohbet ederken birden ayağa kalkıp, kıbleye dönerek ezan okumaya başlar. Meclistekilerin hepsi ayağa kalkarak, şaşkın vaziyette bir birlerine bakarlar. Ezanı bitiren Çerkez Şeyhi, mütebessim bir çehre ile “Çok şükür, müjdeler olsun, Yunan kafiri Sakarya’da bozguna uğradı, kaçıyor. Fakat çok da şehidimiz var.”der

Son dönemi ve vefatı:
Ölümünden elli gün önce bir Cuma günü, verdiği vaazın son olduğunu tahmin ettiğini belirtmiş: “Ey cemaat, artık ihtiyarladım. Sanırım bu son Cuma’mdır. Hakkınızı helal edin” diyerek cemaatle helalleşmiştir. Eve geldikten sonra fenalaşmış ve vücudunun sol tarafına felç inmiştir. Bundan sonra bir süre yatmak zorunda kalmıştır.

Talebesi Abbas Efendi, o günlerde şeyhini rüyasında görmüştür. Kendisine, acele Çorum’a dön, diye emretmiştir. Bu rüyayı üçüncü defa gördüğünde şeyhi elinde sopayla; haydi nerede kaldın, diye sitem etmiştir. Bunun bir manevi işaret olduğunu düşünen Abbas Efendi, hazırlığını tamamlayıp derhal yola koyulmuş ve Çorum’a gelmiştir. Şehre girince ilk rastladığı kişiye “Çerkez şeyhi vefat etti mi” diye sormuş, yaşadığını öğrenince doğru Çerkez Şeyhi’nin konağına varmıştır. Şeyhinin huzuruna girince Ömer Lütfi Efendi, gülerek: “Sopayı görmeden yola çıkacağın yoktu “diyerek sitem etmiştir. Abbas Efendi, her şeye rağmen şeyhini sağ salim gördüğüne sevinmiştir.

Hastalığının ellinci gününe tesadüf eden 16 Ramazan 1342, (Rumi 1340), Miladi 21 Nisan 1924 Pazar günü Allah’ın rahmetine kavuşmuştur. Ertesi gün cenaze namazı Cami-i Kebir’de kılınacaktır. Haber, tez yayıldı. Şeyh Efendi’nin ünü, Çorum ve çevresinde çok büyüktü. Saygı duyan ve gönülden seven binlerce insan Ulucami’ye akın etti. O dönemde ilimizde Kamil Yöney tarafından yayınlanan Çorum Gazetesi, toplanan cemaatin camiye ve avluya sığmadığını, bu nedenle halkın ara sokaklarda namaza iştirak ettiğini yazdı:
“İmamın tekbirini ilan eden beş altı müezzinin gür sedası safha safha en son saflara yayılırken, kulaklarda faniliğin korkunç nameleri yer buluyordu. Vasiyeti gereğince Hıdırlığa hareket eden tabut; önde bir jandarma müfrezesi, meşayıh ve sokaklara sığmayan kalabalık bir cemaatle tekbirler ve tehliller arasında gidiyor, daha doğrusu şahadet parmakları üstünde yükseliyordu.

Hazret-i Suheyb-i Rumi’nin havzasında yatan sadattan (seyyitlerden) Beyler Çelebi’ye komşu olmayı arzu eden Şeyh Efendi, hoş sedalı Hafız Said Efendi’nin okuduğu aşr-ı şerifin yankıları arasında ebedi makamına tevdi olunurken yükselen Fatiha sedası, bir af ve rahmet çağrısı olarak kalpleri ve dudakları dolaştı. Bu fatiha, yaşayanların bir veda hediyesi oldu. Ailesi ve çocuklarına başsağlığı dileklerimizi arz ederiz.”

Çerkez Şeyhi Ömer Lütfi Efendi’nin türbesi, Hıdırlık Camiinin güneyindeki mezarlığın en tepe noktasındadır. İnsan Sabuncuoğlu, burada daha önce ahşap bir türbenin olduğunu kaydeder. Günümüzdeki şekli, yakın tarihlerde düzenlenmiştir. Üstü beton bir gölgelikle örtülü mekanda Hacı Ömer Lütfi Efendi ile Beyler Çelebi’nin mezarları yan yanadır. Hacı Ömer Lütfi Efendi’nin mezar taşında biri Osmanlıca, diğeri Türkçe olmak üzere iki kitabe vardır. Osmanlıcı kitabede şöyle yazılıdır:
“Hüve’l-Baki, Tarikat-ı Aliye-i Nakşibendiyye-i Halidiyye’den EşŞeyh
el-Çerakis el-Hac Ömer Lütfi Efendi’nin ruhiyçün el-Fatiha, 16 Ramazan
/Nisan 1340”
Yeni yazıyla yazılmış kitabedeki metin de şöyledir:
“Hüve’l-Baki, Abisaloğullarından Nakşibendi Tarikatı Halid-i Bağdadi
kolundan Çerkez Şeyhi Hacı Ömer Lütfi Efendi ruhuna Fatiha, 1849-1924”
Merhum Hacı Ömer Lütfi Efendi’ye biz de Allah’tan rahmet diliyoruz

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Çorum’da Sahabe ve Evliya Makamları , Ethem Erkoç , Çorum Belediyesi Kültür Yayınları [/toggle]

Seyyid Mehmed Nuri Edirnevi Efendi

İstanbul – Eyüp Sultan Kabristanı. Küçük Hüseyin efendi’nin yanında

Mevlana Seyyid Mehmed Nuri Efendi Hazretleri, Osmanlı Devleti’nin son yüzyılında yetişmiş, büyük velilerdendir. Edirne’lidir ve Peygamber Efendimiz Hazretlerinin nesl-i pakinden gelen bir aileye mensup olmakla, seyyiddir.

Seyyid Mehmed Nuri Efendi Hazretleri, çocukluk ve gençlik yıllarını çok değerli alimlerin ve velilerin sohbet ve ilim meclislerinde bulunarak geçirmiş, dini ve tasavvufi ilimlerde kendisini yetiştirmiştir.
İstanbul’da tanınan bir insan haline gelen Seyyid Mehmed Nuri Efendi, İstanbulluların sevgi ve saygılarına mazhar olmuştur. Kendilerine “Hafız” olmaları nedeniyle, Mustafa Haki Efendi Efendi ile birlikte “Melek Hafız”, “Melek Efendi” isimleri verilmiştir.

Edirneli Seyyid Mehmed Nuri Efendi Hazretleri, Nakşibendiyye Tarikatının “Halidiyye” kolunun önemli şeyhlerindendir. Sirkeci, Salkım Söğüt’te bulunan Hacı Beşir Ağa Dergâhı Şerifinde irşad işi ile meşgul olmuş ve bu dergâhı canlandırarak, bir “Halidî” merkezi olmasını sağlamıştır.

Mehmed Nuri Efendi Hazretleri’nin İstanbul’daki görev yerlerinden birisi de Nuh Efendi Medresesi’dir. Kendilerinden sonra Hasan Visali Efendi ve Küçük Hüseyin Efendi Hazretleri de burada vazife yapmışlardır. Melek Efendi Hazretleri, Şeyhi Seyyid Hacı Feyzullah Efendi Hazretleri’nin 1876 yılında ahirete irtihalleri üzerine “Fatih Halıcılar Tekkesi” ve “Feyzullah Efendi Dergâhı” olarak meşhur olan tekkenin postnişini olmuş ve vefatlarına kadar da bu görevde bulunup irşad vazifesi yapmışlardır.

Seyyid Mehmed Nuri Efendi Hazretleri, bir Nakşibendî-Halidî ve Mevlevî şeyhi olarak birçok kişiye manevi rehberlik yapmiş, kemalatlarının tamamlamalarına vesile olmuştur. Bu dergâhta yetişerek mürşidlik makamına erişen bazı şeyhler şunlardır:

Şeyh Hasan Visali Efendi
Şeyh Mevlana Küçük Hüseyin Hüsnü Efendi
Vidinli Şeyh Hacı Sadık Efendi (Hacı Feyzullah Efendi’nin oğlu)
Çorumlu Şeyh Ömer Lütfi Efendi
Manastırlı Şeyh Hacı Talha Efendi
Edirnekapılı Şeyh Abdurrahman Efendi
İstanbullu Şeyh Rüstem Efendi
Kocamustafapaşalı Hoca İbrahim Efendi
Kalenderhane Mektebi muallimi Şeyh Osman Efendi
Emin Baba Tekkesi şeyhi Seyyid Halilürrahman Efendi
Şeyh Necip Efendi
Şeyh Ahmed Efendi
Şeyh Hafız Sadettin Efendi
Şeyh Hafız Muhammed Efendi
Şeyh Hafız Nususi Efendi
Şeyh Hafız Kuddusi Efendi
Şeyh Hace Mesud Efendi
Şeyh İbrahim Şaban Efendi
Şeyh Yafalı Ahmed Efendi
Şeyh Mehmed Rıdvan Efendi
Şeyh Emin Edhem Efendi
Şeyh Debbağ Ahmed Efendi
Şeyh Hüseyin Efendi
Şeyh Mehmed Faik Efendi
Şeyh Uşşaki Osman Efendi
Şeyh Salih Fevzi Efendi
Şeyh Kadırgalı Osman Efendi

Seyyid Mehmed Nuri Efendi Hazretleri’nin vefatından sonra manevi kardeşleri ve halifesi Şeyh Hasan Visali Efendi dergâhın şeyhi olmuş ve 1902 yılına kadar bu görevi yerine getirmiştir. Şeyh Hasan Visali Efendi Hazretlerinin vefatları üzerine de dergâhın şeyhi Mevlana Küçük Hüseyin Hüsnü Efendi Hazretleri olmuştur.

Küçük Hüseyin Efendi, Muhammed Nuri Efendi’nin 8 sene hizmetinde bulunmuştur. Küçük Hüseyin Efendi Hazretlerinin hocası Mehmed Nuri Efendi’ye bağlanması şöyle anlatılır:
Küçük Hüseyin Efendi, Hocasının ilk defa huzurlarına çıktığında, Seyyid Muhammed Nuri Efendi sormuş:
— Maksadın nedir? Sonra devam etmiş:
— Eğer dünyalık ise, Biga’dan emin birini istiyorlar; oraya gönderelim. Dünyalık değilse, hücreye koyalım.
Bundan sonra beş kuruş harçlık verir, hamama yollar. Ardından şöyle emreder:
— Ölü yıkanışı ile yıkan, dünya işlerine dair bir söz etmeden de gel.

Küçük Hüseyin Efendi, verilen emri yerine getirdikten sonra gelir. Gelir gelmez de, Mehmed Nuri Efendi kendisini erbaine sokar; birbiri ardına üç erbain çıkarır. Bu erbain çıkarma işinde Küçük Hüseyin Efendi Hazretleri, o kadar zorlanır ki, dizlerinin derileri soyulacak hale gelir.
Her gittiği yere kendisini de götüren şeyhini çok seven Mevlana Küçük Hüseyin Efendi Hazretleri, şeyhi hakkında duygularını şöyle dile getirmiştir:“Vücudum toprak olsa dahi, onun yaptığı iyiliğin karşılığını veremem.”

Yine bir gün birlikte bulundukları bir sırada Mehmed Nuri Efendi’nin gözlerinden, şıpır şıpır yaşlar damlar.. Küçük Hüseyin Efendi Hazretleri bu durumu görünce kendilerine sorar:“Bu şekilde ağlamanıza sebep nedir?.”Şu cevabı alır:“Küçük Hüseyin, Plevne’ye o kadar teveccüh ediyorum da; içeride teveccühü kabul edecek bir ihvan göremiyorum.. Bu yüzden teveccühler geri geliyor…”

Mevlana Küçük Hüseyin Efendi Hazretleri, hocası Seyyid Mehmed Nuri Efendi Hazretleri ve ondan sonraki hocası olan Şeyh Hasan Visali Efendi Hazretleri hakkında şöyle söylemiştir: “Mehmed Nuri Efendi ile Hasan Visali Efendi çiftlerdi; biz onların her ikisine yardımcı olarak geldik.”

Küçük Hüseyin Efendi Hazretleri, bir başka zaman da şöyle demiştir:“Erbaindeydim. Harem-i Şerif’in kapısını açarken şu sözle karşılaştım:“Nöbet senindir; fakat önünde iki kişi vardır.” Mevlana Küçük Hüseyin Efendi Hazretleri ilahi klasikleri arasında yerini almış olan “Yâ Hüseyn-i Nakşibend” redifli bir manzûmesinde manevi nisbetini şiir diliyle şöyle ifade etmiştir:
“Şüphe yok kim Şâh Feyzullah’dan aldın nisbeti
Şeyh Muhammed Nûri de ikmal edince halveti
Şeyh Visâlî oldu elhak pîr-i hırka sohbeti
Zübde-i her üç imamsın yâ Hüseyn-i Nakşibend”

“Çerkez Şeyhi” olarak bilinen Çorumlu Mevlana Şeyh Ömer Lütfi Hazretleri de hocası Edirneli Seyyid Mehmed Nuri Efendi Hazretleriyle ilgili unutamadıkları bir hatırasını şöyle anlatmıştır:
“ Daha 7 yaşlarinda iken sık sık rüyalarımda bir zat görüyordum ve bana devamlı, “İlim öğrenmek için İstanbul’a gel!” diyordu..
Bu arada akrabamız olan Kundukzade Musa Paşa (İlk Hariciye Vekili Bekir Sami Bey’in babası), tahsilimi tamamlamam için beni İstanbul’a getirdi.
Bu dönemlerde, bir yandan medreseye devam ederken bir yandan da rüyamda gördüğüm o zatı bulmak için her cuma namazını başka bir camide kılıyordum. Bir cuma günü, rüyalarımda gördüğüm o zatla karşılaştım. Bu zat-ı şerif, hocam Edirneli Şeyh Seyyid Muhammed Nûrî Efendi Hazretleri idi.. Hocam beni görünce, diğer müridlerine,“gariptir, kollayın”buyurmuşlar.. Bu vakitten itibaren tam 16 yıl yanlarında ve hizmetlerinde bulunup feyz ve himmetlerine kavuştum.. 1884 yılında manevi eğitimimin tamamlandığını bildirerek icazetimi verdiler ve emirleri üzerine irşad için Sivas’ın Aziziye Kazasına bağlı olan Kazancı Köyü’ne gidip yerleştim. Bu sebeple, talebelerimizden olan Sultan Abdülhamid Han’ın Hanımının ve bizzat Sultanın İstanbul’da kalın ve istediğiniz yerde tekke açın tekliflerini kabul etmemiz mümkün olmadı… Kendileri duamızı aldılar, maddi ve manevi olarak hizmetimizde bulundular..”

Seyyid Mehmed Nuri el-Edirnevi Hazretleri, 1884 yılında İstanbul’da Hakk’ın rahmetine kavuşmuş ve Eyüp Mezarlığında Kaşgari Dergâhı’na yakın bir yerde defnedilmiştir. Zamanla, aile efradı, talebeleri ve dostları ile birlikte medfun bulundukları yer Nakşi – Halidi yolu kabristanı haline gelmiştir. Mezar taşında şöyle yazılıdır:
“Tarikat-ı Âliyye-i Nakşibendiyye meşayih-i izamından es-Seyyid el-Hâc Mehmed Nuri el-Edirnevi (ksa) Efendi Hz.”

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
https://seyyidmehmednuriedirnevi.wordpress.com[/toggle]

İbrahim İpek Efendi Hz.

Çorum – İskilip – Yerliköy

20 Eylül 1934 yılında Çorum ‘un İskilip ilçesine bağlı Yerli köy de dünyaya gelmiştir. Babası köyde çiftçilikle uğraşan, Çerkez Mehmet Efendi olup büyük dedeleri Kafkasya göçmenidir. Annesi Seyyide Fatıma hanımdır. İbrahim İpek Efendi bu ailenin beşinci çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Anne tarafından evlad-ı Resul olup aynı zaman da yine anne tarafından İskilipli Atıf Hoca ile de akrabalıkları vardır.çocukluk dönemine ilişkin daha detaylı bilgiye sahip olamadığımız İbrahim İpek Efendinin çocukluğu genel olarak doğduğu köyde geçmiştir.

Tahsil Hayatı ve Hocaları

İbrahim İpek Efendi yaklaşık altı yedi yaşlarına geldiği vakit köyde çiftçi olan babasına yardım ettiği gibi, aynı zamanda köy hocalarından da ders alarak ilk tahsil hayatına başlamıştır. ilme olan iştiyakının fazlalığından olsa gerek bir ara tahsil için İstanbul’a da gitmek istediyse de gidememiş, daha sonra İskilip alimlerinden Mekkeli Ömer hafız denmekle maruf zattan ve İskilip Meydan Camii İmam Hatibi Osman Hafız Efendiden ders almıştır.

Tasavvufi Hayatı
İbrahim İpek Efendinin doğduğu yerli köy son dönem Halveti Uşşaki kolu temsilcilerinden Şeyh Hüsnü Gülzari’nin çok sık uğradığı ve dolayısıyla birçok seveninin bulunduğu bir yerdir. Bu nedenle İbrahim İpek Efendi çok küçük yaşlarında tasavvuf neşesiyle tanışmış ve Hüsnü Gülzari’nin sevenlerinden biri olmuştur.

Hüsnü Gülzari Kırıkkale Hüseyin bey obasında metfun olan Seyit Hasan Necati dedenin halifelerindendir. Seyyid Hasan Necati dedenin silsilesi ise Edirne Şeyh Muslihiddin dergahı şeyhi Mustafa Kamber baba vasıtasıyla Çanakkale Kilit bahir’de metfun Ahmet Talip İrşadi babaya ulaşmaktadır. Bu zatlar Anadolu da son dönem Halveti Uşşaki ekolünü temsil etmiş olup Uşşaki’ye ise 1475-1594 yılları arasın da yaşamış aynı zamanda Osmanlı padişahlarından 3. Murat hanında şeyhi olan Pir Hasan Hüsamettin el Buhari el Uşşaki(4)tarafından sistemleştirilmiş bir tasavvuf ekolu olup Mevlevilik,Bektaşilik, Ahilik, Bayrami’lik tarzı tamamen Türk İslam sentezi bir tasavvuf neşesidir

İbrahim İpek efendinin temsilcisi olduğu Uşşaki tarikatı, Halveti tarikatının orta koluda denilen Ahmediye koluna bağlı Sinaniye şubesinin bir alt kolu olup genel olarak Halveti tarikinin aynı olmakla beraber füruat diyebileceğimiz bazı konularda farklılık arz etmektedir. Uşşaki ekolü kendisi Halvetiyye nin bir kolu olmasına rağmen daha sonraları kendi bünyesinden de Cahidiye, Musluhiye, Cemaliye, Selahiye, İrşadiye, Samiye ve Ruhzariye gibi alt kollar çıkarmıştır .

İbrahim İpek Efendi tasavvufi ortamda bulunmakla birlikte mürşidi Hüsnü Gülzari hazretlerine intisabı onüç, ondört yaşlarında olmuştur. Yaşı küçüktür ancak o yaşlarda bile mürşidinin şu sözü onun manevi derecesinin ne kadar yüksek olduğunun göstergesi olsa gerektir. İbrahim İpek Efendi mürşidine ilk intisap ettiği gün şeyhine gördüğü bir rüyayı anlatmış ve bir kaç soru sormuş bunun üzerine Hüsnü Efendi sorularını yanıtlamakla birlikte yanındakilere dönerek eğer bu çocuğun yaşı uygun olsaydı şuan icazetini yazardım demiştir. İşte bu şekilde seyri süluka başlayan İbrahim İpek Efendi uzun zaman nefsine muhalefet etmek suretiyle riyazet ve mucahedelerden sonra her geçen gün manevi kemalatını daha da yükseltmiştir

Yine bu yıllarda ilk eşi olan Lale hanımla evlenmiştir. Yirmi yaşında askere giderek Bitlis’te vatani görevini ifa etmiştir. Askerlik dönüşü İskilip Kayaağzı köyünde imam hatiplik görevine başlamış ve iki yıl burada imamlık yaptıktan sonra kendi köyü olan Yerli köyde aynı görevine devam etmiştir. Bu arada birinci eşi Lale hanım’dan çocuğu olmadığı için birinci eşin in’de isteğiyle Cemanur hanımla ikinci evliliğini yapmıştır bu evlilikten bir erkek dört’te kız evladı olmuştur

İbrahim İpek efendinin yetişmesinde mürşidi kadar Hüsnü efendinin ilk halifesi olan Mehmet Ali Fehmi dede’nin de etkisi büyüktür bu dönemde İbrahim İpek efendinin rehberliğini Mehmet Ali Fehmi dede yapmıştır.

İbrahim İpek efendi yirmi sekiz yaşına geldiği vakit seyri sülukunu tamamlayarak mürşidi tarafından 1962 yılında icazeti yazılmıştır. Görev aldığı ilk bir kaç yıl üstadı Hüsnü Efendinin de hayatta olması hasebiyle kendini gizlemiş kendisine intisap etmek isteyenleri mürşidine götürüp teslim etmiştir. Bilahare Hüsnü Efendinin 1965 yılında vefatıyla birlikte ser halife Mehmet Ali Fehmi dede olmuş 1967 dede bu zatın vefatına kadar İbrahim İpek efendi bu zatında önüne geçmemiştir bilahare Mehmet Ali Fehmi dedenin de vefatıyla birlikte bizatihi irşat görevini icra etmeye başlamıştır.

İbrahim İpek Efendi ye gelen Uşşakiyye-i Halvetiyye silsilesi

1- Hz. Muhammed Mustafa (sav)
2- Hz. Ali (r.a)
3- Hasan-ı Basrî
4- Habib-i A’cemi
5- Davud-u Taî
6- Ma’rüf-ı Kerhî
7- Seri-yi Sakatî
8- Cüneyd-i Bağdadî (CÜNEYDİYYE)
9- Ahmed Mimşad-ı Dineverî
10- Muhammed-i Dineverî
11- Muhammed-i Bekrî
12- Vecihüddin-i Bekrî
13- Abdu’l Kâhir-i Sühreverdî (SÜHREVERDİYYE)
14- Kudbuddin-i Ebherî
15- Muhammed Rukneddin-i Nuhasi
16- Şehabe’d-din Muhammed-i Şirazi
17- Muhammed Cemaleddin-î Şirazi
18- İbrahim Zahid-i Geylani (ZAHİDİYYE)
19- Muhammed Sadeddin-i Fergani
20- Ahi Muhammed –i Halveti
21- Pir Ömer-i Halveti (HALVETİYYE)
22- Ahi Emre-î Halveti
23- Izzeddin-i Halveti
24- Sadreddin Hıyamî
25- Piri Sani Yahya-i Şirvanî
26- Muhammed Bahaeddin-i Erzincanî
27- İbrahim-i Taceddin-i Kayserî
28- Alaeddin-i Uşşakî
29- Ahmed Şemseddin-i Marmaravî (AHMEDİYYE)
30- İzzeddin-i Karamanî
31- İbrahim Ümmî Sinan (SİNANİYYE)
32- Emir Ahmed-i Semerkandî
33- Pir Hasan Husameddin-i Uşşakî (UŞŞAKİYE)
34- Memican-ı Saruhanî
35- Ömer-i Geliboluvî
36- Alim-i Sinan
37- Muhammed-i Keşanî
38- Halil-i Gümülcinevî
39- Abdu’l-Kerim-i Gümülcinevî
40- Osman Sıdkı-i Gümülcinevi
41- Hamdi-i Bağdadî
42- Cemaleddin-i Uşşakî (CEMALİYYE)
43- Salahaddin-i Uşşakî (SALAHİYYE)
44- Muhammed Zühtü-i Nazillî
45- Süleyman Rüştî
46- Ali Galib-i Vasfî
47- Mehmed Tevfik
48- Ömer Hulusi
49- Hüseyin Hakkı Kasabavî
50- Ahmet Talip İrşadi (İRŞADİYE)
51- Hüseyin Hüsnü Aziz
52- Mustafa Kamber
53- Seyyid Hasan Necati
54- Hüsnü Gülzari- i Ruhzari (RUHZARİYE)
55- Mehmed Ali Fehmi
56- Hacı İbrahim Rüşti İpek Mücahit Çoru mî

İrşat Dönemi ve Vefatı
İbrahim İpek Efendi 1962 yılında icazet almıştır. 1965 yılında şeyhinin 1967de ise ser halife Mehmet Ali Fehmi dede nin vefatıyla birlikte bilfiil hizmete başlayarak o yıllarda ikamet ettiği yerli köy merkez olmak üzere Çorum, Çankırı, Kırıkkale, Ankara gibi Anadolu’nun bir çok yerini köy kasaba demeden dolaşarak insanlara hak ve hakikati, Allah ve Resulü’nün ve ehlibeytinin aşkını muhabbetini sevgisini duyurmak yolunda gayret sarf etmiştir. Bir hususu özellikle belirtmeliyiz ki İbrahim İpek efendinin ve mensubu bulunduğu silsilenin son dönem temsilcileri özelikle tekkelerin kapanmasıyla birlikte irşat hizmetlerini yeni döneme uyarlayarak uzlete çekilip müritlerini beklemek yerine bizatihi müridanın bulunduğu yerlere giderek seyahat usulü irşadı benim semişlerdir. İbrahim İpek efendide Bu hizmetler cümlesinden olmak üzere Çorum, Çankırı, Kırıkkale, Ankara, İstanbul başta olmak la beraber bir çok yurtiçi, Pakistan, Hindistan, Suriye, Irak, Suudi Arabistan, Almanya, Hollanda gibide bir çok yurt dışı seyahatlerinde bulunmuştur ve bu seyahatleri esnasında gerek yurdumuzda gerekse yurt dışında bir çok insanın tasavvuf neşesiyle tanışmasına vesile olmuşlardır. Ve ayrıca bu seyahatleri esnasında ilim ve irfanlarıyla temayüz etmiş Mehmet Zahit Kotku, İsmail Hakkı Toprak, Muhammed Malik Alevi, Muhammet Mustafa Kamil, Muhammet Nezir, Şeyh Nazım Kıbrısi, Prof. Dr. M. Esat Coşan, Abdullah Çetin Faruki, Sıddık Naci Eren Balıkesiri, gibi bir çok ilim, fikir ve gönül adamlarıyla da görüşmüştür

İbrahim İpek Efendi Menkıbeleri (k.s.)

…………..Bir hoca efendiyi dualatmak isteyen arkadaşı tariki Uşşakinin diğer meşayihlarini ona kabul ettirememiş. En son olarak İbrahim İpek efendiyi görmeye karar kılmışlar. O alim ise benim 10 adet sorum var, o soruları cevaplarsa ben ikna olurum demiş. İkna olsa da tarikata girmeyi düşünmüyormuş. Çorumdan iskilibe gelen dervişler dergaha götürmek üzere çay şeker ekmek almışlar Hoca efendi “Ne o efendiye rüşvet mi götürüyorsunuz” diye takılmış Onlarda biz senden bir şey istemiyoruz sen karışma deyip Yerliköye gelmişler. Efendinin bulunduğu mecliste 30-40 kişi kadar olmuşlar Efendi o alimin arkadaşlarına bile söylemediği soruları sırayla cevaplamış her cevabın sonunda “öyle değimli hoca efendi” deyip onunda tastikini alıyormuş. Bilahare rüşvet nedir diye sormuş “Rüşvet bir kişinin hakkı olmayan bir şeyi üçüncü bir şahıstan başkalarının hakkını gasp ederek menfaat karşılığı almaya çalışmasıdır. Hoca efendi bak bunlar getirdi siz yiyorsunuz sizin getirdiklerinizi başkaları yiyecek burası dergahtır. Bunun adı da hediyedir. Peygamberimiz hediyeyi kabul etmiş rüşveti yasaklamıştır” demiş. Bu olayın üzerine o hoca efendi dualanmış derviş olmuştur.

……………- İhvandan birisi ( Hacı Müdürün Amcası) İbrahim İpek efendinin halifesi Hüseyin efendinin yanına gelmiş bir maneviyat anlatmak istediğini bildirmiş. İzin aldıktan sonra “Efendim kızıl ırmaktaki evimizde gündüz sedirde otururken gönlüm geçmiş. Yakaza halindeyken bir dervişin bizim nahiyeye geldiğini ve alacaklısı olan kişinin kapısını çaldığını kapı açılmadığı için geri döndüğünü gördüm. Dönüşte cadde üzerine Azrail a.s. önüne çıktı elindeki aletle o dervişe vurdu derviş yere yıkıldı. Karşısına şeytan aleyhilane geçti. Elindeki cam kavanozdaki suyu kendisine teklif edip imanını ondan istedi aralarında çekişme başladı. Derviş sağa dönüyor o sağına sola dönüyor soluna geçip aynı talepte bulunuyordu. Bu arada beyaz bir bulut peydah oldu ve içinden İbrahim İpek efendi çıktı ve Azrail a.s.’a “niçin acele ediyorsun bunun bizim dervişimiz olduğunu bilmiyor musun ?” diye sordu. O da “Bilmez olurmuyum onun için son darbeyi vurmadım sizin gelmenizi bekledim” buyurdu. İbrahim İpek efendi geldi, şeytan aleyhilaneye bir tepik vurdu. Elindeki cam kavanoz parçalandı. Kızılırmağa doğru döküldü ve şeytan aleyhilane kaçıp kayboldu. İbrahim İpek efendi dervişin başına geldi hangi esmayı çektiğini sordu. O da hu esması dedi. İbrahim İpek efendi de “hu de bakayım” dedi. Derviş hu demeye başladı hu hu hu derken bütün cihan onunla hu demeye başladı ve derviş bu şekilde ruh teslim etti. İbrahim İpek efendi de geldiği gibi buluta binip kayboldu. Kendime geldiğimde yakaza olduğunu anladım ve çok etkilendiğimden yerimden kalkamadım. Biraz sonra kapı açıldı ve yeğenim içeri girdi. Heyecanla, amca köye bir derviş gelmiş. Alacaklısının kapısını çalmış, evde bulamayınca cadde üzerinde vefat etmiş deyince. Az önce teferruatlı gösterilen olayı anlattığını anladım. Hemen taze bir abdest alarak caddeye indim. Herkes az evvel ölen dervişin başında toplanmıştı. Bende az evvel gördüğün olayı teyit için kırılan cam parçalarını aramaktaydım diye olayı nakletmiştir.

…………- Şeyhliğin kendisine yeni verildiği dönemde, kendisine münkir bir köylü “Ben senin şeyh olduğunu düvenin üzerine ayağını bas, eğer traktör seni yerinden oynatmazsa o zaman anlarım” demiş. Böyle bir iddia üzerine İbrahim İpek efendi ayağını düvenin demirine basmış, traktörün tekerlekleri döndüğü halde düveni bir milim oynatamayan o kişi acizlenip efendiyi tasdik zorunda kalmış.
[/toggle]

İbrahim İpek Efendi ilk haccını 1965 yılında yapmış ve ömrünün sonuna kadar kırk küsur hac ve umre ziyaretinde bulunmuştur. Hac ve umre ziyaretlerinin çok olmasından dolayı kutsal topraklarda ve oraya gelen bir çok İslam ülkesinden de mürit ve muhibbanı bulunmaktadır. Yetmişli yılların sonuna kadar köyünde daha sonra ise Çorum merkezde hizmetlerine devam eden Hacı İbrahim İpek Efendi 5 Haziran 2000 tarihinde vefat etmiş. Yerli köy kabristanında toprağa verilmiştir .

İbrahim İpek efendi uzun boylu iri yapılı ve heybetli idi. Yolda yürürken herkesten yüksek görünür, parmağına yüzük takar, temizliğine çok dikkat ederdi. Geniş pantalon gömlek ve üzerine yelek giyerdi. Camiye ve sohbete giderken pardüsü giyinirdi. Sohbetlerde ve evinde genelde sarık sarınır ihvana bu şekilde görünürdü. Dişlerini fırçalar ve misvak kullanırdı. Sakallarını sabunla yıkar, mis kokular sürünürdü. Kendisi dünya ve Ahiret dengesini kurmuş nadir zatlardandı. Ahlakı peygamberi ile muttasıf bu asırda peygamberin kamil halifesi varisi olan örnek bir insandı. Meclisine hakim kalpten geçenlere vakıf ihvanına hadim bir zat idi. Münkirlere ve müfsitlere celal ile gösterdiği kerametler dillerin bağlanması ilimlerinin ketmolunması gibi şeyler kerameti adiyeden sayılmakta idi. Ziyarete gelenlerin önceden bilinmesi yemek aş hazırlıklarının evvelden yaptırılması ve müşküllerinin halledilmesi bu cümleden sayılır.

Çocuk yaşta hıfz ettiği Kur’an-ı kerim ve onun manasına aşinalığı Kur’an ahlakı ve Ahlakı nebeviye ile tahalluku, bütün bu keramet ve kemalatta hal ve tavır ve durumunda yokluğa düşmesi varlıktan sıyrılması her hal ve tavrı ile Rab (c.c.) izhar etmeyi onun zikredilmesini sağlayan hadimi rabbil alemin olması yakınlarınca bilinen hakikatlerindendir. (c.c.) ya gidecek yolda taliplerin yolunu açması, görünen rüyaların önceden bilinmesi sülukun inceliklerine vukufiyeti değişik meşreplerin seyri sülukuna aşinalığı onun kemalinin görünen cüzi parçalarındandı.

Ailesine ve yakın çevresine olan müşfikliği ihvanına ve tariki hakka olan hizmetleri ahde vefası kayda değer özelliklerindendir. Erkek evladının sonradan doğması ve ihvanının maddi fakir olması ailesini maişet geçim dertleri meşakkati dünya irşat hizmetlerinin kısmi aksamasına yol açsa da bütün bu olumsuz durum ve şartlarda bu hizmeti can siperane götürmesi onun ayrı bir kemal yönüdür. Bütün bu telaşede kırk küsür hac ve umre yapmaya fırsat bulması onun ne kadar gayretli meczup ve mergup bir zat olduğunun işaretlerinden olsa gerektir.

Eserleri
İbrahim İpek Efendinin Rüştü ve Mücahit mahlaslarıyla yazmış olduğu bir divan olacak kadar Tasavvufi içerikli şiirleri bulunmakta olup, bunlar kendisi tarafından şeyhi Hüsnü efendi ve Mehmet Ali Fehmi dedenin de divanlarını içerecek şekilde 1992 yılında GÖNÜL İNCİLERİ ismiyle kitaplaştırılmıştır. Mevcudu tükenen bu eser bilahare vefatından sonra halifesi tasavvufçu yazar Fatih Nurullah Şağban tarafından İbrahim İpek Efendinin menakıbı ve şiirlerinin de yer aldığı İPEK YOLU ve GÜLZARI HÜSNİYA isimli kitaplarla tekrar neşredilmiştir. Ayrıca ileriki yıllarda yayınlanmak üzere hazırladığımız bazı el yazması notları ve sohbet kayıtları bulunmaktadır.

Halifeleri
İbrahim İpek Efendi temsil etmiş olduğu Halveti Uşşaki ekolünde 38 yıl gibi uzun bir süre irşat faaliyetinde bulunmuştur. Dolayısıyla gerek yurt içinde gerekse yurt dışında binlerce insanın bu neşe ve muhabbetten istifade etmesini sağlamıştır. Bir çok kamil insanlar yetiştirmiştir. Bunlardan özelikle dört tanesine Halveti Uşşaki erkanınca icazet vererek irşada izinli kılmıştır

1- Hüseyin Murat Efendi (Çankırı Şahlı köyü ö. 1992)
İbrahim İpek Efendinin icazet yazdığı ilk halifesidir. Çankırı’nın Şahlı köyündendir. Aslen İbrahim İpek Efendinin de şeyhi olan Hüsnü Gülzari’ den intisaplıdır. Hüsnü Efendi, Hüseyin Murat Efendinin irşadını ilk halifesi Mehmet Ali Fehmi dedeye havale etmiş ve bu zatın gözetiminde süluk çıkarmıştır. Fehmi dedenin ömrü yetmeyerek icazetini bilahare Fehmi dedenin vasiyeti gereği İbrahim İpek Efendi yazmıştır. Şahlı köyünde ve Ankara’da irşat faaliyetlerinde bulunan Hüseyin Efendi 1992 yılında bir trafik kazası sonucu vefat etmiştir..

2- Hasan Mansur Efendi (Sungurlu Hallaçlı köyü ö. 1987)
İbrahim İpek Efendinin ikinci halifesidir. Çankırı Kızılırmak kasabası Hallaç köyündendir.1965 yılında Hüsnü Efendi’nin ilk halifesi Mehmet Ali Fehmi Efendi’ye intisap etmiştir. Fehmi dedenin vefatıyla İbrahim İpek Efendiye biat etmiş ve bilahare irşatla görevlendirilmiştir. 1987 yılında vefat etmiştir

3- Esat Celali Efendi ( İskilip yerli köyü ö. 2003)
İbrahim İpek Efendinin ağabeyidir. Hüsnü Gülzari’ye intisap etmiş ve onun vefatıyla kardeşi İbrahim İpek Efendiye biat etmiştir. Bilahare icazet alarak vefatı olan 2003 yılına kadar İskilip yerli köyde irşat hizmetlerine devam etmiştir.

 

Erzurumlu Seyit Hacı Mevlüt Baba

 

Erzurum – Palandöken – Hacı Ahmed Baba camiinde

Rufai Şeyhi

Seyyid Hacı Mevlüd Baba, Hz. Resûlüllah’ın Hz. Hüseyin nesebinden 39.torunudur. 1887 yılı Mevlüd gecesi Erzurum ili Horasan ilçesine bağlı Hacı Ahmed (Sanamer) Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Annesinin adı Nene, Babasının adı Yakup’tur. Yöre halkı Seyyid-i saadat olan bu neslin her erkek evladına izzet-i vasıf olarak Baba, kıza evladına ise Ana diye hitap etmişlerdir.

Seyyid Yakub Baba (ks), Babası Seyyid Hacı Ahmed Baba(ks) ile beraber dergahta dervişlerle otururken, ansızın telaşlı bir şekilde eve çağrılır. Seyyid Yakup Baba’nın Mahmut ismindeki çocuğu su içerken boğularak ölmüştür. Bu olay karşısında çok hüzünlenen oğluna Hacı Ahmed Baba kendine özgü hitapla;
“Deginan oğlum Yakup Baba Nene’nin karnında bir oğlan çocuğu var. Mevlüd Gecesi dünyaya gelecek. Bu çocuk ona kurban gitti.” Sözleriyle teselli etmeye çalışır. Böylece Mevlüd Baba dünyaya gelmeden ismi konulmuş olur. Mevlüd Baba dünyaya geldiğinde ilk tanıştığı kucak, dedesinin kucağıdır. Tattığı ilk lezzet dedesinin ağzının mübarek barı olmuştur.

Hacı Mevlüd Baba'nın Babası Hacı Yakub Baba nın kabri şerifi
Hacı Mevlüd Baba’nın Babası Hacı Yakub Baba nın kabri şerifi

Hacı Ahmed Baba torununa duyduğu ziyade muhabbetten dolayı hiç yanından ayırmamıştır. Mevlüd Baba, dedesiyle olan yakınlıktan dolayı şer’î ilimleri ve tasavvufa ait ilk bilgileri hiç zorlanmadan öğrenir. Aynı zamanda Hacı Ahmed Baba’nın mürîdlerinden ve köyün genç imamı Abdülgani Efendi’den hafızlık eğitimi alır. Hocası O’nun terbiyesi ve adabıyla olduğu kadar zekasıyla da diğer talebelerden farklı olduğunu anlar ve kendisini özel yetiştirmeye tâbi tutar. Mevlüd Baba küçük yaşlarda olmasına rağmen, zikrullaha büyük ilgi duymuş, nerede zikir yapılırsa, o meclise katılmış ve halkanın ortasına girerek kendinden geçene kadar sema dönmüştür.

Hacı Mevlüd Baba’nın tahsil hayatı iki döneme ayrılır. Birinci dönemde dedesi Hacı Ahmed Baba’dan şer’î ve tasavvufa dair ilk bilgileri almıştır. Ayrıca Hacı Ahmed Baba’nın mürîdlerinden ve köyün genç imamı Abdulgani Efendi’den hafızlık eğitimini tamamlarken, şer’î ilimlerden de icâzet almıştır. İkinci dönemde ise Erzurum’un düşman işgalinden kurtulmasının ardından Erzurum’a gelerek dedesi Hacı Ahmed Baba’nın bir halifesinin yanına yerleşmiş, Erzurum’daki muhtelif medreselerde eğitimini sürdürerek oralardan da icâzet almıştır.

Seyyid Hacı Ahmed Baba, Mevlüd Baba’nın şeyhi aynı zamanda dedesi olması hasebiyle o manevi atmosferde dünyaya gözlerini açmış, bizzat dedesi tarafından yetiştirilmiş, birçok harikulade hâllerine şahit olduğu dedesi Hacı Ahmed Baba, Mevlüd Baba için bir dede olmaktan ziyade kâmil bir mürşid olarak kabul edilmiş, doğumundan 17 yaşına kadar hiç ayrılmadığı dedesi tarafından manen eğitilerek, Rifâî ve Kadirî yolunda kendisine şeyhlik verilmiştir.
Halifeliği Alışı

Hacı Mevlüd Baba çocukluk yıllarını geride bırakmış, gençlik yıllarına doğru ilerleyerek camide müezzinlik, dergahta tasavvufî bilgilerle teçhiz olup, zakir sıfatıyla dervişlere tevhid ettirmeye başladığı dönemlerde, istikbale dair şöyle bir hadise yaşanır: Mevlüt Baba kendi ifadesiyle; “Camide hafızlık yapan öğrencilerden her gün bir kişi müezzinlik yapıyordu. İkindi namazında sıra bana gelmişti. Hacımın Çil Garip isimli dervişinin namazdan çıktığını zannederek önünden geçtim. Sinirlenen Garip Baba bana eliyle vurdu. Namaz bittikten sonra Hacı Ahmed Baba geriye dönerek;
– Garip Baba, neyi görüp de bağırıyorsun. (Garip Baba zaman zaman kendinden geçer ve bağırır.)
– Bilmem ki Hacım. Bir vecd geliyor, kendimden geçip bağırıyorum.
Hacı Ahmed Baba 3 kez tekrar ederek;
– Şeytan omuzlarına biniyor, mahmuzları koltuğuna sıkıştırıyor. Her mahmuzlayışta, sen de kendinden geçip bağırıyorsun. Hiç Allah’tan korkmadın mı? Mevlüd’üme vurdun.
Tüm dervişlere seslenerek;
– Siz şahit olun. Hz. Resûlüllah’a gidip Mevlüd Baba’nın postunu aldım ve benimkinin üstüne astım. Dergah gelecekte onundur.
Camideki 200’e yakın çoğunluğu derviş olan cemaat gök gürültüsünü andırır bir şekilde Huuu çektiler. Zannettim deprem oldu.
Böylece Hacı Ahmed Baba büyük bir derviş kalabalığı (Abdülgani Efendi, Keçeroğlu Kâmil Baba, Horumlu Bahri Baba ve bunun gibileri içerisinde) dergahın Mevlüd Baba’ya kalacağını ve hilâfetini yıllar önceden tescil eder. İşte Hacı Mevlüd Baba’nın halifeliği alışı bu şekildedir.
İrşad Makamına geçişi ve İrşad Görevi:

İrşadı ve Menkıbeleri:
Hacı Mevlüd Baba, dedesi Hacı Ahmed Baba ve babası Yakup Baba’dan sonra Hacı Ahmed Köyü’ndeki dergaha yerleşmiş. Ayrıca müridleri, sevenleri, o civardan gelip geçen yolcular dergahında misafir olmuşlar, onları yedirerek, içirerek ve her türlü ihtiyaçlarını karşılayarak maddi hizmetlerde bulunmuştur..

1971 yılına kadar köyde yaşamış, aynı yıl Erzurum’a hicret etmiştir. Erzurum’da da müstakil bir ev almış. 3 odalı olan bu evin bir odasını dergah yapmıştır. Şehir merkezinde bulunan bu evde ahşap olup, hâlen özüne ve ruhuna uygun olarak kullanılmaktadır. Yüzlerce insanı irşad ettiği bu evin eski ve küçük olması nedeniyle başka bir eve taşınmıştır. 1994 yılına kadar da bu hanede irşad görevini yürütmüştür. Vefatlarıyla bu evi de Hacı Ahmed Baba Camii’ne vakfedilmiştir.

Mevlüd Baba’nın yaşadığı mekanlar, lüks ve gösterişten uzak, bir tasavvuf mekanı havası içinde olmuştur. Evlerinde tasavvufun inceliklerini ve sanatını gösteren eşyalar, tablolarda bulunmaktaydı.

Seyyid Mevlüd Baba, ilk önce Zekiye Hanım ile evlenmiş, Mustafa ve Abdulkadir isminde iki oğlu, Rukiye isminde de bir kızı olmuştur. Birinci hanımının vefatından sonra halasının kızı Fatıma Hanım ile evlenmiş, bu evliliğinden Talib, Yakub ve İlhami isminde üç erkek ve Dürdane isminde bir kızı olmuştur. Fatıma Hanım’ın vefatından sonra Emine Hanım ile evlenmiştir. Emine Hanım’dan herhangi bir çocuk dünyaya gelmemiştir.

Kendisi sıhhatli bir yaşam geçirmiş, hiç doktora gitmemiş ve ilaç kullanmamıştır. Zaten 107 yıl yaşam sürmesi de bunun bir göstergesidir. Mevlüd Baba, 107 yaşına gelmişti. 28 Ekim’i 29 Ekim’e bağlayan gece saat 00.20’de evlatları ve dervişlerinin Kur’ân tilavetleri arasında mübarek alınları terlemiş, gözleri yaşarmış, burun kanatları genişlemiş ve asırlık çalışan kalbi kelime-i tevhid ile son kez atmıştır. Ve kelime-i tevhid ile ruhunu Hakk’a teslim etmiştir. 1887 yılında başlayan hayat 29 Ekim 1994 yılında noktalanmıştır.

Mevlüd Baba’nın vefatı müridleri ve yakınlarını derin bir üzüntüye sevk etmiştir. Yurdun dört bir yanından gelen müridler, dervişler, büyük zâtlar ve yakınları artık Mevlüd Baba’ya son görevini yapmak üzere Erzurum’da toplanmışlardır. Cenaze namazı ikindi namazını müteakip Emir Şeyh Camiinde kılınır. Büyük bir kalabalığın iştirak ettiği cenaze namazını Erzurum’un manevi dinamiklerinden Abdulğafur Has Hocaefendi kıldırır. Namazın akabinde binlerce insanın tefekkür ve tevhidleri ile cenazesi Hacı Ahmed Baba Camii bahçesine getirilerek tekbir ve gözyaşları arasında ebedi istirahatgahına uğurlanır.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
https://seyyahin.wordpress.com/2007/06/01/seyyid-haci-mevlut-baba/ [/toggle]