Ana Sayfa>Genel(Sayfa 151)

Sultan’ul Ulema Bahaeddin Veled (k.s.)

Konya – Hazreti Mevlana Türbesinde – Hazreti Mevlananın hemen yanında

Sultanü’l-Ulema Bahaeddin Veled hazretleri, Mevlana Celaled­din-i Rumi’nin babasıdır. 545 veya 546 Hicri yılında Belh şehri’nde doğmuştur. Babasının adı Hüseyin, dedesininki ise Ahmet Hatibi’dir. Kendisi ulema bir aileye mensuptur. Babasından ve zamanın büyüklerinden ilim tahsil etmiş ve Belh’te büyük bir şöhrete sahip olmuştur. Belh halkının ve Harizmşah’ın çekememeleri üzerine bunlara kızarak 614/ 1217 yılı civarında Belh’ten ayrılmıştır. Seyahatı sırasında oğlu Celaleddin ile birlikte Nişabur’da meşhur İran Şairleri’nden Feridüddin-i Attar ile buluşmuş, Attar, Celaleddan’e ‘‘Esrar­ name” isimli eserini hediye etmiştir.

Sultanü’l-Ulema, yoluna devamla Bağdat’a uğramış orada halife ile görüştükten sonra Hicaz’a giderek Hac farizasını yerine getirmiştir. Hac dönüşü Şam yolu ile Anadolu ‘ya geçerek Malatya üzerinden, Erzincan’a gelmiş ve Erzincan Akşehir’inde dört yıl kaldıktan sonra Larende (Karaman)’ye gitmiş, yedi sene kadar burada kaldıktan sonra 626/1229 yılında Sultan Alaeddin’in isteği üzerine Konya’ya gelmiş ve orada 628/1231 yılında vefat etmiştir.

Belh Şehri hükümdarı Alaeddin Muhammed Harizm­ şah’la araları açılan Bahaeddin Veled, Belh’ten çıktıktan sonra Bağdat’a vardığında Selçuk Sultanı Alaeddin Keykubat tarafından Bağdat’a gönderilen kimselerle tanışmıştır. Bunlar Konya’ya döndüklerinde Sultanü’l-Ulema’nın büyüklüğünden bahsediyorlardı. Bu sebeble Alaeddin Keykubat, Sultanü’l-Ulema’nın Konya’ya gelmesi için yolunu bekliyordu. Alaeddin Keykubat, Sultanü’l-Ulema’nın vefatında yedi gün yas tutmuş sarayından dışarıya çıkmamıştır.

Sultanü’l-Ulema lakabı ile anılmasının sebebi: Seyyid Burhaneddin Tirmizi Hz.lerinden rivayet edilmiştir ki:
Bahaeddin Veled’i çekemeyenlerden üçyüz alim ve müftü, Belh Şehri’nde bir gece rüyalarında Kainatın Efendisi Hz. Muhammed Mustafa (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’i görmüşler. Peygamber (s.a.v.) yeşil bir çadıra oturmuş, Bahaeddin Veled de O’nun huzurunda idi. Peygamber (s.a.v.), Bahaeddin Veled ‘e iltifatlarda bulunuyor, kucaklıyor ve orada bulununlara: ”O’na Sultanü’l-Ulema lakabını verdim” diyordu. Bu rüyayı gören cemaat uyanınca her biri ayrı ayrı Bahaeddin Veled’e doğru yöneldi. Yolda birbirleriyle karşılaşanlar, dün geceki rüyadan bahsediyorlar, hayret ve şaşkınlık içinde kalıyorlardı. Sultanü’l-Ulema uzaktan bu topluluğu görünce: ”Peygamber (s.a.v.) dervişlerin halini bildirmeden sizde gerçek bilgi hasıl olmadır” dedi. O cemaat, Sultanü’l Ulema’dan özür dileyerek O’na karşı olmaktan vazgeçip müridi oldular. Bu rüyadan sonra, verdiği fetvalar altına, isminin yerine bunu Sultanü’l-Ulema yazdı” diye imza ederdi.

Yine Seyyid Burhaneddin Tirmizi Hz.lerinden nakledilmiştir. ki: “Şeyhim Bahaeddin Veled, ulu arkadaşlar arasında her zaman: ”Benim Hüdavendigar’ım (Mevlana Celaleddin) ulu bir nesildendir. Asil bir padişahdır. O’nun velayeti de asaletinden geliyor. Çünkü O’nun büyük annesi Şemsü’Il Eimme Serahsi’nin kızıdır” derdi. Şemsü’l-Eimme’nin Şerif olduğunu söylerler. Anne tarafından da nesebi, Müminlerin Emiri Aliyyü’l-Murtaza’ya ulaşır. Benim annem de Belh Hükümdarı Harizmşah ‘ı kızıdır. Dedem Ahmed Hatibi’nin annesi ise Belh Hükümdarı İbrahim Edhem’in kızıdır. Bu nesebi bildirmekten maksad, O’nun gözüken nesebini övmektir. Ta ki şecereciler (soy kütüğü yazanlar) ve bilgisiz münazara edenlere, onların büyük baba ve dedelerinin böyle bir dünya ve ahiret padişahları neslinden ve temiz unsurdan süzülüp gelmiş oldukları malum olsun. Peygamber (s.a.v.)’in: ‘‘ırk dessastır” sözü mucibince onların temiz olan bu ırkına itibar etsinler ve O’nu layık olduğu derecede yüceltsinler. Mevlana Celaleddin Mesnevi de:

”Ulu padişahlardan süzülüp gelen bu neseb, O’nun görünen nesebi olmuştur. O hazretin özü, hakikatte nesebden uzak ve pakdır. O, balıktan ta Simak Yıldızı’na kadar kimsenin cinsinden değildir. Adem’e kadar ulaşan O’nun bütün geçmişleri aşk meclisinin ve savaşının en büyükleri idiler”demiştir.

Sultanü’l-Ulema’nın üç cüz üzerine tertip edilmiş ” el-Maarifü’l-Veledi fi Esrari’l-Ehadi” isimli Farsça, tasavvufla ilgili bir eseri İran Maarif Vekaleti tarafından bastırılmıştır. Ayrıca ‘‘el­ Esrarü’r-Ruhiyye” ve “Meşrıku’ş Şemseyn fi’t-Tasavvufi ve’l Ahlak” isimli iki eseri daha vardır.

Kaynak ; Kayseri İlmiye Tarihinde Meşhur Mutasavvıflar , Ali Rıza Karabulut , Seyyid Burhaneddin Vakfı

Şeyh Sadreddin Konevi (k.s.)

Konya – Şeyh Sadreddin Konevi camii yanında

Sadreddin Konevi hazretleri 1208 yılında Malatya’da doğdu. Sema kayıtlarında künyesi “Sadrüddin Ebü’l-Mealî Muhammed bin el imam Eş-Şeyhü’l Islam İshak bin Yusuf bin Ali” olarak kayıtlıdır.

Sadreddin Konevi’nin babasi Şeyh Mecdüddin Ishak Malatyalıdır. Mecdüddin Ishak Bağdat’ta fütüvvet teşkilatında hizmet etmiş alim bir zattır. Selçuklu Sultanı ve Abbasî Halifesi nezdinde diplomat olarak görevler yapmıştır. Selçuklu sultanlarından I .Giyaseddin Keyhüsrev’in şehzade iken hocasıdır. Selçuklu sarayında ağırlığı olan bir zattır. Mecdüddin Ishak, Bağdat ve hac ziyaretlerinde tanıştığı İbni Arabi, Evhadüddin Kirmani, Ahi Evren, Ebu Cafer Muhammed el Berzaî, Ebul Hasen Ali et İskenderanî gibi zatları Konya’ya dönerken yanında getirmiş, bu zatları sultanla görüştürüp, Konya’nın ilim ve maneviyatına büyük katkılar sağlamıştır.

Eğitimi
Sadreddin Konevi’nin hocaları başta Muhyiddin Arabî olmak üzere Evhadüddin Kirmanî, İbni Şebin, Muhyiddin Dımaşkî, Şeyh İzzeddin, Muhammed bin İbrahim es Silefi el Isfehanî dir. Sadreddin Konevi’nin babası Mecdüddin Ishak 1221 tarihinde vefat etti. Bir rivayete göre daha sonra Sadreddin Konevi’nin annesi, Ibn-i Arabi ile evlenmiştir. İbn-i Arabi, Konevi ile birlikte 1227 yilinda Malatya’dan Şam’a göçmüş, Konevi burada eğitimine devam etmiştir. Konevi , Şeyh Evhadüddin Kirmani’ye de uzun yıllar hizmet etmiş, beraber Anadolu seyahatleri yapmış, Hacca gitmişlerdir. Sadreddin Konevi 1233 yılında İbn-i Arabi’nin izniyle Evhadüddin Kirmani ile birlikte Mısır’a gitmiştir. Mısır dönüşü Kirmani Bağdat’a gitmiş, Konevi ise Şam’da kalarak burada dersler vermeye başlamıştır. Bu dönemde babasından kalan malları tasadduk etmiştir.

Konevi’nin 1242 yilinda Halep’te ders verdiğine dair sema kayıtları vardır. Bu tarihten sonra ise Konya’ya gelerek yerleşmiştir. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri Sadreddîn-i Konevî’ye nefsini terbiye yollarını öğretti. Sadreddîn Konevî günlerini riyazet ve mücahede ile nefsiyle uğraşmakla geçirdi. Nefsiyle uğraşması öyle bir dereceye ulaştı ki, uyumamak için Muhyiddîn-i Arabî hazretleri onu alır, yüksek bir yere çıkarır, o da düşme korkusuyla uyumaz tefekkürle meşgul oturdu. Sadreddîn-i Konevî hazretleri anlatır: “Hocam Muhyiddîn-i Arabî hayatta iken, benim yüksek makamlara kavuşmam için çok uğraştı. Lakin hepsi mümkün olmadı. Vefatından sonra bir gün, kabrini ziyaret edip dönüyordum. Birden kendimi geniş bir ovadabuldum. O anda Allahü Teala’nın muhabbeti beni kapladı. Birden Muhyiddîn-i Arabî’nin ruhunu çok güzel bir surette gördüm. Tıpkı saf bir nurdu. Bir anda kendimi kaybettim. Kendime geldiğimde onun yanında olduğumu gördüm. Bana selam verdi. Hasretle boynuma sarıldı ve; “Allahü Teala’ya hamd olsun ki, perde aradan kalktı ve sevgililer kavuştu, niyet ve gayret boşa gitmedi. Sağlığımdakavuşamadığın makamlara, vefatımdan sonra kavuşmuş oldun.” buyurdu. Yine kendisi anlatır: 1255 senesi Şevval ayının on yedisine rastlayan cumartesi gecesi, rüyamda hocam Muhyiddîn-i Arabî hazretlerini gördüm. Aramızdaki uzun konuşmalardan sonra, ona, Cenab-ı Hakk’ın Esma-i Hüsnası ile ilgili kalbime doğan bilgileri arz ettim. O da; “Çok doğru, pek güzel!” deyince, ona; “Efendim! Hakîkatte güzel olan sizsiniz.Çünkü bu ilimleri bana siz öğrettiniz. Siz olmasaydınız, bu ilimleri bana kim öğretirdi?” dedim. Mübarek ellerini öptüm ve; “Efendim! Bütün mahlukatı, herşeyi unutup Allahü Teala’yı daimî olarak hatırımda tutabilmem için dua ve himmetlerinizi istirham ediyorum.” diye yalvardım. O da, benim bu arzuma kavuşacağımı müjdeledi ve uyandım. Sadreddîn-i Konevî hazretleri, bundan sonra çok büyük manevi derecelere yükseldiğini, manevî alemlerin kendisine seyrettirildiğini, hiçbir zaman Allahü Teala’yı hatırından çıkarmadığını, bir an bile unutmadığını Nefehat isimli eserinde bildirir.

Konevi Konya’da
Konevi , oğlu Ali Han’ın hastalığının iyileşmesine vesile olduğu için Hace-i Cihan tarafindan tahsis edilen Meram Çeşme Kapıdaki Konakta müderrisliğe başladı. Burada, alim ve seçkin insantara Camiul- Usul, Ahkamu’l- Kübra, tefsir ve tasavvuf dersleri veriyordu. Sağlığında oturduğu konak, vefatından sonra cami, hanikah, imaret, mektep ve türbeden oluşan Sadreddin Konevi mamuresi haline geldi. Sultan II. Izzeddin Keykavus, Sadreddin Konevi’yi, Konya’dan Denizli’ye giden Ahi Evreni getirmesi için görevlendirmiş, Konevi’de Denizli’ye giderek Ahi Evreni tekrar Konya’ya getirmiştir.

Sadreddin Konevi ve Mevlana
Sadreddîn-i Konevî ve Mevlana Celaleddîn-i Rumî on üçüncü asır Anadolu’sundaki iki önemli şahsiyet olarak dikkati çekmektedir. Her ikisi de şöhretlerini Konya’da elde ettikleri gibi, en verimli çalışma ve eserlerini de bu şehirde vücuda getirmişlerdir. Yaşları hemen hemen aynı olup, doğum ve ölüm tarihleri birbirine oldukça yakındır. Sadreddîn-i Konevî ile Hz. Mevlana’nın dost olduğu, birçok önemli davet ve toplantılarda birlikte bulundukları, aralarında cereyan eden karşılıklı ikram, incelik ve tevazunun olduğu bir çok kaynakta anlatılmaktadır. Sadreddîn-i Konevî ile Hz. Mevlana aynı safta veya biri imam öteki cemaat olarak birlikte namaz kılmışlardır. Ömrünün son senelerinde Hz. Mevlana’nın da Sadreddîn-i Konevî’ye karşı samimi bir muhabbet hissiyle dolu olduğu anlaşılıyor. O ağır hastadır, artık vefatı yaklaşmıştır. Ziyaretçiler gelip gitmektedir. Dudaklarının kuruluğu gitsin diye şerbet sunmak isterler, fakat kabul ettiremezler, kimsenin elinden almaz. Nihayet Sadreddîn-i Konevî verince reddetmez ve bir kaç yudum içer. Duygulanan Sadreddin üzüntüsünü şöyle dile getirir: “Yazık yazık, hlüdavendigar’ın mübarek vücüdundan mahrum kaldığımız vakit halimiz nice olur?” demekten kendini alamaz.
Ölüm anına yakın Mevlana’nın cenaze namazını kıldırmak üzere Sadreddîn-i Konevî’yi seçmesi ona olan sevgi ve alakasının en önemli delillerinden biri olsa gerektir.

Vefatı
Sadreddîn-İ Konevî 13. yüzyılda Konya’da yaşamış büyük ilim, fikir ve tasavvuf üstadı, insan-ı kamildir. Zamanında Konya’nın en büyük alimi ve şeyhi idi. Ekberiye geleneğinin kurucusu ve temsilcisi idi. Şeyhi Kebir olarak diye anılırdı. Sultanlar divanında ona ‘Arap ve Acem diyannın halifesi’ diye hitap edilirdi. Zamanı Anadolu’nun Moğol istilasına uğradığı ve siyasetin karışık olduğu dönemlerdi. Vasiyeti meşhurdur. 16 Muharrem 673 / 22 Temmuz 1274 tarihinde vefat etti.

Eserleri
Konevi pek çok eser vermiştir. Eserlerine şerhler yazılmış, İslam felsefesi ve tasavvuf alemini etkilemiştir. Böyle önemli bir şahsiyet olmasına karşılık özellikle ülkemizde tarihte olduğu gibi yeterli yayın yapılmamıştır. Eserlerinin tamamı henüz Türkçeye tercüme edilerek yayınlanmamıştır. Ekrem Demirli tarafindan bazı eserleri tercüme edilerek Türkçe isimlerle yayınlanmıştır.

1- Miftahu’l-ğayb ve’l-cem’ve tafsîlühü (Tasavvuf Metafiziği)
2- İ’cazü’l-beyan fi Tefsin Ümmi’l- Kur’an (Fatiha Süresi)
3- Şerh’u esma’illahi’l-Hüsna (Esma-Hüsna Şerhi)
4- El-Fükuk fî esrari müstenidati Hikemi’l-Fusüs (Fususu’l-Hikem’in Sırları)
5- Şerh-u Erbaîne Hadîs (Kırk Hadis Şerhi )
6- En-Nefehatü’l-İlahiyye (İlahi Nefhalar)
7- En-Nusus fî tahkîki tavri’l- Mahsus ( Vahdet-i Vucüd ve Esasları )
8- El-Müraselat beyne Sadriddin Konevi ve Nasiriddin Et-Tusi ( Sadreddin Konevi ve Nasreddin Tusi Arasında yazışmalar)
9- Tebsıratü’l- Mübtedi ve tezkiretü’l- müntehi ( Marifet Yolucusuna Kılavuz)

Türbesi
Selçuklu eserlerden olup caminin hemen yanında bulunur. Giriş kapısında bir kitabe bulunmaktadır. Türbenin üstü açık kafesle Örtülerek vasiyeti yerine getirilmiştir.
Türbenin kafesi zarif başlıklı ve köşeli on iki mermer üzerine oturmaktadır. Mermere zarif geometrik şekiller işlenmiş olup türbenin kuzeye açılan kapısının söveleri som beyaz mermerdendir. Kapının üstündeki boşluğa yerleştirilmiş olan mermer kitabede sülüs yazı ile şu cümleler bulunmaktadır. “Sabahın izzet ve devlete kapın da hacet sahiplerine açık olsun”

Camii
Sadreddin Konevi’nin türbesine bitişik olan kendi adıyla meşhur olan cami de Selçuklular devrinde topraktan yapıldığı için zamanla harabeye dönüşerek içinde namaz kılınmaz hale gelmiştir. Caminin bu durumu Konya Valisi Ferit Paşa tarafindan Sultan II. Abdulhamid’e bir tutanakla bildirilmiş tamir için emir ve müsaadeleri istenmiştir. Müsaade alındıktan sonra toprak örtü ve dikmeler kaldırılarak duvarları yeniden taştan yapılmış ve üzeri de çatıya alınmıştır. 19 Ağustos 1897’de yeniden ibadete açılan caminin zamanımıza kadar ulaşan minaresi Osmanlılar zamaninda tuğladan yapılmıştır. Caminin tarihi açıdan en önemli kısmı ise; Selçuklular devrinde yapılan ve günümüze kadar ulaşan mihrabıdır. Mihrap, mavi siyah çinilerle süslenmiş olup daha çok mavi renk hakimdir. Çiniler arasinda dağılan siyah lüleler onları daha da güzelleştirmiştir. Cami daha önceleri kubbeli olup duvarları ve kenarları da çinilerle süslüydü. Caminin pencere kapakları Türk oymacılığının en güzel örneklerindendir.
Bu kapaklar Istanbul Eski Eserler Müzesinde saklanmaktadır. Pencerelerden birinin sağ kanadında “La şerefü eazzü mine’t-takva” (takvadan daha aziz bir şey yoktur.) yazılıdır. Sol kanadında da “ve la etemme min terki’l-heva” (heva ve hevesi bırakmaktan daha mükemmel kerem olmaz) yazılıdır.

Vasiyeti
Rahman ve Rahim olan Allah Celle Celalühü’nün adıyla Dostlarım ve mensup olan müritlerim talebelerim beni Müslümanların umumi kabristanına defnetsinler. Olümümün ilk gecesinde Cenab-ı Allah’ın beni her türlü azabından ve cezasından uzak tutmasına vesile olmasi için Cenab-ı Allah’ın kabul etmesi niyetiyle 70.000 kelime-i tevhidi okusunlar. Yine ölümümde hazır bulunanlardan her biri aynı niyet ve ağır başlılıkla ve kalp huzuru içinde 70.000 adet La ilahe illallah diyerek zikirde bulunsunlar. Onlar beni fıkıh kitaplannda yazıldığı tarzda değil hadis kitaplarında belirtilen esaslara göre yıkasınlar. Kefen olarak beyaz bir izara sarsınlar ve Şeyh Muhyıddîn Arabi’nin gömleği ile beyaz bir gömlekle kefenlesinler.
Cenazemi hiçbir cenaze okuyucusu (ağıt yakan) takip etmesin. Tabutumun üzerine Şeyh Evhadüddîn Kirmani’nin seccadesini örtsünler. Cenazemde cenaze okuyucuları bulunmasın. Kabrimin üzerinde ne bir imaret ne de bir çatı yapılmasın. Kabrimin yerinin belli olmasi ve kaybolmaması için sağlam taştan yapsinlar. Kızım Sekineyi de Allah muvaffak kılsın. Namazı geçirmemesini diğer farzlarla birlikte istiğfara devam etmesini ve Allah Celle Celalühü’ye itaat etmesini vasiyet ediyorum.

Cinli Mescit Türbesi

İzmir – Bayındır , Kalburcu mahallesi Mescit Sokak üzerinde yer alan Hacı İsmail Ağa Mesciti yanında

Halk arasında cinli mescit  türbesi olarak da anılmaktadır. Mescit, ve türbe  Bayındır vakıfları içinde 464 ağaca sahip en büyük vakıftır. Hacı İsmail Ağa mescidi (cinli mescit ) Bayındırın ilk süreç yapılarındandır.Tarih olarak da Hacı Sinan Cami ile aynı dönem eseridir.  (1530-1540 ) Cinli mescidin haziresine 3 adet büyük, 3 adet küçük çocuk mezarları bulunmaktadır.Özellikle bahçesinde yer alan çocuk mezarları, baninin kutsiyetini ifade etmektedir. Ölen çocuklar Hacı İsmail in koruyuculuğuna teslim edilmektedir. Hacı İsmail Tire de de Hisar Camisinin (Tahtakale Camisi ) de banisidir.

Gömeç Baba

 

İzmir İli Bayındır İlçesi Gömeçli semtinde bulunan türbe klasik Osmanlı türbelerindendir. Yüksek bir platforma dört kolon sütün üzerine sekizgen kasnaklı kubbeli bir türbedir.
Gömeç Baba Türbesi ;1600 yıllarında yaşamış, İslam hukuku hakkında fetvalar vermiş Ahmet Hulusi Efendinin talebesi Ahmet e aittir.

Kaynak
Abdulhalim Durma , İzmir Evliyaları ,
http://www.erolsasmaz.com
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun

Kütahya Mevlevihanesi

Kütahya Mevlevihanesi

Kütahya – Merkez’de Dönenler camii

Kütahya il merkezinde, Börekçiler Mahallesinde, Dönenler Meydanının güneybatısında yer alan mevlevîhane, Konya ve Afyonkarahisar mevlevîhalerinden sonra üçüncü önemli dergahtır. Şecerelere yapının banîsi ve ilk postnişîni olarak geçmiş olan Celaleddin Ergun Çelebi’nin ismi ile Erguniyye Dergahı, ErgunÇelebi Zaviyesi ve Zaviye-i Erguniyye adlanyla anılmaktadır.

Öncelikle Mevlevîliğin Kütahya’daki izleri Sultan Veled dönemine dayanır. Sultan Velede intisab etmiş olan, halkın “Kütahya Fatihi” diye adlandırdığı Emir İmmeddin Hezar Dînarî, şeyhinin arzusu üzerine şu anda Ergun Çelebi’nin bulunduğu yerde bir mevlevîhane inşa ettirmiştir. Sultan Veled, 14. yüzyıl başlarında, I. Yakub Çelebi zamaninda Konya’dan çıkıp Beyşehir, Eğirdir ve Denizli üzerinden buraya gelmiş ve Kütahya şehrinin güzelliği karsisinda hayran kalmistir. Şehrin güzelliği karşısında dîvanında da yer alan aşağıdaki manalara gelen mısraları kaleme almıştır:
Kütahya şehri gibi bir şehir olamaz. Ne mutlu orada bir ay oturan kimseye. Saadeti yaver olup da iki ay oturacak olan kimse oradan hadsiz, hesapsız istifade eder, lezzet alır. Bu şehrin güneş gibi her tarafı vecihdir ki, onun arkası, karanlığı yoktur. Letafette cennete benzer Ya Rabbi ona hiçbir cevr ü kahır gönderme. Hiç tatlı bir güzele, bir kusur olmadığı halde, bir kimse zehirli şerbet içirir mi? onun her bir köşesi bağ bahçdîr. Onun her tarafından bir pınar, nehir akmaktadır. Onda duvar içinde ve muhafaza altına alınmış mevzun, endamlı bir kale vardır ki, benzerini kimse görmemiştir. Öyle bir şehre, Herat , Merv , Ehri gibi şehirler feda olsun. Veled’e onun güzelliği beli olunca Kütahya’nın senasını herkesin yanında açıkça söyledi.

Kütahya Dergahı’nın faaliyetleri Germiyanoğulları zamanında belirgin bir artış göstermiştir. Gerek şeriyye sicillerinden gerekse vakıf kayıtlarından anlaşılıyor ki, 1329 yılında bugünkü mevlevîhanenin bulunduğu yerde yeniden inşa edilen bina, şehrin köylerine varıncaya kadar sosya-kültürel hayatinda büyük çaplı etkiler meydana getirmiştir.

Sultan Veled’den sonra, yerine geçen oğlu Ulu Arif Çelebi de Kütahya şehrine ayrı bir önem vermiştir. Mevlevîliğin yayılması açısından jeopolitik bir önemli bulunan Kütahya’yı sık sık ziyaret etmiş ve Germiyanoğullan ile yakın ilişkiler içerisine girmiştir. Mevlevî kaynaklarda zikredildiğine göre Süleyman Şah, Sultan Veled’in kızı Mutahhara Hatun ile evlenmiş ve bu izdivaçtan doğan Devlet Hatun, Yıldırım Bayezid’in hanımı olmuştur. Böylece Kütahya şehri, 1381 yılında Devlet Hatun’un “cihazı” olarak Osmanlıların eline geçmiş ve Yıldırım Bayezid buraya vali tayin edilmiştir.

İşte Osmanlı sultanlarının Mevlevîler akraba olarak kabul etmeleri ve tahta yeni geçen sultanların Edirne kapısı dışında düzenlenen büyük bir merasimle Mevlevî şeyhi tarafından kılıç kuşatılması geleneği bu tarihi bağa dayanmaktadır.

XVI. yüzyılda Anadolu’da özellikle Batı ve İç Anadolu’da halkın tamamının Mevlevi olduğu yöreler göze çarpmakta, Kütahya’da bu beldelerden biri olma özelliğine sahip olmaktadır. Kütahya’nın birçok köyünde köy halkının tamamının Mevlevî olduğunu tarihi kayıtlardan öğrenmekteyiz. Bununla birlikte Kütahya Mevlevîhanesi’nin de birçok mevlevîhane gibi zengin gelirli vakıfları bulunmaktadır. Ancak diğer tarihi vakılar gibi Ergun Çelebi Evkafı olarak sicillere kayıtlı olan bu vakfiye de zamanla sahipsiz kalmış ve özel ellere intikal etmiştir.

Kaynaklardan edinilen bilgiye göre Kütahya Mevlevîhanesi’ne şeyh zevatın isimleri şöyledir:
Ergun Çelebi
Celaleddin Çelebi
Burhaneddin Ilyas Çelebi
Zeyneddin Çelebi
Kütahyalı îbrahim Dede
Mehmed Dede
Kamile Hanım
Hüseyin Çelebi
Hace Fatma Hanım
Sakıb Dede
Halis Ahmed Dede
Abdurrahim Ata Çelebi
Mehmed Saib Çelebi
El-Hac Abdulkadir Çelebi
İsmail Hakkı Çelebi
İdris Hamdi Çelebi
Bu meşayıh listesi dışınde Kütahya Dergahı’na hizmetleri geçmiş Pesendi Hacı Ali Dede, Seyyid Ebü Bekir Çelebi, Seyyid Ahmed Salih Dede, Talat Paşa, Fatma Hatun, Ahmed Remzi Dede (Akyürek) gibi önemli isimleri de zikretmek gereklidir.

Mevlevihane 1812 yılında yeniden yapılırcasına onarılmış, arkasından 1814,1838-39, 1841-42, 1848, 1887-89 yıllarında çeşitli tamiratlar geçirmiştir. Zamanla bu yapılar da harap olmuş, semahane Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1964 ve 1972 yıllarında onarılmış, yapılan ilavelerle Dönenler Camii ismi altında ibadete açılmıştır.

Başbakanlık arşivindeki 1838 tarihli krokilere göre yapının kuzey yönünde giriş kapısı, güneyinde de eski giriş kapısı bulunmaktaydı. İki katlı, kare planlı olan mevlevîhanenin semahanesinin üzeri on sekiz sütunun taşıdığı bağdadi bir kubbe lie örtülmüştür. Yapının yan ve ön cephelerinde iki sıra halinde dikdörtgen pencereler, ortasında iki kat yüksekliğindeki yuvarlak sema meydanı bulunmaktadır.

Semahanenin mescidi kare planlı, iki katlı üç taraftan iki sıralı pencerelerle aydınlatılmıştır. Cephenin ortasındaki semahaneye giriş kapısı üzerinde iki çini levha bulunmaktadır. Bunlardan alttaki büyük çinide kobalt renkli zemine beyaz ta’lik yazı ile “Ya Hazret-i Ergun” hattat Halil Mahir tarafindan yazılmıştır.
Büyük olasılıkla bu çini mevlevîhanenin 1887-1889 onanmında buraya konulmuştur. Alttaki küçük çinide ise, lacivert üzerine mavi ve kiremit renkli ta’lik yazı ile “Ya Hazret-i Mevlana” yazılıdır. İçeride türbeye açılan kemerin sağında ise ”Adli” mahlası ile Sultan II. Mahmud’un tuğrası bulunmaktadır. Son onarım tarihi
1959 olan mevlevîhanenin taş temel üzerine kargir duvarları, çatısının ortasında bir kasnak üzerine yükselen taşkı ve üzeri kiremit örtülü kubbesiyle, Kütahya yapıları arasinda görüldüğü anda dikkat celbetmektedir. Tekkenin gülneybatı tarafında bulunan bitişiğindeki türbede ise, başta Ergun Çelebi olmak üzere ünlü meşayih medfundur.

Karadonlu Can Baba – Kütahya

Karadonlu Can Baba

Kütahya – Merkez’de meşhur Germiyan sokağı üzerindeki Kardonlu can Baba camii karşısında.

Karadonlu Sokak’ta, Karadonlu Mescid’in karşında bulunan türbe, 14. yüzyılda Anadolu’ya gelen Horasan pirlerinden Karadonlu Can Baba’ya aittir. Düzgün bir plana sahip olmayan yapı, düz ahşap örtülü, kiremit çatılıdır. İçeride, arkalı önlü altı büyük, üç küçük dokuz kabir bulunmaktadır.

Şeyh Buhari

Şeyh Buhari

Kütahya Merkez’de Hükümet Konağı arkasına rastlayan Zeryen Mahallesi, Türbe sokakta, parkın karşısına rastalayan 2 no.lu Gümüşeşik Sokak’tadır.

Nakşi şeyhlerinden. Hayatı hakkında bir bilgi yoktur. Hükümet Konağı arkasına rastlayan Zeryen Mahallesi, Türbe sokakta, parkın karşısına rastalayan 2 no.lu Gümüşeşik Sokak’tadır

Kuzeyde sokağa bir cephesi dayalı duvarın arkasında, oldukça büyük kara planlı bir türbenin kalıntıları vardır. Sokak cephesinden başka avluya bakan cephede tamamen sağırdır. Bu cephede iri moloz taşların kaplamasız oluşu, buraya bitişik başka bir yapıyı da düşündürebilir. Doğu cephesi kalıntılarının orta yerinde bir kapı izi bulunmaktadır. Batıda bie eve bitişik olan duvarda ise sonradan araları örülmüş üç pencere görülebilmektedir. İçten kısmen sıvalı olmakla birlikte, hemen tamamen göçmüş olan kubbenin ve geniş pandantiflerin tuğla olduğu görülmektedir. Ayrıca tuğla pandantiflerin bittiği yerde , kasnaksız olan bu kubbede , bir sıra taş dizili olduğu ve tuğla kubbe örgüsünün bu sıraya oturtulduğu da gözlenmektedir.

Kubbe yıkıntıları ve diğer moloz dolu olup, duvarların tepesinden girilebilen türbenin kuzeye yakın bölümünde, biri tek diğeri de yanında bir çocuk mezarı ile toplam üç sanduka vardır.

Bir berat ve kadı sicilindeki vakfiye kaydından, ”1836 da Kütahya ve Afyon muhasalı olan , sonradan 1842 de Hüdavendigar valiliğine getirilen Dilaver Paşa’nın burada bulunan Şeyh Buhari Türbesi ile Seyit Numan mescidi ya da Gümüşeşik adı verilen bölgeyi onartıp yeniden vakıflar düzenlediğini ve bir de yanında okul yaptırdığını ” öğreniyoruz.

Kütahya’ya genellikle Gümüşeşik adı ile tanınan bu yerde bulunan türbenin’de Şeyh Buhari Türbesi olduğunu bu kayıtlardan çıkarmak mümkün oluyor. Hiçbir kitabesine rastlamadığımız mezarların bulunduğu türbenin ilk yapılışı hakkında da kesin fikir edinmek mümkün değildir. 1838 Osmanlı kaydı, yukarıda geçen onarımla ilgilidir. Mimari özeliklerine göre XVI. Yy’a kadar indirmek mümkün olacaktır. Ancak XVI. Yy’a ait araştırmalarda adına rastalnmaması ve kendi mahallesi olan Zeryen Mahallesindeki böyle bir türbe veya zaviyeden Evliya Çelebi’nin de söz etmemiş olması ayrıca dikkat çekicidir.

Avluda bulunan dağılmış mermer mezarın baş ve ayak taşları XIX yy’ın tipik örnekleridir. Barak kıvrımlar arasında, özellikle natüralist çiçek motifleriyle süslü ayak taşı dikkar çekicidir. Baş taşındaki zorlukla okunan kitabesinde (1282 / 1865/66) tarihi ile mezarın Kütahyalı Hüseyin gazi Paşa’ya ait olduğu okunamaktadır.

Sakıb Dede

Kütahya Mevlevihanesi

Kütahya – Merkez’de Dönenler camii içerisinde

Anadolu’da yetişen büyük velîlerden. İsmi Mustafa’dır. Endülüs’ten İzmir’e göç eden bir âilenin çocuğu olarak doğdu. Doğum târihi belli değildir. Babası ticâretle uğraşırdı. Sâkıb Dede doğmadan önce, annesi Halime Hâtun rüyâsında mübârek bir zât gördü. O zât; “Allahü teâlâ sana üç beş gün içinde bir oğul verecektir. Gözünü aç onun kıymetini bil. O bizim yüksek oğlumuz olacaktır. Sana da dünyâ ve âhirette faydası çok olacaktır.” dedi. Annesinin bu rüyâsından birkaç gün sonra Sâkıb Dede doğdu.

Sâkıb Dede yürümeye başladığı sırada babası ticâret için Mısır’a gitmişti. Aradan birkaç sene geçtiği halde kendisinden hiç haber alınamadı. Bu yüzden geçim sıkıntısı çekiyorlardı. Annesinin, bir gün akşam yemeği hazırlamaya çalışırken, ağladığını ve mahzûn olduğunu gören Sâkıb Dede, yemek yemeyip üzgün olarak bir köşede oturdu. Bu sırada kapı çalındı ve bir zât pekçok erzak ve çeşit çeşit hediyelerle birlikte mektup getirdi. Mektupta babası yakın zamanda döneceğini bildiriyordu.

Yedi sekiz yaşlarına geldiğinde hocaya gitmeye başladı. Çalışkanlığı ve zekîliği ile kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmi ve başlangıç ilimlerini öğrendi. Daha sonra tahsîline devâm etmek için İstanbul’a gitti. Fâtih Câmii Medreselerinde meşhûr âlimlerden ders aldı. Sonra Köprülüzâde Mustafa Efendinin derslerine devâm etti. Bu arada hocası ile birlikte küffâr üzerine yapılan bir sefere katıldı. Çehrin Kalesi muhâsara edildi. Muhâsaranın başlamasından üç ay geçmesine rağmen bir netîce alınamadı. Zaman zaman asker arasında, Sultan Süleymân’ın Kânunnâmesinde; “Yeniçerilerin üç aydan fazla muhâsara üzerinde kalmayacağının” yazılı olduğu konuşulmaya başlandı. Bu sırada bir ikindi vakti sefer kumandanının çadırına bir derviş geldi. Komutan ona çok hürmet etti. Sohbetin sonunda derviş; “Bu gece mânâ âleminde Mevlânâ Celâleddîn Rûmî hazretlerinin bütün halîfeleri talebeleri ile gelip kalenin hizâsında murâkabe hâli üzere oturduklarını gördüm. İnşâallahü teâlâ yarın ikindi vakti kalenin alınma ihtimâli vardır.” dedi ve askerin kaleye gireceği yeri gösterip, oradan ayrıldı. Komutan bu haber üzerine rahatladı. Bu hâdiseyi gören Sâkıb Dede’de bambaşka haller oldu. Sevdiği ve güvendiği Fevzi Efendiye durumunu arz edip, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin ahvâlini anlatmasını istedi. O da bildiği kadar anlattı. O güne kadar tasavvuf ehlinin sohbetlerine katılmamış olan Sâkıb Dede’de tasavvufa karşı bir sevgi ve meyl hâsıl oldu. Gece rüyâsında şunları gördü: Çehrin Kalesinin semâsında bir kubbe vardı. Burada evliyâ zâtlar gömülüydü. O kubbeden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî çıkıp, koltuğunda bulunan kopcayı Sâkıb Dede’ye eliyle işâret etti. Sâkıb Dede; “Peki efendim.” deyip süratle yanına vardı. Elini öpüp, emirlerini, ne buyuracaklarını beklediği sırada o zât; “Ey genç! Ben seni kabûl ettim.” dedikten sonra mevlevî elbisesi giydirdi ve; “Senin dünyevî bir işin yok.” buyurdu. Ertesi gün rüyâsını Fevzi Efendiye anlattı. O da rüyâsını tâbir etti ve bundan sonra mevlevî olduğunu söyledi.

Sâkıb Dede’yi sefer dönüşünde Farsça öğrenmek husûsunda büyük bir merak sardı. Bunun için Bursa’ya gitti. Kısa zamanda Farsçayı öğrendi. Üstelik bu dili Bursa’nın ileri gelenlerine öğretmeye başladı. Daha sonra Uşak üzerinden Manisa, Isparta havâlilerinde hem ders vererek hem de vâz u nasîhatlerde bulunarak Konya’ya gitti. Konya’da câmilerde vâz u nasîhatta bulundu. Yaşının çok genç olmasına rağmen güzel vâzları ile Konyalıların dikkatini çekti.

Daha sonra Elmalılı Halil Efendinin sohbetlerine devâm etti. Tasavvufa dâir kıymetli eserler okudu. Halil Efendiden icâzet aldıktan sonra İstanbul’a döndü. Fâtih Câmiinde dersiâm olup, altı ay kadar ders verdi. Bu arada rahatsızlandı. Kaplıca tedâvisi görmek için Bolu’ya gitti. Bolu’da kaldığı müddet zarfında halka vâz u nasîhatta bulundu. İşlerini bitirince tekrar İstanbul’a döndü. Tasavvuf yolunda kendisini terbiye edecek bir zât arıyordu. Kendisine Edirne Mevlevî Dergâhında ders veren Siyâhî Dede’yi tavsiye ettiler. Edirne’ye gidip bir müddet onun terbiyesi altında bulundu. Ondan tasavvufta icâzet aldı. Sonra oradan ayrılıp Galata Dergâhında Şeyh Gavsî Dede’nin hizmetinde bulundu. Mevlevî tarîkatının âdâbını öğrendikten sonra, matematik öğrenmek için Mısır’a gitti.

Sâkıb Dede Mısır seyâhati sırasında uğradığı mevlevî dergâhlarındaki, gelip geçmiş zâtların hayatlarını toplayıp meşhûr Sefîne-i Nefîse-i Mevleviyye isimli eserini yazdı. Geri dönüşünde Kütahya Mevlevîhânesi şeyhliğine tâyin edildi. Uzun süre burada hizmet ettikten sonra 1735 (H. 1148) senesinde vefât etti ve dergâhın bahçesine defnedildi.

Sâkıb Dede, her kimden gelirse gelsin ezâ ve cefâlara karşı şikâyette bulunmaz, onlarla güzel ve tatlı bir şekilde konuşarak, dost olmayanları da dost yapardı. Başına gelen her türlü sıkıntıları şükr ile karşılardı. Aleyhinde olanların bir kısmı onun bu halleri karşısında tövbe edip, ona talebe oldu. Diğerleri ise bir musîbete dûçâr oldular. Bir Cumâ günü İbrâhim Efendi isimli bir zât Aksu’ya giderken, yolu Sâkıb Dede’nin dergâhının yanından geçti. Dergâha girip; “Bana bir fırsat verseler bütün dedelerin ayaklarını kırardım.” dedi. Ayrılıp giderken, dergâha yakın bir yerde düştü ve ayağı kırıldı. Ömrünün sonuna kadar bu derdi çekti.

Sâkıb Dede’nin ayrıca şiirlerinin toplandığı bir Dîvân’ı vardır. Samîmi ve bir çoşku hâlinin terennümü niteliği taşıyan şiirlerinde lirik bir hava hâkimdir.

KAYNAKLAR
1) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.179

2) Şakâyık-ı Nu’mâniyye Zeyli (Fındıklı İsmet Efendi); s.406

3) Tezkire (Safâyi, Süleymâniye Kütüphânesi Esad Efendi Kısmı, No:2549); s.51a

4) Âdâb-ı Zurefâ (Millet Kütüphânesi Ali Emîri Târih 762); s.53b

5) Hatimet-ül-Eş’ar; s.38

6) Tufeyli Menâkıb-ı Kibâr-ı Mevlevî fî Menâkıb-ı Şeyh Sâkıb Mânevî, Üniversite Kütüphânesi, T.Y. 2509

Celaleddin Ergun Çelebi

Kütahya Mevlevihanesi

Kütahya – Merkez’de Dönenler camii içerisinde

Mevleviliğin yayılmasını sağlayan ilk şeyhlerden. Hayatı hakkındaki bilgiler kendisinden çok sonra yazılan Sefine-i nefise-i Mevleviyan adlı esere dayanır. Kütahya’da doğdu. Babasi Burhaneddin llyas, dedesi Germiyanoğlu Süleyman Paşa’dır. Süleyman Paşa ,Sultan Veledin kızıyla evlendiği için Celaleddin Ergun’a da Çelebi unvanı verildi. Ulu Arif Çelebi, Emir Alim Çelebi, Emir Vacid Çelebi’den feyiz aldı. Bir ara Bursa’ya giderek Geyikli Baba’nın da sohbetlerine katıldı. Konya’da hilafet aldıktan sonra, Kütahya’ya gelerek Imadüddin Mezar tarafindan yaptirilan Kütahya Mevlevihanesinin ilk postnişini, şeyhi oldu. Uzun seneler halka Mevlevi yolunu anlattı. 1373 (H. 775)’de burada vefat etti. Türbesi dergahın haziresindedir. Yerine oğlu Burhaneddin İlyas Çelebi geçti.Erguniyye Dergahı da denilen Kütahya Mevlevihanesi o tarihte Konya ve Afyon Mevlevihanesinden sonra üçüncü büyük Mevlevihane oldu.

Gençname, İşaret-ül beşare, adlı eserler ona nisbet edilmiş ise de kesinlik kazanmamıştır. Hem zahir ilimlerde alim hem tasavvufta mahir ve edebiyatta da zirve idi.