Ana Sayfa>Genel(Sayfa 136)

Muhammed Nasuhi Üsküdari

 

Makâm-ı evliyâdır, menbâ-ı feyz-i fütûhîdir,
Edeple dâhil ol sofî, bu dergâh-ı Nasûhî’dir.

Halvetiyye – Şabaniyye yolunun büyüklerinden olan Şeyh Muhammed Nasuhi Efendi ; bir rivayete göre 1648 diğer bir rivayete göre de 1652’de dünyaya gelmiştir.Babası Seyyid nasuhi bin İhtiyareddin bey , annesi ise Afife Hanım’dır. Nasuhi mahlası babasının adına nisbetle verilmiştir. Annesi, Nasuhi Efendi daha iki üç yaşlarındayken vefat etmiştir.

Muhammed Nasuhi‘nin çocukluğu, doğduğu evde geçmiş, aile bir müddet sonra Üsküdar’da Kefçe mahallesine taşınmıştır. Nasuhi, tahsil hayatına bu mahallede başlamıştır. Medrese tahsilinden sonra bir müddet ” Enderun Hümayun” çalışmıştır. Nasuhi , daha çocukluktan gençliğe yeni geçtiği zamanlarda tasavvufa merak sarmış, uzun müddet sufi meclislerinde sohbetler dinlemiş sonunda Atik Valide Tekkesindeki Karabaş-ı Veli hazretlerine intisap etmiştir. Bu intisap şöyle olmuştur ;
Nasuhi hazretleri, Sultan Mehmet camii’nde tahsilde iken Mustafa Efendi, müşarünileyn meziyet ve vasıflarını Karabaş-ı Veli hazretlerine nakl ve ifade etmiş ve bir gün Hazret, ona mülaki olmuştur. Kendisine orada bir hücre tahsis edilmiş, keyfiyet, babası Nasuh Bey’e de bildirilmiştir. Oğlunun kendince maruf olmayan bir zata intisab etmesinin sebebini anlamak üzere, Nasuh bey, Karabaş-ı veli’nin huzuruna girince: ” Gel bakalım, yahu babası oğluyla beraber gelmeli” diye hitap edince Nasuh Bey, Karabaş-ı Veli’nin elini öperek kemal ve meziyetini takdir ederek oğlunun terbiyye-i maneviyesini ona terk etmiştir.

Manevi hayatında büyük bir kabiliyet gösteren ve seyr sülükunu on iki sene hizmetten sonra, genç bir yaşta tamamlayan Şeyh Nasuhi 27 yaşında (1674) hilafete getirilmiştir. Sonrasında mürşidinin emriyle Mudurnu’ya gönderilmiş ve burada Sunullah zaviyesinde on bir sene tekke şeyhliği yapmıştır.Mudurnu halkından pekçok kimse onun sohbetinde bulunarak feyzinden istifâde etti ve birçok talebe yetiştirdi.

Nasuhi Mudurnu’da görev yaptığı sırada (1679) mürşidi Karabaş Veli’nin Limni’ye sürgün edildiğini öğrenmiş ve tahmin 1680 yılında Limni’ye gitmiştir. Şeyhi Karabaş Veli hazretlerini ziyaret ve hizmet amacıyla ada’ya birkaç kez gidip gelmiştir. Nasuhi hazretleri bu ziyaretlerinde o sırada Limni’de sürgün hayatı yaşayan XVII. Asrın büyük mutasavvıflarından Niyazi Mısri‘nin de yakınında ve hizmetinde bulunmuş, Niyazi Mısri hazretlerinden fevkalede etkilenmiştir.

Ada’daki hizmetlerinden sonra Mudurnu’ya dönmüş ve 1685 senesine kadar Mudurnu’da kalmıştır. Şeyh efendi 1685 senesinde yerine Mudurnulu Abdullah Rüşdi‘yi halife bırakarak İstanbul’a dönmüştür.

İstanbul’a geldiği ilk yıllar Üsküdar’daki Çakırcı Hasan Paşa daha sonra da Süleyman Paşa camiilerinden iki sene irşad faaliyetlerinde bulunur. Nasuhi Efendi henüz öğrenciliği sırasında Şeyhi Karabaş veli ile Üsküdar’da geziye çıktığı bir gün Doğancılar Meydanına geldiklerinde ( Şimdiki Nasuhi dergahın olduğu yer) Karabaş veli hazretleri ” Oğlum inşallah burası senin yüzünden mamur ve kıyamete kadar Asitane-i Nasuhi diye meşhur olur” şeklinde dua ve işarette bulunur. Şeyh Nasuhi Mudurnu’dan İstanbul’a geldiğinde bu sözleri ilahi bir emanet kabul ederek Nasuhi Tekkesini kurmaya çalışmıştır.

Bu dergahı yaptırırken Yeniçeri ağası Damat Hasan Paşa ona her türlü maddi ve manevi desteği sağlıyordu. Fakat bu sırada Damar Hasan Paşa’nın Van Muhâfızlığına tâyin edilmesi, destekten mahrum kalmasına sebeb oldu, beş kese altın borç alarak dergâhın inşasını tamamladı. Bu borç sebebi ile bir müddet sıkıntı çektiyse de sonra kurtuldu.

Tamamen Nasuhi Efendinin mülkü olan dergahta, Cuma namazı kılınmaya başladı. 1704 (H.1116) senesinde Veziriazam Damad Hasan Paşa bu dergaha imam, hatib, müezzin, kayyım tayin ettirdi. Diğer ihtiyaçları için de günlük yüz elli akçe tahsisat ayırttı. Ayrıca Hadice Sultan ve Vâlide Atik Sultan vakıflarından bu dergâhın ihtiyaçları için gelir tahsîs edildi. Dergâhta bulunan dervişlerin her türlü ihtiyaçları temin edildiği gibi, dergâha her gün gelen misâfirler ağırlandı.

Nasûhî Efendi, dergâhında pekçok talebe yetiştirdiği gibi, çeşitli câmilerde verdiği vaaz ve nasîhatleriyle onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmaları için çalıştı. 1705 senesinden itibaren dönemin padişahı III. Ahmed’in isteğiyle Eyyub Sultan camiinde Salı günleri vaaz vermeye başladı. Vefâtına kadar bu mübârek makamda vaaz ve nasihata devam etti. Çok tesirli ve ilgi çekici vaazlarını sayısız kimse uzaktan yakından gelip dinledi. Câmide toplanan kalabalıktan o gün Nasûhî hazretlerinin vâz günü olduğu anlaşılırdı.

1714 senesinde Kastamonu’ya gönderildi. Kastamonu’da bulunduğu sırada da vazifesini sürdürdü. Orada Halvetiyye ve Şâbâniyye yolu büyükleriyle görüşüp sohbet etti. Evliya ve alimlerin kabirlerini ziyâret etti. Bu yolculuğu sırasında oğlu Şeyh Alaeddîn Efendi de yanında bulundu. Kastamonu’dan ayrılacağı sırada büyük velî Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin kabrinin bulunduğu türbeye girdi. Kabrinin başında Kur’an-ı kerim okuyup sevabını rûhuna bağışladı.

Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin ruhaniyetine teveccüh edip, yönelip ondan istifâde etti. Ona vedâ ettikten sonra hayvanına binerek Ilgaz Dağında türbesi bulunan Benli Sultan diye meşhur olan Şeyh Muhyiddîn Efendinin kabrini ziyârete gitti. Bu ziyâret sırasında yanında Kastamonulu Azizzade Efendi ve Nasûhî hazretlerinin oğlu Alâeddîn Efendi de bulunuyordu.

Nasûhî Efendi, Benli Sultanın kabrini ziyaret etmek için Kastamonulu Azizzade ile birlikte türbenin içine girdi. Oğlu Alâeddîn Efendi ise, kapıda bekliyordu. Biraz sonra Alaeddîn Efendi de türbenin içine girdi. Nasuhi Efendi iki rekat namaz kılıp Kur’an-ı kerim okuduktan ve sevabını Benli Sultanın ruhuna hediye ettikten sonra onun rûhâniyetine teveccüh etti. Bu sırada oğlu Alaeddîn Efendi de gözlerini kapayıp teveccüh ediyordu. Kulağına konuşma sesleri gelmeye başladı. Kendi kendine; “Herhalde babam Azizzade ile konuşuyorlar.” dedi. Fakat gözlerini açıp baktığında ne görsün. Sandukanın üzerinde orta boylu, hafif sakallı bir zât duruyordu. Babası Nasuhi Efendi de o zatla sohbet ediyordu. Onların bu hallerinden ve heybetlerinden hayrete düşen Alaeddîn Efendi, dışarı çıktı. Bir müddet sonra Nasuhî Efendi ve Azizzade Efendi de dışarı çıktılar.

Kastamonu’dan ayrılıp, İstanbul’a gelmek üzere yola çıkan Nasuhi Efendi, bu yolculuk sırasında Mudurnu’ya uğradı. Mudurnu’daki bir halini oğlu Şeyh Alaeddîn Efendi şöyle anlattı: “Babam Nasuhî Efendi, Kastamonu dönüşünde Mudurnu’ya gelip Sunullah Efendinin kabrini ziyâreti sırasında birkaç gün talebelerinden Abdullah Efendiye misâfir oldu. Bir gün işrak namazından sonra istirahat ediyorlardı. Biz de Abdullah Efendi ile sohbet ediyorduk. O sırada iki zât zuhûr edip, selâm verdiler ve yanımıza oturdular. Sarışın, kısa boylu, heybetli kimselerdi. Bir ara bana korku gelip yanlarından kalktım. O zâtlar, Nasuhi Efendi uyanınca yanına gittiler. Şeyh Abdullah Efendi’ye; “Bunlar kimlerdir?” diye sordum. O; “Bunlar Sun’ullah Efendinin talebelerindendirler.” cevâbını verdi. Ben ona; “Sun’ullah Efendi vefât edeli yüz seneye yakın oldu.” deyince, Abdullah Efendi; “Bunlar cinnî tâifesindendir. Tecdîd-i bîat (bîatlarını yenilemek) için geldiler. Hâlen Sun’ullah Efendinin türbesinin penceresi önünde otururlar. Pekçok defâ bunları görenleri gördük.” dedi.

Muhammed Nasuhi Efendi 1718 senesi Şaban ayının son haftası, vaazında; “Bize bir sefer gerekti. Bu makamda son vaazımdır.” buyurarak cemaate veda etti. Dergahlarında da aynı şekilde vedâ etti. Onun bu sözlerini talebeleri herhalde Kastamonu’ya gidip oradaki büyükleri ziyaret edecek diye mânâlandırdılar. O hafta Cumâdan sonra hastalandı. Ramazan ayının ilk günlerindeydi. Bir gece oturduğu evden dışarıya çıkan Nasuhi Efendi, dergahın bahçesinde dolaşıyordu. Onun bahçede dolaştığını gören hanımı, bahçeye çıkarak yanına yaklaştı ve; “Muhterem efendim! Bu gece vakti bu bahçede niçin gezinip durursunuz?” diye sordu. O da; “Allahü teâlâ bilir ama, bu bayramı burada geçireceğiz. Şimdiden kendime yer hazırlıyorum.” buyurdu.Hanımı bu haberi işitince üzüldü ve; “Niçin böyle söyleyip yüreğimizi yakıyorsun.” dedi. Nasuhi hazretleri; “Takdîr-i İlâhî böyledir.” cevâbını verdi. Aradan günler geçti. Ramazân-ı şerîf ayının ortasına geldiğinde, sevenlerini etrafına toplayıp, yerine oğlu Alâeddîn Efendiyi halife tayin etti ve vasiyetini bildirdi.

Muhammed Nasûhî hazretlerinin talebelerinden Şâmî Ahmed Efendi, vefât edeceği gün hocasını ziyâret etti. Mahammed Nasuhî Efendinin hastalığı iyice artmıştı. Şami Ahmed Efendi ona; “Efendim biraz az oruç tutup ilaç kullanırsanız rahatsızlığınız iyileşebilir.” deyince, Nasûhî Efendi; “Oğlum! Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle otuz senedir farzları değil nâfileleri dahi noksan yapmadım. İnşâallah bu gece dergâh-ı izzete, oruçlu giderim.” buyurdu.

Mahammed Nasûhî hazretleri vefât ettikleri gün ikindi namazından sonra hizmetinde olan dervişlere; “Bu gece Cüneyd-i Bağdâdî, Abdülkâdir-i Geylânî, Molla Hünkâr Celâleddin, Mârûf-i Kerhî, Seyyid Yahyâ Şirvânî, Sultan Şâbân-ı Velî ve hocam Karabaş Veli hazretleri teşrif buyuracaklardır. Onlara hizmette kusur etmeyin.“İftar vaktinde Derviş İbrâhim, Nasûhî hazretlerinin yanından odanın kapısına varıp iki lokma ekmek yedi. Üçüncü lokmayı yerken Nasûhî hazretleri bir defâ; “Hû.” diye seslendi. Derviş İbrâhim ekmeği bırakıp içeri girerken tekrar; “.” diye Allahü teâlânın ismini zikr edip rûhunu teslim etti.

Ramazân-ı şerîf ayının on sekizinci Pazartesi günü iftâr vaktinde vefât etti. Ertesi gün Üsküdar’da Doğancılar Parkının karşısındaki çıkmaz sokağın içindeki dergâhının bitişiğinde defnedildi. Muhammed Nasûhî Efendinin kabrinin üzerine daha sonra türbe inşâ edildi. Taştan yapılmış türbenin önünde mescidin minâresi vardır. Eskiden türbeden mescide bir kapı açılırdı. Türbenin içinde tahta sandukalı on kabir vardır. Ortadaki demir şebekeli sanduka Şeyh Nasûhî Efendinindir. Diğerleri ise Muhammed Nasûhî Efendinin oğulları ile torunlarının ve türbede postnişinlik yapanlarındır. Bâzılarının üstünde isimlerini ve vefât yıllarını gösteren levhalar vardır. Türbenin sağ tarafında dergâhın mescidi vardır. Türbenin üzerinde Şâir Zekâî’nin ta’lik hattıyla yazılmış olan şu iki satırlık manzûmesi bulunmaktadır.

Makâm-ı evliyâdır, menbâ-ı feyz-i fütûhîdir,
Edeple dâhil ol sofî, bu dergâh-ı Nasûhî’dir.

Mânâsı: “Ey derviş! Manevî fetihlerle ilgili feyzlerin kaynağı ve velîler durağı olan bu Nasûhî dergâhına edeple gir.”
[toggle title=Keramet ve Menkıbeleri load=”hide”]Keramet ve Menkıbeleri
Tasavvuf yolunda kutbiyyet, gavsiyyet ve ferdiyyet derecelerine ulaşmış olan Muhammed Nasûhî Efendinin birçok kerâmetleri görüldü.

Sakız Adasını Venedikliler istilâ etmişler, oradaki müslüman halka eziyet ve işkencelerde bulunmuşlardı. Bunlara karşı Mezomorto HüseyinPaşa komutasında bir donanma gönderildi. Bu donanma Sakız’ı almak üzere savaşa girdi. Osmanlı yiğitleri Sakız’da çarpıştıkları bir sırada, Nasûhî Efendi, Üsküdar’daki dergâhında kırk gün süren bir halvete çekildi. Kimsenin olmadığı bir odada Allahü teâlâyı zikreder, oruç tutar, namaz kılar, Kur’ân-ı kerîm okuyarak ibâdet ederdi. Bir gün yakın dostlarına; “Elhamdülillah Sakız Adası ehl-i İslâma nasîb oldu.” buyurdu. Yakın dostları bugünün târihini bir yere kaydettiler. Birkaç gün sonra fetih haberi duyuldu. Aylar sonra Sakız Adasının fethine katılan gâzilerden bâzıları Nasûhî Efendinin dergâhına ziyârete geldiler. Adanın fethi sırasında, Venediklilere karşı elinde kılıç olduğu halde asker kıyâfetinde olmayan pekçok yiğitle birlikte Nasûhî Efendiyi çarpışır gördüklerini söylediler. Adanın fetholunduğu günü bildirdiler. Talebeler daha önce kaydettikleri târihle karşılaştırdıklarında bunun, bildirilen güne rastladığını hayretle müşâhede ettiler.

Muhammed Nasuhi Efendi borçlarını ödemekle meşgul olduğu sırada Mezomorto Hüseyin Paşa konağına dâvet etti. Nasûhî Efendi, Paşanın konağına varınca, Paşa saygıyla ayağa kalkıp kendisine ikrâmda bulundu. Muhammed Nasûhî Efendi, Paşanın bu hareketine hayret etti. Kendi kendine; “Bu ne haldir? Bakalım sonu ne olacak.” dedi. Çünkü Mezomorto Hüseyin Paşa, Nasûhî hazretlerine daha önce yakınlık göstermezdi. Bugünlerde ilgilenmesi onun dikkatini çekti. Hüseyin Paşa, Nasûhî hazretlerine hitâben; “Efendi hazretleri! Bize niçin yabancı gibi bakıyorsun. Sakız önündeki muhârebede bize zaferi müjdeleyen siz değil miydiniz?” dedi. Çünkü Sakız muhârebesi sırasında Nasûhî Efendi, Mezomorto Hüseyin Paşanın bulunduğu kalyona kerâmet olarak gelmiş, zaferi müjdeledikten sonra kaybolmuştu. Sakız muhârebesi sırasında bu müjdeyi veren kimsenin Nasûhî hazretleri olduğunu bilen Hüseyin Paşa, o gece, onu konağında misâfir edip izzet ve ikrâmlarda bulundu. Ertesi sabah dergâh inşâası sebebiyle olan bütün borçlarını ödediği gibi, dergâhının çeşitli ihtiyaçlarını da temin etti. Böylece Nasûhî Efendinin kimseye borcu kalmadı.

Nasûhî Efendi, vâz günlerinden olmayan bir günde Eyyûb Sultan Câmiine gelmişti. Câminin o günkü vâizi, hazırladığı vâza âit notlarını unutmuştu. Durumu Nasûhî Efendiye bildirdi. Nasûhî Efendi de hazırlıksız olmasına rağmen kürsüye çıktı. “Bana bir kitap veriniz.” dedi. Orada bulunanlar bir şiir kitabı verdiler. Nasûhî Efendi o kitaptan bir şiir okuyarak vâza başladı. Bugünkü vâzı diğerlerinden daha hoş olup, dinleyenler çok memnun kaldılar. Nasûhî Efendinin o kitaptan okuduğu kıt’a şudur:
Gönül ki sînede sensiz garîb imiş cânâ
Vatanda âşıka kûyün habîb imiş cânâ
Gamınla mihnete salmışdı rûzigâr beni
Yine cemâlini görmek nasîb imiş cânâ.

ARZU EDEN GELSİN

Muhammed Nasûhî Efendi, bir ara üç gün müddetle sevenlerinden birinin dâveti üzerine hava değişikliği için Çamlıca civârındaki Bulgurlu’ya gitti. Bulgurlu’ya gelişlerinin ilk gecesi, gece yarısından sonra teheccüd namazını kıldıktan sonra yanında bulunanlara; “Bize bugün Üsküdar’a gitmek gerekiyor. Hizmeti yerine getirdikten sonra inşâallah yine geliriz. Arzu eden bizimle gelebilir.” buyurdu. Sabah namazını kıldıktan sonra Üsküdar’a gelmek üzere yola çıktı.Yolda karşısından derviş kıyâfetli biri geldi ve; “Ben duâcınız da efendime gidiyordum. Dergâhınıza vardım. Efendim hazretleri (yâni siz) Bulgurlu’dadır.” dediler. Çok şükür efendime burada kavuştum. Size gelişimin sebebi, Üsküdar’da Bülbülderesi denilen yerdeki bir mağarada, Nakşibendiyye yolu mensuplarından Şâh Haydar adında bir zât vardı. Bu zât kimsenin işine karışmayan, haram işlememek için insanlardan uzak yaşamaya gayret eden biriydi.Ömrünün sonuna doğru bana; “Artık dünyâ hayâtım bitmek üzeredir. Vefât ettiğimde cenâzemi yıkamak, namazımı kılmak, kabre koymak ve telkînimi vermek üzere Nasûhî hazretlerinin vekil olmasını istirhâm ediyorum. Bu vasiyetimi unutma ve başkaları yapmak isterlerse mâni ol. Vefâtımı ve vasiyetimi ona bildirmene lüzum yok. Ona Allahü teâlâ bildirir.” buyurdu.Lâkin duâcınız işgüzârlık yapıp kendiliğimden geldim. Bu gecenin son üçte birinde vefât etti.” dedi. Nasûhî hazretlerinin yanında bulunan talebeleri, onun bir kerâmetini daha gördüler. Vefât eden zâtın dediği gibi oldu. Nasûhî hazretleri talebeleriyle birlikte Bülbülderesine geldi. Kabrini kazdırdı.Cenâzesini yıkadı. Namazını kılıp, kabre koydu ve telkînini verdi.

ACELE TÖVBE ET

Sarayda vazîfeli Mehmed Ağa anlattı: “Sarayda, Enderûndan yetişmiş bir ağa, Üsküdar’daki konağında oturuyordu. Ben de önceleri onun konağında vazîfeliydim. O günlerde, Doğancılar’da Nasûhî Efendinin vefât ettiği duyuldu.Cenâze namazı kılınmak üzere câmiye götürülüyordu.Talebeleri mübârek tabutu omuzlarına almışlar, gözyaşları arasında ağanın evi önünden geçerken, ağa, kalabalığı görmeyeyim diye pencerelerin perdelerini kapattı. Çünkü Nasûhî hazretlerinin büyüklüğüne inanmazdı. Ağa, o gece rüyâsında büyük bir kalabalığın Pâdişâh Sultan Ahmed Hanı beklediğini gördü. Halk, yolun kenarlarına dizilmişlerdi. Öyle ki, çarşının aşağı başından Ahmediye Câmiine kadar yollar doluydu. Herkes heyecanla bekleşiyordu. Bâzılarına niçin beklediklerini sorduğunda, onlar; “Pâdişâhımız, Nasûhî Efendi hazretlerini ziyârete gelecek. Onun gelmesini bekliyoruz.” dediler. Bu sırada Nasûhî Efendi, Pâdişâhın geleceği istikâmete doğru, beyaz bir at üstünde göründü. Etrafında talebeleri vardı. Nasûhî Efendi, Ağanın önünden geçerken durdu. Ona dönüp; “Allahü teâlânın sevdiği kulları sevmeyenler, helâk olur. Bu düşmanlık, onların perişân olmalarına kâfidir. Sen acele tövbe et ki, kurtulasın!” buyurdu. O sırada uyanan Ağa, sıkıntıdan ter içinde kaldığını gördü. Hemen tövbe edip, abdest aldı. İki rekat namaz kılıp Kur’ân-ı kerîm okudu. SevaplarınıNasûhî hazretlerinin rûhuna bağışladı. Bir müddet durdu. Hiç âdeti olmadığı halde dışarı çıkıp tek başına sokak kapısını açtı ve yola çıktı. Hanımı onun alışılmamış bu hâli sebebiyle beni (Karakulak Mehmed Ağayı) çağırdı. Ağa nereye gidiyor acabâ tâkib et dedi. Ben de ağanın arkasınca gittim. Ağa Doğancılar’a geldi. Nasûhî Efendinin dergâhına girdi. Ben de varıp bir köşeye gizlendim. Ağanın hareketlerini tâkib ettim. Sabah namazını kıldıktan sonra, Nasûhî hazretlerinin türbesine girdi. Kabr-i şerîfinin başında bir mikdar durduktan sonra, Kur’ân-ı kerîm okudu. Oradan çıkarak evine döndü. Ben de geri dönüp gördüklerimi hanımına anlattım. Hanımı Ağaya, bilmiyormuş gibi gece nereye gittiğini sordu. Gittiği yeri ve gidiş sebebini anlattırdı. Hanımı Ağadan dinlediklerini daha sonra bana nakletti.”

Bu zamandan sonra, Nasûhî hazretlerinin sevenlerinden olan Ağa, dergâhının devamlılarından oldu.
,
Sâlih Efendizâde Feyzullah Efendi çocuk iken hastalanmış, bir şey yiyip içmeden dalgın halde yatıyordu. Nasûhî Efendi, Burnaz Hasan Ağaya; “Sâlih’e gidelim, Sâlih’in oğlu hasta olup perişan bir halde yatmaktadır.” dedi. Yanlarına aldıkları bir-iki kimseyle birlikte Sâlih Efendinin evine geldiler. Dalgın bir halde yatan Feyzullah Efendinin başucuna yaklaşıp ellerini alnına koydu ve; “Feyzullah’ım, Feyzullah’ım.” diyerek yüzünü okşarken Feyzullah Efendi gözlerini açtı. Gördü ki, mübârek elleriyle kendisini okşuyordu. Feyzullah Efendi, Nasûhî Efendinin ellerini öptü. O saatte üzerindeki ağırlık ve rahatsızlık gitti.

Draman Dergâhı şeyhi olan Îsâ Efendinin kızı hastalanmıştı. Hastalık o dereceye ulaşmıştı ki, etrâfında bulunanlar ondan ümit kesmişlerdi. Îsâ Efendi de tam bir ümitsizliğe düşmüştü. Bir an Nasûhî Efendi ile kardeşlik derecesinde sevgileri olduğunu düşünüp, evlâd-ı mânevîsî olanZâkir AhmedEfendiyi Üsküdar’a gönderdi. Zâkir Ahmed Efendiye; “Nasûhî Efendi hazretlerine git, selâmımı söyleyip hâlimi arzet. Ömrümün meyvesi biricik kızım çok hastadır. Kardeşliğini bugün için beklerim. Himmet buyurup kızımın sıhhate kavuşması için Allahü teâlâya yalvarıp duâ etmelerini istiyorum.” dedi. Zâkir Ahmed Efendi hemen Üsküdar’a gidip Nasûhî Efendi hazretlerinin dergâhına vardı. Huzurlarına çıkıp ellerini öptükten sonra geliş maksadını arzetti. Nasûhî Efendi bir mikdâr durakladıktan sonra; “Îsâ Efendiye selâm söyle. Cenâb-ı Hak kerîmdir, bağışlar. Çok üzülmesinler.” buyurdu ve müjde verdi. Ahmed Efendi, Îsâ Efendinin dergâhına döndüğü zaman, selâm verip içeri girdi. Ona hastanın kalkıp çorba içtiğini ve biraz kendisine geldiğini söylediler. Ahmed Efendi, Nasûhî Efendi hazretlerinin selâmını tebliğ edip, müjdelerini bildirdi. Îsâ Efendinin kızı kendisinin sıhhate kavuştuğu kanâatine vardı. Dergâhta bir bayram havası vardı ve herkes seviniyordu. Bu sırada, Nasûhî Efendinin ergenlik çağına ulaşmış olan kızı hastalandı. Kendisine haber verdiklerinde; “Onun için gerekli hazırlıkları yapın, vefât edecektir.” buyurdu. Techiz ve kefeni hazırlanıp diğer hazırlıkları yapıldı. O gece kızı vefât etti. Ertesi günü defnedildi.

Lodosun şiddetle estiği fırtınalı bir günde talebeleri Nasûhî Efendiyi ziyârete gittiler. Bir miktar sohbet ettikten sonra, Harem İskelesine doğru geldiler. Sonra Nasûhî Efendi; “Harem’den Galata’ya cenâze namazına kim gider?” dedi. Orada bulunanlar; “Ey Sultanımız! Bu fırtınalı havada karşıya geçmek mümkün müdür?” dediklerinde; “Aslına sonra vâkıf olursunuz. Sevâba ihtiyâcı olan gider.” buyurdu. İki ihtiyar kimse ile gitmeye karar verdiler. Talebeleri de Aşağı Çınar’a kadar berâber gidiyorlardı. Hacı Paşa Hamamı önünde bir mevlevî dervişi zuhûr etti. Gelerek Nasûhî hazretlerinin elini öptü. Derviş konuşmaya başlamadan önce Nasûhî Efendi; “Fasîh Dede ne zaman vefât etti.” diye sordu. Derviş; “Bu gece yarısından önce Derviş Osman’ı odasına çağırıp; “Bu gece yolcu olsak gerektir. Lâkin beni Şeyh Nasûhî gasl etsin (yıkasın). Namazımı dahi onlar kıldırsınlar.” diye vasiyet eyledi ve iki saat geçtikten sonra vefât etti. Biz sabah namazını kıldıktan sonra Derviş Osman beni çağırıp denizde fırtına var. Lâkin elbette Fasîh Dedenin söylediklerinde bir hikmet vardır. Buradan bir kayığa bin, İstanbul’a (Eminönü’ne) var. İstanbul’dan büyük bir kayık bulup git, Nasûhî Efendi hazretlerine durumu haber ver. Elbette onlara dahi malûm olmuştur. İcâbet buyururlar diye, Sultanım hazretlerine ben kölenizi gönderdi. Ben büyük bir kayık getirdim. Şimdi Şemsipaşa’dadır.” dedi. Nasûhî Efendi talebeleriyle birlikte Şemsipaşa’ya kadar yürüdüler. Orada bekleyen kayığa bindiler. Talebeleri hocalarının sözündeki hikmeti anladılar ve bir kerâmetine daha şâhid oldular.

Nasûhî Efendinin sevenlerinden Şâmî Ahmed Efendinin bir kız çocuğu olmuştu. Hanımıyla konuşup çocuğun ismini Fâtıma koymaya karar verdiler. Bu sırada Nasûhî Efendinin, Ahmed Efendinin evine gelmekte olduğunu gördüler. Ev sâhibi kapıya çıkıp onu hürmetle karşıladı, ellerini öptükten sonra içeriye dâvet etti. Nasûhî hazretleri başkaları hiçbir şey konuşmadan; “Oğlum biz sizin kızınıza isim koymak için geldik.” buyurdu. Ahmed Efendi çocuğun annesinin yanına girip durumu anlattı. Çocuğun annesi; “Biz kendi aramızda Fâtıma ismini koymayı kararlaştırmıştık ama, bunda da bir hikmet var. Nasûhî hazretlerinin verdiği isim olsun.” dedi. Çocuğu Nasûhî Efendinin kucağına verdiler. Kimseye hiçbir şey söylemeden sağ kulağına ezan, sol kulağına ikâmet okuduktan sonra, çocuğa Fâtıma ismini verdi. Orada bulunanlara da buyurdu ki: “Allahü teâlâ bilir ama sizin gönlünüzden de Fâtıma ismi koymak geçiyordu.” buyurdu. Çocuğun babası ve yanındakiler Nasûhî hazretlerinin kerâmetini görüp büyük bir velî olduğunu anladılar.

Abdülkerîm Dede, Canbazlar Kethüdâsı İbrâhim Ağa ve Nasûhîzâde Ahmed Efendi anlattılar:

“Bir gün dergâha elinde bavulu ile biri geldi.Bavulunu emânete verip, bize Nasûhî hazretlerinin türbesini sordu. Biz de; “Yorgunsun, birazcık dinlen, sonra ziyâret edersin.” dedik. Fakat o; “Önce ziyâret edeyim sonra dinlenirim.” cevâbını verdi. Bunun üzerine türbeyi gösterdik. O gidip kabrin başında bir müddet Kur’ân-ı kerîm okudu. Ziyâretten sonra yanımıza gelip oturdu ve şöyle anlatmaya başladı: “Bu fakîr, seyahatim esnâsında bir vilâyete uğradım. Birisine; “Burada talebelerin, gariplerin kaldığı bir dergâh var mıdır?” diye sordum. O da; “Filân yerde bir dergâh var. Aradığını orada bulabilirsin.” dedi. Oraya gidip misâfir oldum. Dergâhın idâresini yapan, mübârek kâmil bir zât imiş. Onunla tanıştık, o gece berâber sabaha kadar sohbet ettik. Bana seyahatimin sebebini ve nereye gideceğimi sordu. Ben de anlattım ve İstanbul’a gideceğimi bildirdim. Bana; “Oğlum, bir ricâda bulunsam acabâ yerine getirebilir misin?” dedi. “Elbette gücüm yeterse yaparım, emrediniz.” dedim. O da; “İstanbul’a gitmek için, Üsküdar’dan geçmen lâzım. Üsküdar’ın Doğancılar semtinde Nasûhî hazretlerinin türbesi vardır. Oraya uğradığında bizim hürmetimizi bildirip, mübârek rûhuna Yâsîn-i şerîf, üç İhlâs ve bir Fâtiha okuyup sevâbını hediye eder misin?” dedi. “Peki, inşâallah emrinizi yerine getiririm.” dedim. Sonra ona; “Efendim! İstanbul’da pek büyük velîler, âlimler olduğu hâlde, niçin önce Nasûhî Efendiye gitmemi arzu ettiniz?” diye sormaktan kendimi alamadım. O da: “Babam Kâdiriyye yolunda olgun bir velî idi. O hayatta iken kıymetini bilemeyip nefsimin hevâsı peşinde koştum. O vefât ettikten sonra da huzûrum iyice kaçtı. Birgün babamın yerine bakan halîfesi bana; “Ey mübârek hocamın yâdigârı! Kıymetli ömrünüzü böyle geçirip giderseniz sonunuz hüsrân olur. Mübârek hocamızın bize bir emânetisiniz. Zararın neresinden dönerseniz kârdır. Geç de olsa bir medreseye gidip ilim tahsîl etseniz, bir velî kulun hizmetine girip kalb ilimlerini öğrenip buraya gelseniz ve babanızın yerine geçseniz ne güzel olur. Size elimizden geldiği kadar yardımcı oluruz. Size yakışan budur.” dedi. “Peki, nereye gideyim.” diye sorduğumda da; “Edirne’de tanıdığım âlimler var. Oraya gidebilirsin.” deyince, hazırlığa başladım. İhtiyaçlarımı tedârik edip yola çıktım. Yolculuk uzun ve yorucu oluyordu. Vakti gelince namazlarımı kılıyor, akşamları da uygun yerlerde uyuyup dinleniyordum. Bir gün dinlendiğim bir handa, önümüzdeki yolu eşkıyâların kestiğini, geçenleri soyduklarını söylediler. Ben onların bu sözlerine aldırmayıp Allahü teâlâya tevekkül ederek yoluma devâm ettim. Yol kesicilerin bulunduğu mahalle yaklaştım. Karşı tepenin üzerinde hareket eden bâzı karartılar görülüyordu. Belli ki onlardı. Gitsem mi, gitmesem mi diye tereddüd içinde yürürken, karşıdan siyah bir at üzerinde nûr yüzlü, sakallı ve heybetli bir zât göründü. Yanıma geldiğinde; “Evlâd! Korkma, gel benimle.” diyerek geri döndü. Peşinden yürümeğe başladım. Eşkıyânın bulunduğu yerden geçtikten sonra bana dönerek; “Bundan ötesi selâmettir. Yolun açık olsun, Allahü teâlâ yardımcın olsun.” dedi ve kayboldu. Cenâb-ı Hak, ilim öğrenmek niyetimin bereketiyle, beni eşkıyânın şerrinden bu tanımadığım mübârek zâtın vesîlesiyle kurtarmıştı.

Uzun yolculuktan sonra Üsküdar’a geldim. Oradan İstanbul’a sonra da Edirne’ye gidecektim. Üsküdar’da yürürken iki kimse yanıma sokuldu; “Ey efendi! Seni üstâdımız dergâhına dâvet ediyor. Lütfen oraya buyurunuz.” dedi. Beni burada kimse tanımazdı. Üstelik benim de tanıdığım bir kimse yoktu. Yine Rabbimize tevekkül edip; “Peki geleyim.” diyerek peşlerine düştüm. Dergâha geldik. Dinlenmemi söylediler. “Beni huzûruna dâvet eden üstâdınızla görüşeyim.” dediğimde; “Üzülme, vakti gelince o sizi çağırır, görüşürsünüz.” dediler. O gece sabaha kadar uyuyamadım. Kur’ân-ı kerîm okuyup, namaz kıldım. Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Bana ilim, amel ve ihlâs ihsân eyle.” diye çok yalvardım. Sabah namazını kıldıktan sonra bana; “Şeyhimiz seni huzûruna bekliyor.” dediler. İçeri girdiğimde, beni eşkıyânın elinden kurtaran o nûr yüzlü zât karşımda duruyor, bana tebessüm ediyordu. Hayretimden dona kalmışım. Aklım başıma geldiğinde hemen eğilip elini öptüm. Sonra da; “Muhterem efendim! Tehlikeye girdiğimde hayâtımın kurtulmasına sebeb oldunuz.” derken, sözümü kesti ve; “Oğul! Ne garip kelâm edersin. Seninle ilk defâ karşılaşıyoruz. Orada senin gördüğün kimse bu vücûd değildir. Cenâb-ı Hak meleklerinden birini benim sûretimde oraya gönderip, seni tehlikeden kurtarmış.” diyerek hâllerini gizledi. Üç gün dergâhta kalıp istirahat etmemi emretti. Dışarı çıktıktan sonra, bu zâtın kim olduğunu sordum. Nasûhî Efendi olduğunu söylediler. Üç gün cana can katan, kalb hastalıklarına şifâ olan sohbetleriyle şereflendim. Bereketli teveccühleri ile kalbim aydınlandı, haller sâhibi oldum. Üç gün sonra huzûruna çıktığımda buyurdular ki: “Evlâdım! Şimdi memleketine geri dön. Pederinin dergâhında makâmına otur. Bu yolun âdâbına uyarak talebeleri yetiştirmeye çalış. Silsile-i aliyye büyüklerinin rûhâniyetleri seni terbiye ederler. O zaman yüksek haller, zevkler sâhibi olursun. Sana duâ ediyorum. Başın dara düştüğü zaman bizi hatırla.” Bu sözleri can kulağımla dinledim. Mübârek ellerini öptükten sonra vedâlaştım. Memleketime gelip, gördüğün gibi burada talebelerin başında, onlara yardımcı olmaya çalışıyorum. İşte yukarıda anlattığım sebeplerden dolayı Nasûhî Efendiyi ziyâret edip okumanı istedim.” dedi.”
[/toggle]

İlimde ve fazîlette yüksek bir zat olan Muhammed Nasuhi hazretleri, güzel ahlâk sahibiydi. Riyâzet, nefsin istediklerini yapmamak ve mücâhede, nefsin istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalışırdı. Uzun müddet halvette kalırdı. Recep ayının başında halvete girip, Ramazân-ı şerîf bayramında halvetten çıkardı. İki erbaîn (kırk gün) ve bir îtikâf müddeti (on gün) halvette kalırdı. 1696 (H. 1108) senesinde on erbaîn müddeti yâni dört yüz gün müddetle erbâinde kalmıştı. Ramazan ayının son on günündeki îtikâfdan başka olan halvet ve erbaînlerinde yirmi dört saatte bir yemek yerdi. Yağlı ve tuzlu yiyeceklerden sakınırdı.Yediği tuzsuz çorba ve tuzsuz ekmeğin hepsi otuz dirheme (yaklaşık 150 gr) ulaşmazdı. Erbain ve halvetlerde oruçlu olduğu gibi, diğer zamanlarda Pazartesi ve Perşembe günleri ve Arabî ayların 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tutardı. Her gün evvabîn, tesbih, teheccüd, işrak ve duhâ namazlarını devamlı kılardı. Halvet ve erbainlerde Peygamber efendimizin rûhuna bir Fâtiha üç İhlâs okurdu. Diğer peygamberlerin, dört halîfenin, Aşere-i mübeşşerenin diğer Eshâb-ı kirâmın, müctehid imâmların, tasavvuf büyüklerinin de ruhlarına üç İhlâs bir Fâtiha okurdu. Özellikle Hasan-ı Basrî, Cüneyd-i Bağdâdî, Seyyid Yahyâ Şirvânî, Sultan Şâbân-ı Velî, pîri ve mürşîdi Karabaş Ali Efendinin ruhları için okur, her birinin rûhu için ayrı ayrı duâ ederdi.

Nasûhî Efendinin, Ali Alâeddîn Efendi, Fadlullah Efendi, Fahreddîn Muhammed Efendi isimli oğullarından nesli devâm etmiştir. Fadlullah Efendinin kızının oğlu İbrâhim Affet Efendinin neslinden Nasûhîzâdeler diye ulemâdan bir âile devâm etmiştir.

Nasûhî Efendinin tasavvufta tâkib ettiği yola kendisinden sonra gelen talebeleri ve sevenleri tarafından Nasûhiyye adı verildi.

Nasûhî Efendinin tasavvuftaki yolu olan Nasûhiyye yolunu devâm ettiren halîfeleri ise şunlardır:

1) Oğlu Şeyh Alâeddîn Efendi. 2) Şâbân Efendi. 3) Şâbân Efendinin oğlu Mustafa Efendi. 4) Konurapa şeyhi Muhammed Efendi. 5) Mudurnu şeyhi Muhammed Efendi. 6) Serezli el-Hac Ömer Dede. 7) Mudurnu şeyhi Abdullah Reşîd Efendi. 8) Ankara şeyhi Derviş Hasan Efendi. 9) Arâkiyeci Mustafa Dede. Bunlar Nasûhî hazretlerinin icâzetli halîfeleridir. Vazîfe verilmemiş olan pekçok talebesi vardı.

Nasûhî Muhammed Efendinin belli başlı eserleri şunlardır:

1) Tefsîr-i Şerîf: On cildlik bir eserdir. 2) Risâletü’l-Fahriyye, 3) Risâletü’r-Rüşdiyye, 4) Risâletü’l-Velediyye, 5) Şuabü’l-Îmân, 6) Şerh-i Gazel-i Niyâzî-i Mısrî.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]1) Vekâyiü’l-Füdelâ; c.2, s.432
2) Sicilli Osmânî; c.4, s.557
3) Mu’cemü’l-Müellifîn; c.12, s.80
4) Esmâü’l-Müellifîn; c.2, s.314
5) Sefînetü’l-Evliyâ; c.4, s.31
6) Tezkire-i Sâlim; s.669
7) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.176
8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1129
9) Îzâhü’l-Meknûn; c.2, s.438
10) Üsküdar Târihi; s.239, 373
11) Menâkıb-ı Nasûh-i Üsküdârî
12) Üsküdarlı Muhammed Nasuhi ve Divani – Mustafa Tatcı – Kaknüs yayınları

[/toggle]

Şeyh Hafız Mustafa Efendi

Şeyh Hafız Mustafa Efendi’nin kabri şerifi ; Kastamonu Şeyh Şaban Veli türbesinde

Abdullah Efendi’nin vefatından sonra Şaban-ı Veli Tekkesine 13. Şeyh olarak Şeyh Hafız Mustafa Efendi irşada memur edilmiştir. Babaları Halveti Şeyhlerinden Şeyh Hacı Ahmet Efendi olup 1123 H. tarihinde dünyaya gelmişlerdir.

Şeyh Hafız Mustafa Efendi, hafızlığı bitirdikten sonra akli ve nakli ilimleri tahsille, zahir ilimden icazet aldıktan sonra sofiler mesleğine kendisinde bir heves uyandığından Şeyh Hafız Mehmet Efendi’ye intisab ile Şeyhlik icazetini almıştır.

Şeyh Hafız Mustafa Efendi, zahit olmakla beraber zahiri ilimde de çok kuvvetli bir şahsiyet olup tevatüren nakil olunan ve büyüklerine delil olan hadiselerden birini burada nakletmeyi münasib bulduk :
O devrin tanınmış ilim adamlarından halen Çorum’da medfun Şeyh Yusuf Bahri Hazretleri her nerede olsa fazilet erbabı ile görüşmek ve onlarla ilmi mübaheserde bulunmayı adet ettiğinden tesadüfen şehrimize yolları uğramıştır.

Kastamonu’nun üleması ile görüşmek ve ilmi sohbetlerde bulunacak ilmen ve İrfanen kimin bulunduğunu görüştüğü kimselere sorduğunda Şaban-ı Veli tekkesinde Mustafa Efendinin bulunduğunu söylemişlerdir.

Yusuf Bahri Hazretleri, ilmi sohbetlerde kanşısındaki ilim adamına, faziletçe bir üstünlük gördüğü vakitte nefsinde bir haz duyduğu için daima ilmi sualleri sormakla tereddüt etmezmiş. Şeyh Mustafa Efendi ile görüşmek üzere Şaban veli dergahına giderken bir taraftan da Şeyh Mustafa Efendi’ye soracağı sualleri hafızasında kararlaştırdıktan sonra tekkenin kapısından içeri girdiğinde Şeyh Mustafa Efendi’nin hücre başında elinde kağıt ve kalem olduğu halde yazı yazdığını ve bu yazıların kendi kafasında hazırladığı suallerin cevabı olduğunu anlar anlamaz, ilahi bir aşk kendisni kaplamış ve derhal Şeyh Hafız Mustafa Efendi’nin ellerini öperek dervişleri olmuşlar ve bu suretle Halveti tarikatının usul ve erkanını öğrenmeye başlayıp bir erbain çıkararak Cenab-ı Hakk’a ibadetle meşgul olmuşlar fakat bu 40 gün içerisindeki mücahede ve zikre devam etmişlerse de ikmali hale muvaffak olmamışlar ve bu erbainden sonra iki erbain daha halvete girerek nefsi ile mücahede de bulunmuşlar ve bütün dünya varlığından ellerini çekmişler ve nihayet Şeyhlik icazetini almaya muvaffak olmuşlardır.

Şeyh Mustafa Efendi‘nin diğer bir icazetli Şeyhleri de Çankırılı Şeyh Hacı Dede olduğu rivayet olunmaktadır. 33 yıl şeyhlik yaptıktan sonra 1215 Hicri (1800 M.) ahirete intikal etmişler ve Şaban-ı Veli türbesine defnolunmuşlardır.

Kerametlerinden biri şöyle naklolunur ; vefatlarında adet üzere cenazenin yıkanması çadır içinde olup yıkayıcı olan zat vaktin ülemasından Ağaimareti Müderrisi Arap Hoca Efendi olup taassuf saikası ile Şeyh Mustafa Efendi aleyhinde söylemedik söz bırakmazmış. Su kuyucu derviş çadırdan çıktığı ve çadırda yalnız Hoca Efendi kaldığı bir sırada Şeyh Mustafa Efendi hocanın bileğinden şiddetle tutar, hoca bileğini kurtarıp dışarıya fırlayarak ” Abdurrahman Efendi , babanız hayattadır , giripi içeri bakın” demesi üzerine Abdurrahman Efendi içeri girdiğinde babasında hayat eseri olmadığını görür ve meseleyi anlar ” siz hizmetinizi yaptınız, bu size bürhandır, azize bazı tarizlerde bulunuyordunuz , bu ona işarettir ” demiştir.

Kaynaklar
Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 2012
Kastamonu Evliyaları , Abdulhakim Durma , 2010

Şeyh Abdullah Efendi – Kastamonu

Şeyh Abdullah Efendi’nin kabri şerifi ; Kastamonu Şeyh Şaban Veli türbesinde

Şeyh Abdullah Efendi, Şeyh Mehmet Efendinin vefatı üzerine 12. Şeyh olarak irşada memur edilmiştir. Şeyh Abdullah Efendi, Şeyh Mehmet Efendinin oğludur. Zahiri ilmi tahsil ettikten sonra batıni ilme ve tasavvufa fazlaca meyil göstermiş, Nasuhi Zade Seyyit Alaettin Efendiden şeyhlik icazetini almış, irfan ve kemali ile tanınmış, 25 sene halkı Hak yoluna davetle irşat ve tenvir vazifesini yaptıktan sonra Hac farizasını yapmak üzere Hicaza azimet etmiş, bu dini vazifeyi yerine getirdikten sonra memlekete dönüş sırasında 1181 (1767 ) tarihinde Süveyş’de irtihal buyurmuşlar ve oraya defnedilmişlerdir.

Kaynaklar
Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 2012
Kastamonu Evliyaları , Abdulhakim Durma , 2010

Şeyh Mehmet Efendi – Kastamonu

Şeyh Mehmet Efendi‘nin kabri şerifi ; Kastamonu – Şeyh Şaban Veli türbesinde

Şeyh Ahmet Efendinin vefatı üzerine 11. Şeyh olarak oğlu Şeyh Hafız Mehmet Efendi Şaban-ı Veli tekkesinde irşada memur edilmiş ve tam 23 sene bu makamda bulunmuş, halkı tenvir ve irşada çalışmıştır. 1156 (1743 M.) tarihinde vefat etmişler ve Şaban-ı Veli türbesine sırlanmışlardır.

Kaynaklar
Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 2012
Kastamonu Evliyaları , Abdulhakim Durma , 2010

Şeyh Ahmet Efendi – Kastamonu

Şeyh Ahmet Efendi kabri ; Kastamonu’da Şeyh Şaban Veli Türbesinde

Şaban-ı Veli tekkesinin Şeyhi İbrahim Efendinin vefatı üzere 10. Şeyh olan Şeyh Ahmet Efendi, Çorumlu Şeyh İsmail Efendinin torunu ve Şeyh Mustafa Efendinin oğludur. Zahiri ilmi tahsil ettikten sonra manevi ilim öğrenmek ve hak yolunda çalışmak üzere Karabaş Veli’nin icazetli şeyhlerinden Aliyül Rayiye intisab etmiştir.

Dedesi ve babası gibi ahlaki faziletleri nefsinde toplamış olan Ahmet Efendi, 10 sene Hak yolu aşıklarına doğru yolu göstermiş ve bir çoklarının irşada muvaffak olmuştur. 1133 (1721 M.) tarihinde ahirete intikal etmiş ve Şaban-ı Veli türbesine defnolunmuştur.

Kaynaklar
Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 2012
Kastamonu Evliyaları , Abdulhakim Durma , 2010

Şeyh İbrahim Efendi – Kastamonu

Şeyh İbrahim Efendi kabri şerifi ; Kastamonu Şeyh Şaban Veli türbesinde

Şeyh Abdurrahman Efendinin vefatı üzerine Şaban-ı Veli dergahına 9. Şeyh olarak Amasya’da neşri tarikat etmekte olan Şeyh ibrahim Efendi gelmiş ve tam 40 sene halkı tenvir ve irşatta bulunmuşlardır.

Kendisi, gayet alim, fazıl ve kamil bir mürşit olup son derece ibadet ve taatla meşgul olduğu tam 50 yıl beş vakit namazı imam ile kıldığı damadı tarafından yazılan Arapça hal tercümesinden öğrenilmiştir. Namazın sünnet ve nafilelerini dahi hiç terk etmeyerek kıldığı gibi, Kur’an-ı Kerim-i 3000 defa okuduğu ve Şaban-ı Veli camiinde Kur’an tefsirine başlayarak halka yaptığı vazu nasihatta tam 36 senede tefsiri hitama erdirdiğini ve bu hatim duasını caminin almıyacağı nazarı itibare alinarak o civarda bulunan Gümüşlüce mevkiinde yapılmıştır.

Zamanında pek çok kimselerin kendisine intisap etti ve bir çok kimselere Şeyhlik payesi vererek Anadolu ve Rumeli’ye göndermiştir. Kendisinin Muhittin Arabi’nin bir eserine mürşidane şerhleri olduğu gibi, fetvaya dair de bir eseri vardır.

1124 (1712 M.) de ahirete intikal etmişler ve Şaban-ı Veli türbesine defnolunmuştur.

Kaynaklar
Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 2012
Kastamonu Evliyaları , Abdulhakim Durma , 2010

Zileli Şeyh Abdurrahman Efendi

Zileli Şeyh Abdurrahman Efendi‘nin kabri şerifi ;Kastamonu Şeyh Şaban Veli Türbesinde

Şeyh Mustafa Efendinin vefatından sonra Şaban-ı Veli tekkesinde Zileli Şeyh Abdurrahman Efendi irşat makamında oturmuş ve 13 sene bu makamda halkı irşat ve tenvirle meşgul olmuştur. Kendisinin keramet sahibi bir zat olduğunun delili kendisinden sonra Şaban-ı Veli tekkesine şeyh olan İbrahim Efendiye yazdığı vasiyetnamedir. Biz bu vasiyetnamenin aynen suretin aşağıya dercediyoruz.

VASİYETNAME SURETİ
Ey benim aziz kardeşim Hafız İbrahim Efendi. Size dahi malum olsun ki, Suri Hacca niyet eyleyip Suri Haccın tedarikine mukayyet iken seher vaktinde kayıptan bir seda geldi, hazır ol manevi hacca gitsen gerekir. (Surİ hac, manevi hacca tebdil olundu.) denildiğinde Cenab-ı Hakk’ın emrine intizarda iken 1083 senesinde Recep ayının 27. gecesi ki Miraç Gecesidir. Evrah aleminde gezerken Resulü Ekrem’in Miraca giderken bindiği Burağa binmişler, bizi de Burak’ın arkasına alıp gittik. Levhi mahfuzun yanına varınca ; siz burada eylenin, bundan öte izin yoktur buyurdular. Levhi mahfuza nazar eyledik kendimizin Şaban ayında dünya evinden ahirete gideceğimizi gördük ve sizin de Şaban Efendi tekkesine şeyh olacağınızı gördük. Ey benim kardeşim, Levhi Mahfuzda yazılan sizsiniz, hemen fakire dua eyle ve duadan unutmayıp tekkede meşgale ve mücahede ile meşgul olup gayret kemerini yedi yerden kuşanıp ve benim evlatlarımı dahi gözden ve gönülden çıkarmaynız ve kapı dervişi Molla Hasan 6 senedir tekkenin hizmetindedir. Sır makamında dua edilmiştir. Lakin irşadı sizden olmakla bu mahalle tehir olunmuştur. Rica ederiz ki irşat ile faydalanmadıkça salıvermeyiniz. Bize lazun olan hakkı tebliğ eylemektedir”

Şeyh Abdurrahman Efendi bu vasiyetnameyi o zaman Amasya’da bulunan ve orada halkı irşat etmekte olan İbrahim Efendi’ye göndermişlerdir. Vasiyetnamede yazdığı gibi 1083 (1672 M.) senesi Şaban ayında hayata gözlerini kapamış ve Şaban-ı
Veli türbesine defnolunmuştur.

Kaynaklar;

Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 2012
Kastamonu Evliyaları , Abdulhakim Durma , 2010

Şeyh Mustafa Çelebi Efendi

Şeyh Mustafa Çelebi Efendi‘nin kabri şerifi ; Kastamonu – Şeyh Şaban-ı Veli türbesi içerisinde.

Şeyh Mustafa Çelebi, İsmail Kutsi Hazretlerinin oğludur. Bütün zahiri ve manevi tahsilini babası İsmail Kutsi Efendi’den yapmış ve 16 sene halkı irşat ve tenvirle meşgul olduğu gibi kamil ve mükemmel şeyhler yetiştirmiş, babasının bihakkın varisi olarak ilmi kemalatı ile her tarafta büyük bir şöhret kazanmıştır Yetişdirdiği şeyhlerden büyük bir şöhret sahibi olan Şeyh Aliyül Atval (Karabaşi Veli) olup kamil ve mükemmel iki yüz şeyhe icazet verdiği gibi, Husus şerhi ve Miyarüt tarika gibi bir çok güzide eserleri vardır.

Şeyh Mustafa Çelebi ilminin kerametinden olarak, ruhi hasta olup da tedavi edilemeyenleri irşat nazarı ile ve dua etmek sureti ile bir çok hastaları tedavi ettiği ve oturduğu yerin bir doktorun muayenehanesi gibi işlediği söylenmektedir. Şeyh Mustafa Çelebi 1070 (1660 M.) tarihinde vefat etmiş ve Şaban-ı Veli’nin türbesi içersine defnolunmuştur.

Hacı Ahmet Hilmi Efendi

Hacı Ahmet Hilmi Efendi Osmanlı Devletinin son devresinde yetişen alim ve evliyalardandır. İsmi Ahmed bin Muhammed bin İsmâil’dir. 1268 /1852 yılında Ankara Kızılcahamam ilçesinin Pazar-Kınık köyünde doğdu. İlim ve fazilet sâhibi bir zât olarak yetişti. Asrın fazîletlilerinden el-Hâc Ahmed Hilmi Ankaravi adıyla tanındı. 08-12-1916 senesi …