Muhterem Hatun Türbesi şehrin doğusunda İmaret Mahallesi’nde yer alır ve ziyarete açıktır. Eser, daha önce burada bulunan, kerpiç malzemeden yapılmış ve oldukça harap durumdaki türbenin yerine, 1995 yılında kesme taştan inşa edilmiştir. Kuzey-güney doğrultuda dikdörtgen planlı yapının üstü, kiremit kaplı kırma çatıyla örtülüdür. Kuzey cephede kapı açıklığı ve bir pencere vardır. İçeride, üzerlerinde kitabe bulunmayan dört sanduka bulunmaktadır. Kabrin üzerinde iki metreye yakın sanduka Selçuki biçimdedir. Yanlarında güzel bir sülüsle Ayet-el Kürsi, bunun üzerinde de Farsça, “Bu kabir Muhammed İbrahim kızı Melik Hatun’a aittir”, yazılıdır. Diğer taraftan Muhterem Hatun’un Süleyman Türkmani’nin soyundan olduğu ileri sürülür
Süleyman Türkmani vakfiyesinin sonundaki şahitlerden birisinin Melik Hatun Mahallesinden olduğu kaydedildiğine göre bu kadının adını bir mahalleye verecek kadar yüksek bir aileye mensup olduğu anlaşılmaktadır. Muhterem Hatun’un Melik Gazi’nin eşi olduğu ve türbede Muzafereddin Behram Şahın yattığı da ileri sürülür.
Kırşehir – Merkez’deki ahmed Gülşehri parkı içerisinde
Gülşehri (ö. 1317’den sonra)’nin 1317’de kaleme aldığı Mantıku’t-tayr’daki bazı beyitlerden onun Kırşehir’de zaviye sahibi, müridi çok ve bütün şehir halkınca tanınan, evinde her gece sema yapılır, saygıyla eli öpülür meşhur bir şeyh olduğu öğrenilmektedir.
Harizm’den gelip Kırşehir, Eskişehir ve Ankara dolaylarına iskan edilmiş Oğuz boylarından birine mensup olduğu sanılan Gülşehri’nin Kırşehir’e ne zaman yerleştiği belli değildir. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin ölümünden sonra Sultan Veled’in, kendisini Mevlevi tarikatını yaymak ve bir zaviye kurmak üzere Kırşehir’e göndermiş olması ihtimalinden söz edilirse de bu husus açıklık kazanmamıştır. Şairin asıl adının Ahmed veya Süleyman olabileceği ileri sürülmektedir.
Eserlerinden Gülşehri’nin İslami ilimler yanında matematik, mantık ve felsefeye de vakıf olduğu anlaşılmaktadır. Birçok seyahat yaptığını, kendinden önce yaşamış ve kendi zamanındaki şairlerin şiirlerini okuduğunu söyleyen Gülşehri en çok Mevlana, Attar, Senai, Sa‘di ve Nizami’nin tesirinde kalmıştır. Özellikle Mevlana’dan çok etkilenmiş olması onun Mevlevi olabileceğini akla getirirse de gerek Mevlevi kaynaklarında gerekse silsilenamelerde bunu doğrulayan bir kayda rastlanmamaktadır. Buna karşılık geniş bir tasavvuf kültürüne sahip olan Gülşehri’nin Ahi Evran’ın talebelerinden olması muhtemeldir.
Ayrıca eserleri didaktik ve sufiyane bir mahiyet taşıdığı halde dilinin sade ve temiz, üslubunun itinalı ve canlı, nazmının ise devrine göre oldukça pürüzsüz oluşu, onun sanat kabiliyeti hakkında yeterli bir fikir verir. Gülşehri’nin, Yunus Emre’den sonra zamanının duyguca kuvvetli olduğu kadar usta bir şairi olarak da çağdaşları arasında önemli bir yer tuttuğunda şüphe yoktur.
Kabri il merkezinde onun adını taşıyan “Ahmedi Gülşehri Parkı” içerisinde bir türbededir. Ahi Evren Mahallesi’nde bulunmakta olup ziyarete açıktır. Yuvarlak kemerlerle birbirine bağlanmış altı sütun üstüne oturan kubbeyle örtülü, etrafı açık bir yapıdır. Kitabesi bulunmayan ve son yıllarda yapıldığı anlaşılan mermer bir mezar vardır. Günümüzdeki yapı, orijinal olmayıp yakın zamanda Kırşehir Valiliğince inşa edilmiştir.
Kırşehir – Merkez’deki Aşık Paşa kabristanındaki türbesinde
Kırşehir’de dünyaya gelen Aşık Paşa (1272-1332)’nın asıl adı Ali, mahlası Aşık’tır. “Paşa”, “beşe” veya “başağa” diye adının sonuna eklenen lakap, babasının ilk oğlu olduğuna işaret etmektedir. veya “başağa” diye adının sonuna eklenen lakap, babasının ilk oğlu olduğuna işaret etmektedir. Hayatı hakkındaki bilgiler, oğlu Elvan Çelebi’nin kaleme aldığı Menakıbü’l-kudsiyye fi menasıbi’l-ünsiyye’de anlatılanlara dayanmaktadır. Buna göre dedesi Baba İlyas, XIII. Yüzyılda Horasan’dan Anadolu’ya gelerek Amasya’ya yerleşmiştir. Ebü’l-Vefa Harizmi’nin tarikatına bağlı bir şeyh olup müridlerine Babai denmektedir. Halifesi Baba İshak’la beraber tarihlerde Baba Resul İsyanı olarak anılan ayaklanmayı başlatmıştır. Elvan Çelebi’nin Menakıb’ına göre Baba İlyas bu isyanda yakalanıp Amasya Kalesi’ne kapatılmış zindanda bulunduğu kırkıncı gün hücresinin duvarı yarılarak boz atı gelmiş ve Baba İlyas’ı alarak kaybolmuştur. Başka kaynaklarda ise isyan sırasında veya savaş alanında öldüğü veya idam edildiği şeklinde bazı rivayetler yer almaktadır.
Aşık Paşa’nın babası Muhlis Paşa, Baba İlyas’ın en küçük oğludur. Menakıb’a göre, isyan sırasında henüz kundakta bir bebek olan Muhlis Paşa, ateşe verilen Çat köyünden Şerefeddin adlı birisi tarafından kurtarılmış, yedi yaşında Mısır’a götürülmüş, orada yedi yıl kaldıktan sonra tekrar Anadolu’ya dönmüştür. Anadolu’ya dönünce hapsedilen Muhlis Paşa’nın 1273 yılına kadar olan hayatı karanlıktır. Bu tarihte Konya’yı ele geçirmiş, fakat altı aylık bir hükümranlıktan sonra hakimiyeti Karamanoğulları’na devretmiştir. Elvan Çelebi’nin naklettiği bu rivayete Taşköprizade ve Oruç Bey’le birlikte Şikari’de de rastlanmaktadır. Bütün bu kaynaklardaki ifadelerden Muhlis Paşa’nın ilk Osmanlı Sultanı Osman Gazi zamanında hayatta olduğu anlaşılmaktadır.
Aşık Paşa önce Süleyman-ı Kırşehri’den, daha sonra İlyas Paşa’nın halifelerinden Şeyh Osman’dan ders alır. Muhlis Paşa’nın vasiyeti üzerine Şeyh Osman, Aşık Paşa’yı kızı ile evlendirir. Bir süre sonra Anadolu Valisi Timurtaş Paşa’nın veziri olur. Bazı siyasi olaylara karıştığı için Mısır’a gider. Amasya’ya geri dönerken Kırşehir’e geldiğinde hastalanır ve orada vefat eder. Kırşehir’de bulunan türbesi, kendisinin vasiyeti üzerine şehrin kuzeydoğusunda bir tepede yapılmış olup bir de kitabesi vardır. Türbenin halk tarafından kutsal sayılıp ziyaret edildiği hususunda bütün kaynaklar müttefiktir. Elvan Çelebi babasının dünya işlerine hiç karışmadığını, kendini bütünüyle tasavvufa vererek bir veli hayatı yaşadığını kaydeder. Şiirlerinde ve Garibname’sinde büyük ölçüde Yunus Emre ve Mevlana tesiri hakimdir.
Eserleri
1. Garibname. 1330 yılında kaleme alınan 12.000 beyitlik bu mesnevi on bölümden meydana gelmiştir. Bazı nüshaların sonunda Aşık Paşa’nın gazelleri de vardır. Dini, tasavvufi ve öğretici bir eser olan ve halkı eğitmek maksadıyla Türkçe olarak yazılan Garibname, Anadolu’da Türk tasavvuf edebiyatının en eski ve tesir dairesi çok geniş olmuş eserlerden biridir. Sade dili dolayısıyla eser asırlar boyunca çok geniş bir okuyucu zümresine hitap etmiştir.
2. Fakrname. Aşık Paşa’ya ait olduğu ancak son zamanlarda tespit edilebilen tasavvufi muhtevalı 161 beyitlik bir mesnevidir. Eserde rengarenk bir kuş olarak tasvir edilen “fakr” sonunda Hz. Peygamber’i seçerek onda karar kılmaktadır.
3. Vasf-ı Hal. Otuz bir beyitten ibaret olan bu küçük mesnevinin Roma ve Manisa’da iki nüshası bilinmektedir. Mesnevide şairin adı geçmemekle beraber eserin Garibname’nin sonunda yer alması, Aşık Paşa’ya ait olduğu fikrini kuvvetlendirmektedir.
4. Hikaye. Elli dokuz beyitlik küçük bir mesnevidir. Bu mesnevide bir Müslüman, bir Hristiyan ve bir Yahudinin başından geçenler anlatılmaktadır.
5. Kimya Risalesi. Aşık Paşa’ya ait olduğu şüpheli görünen bu risalenin bir nüshası Çorum İl Halk Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Son iki risale A. Sırrı Levend tarafından bir arada yayımlanmıştır.
6. Risale fi beyani’s-sema. Eserin adına Osmanlı Müellifleri dışında başka kaynaklarda rastlanmamaktadır. Risalenin Aşık Paşa’ya ait olduğu hususu şüphelidir. Bununla birlikte risalenin konusu ile Garibname’nin dördüncü babının üçüncü “dasitan”ı arasında yakın bir ilgi bulunduğu görülür. Ahmet Kutsi Tecer’in hakkında bir inceleme yazısı yazdığı bu risale mensur olup içinde yer yer manzum parçalar bulunmaktadır.
Türbe -i Şerifi
Türbenin yanında Aşık Paşa ailesinden bazı kişilerin de mezarları bulunuyordu. Bunlardan birininAşık Paşa’nın babası Muhlis Paşa’nın bir hanımına ait olduğu ileri sürülmüş, bu mezara ait kırık ve eksik bir halde bulunan taş müzeye kaldırılmıştır. Yine türbenin dışındaki başka 1363 tarihli bir taşın da Aşık Paşa’nın oğlu Can’a ait olduğu ileri sürülmektedir. Burada ayrıca Aşık Paşa’nın zevcesi Hace Hatun’a ve kızı Melek Hatun’a ait olduğu iddia edilen mezar taşları bulunmaktadır. Anadolu Türklüğü bakımından çok değerli olan Aşık Paşa Türbesi ve çevresi uzun süre bakımsız kalmış ve etrafındaki hazire geniş ölçüde tahribe uğramıştır. Türbe 1935’te ufak bir tamir görmüştür.
Aşık Paşa Türbesi’nin yan cephesi şehre bakacak bir biçimde yamaca yerleştirilmiştir. Tamamen mermerden olan yapının ön mekanını teşkil eden giriş holüne bu yan cephedeki süslü bir kapıdan girilir. Bu mekanın yan tarafında bulunan bir kapı, kubbeli esas türbeye geçişi sağlamaktadır. Türbe, her bir kenarı 5.35 m. ölçüsünde bir kareden ibarettir. Aşık Paşa’nın sandukası tam ortada değil giriş duvarının yanındadır. Türbenin altında bir mezar odası olması gerekirse de bu husus araştırılmamıştır. Sekiz köşeli olarak yapılan sağır kubbe de mermerden olup burada çok eski bir Asya geleneğine uyularak bindirme tekniği kullanılmıştır. Türbe mekanının dört köşesine yerleştirilen dört sütun üstüne dört kemer atılmış, bunların arasındaki pandantiflerle sekiz dilimli kubbeye geçiş sağlanmıştır.
Türbenin içinde bulunması muhtemel hiçbir tezyinat günümüze gelmemiştir. Dışta ise üç cephenin son derece sade olmasına karşılık şehre bakan güney cephesi ve bilhassa buradaki giriş itina ile süslenmiştir. Cephenin kenarında bulunan taçkapının üst kısmı bir zencerek motifi ile bezenmiş, bunun içine sivri kemerli bir niş oyulmuştur. Nişin yarım kubbesi dilimli olarak işlenmiştir. Bu nişin alt kısmında yayvan kemerli esas giriş bulunur. Cephelerin ortasındaki pencereler ise birer sivri kemer içinde açılmıştır. Esas türbe binasının dışında mahya hattı profilli bir silme ile belirtilmiştir. Güney cephede tam ortada bu silme dikdörtgen bir çerçeve meydana getirmekte olup bunun içinde kitabe bulunmaktadır. 1965 yılında Kırşehir’de yapılan incelemeler sırasında Aşık Paşa Türbesi’nin ön mekanında yere döşenmiş iki parça halinde mermer bir levha bulunmuştu. Yere saplanacağı kısmı işlenmeden bırakıldığına göre herhalde bir mezar taşı olan bu levhanın üst kısmında rumi motiflerle bezenmiş bir madalyon, alt bölümünde ise bir pars veya dişi arslan resmi görülüyordu.
Aşık Paşa Türbesi, değişik plan düzeni, ölçülü fakat zarif süslemesi ile içinde simetriden kaçınan çok değişik bir mimari anlayışın eseridir. Orta Asya eski Türk geleneklerine bağlı özellikleriyle Anadolu’da İslam-Türk yapı sanatının değerli bir örneğidir.
Mezar taşı kitabelerinden dört oğlu ve bir kızı olduğu anlaşılan Aşık Paşa’nın oğullarından biri Elvan Çelebi, torunu tarihçi Aşıkpaşazade’dir. Kırşehir’de Hacı Hatun ile evlenen Aşık Paşa’nın Elvan, Selman, Can ve Kırlıca adlı dört oğlu ile Melek Hatun adında bir kızı vardı.
Bursa – Pınarbaşı Kabristanının giriş kapısının karşısında
Mesnevi’nin sırlarına vakıf olup Konya Karaman ‘ ın Larende kasabasında Süleyman veyahut Sinan nam zatın oğludur. Şeyh Ahmed Mevlevi olarak bilinir. Kendisi bir mevlevi oğlu olarak dünyaya geldi, yetişkinlik çağına kadar tahsiline Larende’de devam etti. Mevlevilik tarikatına fiilen girmesiyle çilesini bitirdikten sonra uzun müddet Bağdat Mevlevihanesi’nde Mesnevihan olmuş (mesnevi okutmuş) ve etrafını manevi feyze gark etmiştir.
Burada bulunduğu sırada alem-i ma ‘nada kendisine taze bir gül verilmiş, gülün şekli ve rengi pek latif olduğu halde kokusu olmadığından: “Ah, ne olaydı, bunun bir de kokusu olaydı.” demiş, kendisine; “Bunun kokusunu Bursa’da duyarsın” denilmiştir.
Cünuni Dede yaşlılık yıllarında büyük bir sıla özlemine kapılarak tekrar doğduğu yere döndüğü vakit , o tarihte Hz. Pir’in (Mevlana Celaledin-i Rumi’nin) eşiğinde seccadenişin olan Çelebi Ebubekir Efendi Hazretleri bulunuyordu : “Bursa şehri İslam şehirleri içinde bir «Burcu Evliya» olarak şöhret bulmuş olduğu halde burada bizim yolumuz yüce mevlevilik tarikatının bir tekkesi henüz yoktur. Böyle bir tekkeyi kurup yeniden canlandırmayı sizden rica ediyorum. ” diyerek bu büyük görevi kendisine verdi.
Cünuni Dede, ilk önce çok yaşlı olduğunu ileri sürerek bu iş için özür diledi. Ancak birkaç gün sonra Larende ‘ye gitmek için sefer hazırlığı yaparak izin istemek ve vedalaşmak üzere Çelebi Efendi Hazretleri’nin huzurlarına geldi. Çelebi Ebubekir Efendi mecliste bulunanların huzurunda: “Biz Mevlana ‘yı Bursa ‘ya göndermek arzusunda idik. Halbuki bu sözümüzü kabul etmediler, reddettiler.” buyurunca o sırada Bağdat’ta gördüğü rüyayı hatırladı; o anda rü’yada gördüğü gül tecessüm ederek önüne gelmişti. Bunun üzerine hayret edip azizin sözünü kabul ile Larende’ ye gitmekten vazgeçti, kendisine verilen emir ve vazifeyi yerine getirmek üzere Bursa ‘ya hareket etti .
Görev için Bursa’ya geldiğinde tanınmış şeyhlerden Şeyh Ya’kub Efendi ‘nin Setbaşı yakınlarında Karaağaç Mahallesi’ nde bulunan tekkesine birkaç günlüğüne misafir olmak üzere indi. Yakub Efendi ise o sırada İstanbul’da Eyüp civarında bir eve yerleşmiş olduğundan dergah boş idi.
Cününi Ahmed Dede kısa zamanda gelip giden mevlevileri burada bir araya toplamış, düzenlediği ayinlerle etrafına feyz saçmıştır. Aradan çok geçmeden muhibbanından Mehmed adında bir dervişe : “Erenler, bu makamın bizim karargahımız olmadığını siz de bilirsiniz. Bakalım bir istihare edin de ne zuhur eder, görelim.” buyurur.
Derviş Mehmed o gece istihare eder. Rüyasında sağ tarafından Karapınar denilen mevkiden iki alem (sancak) zuhur eder. Arkasından birçok mevlevi dervişleri gelerek sancağın birisini ikamet ettikleri zaviye tarafına götürdükleri halde tekrar dönerek Pınarbaşı civarında bilahare Mevlevi Zaviyesinin kurulduğu kayanın üzerine dikerler. Derviş Mehmed uyanır, gördüğü rüyayı arz eder. Cünuni Ahmed Efendi memnun olur, tahsin eyler.
Pınarbaşı üzerindeki küçük, dar ve karanlık bir kümbette yerleşir ve hemen burayı imara başlarlar. Sultan I. Ahmed ‘de 18.7.1611 ‘ de Bursa Mukaatası malından yüz bin akçe verilip bir mevlevihane yaptırılması ve mevcut fukaraların vazifelerinin hesap edilip bildirilmesini Bursa kadısına emreder. O sırada hayırsever bir kadın Tefsirhan mahallesi’nden Ali Bey’ in karısı Fatma Hatun , 1023/1614 eylülünde Yadigar- ı Şemsi’de evini, Bursa Kütüğü ‘ nde , Bursa Şeriyye Sicillerine göre; yirmi bin dirhem akçe ile satın aldığı hanı , Mesnevi-i şerif okunmak şartıyla dervişlere vakfeder. Şerbeti Mehmed Efendi ve bunlardan başka birçok hayırsever dervişan , mal ve mülk bakımından pek çok yardımlarda bulunur kısa zamanda burayı örneği görülmemiş büyük ve güzel bir Asitane haline getirmeye muvaffak olurlar.
XVII. yüzyılda Bursa’ya gelen Evliya Çelebi, bu dergahı Bursa’da bulunan diğer dergahlardan daha büyük, 70-80 odalı ve geniş bir semahaneden müteşekkil olduğunu yazmaktadır.
Mehmed Fahreddin Efendi’ye göre Azmizade Mustafa ve Mehmed Şemseddin’e göre Mevlana Urfizade Mustafa Efendi’nin Bursa kadısı olduğu sırada Bab mahkemesi katipliğinde bulunan Baldırzade Mehmed Selisinin kendi hattıyla bu dergahın vakfiyesini yazdığını ve Mustafa Efendi’nin imzaladığını belirtmektedir.
Şair Hayali, Güldeste’nin beyanına göre tekkenin yapılışına sekiz beyitlik manzum bir tarih düşürmüştür. Son beyit şöyledir: Mevlevi-haneyi Cününi Dede Eyledi Hu diye diye ihya 1024
Cünuni Dede, bu yeni yapılmış büyük tekkede ayinler düzenler ve Mesnevi’ dersleri verirken 1030/1621 senesinde fanilik tekkesini terk eyleyip baki kalan cennet-i alaya gitmiştir. Kabri tekkede Mevlevihane kapısının sağ tarafındadır.
Şair Beyanı Çelebi üç beyitlik şiirinde: Nakline tarih Beyanı idi “Kıldı Cününf Dede teslim-i ruh ” 1030
beytindeki mısraı ile ölümüne tarih düşürmüştür. Cünuni Dede , meczub, küçük büyük herkesin güven ve saygısını kazanmış, kuvvetli bir nefes gücüne sahib , bilinmeyen gizli halleri keşfetmekle ünlü keşf ü keramet sahibi bir zat idi. Mevlevi şairlerinin ariflerindendi. Cünuni Ahmed Dede ‘nin hayatı hakkında bilgi veren kaynaklarda Türkçe ve Farsça şiirler yazdığı belirtilmekteyse de hiçbir eseri günümüze ulaşmadığı gibi kaleme aldığı şiirlerden pek azı ele geçmiştir.
Bursa – Yıldırım’daki Yıldırım Beyazıt Külliyesi içerisinde
Sultan I. Bayezid harp meydanlarında göstermiş olduğu kahramanlıklardan ötürü ‘Yıldırım’ lakabını almıştır. Çocukluğu Bursa sarayında geçen Yıldırım Bayezid, dönemin önemli ilim adamlarından aldığı derslerle her anlamda oldukça iyi yetişmiştir. Babası dillere destan bir düğün ile Germiyanoğlu’nun kızı ile evlendirmiştir.
Kütahya’da valilik yapmış, Kosova’da şehit olan babası Murad Hüdavendigâr’ın vasiyeti üzerine 1389 yılında 29 yaşında iken tahta oturmuştur. Yıldırım Bayezid tahta geçtikten sonra, babası Murad Hüdavendigâr’ın vefatı üzerine ilk iş olarak Anadolu’daki ayaklanmaların tamamını bastırmıştır. Germiyanoğulları, Aydınoğulları, Menteşe ve Saruhan Beyliği Osmanlı’ya katılmıştır. Yine Hâmid Beyliğine bağlı lsparta, Burdur, göller bölgesi Osmanlıların olmuştur.
1391’de Bizanslılardan Şile alınmış, İstanbul 7 ay boyunca kuşatılmış, Tuna Nehri geçilerek Romanya Osmanlılara katılmıştır. 1392’de Silivri ve Selânik, 1393’de Bulgaristan fethedilmiş, 1394’de Kastamonu ve çevresi ile Arnavutluk ve çevresi Osmanlı topraklarına katılmıştır. 1396’da Haçlı ordusuna karşı Niğbolu’da zafer kazanılmıştır. Bu zafer, Osmanlı Türk Devleti’nin, doğu İslâm âleminde de tanınmasına sebep olmuş, Mısır’daki Abbasi Halifesi (Birinci Mütevekkil) Yıldırım Bayezid’e tebrik için gönderdiği mektubunda, Türk Padişahına: “Sultan-ı İklim-i Rum” unvanı ile hitap etmiştir. 1397’de Salona Piskoposu, Yıldırım’ı bizzat davet ederek halkın zulümden kurtarılmasını talep etmiş, bunun üzerine, Silivri, Mora ve Attika Bizanslılar’dan alınmıştır. Karaman Beyliği ve Dulkadir Beyliği Osmanlı topraklarına katılmıştır.
1402 yılında Timur ile giriştiği Ankara Savaşı’nı kaybetmiş, 7 ay 12 gün esir olarakTimur’un yanında kalan bu büyük Sultan, 8 Mart 1403 yılında 43 yaşında vefat etmiştir. Cenazesi oğlu Çelebi tarafından Bursa’ya getirilerek, külliyesi içerisindeki türbesine defnedilmiştir. Geriye Musa Çelebi, Süleyman Çelebi, Mustafa Çelebi, İsa Çelebi, Mehmed Çelebi, Ertuğrul Çelebi, Kasım Çelebi ve Fatma Sultan adındaki çocuklarını bırakmıştır.
Yıldırım Beyazıt Külliyesi Sultan Yıldırım Bayezid tarafından şehrin en doğusuna, bir anlamda şehre gelen ipek yoluna hâkim bir tepe üzerine kurulan külliye bütünlüğü içerisinde; cami, medrese, hamam, imaret, han, ahır, kuyu ve darüşşifa yer almakta idi. Ancak vakfiyesinde iki adet medreseden bahsedilmektedir. Bugün sadece cami, türbe, hamam, medrese ve darüşşifa günümüze gelebilmiştir. Yapıldığı dönemde külliye duvarlar ile çevrelenmiş, kuzey ve batı kısmında kapılar ile girişler sağlanmıştır. Darüşşifa külliye bütünlüğünden ayrıdır.
Yıldırım Beyazıt Türbesi Yıldırım Bayezid’in büyük oğlu Süleyman Çelebi tarafından 1406 (Rebiulahir 809) tarihinde. Mimar Hüseyin oğlu Ali’ye yaptırılmıştır. Türbe dikdörtgen plan üzerine inşa edilmiştir. Sekizgen kasnak üzerine kondurulmuş kubbe ile örtülmüştür. Ön giriş kısmı üzeri üç kubbeyle örtülü revaktan oluşmaktadır. Türbede Yıldırım Bayezid (öl. 1402), Musa Çelebi (öl. 1413) ve İsa Çelebi’nin (öl.1410) sandukaları mevcuttur. Türbe 1618, 1640, 1649, 1780, 1846 yıllarında onarımlar geçirmiştir.
Kaynak ;Bursa’nın Manevi Değerleri Gezi Rehberi , Bursa Büyükşehir Belediyesi yayınları
Bursa – Kestel’deki Vani Mehmet Efendi camii içerisinde
Vani Mehmet Efendi , IV. Mehmet zamanında ” Hünkar Şeyhi ” şanıyla büyük nüfus kazanan bir din ve devlet adamıdır. Peygamber Efendimizin soyundan olup, seyyiddir. Aslen Van’ın Hoşap ( Güzelsu ) kasabasındandır. Vani denmesinin sebebi Van’lı olmasından ileri gelir. Boğaziçindeki Vaniköy semti adını Vani Mehmet Efendi’den almıştır.
Vani Mehmet Efendi ilk eğitimini Van’da gördü. Doğunun belli başlı ilim merkezlerini dolaştı. Gence , Karabağ ve Tebriz gibi bazı beldelerde ilim tahsil etti. Daha çok tefsir , hadis, fıkıh ve tarih bilgileri üzerinde çalışan , edebiyat ve belgatta yükselen Mehmet Efendi, daha sonra Erzurum’a yerleşti.
Bilgisi ve hitabetiyle, herkesin ve bilhassa Erzurum Beylerbeyi Köprülüzade Fazıl Ahmet Paşa’nın da hayranlığını kazandı. Fazıl Ahmet Paşa İstanbul’a çağrılıp, sadrazam tayin edildikten sonra Vani Mehmet Efendi’yi İstanbul’a davet etti ve padişah IV. Mehmet’e tanıttı.
Saraya giren Vani Mehmet Efendi , Padişah tarafından çok sevildi ve Vani Mehmet Efendi’nin namı İstanbul’da duyulmaya başladı. Padişah tarafından çok sevilen Vani Mehmet Efendi, sarayda Padişaha vaaz ederdi. II. Mustafa Han’ın da hocası oldu.
Padişah hocası ” Hünkar Şeyhi ” olan, Vani Mehmet Efendi Yeni camii de ilk kürsü vaizi oldu. Kürsü vaizi olarak büyük şöhret kazandı ve bu sebeple ” Şeyh” diye anıldı. Şeyh ünavı burada tarikat büyüğü anlamında değil , alim , üstad anlamındadır.
Yüksek ikbalinin sağladığı imkanlarla hayır ve bayındırlık eserleri yaptırmaktan geri kalmamıştır. İstanbul’da Vaniköy’de ve Bursa’da Kestel’de birer cami yaptırmıştır. Pek çok talebe yetiştiren Vani Mehmet Efendi bir çok eserde kaleme almıştır.
Vani Mehmet Efendi , Medine kadılığı görevinde iken ”Sıhhai Cevheri ” isimli lugatı Türkçe’ye çevirmiştir. İmkan ve gayretiyle Kestel’de adına izafeten Vani mehmet camii şerifi, 1 hamam , 1 büyük Han , 6 dükkan ve bahçeler olarak büyük aşevi 7 hücreli ilim zaviyesi meydana getirmiştir.
Vani Mehmet Efendi Türk Milliyetçiliğinin ilk müjdecilerindendir. Dinimize sokulan hurafeler ve bozuk mezheplerle de mücadele etmiştir.
1682 yılında Sadrazam Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Viyana’daki haçlı orduları karşısında yenildiğinde, Vani Mehmet Efendi Ordu Şeyhi idi. Ordu istanbul’a döndüğünde, Bursa yakınlarındaki kestel köyündeki çiftliğine yerleşti.
10 Ekim 1685 tarihinde Bursa’da Kestel köyü’nde vefat etti. Banisi olduğu camii’nin içerisine defnedildi.
Kabir Taşı ;
Sübhan Allah ( Sübhan Allah )
Kıdvet-u Ulema-il Amilin ( Bildikleri ile Amil alimlerin)
Zübde-tü Fazl-ül Kamilin ( Örneği, olgun Kimselerin Üstünlüklerinin Özü )
En- Natıku Bil Hak ( Hakkı Konuşan , Halka Vaaz Eden )
Ed Da-i ila Allah ( Allah’ın Dinine Çağıran )
El Mülteci İla Civarillah ( Allah’ın Teminat ve Yakınlığına sığınan )
Muhammed – Ül Vani
Revvaha Allahu Ruhahu
Fiyevm İl Cumuati
Es Salis ü Aşere
Min Zalike Adeti
El Münselikü Fi
Suhur i Sitte tin
ve Tisune Ve Elfün
1096 Yılı Zilkade Ayının
On üçüncü Cuma Günü
Bu Dünyadan Göç Eylemiştir.
Emir Sultan Hazretlerinin hadimleriden (hizmetkar) olan Sufi Mehmet Efendi , halk arasında ” Et Dede ” olarak da bilinmektedir.
Yaşadığı dönemde kasaplık yaptığı için kendisinin bu ad ile tanındığı rivayet edilmektedir. 4129 tarihinde vefat ettiği bilinen Sufi Mehmed Dede , 1375 – 1400 tarihleri arasında yaptırdığı Namazgah camii haziresine defnedilmiştir.
Cami haziresinde bulunan diğer mezar taşlarının gerçekten buraya ait oldukları şüpheli olmakla birlikte Namazgah civarına vaktiyle çok sayıda definlerin yapıldığı bilinmektedir.
Oruç Bey devlet adamı ve ünlü bir komutandır.Kara Ali’nin torunu, Kara Timurtaş Paşa’nın oğlu ve Umur Bey’in kardeşidir. Yıldırım Beyazid döneminde (1389-1403) komutanlık yapmış, Süleyman Çelebi tarafından da görevlendirilmiştir. Daha sonra Çelebi Mehmet’in hizmetine girerek , 1422 yılında ” Beylerbeyi” olmuş ve ardında II. Murad zamanında ” Vezirlik” görevine getirilmiştir.
Osmanlı devletinin fetret devrinden çıkarak yükseliş dönemine çıkışında oldukça önemli görevleri yerine getirmiştir. Özelikle Balkanlarda Osmanlının gelişip güçlenmesinde önemli roller üstlenmiştir. 1424 yılında Bursa’da vefat eden Oruç Bey, kardeşi Mahmud Çelebi tarafından ve Kapamalı Mektep olarak anılan mektebin avlusunda, diğer bir bilgiye göre ise kendi adına yaptırdığı mescidin avlusuna defnedilmiştir. Bugün türbesinin karşısında sadece kalıntıları kalmış olan eski Oruç Bey hamamı bulunmaktadır.
Türbede bulunan yekpare mermer kapaklı sandukanın Oruç bey’e ait olduğu söylenmektedir. Ortadaki mermer sanduka, Oruç Bey’in kardeşi Mahmud Bey’in Kızı Zeynep Hanım’a (v. 1510) aittir. Üçüncü mezar ise yine Oruç Bey’in ailesinden bir kişiye aittir.
Oruç Bey’in kabri ve yanındaki mezar taşları 2008 yılında Osmangazi belediyesi tarafından düzenlenerek türbe haline getirilmiştir.
Bursa -Alancık caddesi üzerinde Tramvay son durağının yanında
Kayhan Semti’nde, Yeni Cumhuriyet Caddesi üzerinde bulunan Ahmed Dai Camii arkasındadır. Mezarın çevresi parmaklıkla çevrilmiştir. Son dönemlerde yapıldığı anlaşılan mermer bir kitabede Pehlivan Dede yazısı vardır. Yeşile boyanmış bir metrelik duvarda mum yakmaya uygun küçük bir hücre de yapılmıştır. Ancak bu zatın kim olduğuna dair kaynaklarda henüz bilgiye rastlanmamıştır