Zemzem’il Hassa (k.s.)

Siirt – Tillo’da Gavsul Memduh hazretlerinin türbesinin içerisinde

             1765 de Siirt’te dünyaya gelir. Babasının ismi Şeyh Mustafa Fani’dir. Gavs-ül-Memduh Hazretlerinin hanımıdır. Annesi Aişe Hatun şöyle anlatır. “Zemzem’e hamile idim. Bir gün bana gaibden bir zat görünüp, saliha bir çocuğumun olacağını müjdeledi. Kim olduğunu sorduğumda, bir melek olduğunu söyledi. Doğumuna kadar hamileliğim çok hafif geçti. Doğumundan on beş gün sonra bir gece uyandığımda kendisini emzirmek istedim. Üzerindeki örtüyü kaldırdığımda bütün vücudunun ilahi bir nura garkolduğunu gördüm. Hareket etmiyordu. Öldüğünü sandım. Üzerine eğildiğimde, nefes alıp verdiğini anladım. Sonra babasını uyandırıp, çocuğu ona gösterdim. Babası çocuğu kaplayan nura bakarak, onun ileride saliha bir hanım olacağını müjdeledi.”

           Zemzem-i Hassa, anne ve babasının terbiyesinde yetişir. Vakitlerini Allahü tealanın rızası için ibadet ve taatle geçirmektedir. On altı yaşında büyük veli Gavs-ul-Memduh ile evlenir.

          Bir gün Gavs-ul-Memduh ile oturmuş sohbet etmektedirler. Zemzem-i Hassa bir anda Hazreti Meryem’i yanıbaşında görür. Gavs-ül-Memduh’a, Hazreti Meryem’i görüp görmediğini sorar.O da, “Hayır göremiyorum.”, diye karşılık verince üzerine düşüp bayılır. Zemzem-i Hassa’yı cezbe kaplayıp Allahü tealaya zikrederken, sesi biraz fazla çıkınca, insanlar çekemeyip, kardeşi Molla Hamid’e şikayette bulunurlar. Molla Hamid de, Gavs-ül-Memduh’a haber göndererek onu bu hareketinden alıkoymasını ister. Gavs-ül-Memduh da hanımına, “Ya Mecnune! Zikir yapınca sesini yükseltme! Dedikodu olmasın.”, deyince hanımı, “Şayet Mecnun isem, yüce Mevlamdan dilerim ki, aynı durum sana da gelsin ve o lezzetin tadını tadasın. Müfsidlerin sözlerine aldırma. İnşaallah parlak sonumuzu görecekler.”, diye cevap verir. Gerçekten bir ay sonra, Gavs-ül-Memduh Efendi de de aynı şeyler olur.

Zemzem-i Hassa bir gece evinin damında Allahü tealayı düşünürken Kabe’nin pervane gibi etrafında döndüğünü görür. Bu arada gaybdan Tuvayle denilen tepede küçük bir mescid inşa ettirip içinde ibadet etmesine işaret edilir. Bunun üzerine denilen yerde Mescid-i Harama benzeyen bir mescid yaptırır. Zamanını burada ibadetle geçirir. “Mescidini Beytullah’a benzetmiş”, diye Siirt ve Şirvan alimlerinden bir kısmı Siirt’in meşhur alimi Molla Halil’e gelerek yıktırılmasını isterler. Büyük alim onlara şu karşılığı verir. “Bizim vazifemiz kendilerine bu mescidi hangi amaçla inşa ettirdiğini sormaktır. Şayet bize, bu mescid Kabe’nin takendisidir. Onu ziyaret eden hac farizasını yerine getirmiş olur, diye cevap verirse, dinen kendilerini bu gayr-i meşru hareketten alıkoyabiliriz.” Bunun üzerine Siirt kadısı Hacı Ömer’i, Gavs-ül-Memduh’a gönderirler. O da, “Amcamın kızı Zemzem halvetindedir, var git mescidi yaptırmasından gayesinin ne olduğunu bizzat kendin sor.” der. Kadı varıp mescidin kapısında durur. Onun geldiğini farkeden Zemzem-i Hassa gayrete gelir ve kadı bir şey söylemeden gür sesiyle şunları söyler. “Hacı Ömer, bu mescidi yaptırdım ve ismini Alem-ül- Hüda (Hidayetin nişanesi) koydum. Onu yıkmaya azmetmiş olduğunuzu da biliyorum. Kuvvet yönünde ben sizden daha kuvvetliyim. Yıkabilirseniz yıkın. Fakat onun benden de daha kuvvetli bir yüce sahibi vardır. Çünkü Allahü tealanın mescididir.” Kadı Hacı Ömer Siirt’e geri dönerek durumu itirazcı alimlere anlatır. Onlar da o büyük veli hakkında su-i zanda bulunmaktan ve mescidi yıktırmaktan vazgeçer.

Zemzem-i Hassa vefat ettiğinde (1851) Gavs-ül- Memduh’un türbesine defnedilir. Şairdir ve Divan adlı eseriyle bilinir. 1890 yılında Tillo’ya gelen Bediüzzaman Said-i Nursi, Kubbe-i Hasiye denilen Zemzemül Hassa isimli kubbeli çilehanede tek başına kalarak Kamus-u Okyanus adlı lügatın 1155 sayfa tutan kısmını Babu’s- Sin’e kadar ezberlemiştir.

Kaynak ;Siirt Evliyaları , Abdulhalim Durma , sayfa 140

Gavs-ül Memduh (k.s)

Siirt – Tillo’da İsmail Fakirullah hazretlerinin Türbesinin hemen yakınında

Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan evliyânın büyüklerinden. Asıl ismi Mahmûd bin Abdürrahmân olup, 1174 (m. 1760) senesinde Tillo’da doğdu, İsmâil Fakîrullah hazretlerinin torunlarından olan Mahmûd bin Abdürrahmân, büyük âlim İbrâhim Hakkı Erzurûmî’nin talebesidir. Gavs-ül-Memdûh ismi ile şöhret buldu. Pekçok kimselerin hidâyete kavuşup Allahü teâlânın sevdiği kullar arasına girmelerine vesile oldu. 1263 (m. 1847) senesinde Tillo’da vefât etti.

Küçük yaşta, İbrâhim Hakkı hazretlerinden ilim ve ma’rifet öğrenmeye başladı. Keskin bir zekâya sahip olan Gavs-ül-Memdûh, ısrarlı ve düzenli bir çalışma ile, kısa zamanda hocasından tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri, zamanın matematik, edebiyat, astronomi ve fen ilimlerini öğrenerek, büyük bir âlim oldu. Ayrıca kalb ilimlerini de tahsil ederek, ma’rifetullah sahibi olan velîler arasına girdi.

Gavs-ül-Memdûh, talebe arkadaşlarıyla zaman zaman hocası İbrâhim Hakkı hazretlerinin yanında, Tillo’nun Cebel-i Re’s-il-kuvâ ismindeki tepesine çıkarlardı. İbrâhim Hakkı hazretleri talebelerine; “Bu tepe, yakında büyük bir nâma kavuşacaktır” dedi. İbrâhim Hakkı, bu tepeye bir musalla taşı yaptırdı. Her uğradığında oraya otururdu. Ölümü, âhıreti ve hesabı düşünürdü. Yine birgün üç talebesi ile bu tepeye çıktı. Üçünün de ismi Mahmûd idi. Onlara; “Sübhânallah! Hepinizin de adı Mahmûd. Her biriniz de amcalarınızın kızı ile evleneceksiniz. Fakat sâdece biriniz Allahü teâlânın evliyâ kulları arasında yüksek derecelere sahip olup; “Memdûh” lakabıyla isimlendirilecektir. Ona her taraftan akın akın talebe istifâde etmek için gelecektir. O, bu tepeye bir ev yaptırıp, herkesin hidâyete kavuşmasına vesile olacaktır” buyurdu. Talebeler de kendi kendilerine; “Mübârek hocamızın müjde verdiği o kimse ben olsam” diye temenni ettiler. Bir müddet sonra içlerinden iki tanesi oradan ayrıldı. İbrâhim Hakkı hazretleri yanında kalan Mahmûd’a; “Biraz önce müjde verdiğim Mahmûd sensin. Fakat bu sırrı ben sağ olduğum müddetçe kimseye söyleme” buyurdu. Bu müjdeye çok sevinen Gavs-ül-Memdûh, hocası sağ olduğu müddet içinde kimseye söylemedi.

Gavs-ül-Memdûh, hocasının sık sık iltifâtlarına mazhar olur, “Bârekallahü fike yâ Memdûh” (Allahü teâlâ sana bereketini ihsân etsin) duâsını almakla şereflenirdi. Gecesini gündüzüne katarak hocasının hizmetinde bulunur, ona hizmeti büyük bir ni’met bilirdi. Onun huzûrunda lüzumsuz hiç konuşmaz, ancak sorulan bir suâle kısa ve öz cevap verirdi. Yüksek edeb sahibi olup, arkadaşları arasında parmakla gösterilirdi. Yumuşak huyu ile herkesin dikkatini çeker, aklının kemâlini ve edebini takdîr etmeyen kalmazdı. Onun sohbetine kavuşan, tatlı sözlerine kendini kaptırır, ondan ayrılmak istemezdi.

Gavs-ül-Memdûh, yirmi yaşına girdiğinde, amcası Şeyh Mustafa’nın kızı Zemzem-il-Hassa ile evlendi. Zemzem-il-Hassa ki, Allahü teâlânın rızâsına kavuşan kadın evliyâdan biri idi. Onun büyüklüğünü annesi Âişe hâtun şöyle anlattı: “Zemzem’e hâmile idim. Birgün bana gâibden bir zât görünüp, sâliha bir çocuğumun olacağını müjdeledi. Kim olduğunu sorduğumda, bir melek olduğunu söyledi. Doğumuna kadar hamileliğim çok hafif geçti. Nihâyet 1178 (m. 1764) senesi Şevval ayının yirmisine rastlayan Perşembe gecesi dünyâya geldi. Doğumundan onbeş gün sonra bir gece uyandığımda kendisini emzirmek istedim. Üzerindeki örtüyü kaldırdığımda bütün vücûdunun ilâhî bir nûra gark olduğunu gördüm. Çok hareketsiz bir hâlde uyumasından öldüğünü sandım. Dikkatle üzerine eğildiğimde, nefes alıp verdiğini anladım. Sonra babasını uyandırıp çocuğun durumunu gösterdim. Babası, çocuğumuzun üzerini kaplayan nûra bakarak, onun ileride çok sâliha bir hanımefendi olacağını müjdeledi.”

Gavs-ül-Memdûh, hocası İbrâhim Hakkı hazretlerinin vefâtından sonra, yerine geçip, talebeleri okutmağa başladı. Her geçen gün talebesi ve ziyâretçileri çoğaldı. Öyle ki, artık dergâha sığmaz hâle geldi. Ba’zan günde bin beşyüz kişiden fazla ziyâretçi oluyordu. Bu izdihamın kalkması için hocasının işâret buyurduğu Re’s-il-kuvâ dağının bir tepesine büyük bir dergâh ve yanına ev yaptırdı. Burada insanlara feyz ve bereketler yağdırıp, hidâyete kavuşmalarına sebep oldu.

Gavs-ül-Memdûh, bir gece rü’yâda Mûsâ Kâzım hazretlerinin kendisine; “Ey Memdûh, kalk! Kalb gözünün açılacağı, ilâhi tecellilerin zâhir olacağı zaman yaklaştı” müjdesine mazhar oldu. “Hayırdır inşâallah” diyerek yatağından fırlayan Gavs-ül-Memdûh hazretleri, ilâhi bir cezbeye kapıldı. O anda bütün vücûdunda şiddetli bir hararet meydana geldi. O günden sonra şiddetli kış günlerinde bile dışarda durduğu hâlde harareti sönmedi. Bu rü’yâdan sonra, daha önce konuşmadığı lisânlarla Allahü teâlânın izniyle konuşup, o dillerde şiirler, kasideler söyledi. Ondan sonraki üç senede, üzerindeki bu hararet hâli kalkıp yerini tam tersine bir soğukluk hâli aldı. Öyle ki soğuktan durmadan titrerdi. Dördüncü senede bu hâlden kurtulup, normale döndü. Bundan sonra artık talebe okutmaya devam etti.

Gavs-ül-Memdûh’un torunu Halîl Efendi anlattı: “Birgün mübârek hocamın hizmetiyle şerefleniyordum. İçeri tanımadığım birisi girerek, Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin elini öpmeye başladı. Sonra hürmetle; “Muhterem efendim! Tâ Sivas’tan sırf size teşekkür edip, müstecâb duâlarınızı almak için geldim. Çünkü hayatımı kurtardınız. Eğer müsâdeniz olursa hâdiseyi anlatayım” dedi. Hocam da gülümseyerek müsâade etti. O kimse başından geçen hâdiseyi şöyle anlattı. “Bir deniz yolculuğuna çıkmıştım. Gemimiz bir müddet yol aldıktan sonra, şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Koskoca dalgalar gemiye çarptıkça, gemi bir sağa bir sola yatıyor, tahtaları gıcırdayarak kırılmamak için direniyordu. Gemide bulunan herkes, kurtulmak için duâ ediyor, kurbanlar adıyordu. Nihâyet dalgaların şiddetine dayanamayan gemimiz battı. Hepimiz suyun üzerinde durabilmek için çabalıyorduk.

Yüzmek için uğraşırken aklıma aniden zât-ı âliniz geldi ve; “İmdat yâ Gavs-ül-Memdûh hazretleri!..” diye sizden yardım istedim. O anda önümde bir geniş tahta belirdi. Ona yapışarak su üzerinde kalabildim. Uzun uğraşmalardan sonra sahile çıktım. Fakat açlıktan ve yorgunluktan çok halsiz düşmüştüm. Gözümün önünü görecek durumum yoktu. Birden nûr yüzlü bir kimsenin, bana, içinde ekmek ve peynir bulunan bir paket uzattığını gördüm. Verilenleri yemek için çabalarken o mübârek zât oradan kayboldu. Yemîn ederek söylüyorum ki, benim denizde boğulmaktan ve açlıktan ölmekten kurtulmama sebep olan sizden başkası değildi.”

Gavs-ül-Memdûh’un akrabalarından Ali Efendi anlattı: “Birkaç arkadaşımla hacca gitmiştik. Dönüşte Lazkiye civarına geldiğimizde yiyeceklerimiz bitti. Lazkiye’ye giderek orayı idâre eden Osmanlı paşasına durumu anlattık ve yardımlarını taleb ettik. Bizim Tillo’lu olduğumuzu öğrenince, Gavs-ül-Memdûh hazretlerini sordu. Yeğeni olduğumuzu söyledik. Paşa buna çok sevindi ve hocamızın evsâfını sordu. Ben de tek tek anlattım. Anlattıkça paşa tasdik ediyordu. Buna oldukça şaşırdım. Acaba paşa, hocamızı nereden tanıyordu? Dayanamadım sordum. O da cevap olarak şöyle anlattı: “Pâdişâhımızdan, buradaki Fransızlarla savaş yapmak üzere emir almıştım. Askerlerimi toplayarak düşmana saldırdık. Onlara karşı gerek silâh olarak, gerekse asker olarak çok az olmamız hasebiyle mağlup olmuştuk. Durumu sultânımıza bildirdik. Sultan da yeniden asker toplayıp Fransızların üzerine yürüyerek galip gelmemizi emretti. “Başüstüne” diyerek tekrar asker topladım. Hazırlıklarımı tamamladıktan sonra savaş meydanına yürüdük. Her askere tekrar tekrar tenbîh ettirdim ki, namazını hiç kimse geçirmesin, âmirlerine mutlak itaat etsin, birbirlerine haklarını helâl etsin ve zamanın evliyâsının en üstünü olanlardan imdat istesin. Böylece hem maddî, hem de ma’nevî sebeplere yapıştık. Başta kendim, savaş meydanında geçirdiğim o ilk gecede, sabahlara kadar uyumadım. Namaz kılıp, Kur’ân-ı kerîm okudum ve cenâb-ı Hakka çok duâ edip yalvardım. Gözyaşları arasında zamanın Gavs’ından da yardım istedim. Fecr vaktinde askerîmi uyandırdım. Ezân-ı Muhammedî okundu. Cemâatle sabah namazını kıldık. Rabbimizden bize zafer nasîb etmesi için duâlar edip askerîmle helâllaştım. Güneş doğarken, karşı tepede ordugâhını kuran Fransızlar üzerine; “Allah Allah!…” nidâlarıyla hücuma geçtik. Önce top atışları ile başlayan savaş, sonra tüfek ve tabancaya, göğüs göğüse geldiğimizde de kılıç ile çarpışmaya döndü. Her iki tarafında bütün gücü ile vuruştuğu bir anda, bir atlının rüzgâr gibi saflarımıza katılıp düşmana hücum ettiğini gördük. Bu gelenin nûr yüzü, yeşil sarığı ve beyaz elbisesi içinde daha da heybetli görünüyordu. Elinde kılıncı ile; “Allahü Ekber” nidâlarıyla hücum üzerine hücum tazeliyordu. Onun bu gayreti hepimizi heyacana getirdi. Canımızı dişimize takarak Fransızların üzerine şiddetle saldırdık. Öyle ki, herbirimiz birer arslan kesilmiştik. Vurduğumuz yerden ya kol, ya baş koparıyorduk. Bizim bu anî gayretimiz düşmanın gözünü yıldırdı ve kaçmaya başladılar. Peşlerine düştük, pekçoğunu öldürdük, bir kısımını esîr aldık. Pek azı kaçabilmişti. Topları, cephâneleri hep elimize geçti. Bu arada bize yardıma gelen o mübârek zâtın, düşmanın kaçtığı istikâmetten atıyla geldiğini gördük. Önünde elleri bağlanmış bir Fransız vardı. Yanımıza gelmesini heyecanla bekledik. Nihâyet geldiklerinde esîri yere bıraktı ve; “Paşa! Bu papaz, Fransızları galeyana getirerek, müslümanlara saldırtıyordu. Bu İslâm düşmanını iyi zaptet!” buyurdu. Buna çok sevindim ve imdâdımıza yetişen nûr yüzlü zâtın ellerine sarıldım. Doya doya öptükten sonra; “Canım size feda olsun. Kim olduğunuzu lütfeder misiniz?” diye sordum. “Tillolu Memdûh’um” diyerek atını mahmuzladı. Önce şaha kalkan at, hızla yanımızdan uzaklaştı. O günden beri bu zâtı tanıyan biriyle karşılaşmak için Allahü teâlâya duâlar ettim. Nihâyet kabûl olmuş. Sizinle görüşmek, ondan haber almak devletine kavuştum. Lütfen Tillo’ya vardığınızda, benim yerime mübârek ellerinden öp, selâm ve hürmetlerimi bildir. Kıyâmet günü bize şefaat etmesini istirhâm ettiğimi de bildir.” Paşa’nın anlattıklarını hepimiz heyecanla dinledik. Sonra bize çok izzet ve ikramlarda bulundu. İhtiyâçlarımızı giderdi. Sonra yola koyulduk. Tillo’ya geldiğimizde doğruca Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin huzûruna gidip durumu anlattım. Selâmını söyledim. “Ve aleyküm selâm. Paşa doğru söylemiş” diyerek, Allahü teâlânın kendisi için ihsân ettiği bu ni’mete şükretti.”

Gavs-ül-Memdûh’un yakın talebelerinden Abdürrahîm Efendi anlattı: “Hocam Gavs-ül-Memdûh hazretleri, birgün dergâhın önünde otururken beni huzûr-u şerîflerine çağırdı. Şam’a gidip gitmediğimi sordu. Ben de; “Gitmedim efendim” deyince. “Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin.” buyurdu. İşâret ettiği yöne baktığımda, yemyeşil bahçeleriyle. Şam’ın karşımda durduğunu hayretle gördüm. Şam’ı merakla seyrettiğimi gören mübârek hocam: “Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?” buyurunca, rü’yâdan uyanır gibi Şam gözlerimden silindi ve hocama; “O köy buraya uzaktır, görünmez efendim” diye cevap verdim. Bunun üzerine; “Doğu tarafına bak” buyurdu. O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözümün önüne geldi. O anda köyün bir kenarında, hocamın talebelerinden birkaç tanesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor, talebe arkadaşlarımla alay ediyordu. Hocam; “Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?” diye sordu. Ben de; “Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim” diye sordum. Hocamın hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağımı hızla bekçiye doğru salladım. Allahü teâlânın izniyle, ayağım bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki, birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktım fakat mübârek hocamın; “Yeter, yâ Abdürrahîm!” buyurması üzerine durdum. Boşi köyü de gözümden kayboldu. Hocamın bu kerâmetlerine hayran kalmıştım. Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde hocamın huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi; “Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ etmenizi yalvarırım” diyerek ağladı. Hocam onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi.”

Gavs-ül Memdûh hazretlerinin akrabalarından Molla Hâmid anlattı: “Yaya olarak Erzurum’a gidiyordum. Bir gece Çakmak isimli bir köyde, Yûsuf Efendi isminde iyilik sever birisine misâfir olmuştum. Nereden gelip nereye gittiğimi, kim olduğumu sordu. Tillo’lu olduğumu, Gavs-ül-Memdûh’un akrabası olduğumu söyledim. Hocamın ismini işiten Yûsuf Efendi birden heyecanlandı ve başından geçen şu hâdiseyi anlattı: “Birisi bana bir iftira atarak hapsettirmişti. Hiçbir suçum olmadığı hâlde verilen cezaya üzülmüştüm. Oradan kurtulmak için pekçok çâreler düşündüm, plânlar kurdum. Fakat hiçbirinden netice alıp, hapisten kurtulamadım. Bir gece iki rek’at namaz kılıp Allahü teâlâya gözyaşları arasında kurtulmam için duâ ettim. O duâdan sonra hatırıma cenâb-ı Haktan velî olan kulları geldi. Onlar, darda kalan kullara yardım eder düşüncesiyle; “Ey zamanımızın Gavs-ı a’zamı! Ne olur buradan kurtulmam için himmet buyurmanızı istirhâm ediyorum” diyerek, imdat istemeye başladım. Bu şekilde geç saatlere kadar hep Allahü teâlânın sevdiği kullarını yardıma çağırdım. Derken uyumuşum. Birisinin müşfik ve heybetli sesiyle uyandım. “Yûsuf Efendi! Haydi kalk” diyordu. Kalktım. Başucumda üç kimse duruyordu. Herbirinin yüzleri nûr gibi parlıyordu. “Kimsiniz? Ne için geldiniz?” der gibi yüzlerine bakınca, içlerinden biri; “Sen bizi imdâda çağırmamışmıydın? işte geldik!” buyurdu. Sevincimden ne yapacağımı şaşırdım. Fakat kapılar kilitli idi. Üstelik nöbetçiler sabahlara kadar kapı önlerinde gezinip duruyorlardı. Nasıl çıkıp gidecektim. Daha böyle düşünceler aklımdan geçerken o heybetli zât tekrar; “Vesveseyi bırak, cenâb-ı Hak herşeye kâdirdir. Yürüyerek evine git” buyurdu. “İsm-i âliniz nedir?” diye arz ettiğimde de; “Tillolu Memdûh’um. Allahü teâlâ darda kalan kullarına yardım etmekle bizi vazîfelendirdi” deyip gözden bir anda kayboldular. Korka korka kapıya vardım. Koluna bastığımda, kapı kilitli değilmiş gibi açıldı. Nöbetçi oturmuş uyukluyordu. Çok güzel bir fırsattı.

Sür’atle yanından uzaklaştım. Sevincimden kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Hapishâneden çıktıktan sonra sanki arkamdan beni çağıracaklarmış gibi korkuyla sık sık arkama bakıyordum. Nihâyet eve vardım. Ertesi günlerde beni hiç arayan soran olmadı. Böylece Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin himmeti, bereketi ve yardımı ile kurtuldum.”

1263 (m. 1847) senesinde Tillo’da hastalanan Gavs-ül-Memdûh hazretleri, talebe, akraba, ahbapları ve çocukları ile helâllaştı. Bir Pazartesi günü öğleye doğru Kelime-i tevhîd söyleyerek vefât etti. Cenâzesini, yerine bıraktığı oğlu İbrâhim yıkadı ve namazını kıldırıp kalabalık bir grup ile defnetti. Mübârek kabri, âşıkları tarafından ziyâret edilmekte, onun feyz ve bereketlerine kavuşulmaktadır.

1) Kenz-ül-fütûh fî menâkıb ve ahvâl-il-Gavs-il-Memdûh.

Hoca Ahmed Yesevi

Kazakistan – Yesi şehrinde

Orta Asya Türkleri’nin dinî-tasavvufî hayatında geniş tesirler icra eden ve “pîr-i Türkistan” diye anılan mutasavvıf-şair, Yeseviyye tarikatının kurucusu. Ahmed Yesevî’nin tarihî şahsiyetine dair vesikalar azdır, mevcut olanlar da menkıbelerle karışmış haldedir. Bunlardan sağlam bir neticeye varmak oldukça güç, hatta bazı hususlarda imkânsızdır. Buna rağmen “hikmet”lerinden, onunla ilgili tarihî kaynaklardan, menâkıbnâmelerden elde edilecek bilgiler ve çıkarılacak sonuçlar, menkıbevî de olsa, hayatı, şahsiyeti, eseri ve tesiri hakkında bir fikir vermektedir.

Batı Türkistan’daki Çimkent şehrinin doğusunda bulunan ve Tarım ırmağına dökülen Şâhyâr nehrinin küçük bir kolu olan Karasu üzerindeki Sayram kasabasında doğdu. İspîcâb (İsfîcâb) veya Akşehir adıyla da anılan Sayram kasabası eskiden beri önemli bir yerleşme merkeziydi. Bazı kaynaklarda onun Yesi’de, bugünkü adıyla Türkistan’da doğduğu kaydedilmektedir. Ahmed Yesevî’nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Yûsuf el-Hemedânî’ye (ö. 535/1140-41) intisabı ve onun halifelerinden oluşu dikkate alınırsa XI. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiğini söylemek mümkündür. Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerinden olan babası, kerametleri ve menkıbeleri ile tanınan ve Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilen Şeyh İbrâhim adlı bir zattır. Annesi ise Şeyh İbrâhim’in halifelerinden Mûsâ Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur. Şeyh İbrâhim’in Gevher Şehnaz adlı kızından sonra ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmed Yesevî önce annesini, ardından da babasını kaybetti. Kısa bir müddet sonra Gevher Şehnaz, kardeşini de yanına alarak Yesi şehrine gitti ve oraya yerleşti.

Tahsiline Yesi’de başlayan Ahmed Yesevî, küçük yaşına rağmen birtakım tecellî*lere mazhar olması, beklenmeyen fevkalâdelikler göstermesi ile çevresinin dikkatini çekmiştir. Menkıbelere göre, yedi yaşında Hızır’ın delâletine nâil olan Ahmed Yesevî Yesi’de Arslan Baba’ya intisap ederek ondan feyiz almaya başlar. Yine menkıbeye göre, ashaptan olan Arslan Baba’nın Yesi’ye gelerek Ahmed Yesevî’yi bulması ve Hz. Peygamber’in kendisine teslim ettiği emaneti vermesi, terbiyesi ile meşgul olup onu irşad etmesi, Hz. Peygamber’in mânevî bir işaretine dayanmaktadır. Arslan Baba’nın terbiye ve irşadı ile Ahmed Yesevî kısa zamanda mertebeler aşar, şöhreti etrafa yayılmaya başlar. Fakat aynı yıl veya ertesi yıl içinde Arslan Baba vefat eder. Ahmed Yesevî, Arslan Baba’nın vefatından bir müddet sonra zamanın önemli İslâm merkezlerinden biri olan Buhara’ya gider. Bu şehirde devrin önde gelen âlim ve mutasavvıflarından Şeyh Yûsuf el-Hemedânî’ye intisap ederek onun irşad ve terbiyesi altına girer. Yûsuf el-Hemedânî’nin vefatı üzerine irşad mevkiine önce Abdullah-ı Berkî, onun vefatıyla Şeyh Hasan-ı Endâkı geçer. 1160 yılında Hasan-ı Endâkı’nin de vefatı üzerine Ahmed Yesevî irşad postuna oturur. Bir müddet sonra, vaktiyle şeyhi Yûsuf el-Hemedânî’nin vermiş olduğu bir işaret üzerine irşad makamını Şeyh Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’ye bırakarak Yesi’ye döner; vefatına kadar burada irşada devam eder.

Ahmed Yesevî altmış üç yaşına geldiğinde geleneğe uyarak tekkesinin avlusunda müridlerine bir çilehane hazırlatır, vefatına kadar burada ibadet ve riyâzetle meşgul olur. Çilehanede ne kadar kaldığı belli değildir, fakat ölünceye kadar buradan çıkmadığı ve hücrede vefat ettiği muhakkaktır. Doğum tarihi bilinmediğinden kaç yıl yaşadığı hususunda da kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Sayram’da İmam Muhammed b. Ali neslinden gelenlere hâce denildiği gibi onlara bağlı olanlara da aynı isim veriliyordu. Ahmed Yesevî de bu silsileye bağlı olduğu için Hâce Ahmed, Hâce Ahmed Yesevî, Kul Hâce Ahmed şekillerinde de anılmaktadır .

Kerametlerinin vefatından sonra da devam ettiği ileri sürülen Ahmed Yesevî, rivayete göre, kendisinden çok sonra yaşayan Timur’un rüyasına girer ve ona zafer müjdesini verir. Timur zafere erişince, Türkistan ve Kırgız bozkırlarında şöhreti ve nüfuzu iyice yayılmış olan Ahmed Yesevî’nin kabrini ziyaret için Yesi’ye gelir. Kabrin üstüne, devrin mimari şaheserlerinden olan bir türbe yapılmasını emreder. Birkaç yıl içinde inşaat tamamlanır ve türbe, camii ve dergâhı ile bir külliye halini alır. Ahmed Yesevî’nin türbesi civarına gömülmek bozkır göçebeleri için ayrı bir değer taşır. Bu sebeple birçok kişi daha hayattayken türbe civarında toprak satın alarak kabirlerini hazırlarlar. Hatta kışın ölen bir kimse keçeye sarılarak ağaca asılır ve bahara kadar bekletilir; bahar gelince götürülüp Ahmed Yesevî’nin türbesi civarına defnedilir. Bu gelenek Ahmed Yesevî’nin Orta Asya Türklüğü üzerinde ne derece tesirli olduğunu açıkça göstermektedir.

Rivayete göre Ahmed Yesevî’nin İbrâhim adında bir oğlu olmuşsa da kendisi hayatta iken vefat etmiştir. Ayrıca Gevher Şehnaz ve Gevher Hoşnaz adlarında iki kızı dünyaya gelmiş, soyu Gevher Şehnaz vasıtasıyla devam etmiştir. Türkistan, Mâverâünnehir ve diğer Orta Asya bölgelerinde olduğu gibi Anadolu’da da kendilerini Ahmed Yesevî’nin neslinden sayan pek çok ünlü şahsiyet çıkmıştır. Bunlar arasında Semerkantlı Şeyh Zekeriyyâ, Üsküplü Şâir Atâ ve Evliya Çelebi zikredilebilir.

Ahmed Yesevî’nin Yesi’de irşada başladığı sıralarda Türkistan’da, Yedisu havalisinde kuvvetli bir İslâmlaşma yanında İslâm ülkelerinin her tarafına yayılan tasavvuf hareketleri de vardır. Medreselerin yanında kurulan tekkeler tasavvuf cereyanının merkezleri durumundaydı. Yine bu yıllarda Mâverâünnehir’i kendi idaresi altında birleştiren Sultan Sencer vefat etmiş (1157), Hârizmşahlar kuvvetli bir İslâm devleti haline gelmeye başlamışlardı. Bu uygun şartlar altında Ahmed Yesevî Taşkent ve Siriderya yöresinde, Seyhun’un ötesindeki bozkırlarda yaşayan göçebe Türkler arasında kuvvetli nüfuz sahibi olmuştu. Etrafında İslâmiyet’e bütün samimiyetiyle bağlı olan yerli halk zümresi ile yarı göçebe köylüler toplanıyordu. İslâmî ilimlere vâkıf olan, Arapça ve Farsça bilen Ahmed Yesevî, çevresinde toplananlara İslâm’ın esaslarını, şeriat hükümlerini, tarikatının âdâb ve erkânını öğretmek gayesiyle sade bir dille ve halk edebiyatından alınma şekillerle hece vezninde manzumeler söylüyor, “hikmet” adı verilen bu manzumeler, ayrıca dervişleri vasıtasıyla en uzak Türk topluluklarına kadar ulaştırılıyordu. Hikmetlerin muhtevası, Ahmed Yesevî’nin hayatı hakkında bazı bilgiler vermektedir. Ancak bunların tarihî hakikatlere ne derece uygun olduğunu tesbit etmek güçtür. Buna rağmen Yesevî’nin şiirlerinde yer alan bu bilgiler hayatına, tahsiline, sülûk*üne, ulaştığı makam ve mertebelere dair bazı açıklamalar getirmesi bakımından oldukça değerlidir.

Rivayete göre, Ahmed Yesevî’nin on iki bini kendi yaşadığı muhitte, doksan dokuz bini de uzak ülkelerde bulunan müridleri ve geleneğe uygun olarak hayatta iken tayin ettiği pek çok halifesi bulunmaktaydı. İlk halifesi Arslan Baba’nın oğlu Mansûr Atâ idi. Mansûr Atâ 1197 yılında vefat edince yerine oğlu Abdülmelik Atâ, Abdülmelik Atâ’nın vefatından sonra yerine oğlu Tâc Hâce, daha sonra da onun oğlu Zengî Atâ irşad mevkiine geçtiler. İkinci halifesi Hârizmli Saîd Atâ, üçüncü halifesi, Yesevî tarzındaki hikmetleri ve menkıbeleri ile Türkler arasında büyük bir şöhret ve nüfuz kazanan Süleyman Hakîm Atâ’dır. Hakîm Atâ Hârizm’de yerleşip irşada başladı, 1186 yılında vefat edince Akkurgan’a defnedildi. Hakîm Atâ’nın en meşhur müridi Zengî Atâ idi. Zengî Atâ’nın başlıca müridleri ise Uzun Hasan Atâ, Seyyid Atâ, Sadr Atâ ve Bedr Atâ’dır. Yeseviyye silsilesi bilhassa Seyyid Atâ ile Sadr Atâ’dan gelmektedir.

Mürşidi Şeyh Yûsuf el-Hemedânî gibi Ahmed Yesevî de Hanefî bir âlimdir. Kuvvetli bir medrese tahsili görmüş, din ilimleri yanında tasavvufu da iyice öğrenmiştir. Bununla beraber devrinin birçok din âlim ve mutasavvıfı gibi belli bir sahada kalmamış, inandıklarını ve öğrendiklerini çevresindeki yerli halka ve göçebe köylülere anlayabilecekleri bir dil ve alıştıkları şekillerle aktarmaya çalışmıştır. Bir mürşid ve ahlâkçı hüviyetiyle onlara şeriat hükümlerini, tasavvuf esaslarını, tarikatının âdâb ve erkânını öğretmeye çalışmak, İslâmiyet’i Türkler’e sevdirmek, Ehl-i sünnet akîdesini yaymak ve yerleştirmek başlıca gayesi olmuştur. Bu öğreticilik vasıfları sebebiyle hikmetleri, bazılarınca lirizmden uzak ve sanat endişesi taşımadan söylenmiş şiirler olarak kabul edilmiştir. İslâm şeriatına ve Hz. Peygamber’in sünnetine sık sıkıya bağlı olan Ahmed Yesevî’nin şeriat ile tarikatı kolayca telif etmesi, Yesevîliğin Sünnî Türkler arasında süratle yayılıp yerleşmesinin ve daha sonra ortaya çıkan birçok tarikatlara tesir etmesinin başlıca sebebi olmuştur.

Ahmed Yesevî edebî şahsiyetinden ziyade fikrî şahsiyetiyle, tarihî hayatından ziyade menkıbevî hayatıyla Orta Asya Türk dünyasının en büyük ismidir. Onun gibi geniş bir sahada ve asırlarca tesirini devam ettirebilmiş bir başka şahsiyet gösterebilmek mümkün değildir.

Eserleri. Dîvân-ı Hikmet*. Ahmed Yesevî’nin “hikmet”lerini içine alan mecmuanın adıdır. Dîvân-ı Hikmet nüshalarının muhteva bakımından olduğu kadar dil bakımından da önemli farklılıklar arzetmesi, bunların farklı şahıslar tarafından değişik yerlerde meydana getirildiğini açıkça göstermektedir. Bir kısmı kaybolan veya zamanla değişikliğe uğrayan hikmetler derlenirken araya aynı ruh ve ifadedeki yeni hikmetler de ilâve edilmiş, böylece gittikçe aslından uzaklaşılmıştır. Kime ait olursa olsun bütün hikmetlerin temelinde Ahmed Yesevî’nin inanç ve düşünceleri, tarikatının esasları bulunmaktadır. Hikmetler Türkler arasında bir düşünce birliğinin teşekkül etmesi bakımından çok önemlidir.
Ahmed Yesevî’ye izâfe edilen Fakrnâme ise Dîvân-ı Hikmet’in Taşkent (Hikmet-i Hazret-i Sultânü’l-ârifîn Hâce Ahmed b. İbrâhim b. Mahmûd İftihâr-ı Yesevî, 1312, s. 2-15) ve bazı Kazan baskılarında (meselâ, Sultânü’l-ârifîn Hâce Ahmed b. İbrâhim b. Mahmûd İftihâr-ı Yesevî, 1311, s. 3-17) yer almaktadır. Müstakil bir risâleden çok Dîvân-ı Hikmet’in mensur bir mukaddimesi durumunda olan Fakrnâme’nin Dîvân-ı Hikmet yazmalarının hiçbirinde bulunmaması, Ahmed Yesevî tarafından kaleme alınmadığını, daha sonra Dîvân-ı Hikmet’i tertip edenler tarafından yazılıp esere dahil edildiğini göstermektedir. Fakrnâme, metnin dil hususiyetlerinin ele alındığı geniş bir incelemeyle birlikte Kemal Eraslan tarafından yayımlanmıştır (TDED, XXII, s. 45-120).

Türbe-i Şerifinin Özelikleri

Ahmed Yesevi hazretlerinin ilk türbesi kerpiçten yapılma tek kubbeli bir yapıdır. Şimdi ki türbe ise ; Emir Timur tarafından 1389 – 1405 yılları arasında İranlı Mimar Hüseyin Şirazi ‘nin yine Emir Timur’un yönlendirmesiyle İranlı ustalar tarafından yapılmıştır. 40 metre yüksekliğinde Taç kapıya ve çift kubbeli yivli bir çatıya sahiptir.

Kubbenin dışı ve duvarları çoğunlukla altın yeşili ve turkuaz renkli sırlı çinilerle kaplıdır. Tüürbenin beden duvarında Kuran’ı Kerimden ayetler ve kubbe kasnağında ise hadisler yer alır. Kabrinin bulunduğu bölümün üstündeki kubbenin gövdesinde İri Kuf’i hatla ”Mülk Allah’ın ayeti” yazılıdır. Türbe-i şerifindeki özel yeşil Mermerler ; Emir Timur tarafından Hindistandan getirilmiş.
Ahmed Yesevi Külliyesi ; Türbe- Mescit – Kütüphane – Toplantı odaları – Misafirhane – Kazanlık odasından oluşuyor.
Kazanlık Odası ; Tay Kazanı – Kutsal Kazan ;   Ahmed Yesevi 4
Timur’un Bu Türbeye yaptığı hediyesidir. Türbeden 25 km uzaklıktaki Karnak köyünde yapılmış. Ağırlığı 2 ton içine 3 bin litre su alıyor. 7 çeşit metalın karşımından yapılıyor. Üzerinde üç kısım yazı var. 1. kısımda su ile ilgili Hadis ve ayetler var . 2. Kısımda tarih ;1399 25 mayıs – Ustanın adı ise Abdulaziz Şerafeddin Et Tebrizi 3. kısımda Mülk Allah’ın dır ismi 22 kez tekrarlanıyor. İçine 3 ton su dolduruyorlar ve dervişler kazanın çevresinde zikr ediyorlar kuran okuyorlar ve sonra ziyarete gelenler bu sudan memleketlerine götürüyorlar.

KAYNAKÇA:
Ali Şîr Nevâî, Nesâyimü’l-mehabbe min şemâyimi’l-fütüvve (haz. Kemal Eraslan), İstanbul 1979; Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi; a.mlf., Araştırmalar; a.mlf., İlk Mutasavvıflar; a.mlf., “Ahmed Yesevî”, İA, I, 210-215; a.mlf., “Ahmed Yesevî”, UDMİ, II, 157-166; Kemal Eraslan, Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler, Ankara 1983; a.mlf., “Yesevî’nin Fakr-nâme’si”, TDED, XXII (1977), s. 45-120; a.mlf., “Çagatay Edebiyatı”, İA, III, 270-323; Banarlı, RTET, I, 276-281; M. Kemal Özergin, “Dînî-Tasavvufî Edebiyatımızdan Dîvân-ı Hikmet”, Nesil, sy. 45-46, İstanbul 1980, s. 8-12; F. İz, “Aĥmad Yasawī”, EI² (İng.), I, 298-299.
Kemal Eraslan
KAYNAK: Bu metin Türkiye Diyanet Vakfı (TDV), İslam Araştırmaları Merkezi (İSAM) tarafından yayınlanan İslam Ansiklopedisi’nden alınmıştır. (İslam Ansiklopedisi, Cilt: 02; sayfa: 161)

Bukağlı Dede – Şeyh Muhammed Bağdadi (k.s.)

istanbul – şehzade başı – fatih evlendirme dairesi

Adı Şeyh Mehmed Bağdadi olup, Bağdatlı Baba, yahut Bukağılı Baba diye şöhret bulmuştur. Burada Bukağı bir işarettir. Hayvanlara vurulan bukağılar malumdur, insanlar için de cismen görünmez kayıtlar vardır ki, hilkati üzere hareket etmekten insanı men’eder. Mesela. Bir adam der ki “ben falan düşmanımdan intikam almak için bir müddet daha aleyhinde çalışayım.” Diğeri bir falan büyük zatın “hüsn-i teveccühünü kazanmak üzere ara sıra evine gideyim de beni görsün.” işte bunun gibi fikir ve işler insanın cismen görünmez kayıtlarıdır ki, insanı bağlayıp serbestliğini mahv, dünya ve ahiretçe hakikaten faydalı olan işlerden men’ederler. Binaenaleyh insan suri değil hakikî terakki isterse güzel ahlak kazanmalı ve meşru olmayan düşünce ve fikirlerin kaydından kesilmeye çalışmalı, kendini dünyaya bağlayan bütün bağlardan kurtarmalıdır.

Mübarek kabirleri Şehzadebaşı Belediye nikah dairesinin önünde 18 Sekbanlar diye bilinen kabristanın içindedir. Kabri îstanbul fethinin 500. fetih yılı münasebetiyle İstanbul Belediyesi tarafından tamir edilmiş ve başucuna şu kitabe yazılmıştır:

Fatih devrinden BUKAĞILI DEDE
1953

Kaynak ; İstanbul Evliyaları ve Fetih Şehidleri – Şevket Gürel , İstanbul’daki Tarihi Türbe ve Mescidleri İmar Vakfı , 1988

Şehit Bayram Ali Öztürk Hoca Efendi (k.s.)

İstanbul – Edirnekapı Sakızazağacı Kabristanı . Ahıskalı Ali haydar Efendi’nin hemen yakınında

Hatice’den doğma Mehmet Ali’den olma 01.03.1952 Adapazarı ili Karasu ilçesi doğumlu Bayram Ali Öztürk iki  aylıkken yetim kaldı. Annesinin ikinci evliliğini yapması acı ve ızdırap dolu yıllarının başlangıcı oldu.

Amcası Bilal Öztürk’ün himayesinde ilk orta ve liseyi adapazarı’nda bitirip o zamanki adı Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü olan Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesine girer. Eğitimine yörenin tanınmış âlimlerinden Mehmet Tavaslıoğlu’ndan aldıklarını da ekleyip memleketi Adapazarı’na döner.

Efendi Hz amcası Bilal Öztürk’ü tanıması vesile ile İsmailağa Cemaati ile tanışarak İstanbul’a gelerek ders vermeye başlar. Efendi Hz.’leri İmam Rabbani Hz’nin Mektubat’ını okuyup şehretme görevini ona verir. Zamanla mektubat derslerinde o derece uzmanlaşır ki birçok hocanın okumaya cesaret edemediği mektubatları kürsüde şehreder. Bu yönü “Mektubatçı Bayram Hoca” diye tanınmasına sebep olur.

İlme çok düşkün olan Bayram Ali Öztürk Mahmut Efendi Hz, Sadreddin Yüksel, Halil Günenç, Mehmet Savaş gibi âlimlerden dersler alır. Bunlara Hukuk eğitimini de ekler. Psikolojiden felsefeye, İslami ilimlerden sosyolojiye kadar her alandaki muazzam bilgi birikimi ve muhatabının içine saygı ile karışık bir muhabbet salan heybeti onunla konuşan kişinin dikkatini çeken en önemli özelliğidir.

Ömrünü kitaplara vakfeder. Devlet kütüphanelerinin birçoğundan daha büyük bir kütüphaneye sahip olur. Ardında 20 bin ciltlik bir kütüphane bırakmıştır. Arapça, Osmanlıca, Farsça, İngilizce ve Fransızca bilen 2 kız 1 erkek çocuk ve 4 torun sahibi Bayram Ali Öztürk 03.09.2006 sabahı 07.30’da İsmailağa Camii Şerifinde sabah namazı ardından vermiş olduğu dersin bitiminde Mustafa Erdal adındaki bir meczubun bıçaklı saldırısı sonucu şehit olmuştur.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi (k.s.)

İstanbul – Fatih – Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğinde

İstanbul-Fâtih-Çarşamba’daki İsmet Efendi Dergâhının postnişini. Nakşibendî tarikatının Hâlidî kolundan gelen silsilenin son halkalarından bir halkadır. İsmi, Ali Haydar olup, babası Molla Şerif Efendidir. Ahıskalı Ali Haydar Efendi diye meşhur olmuştur. 1870 (H.1288) senesinde Batum’un Ahıska kazasında doğmuş. 1960 (H.1380) senesinde İstanbul’da vefat etmiştir. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır.

İki yaşındayken annesini, dört yaşındayken babasını kaybeden Ali Haydar Efendi 1894 yılına kadar süren ilk tahsilini memleketinde yaptı. Fakat Şeyh Şamil’in ve beraberinde ki Kafkas Müslümanlarının Rus zulmüne karşı direnişlerinde o bölgede ki birçok müderris ve şeyh şehit olmuş, tekkeler ve medreseler boş kalmış. Bu sebeple de, ilim tahsiline devam edebilmek için Erzurum’a gelerek Bakırcı Medresesi’ne kaydoldu. Bir süre sonrada, buradan İstanbul’a gidip Fâtih Câmiinde İslamî ilimleri öğrenimine devam etti. Tahsilini tamamlayıp, Bâyezîd Dersiâmlarından Çarşambalı Hoca Ahmet Hamdi Efendi’den 1901 senesinde umumi icazetname aldı. Buradaki Medrese arkadaşlarının en meşhuru İskilipli Muhammed Atıf efendidir. Bir yandan hocasının derslerine devam ederken diğer yandan kâdı yetiştiren Medresetü’l-kudât’a giderek 1906 yılında mezûn oldu. Yapılan imtihanları kazanıp, Fâtih Câmiinde talebe okutmaya başladı. Böylece Fâtih Dersiâmları arasında yerini aldı. 1909 senesinde Fetvahanede fetva yazmakla vazifelendirildi. Daha sonra Sahn-ı Seman (Fâtih) Medreseleri fıkıh müderrisliğine tâyin edildi.

İlmiye Salnamesi’ndeki kayıtlara göre Ali Haydar Efendi’nin müderrislik hayatı şu şekildedir: “İlk olarak 1325 yılında Sadi Bey Medresesi üçüncü müderrisliği görevine getirildi. Ardından sırasıyla: Dâru’l-Hilafet-i Aliyye Medresesi kısm-ı âli fıkıh müderrisliği, Fetvahane Müsevvitliği, Heyet-i İtfaiyye Reisliği, Sahn Medresesi Müderrisliği görevlerinde bulundu. 1334’ten 1337 tarihine kadar ve bilahare 1340-1341 senelerinde de huzur derslerine ‘muhatap’ ve ‘baş muhatap’ olarak iştirak etti.”

Ahıskalı ali Haydar Efendi (k.s.) Silsile-i Şerifi

1. Hz. Seyyid-i Kâinât Muhammed-i Mustafa (sas.)Ahıskalı Ali Haydar Efendi
2. Hz. Ebû Bekir (ra.)
3. Hz. Selmân-ı Fârisî (ra.)
4. Hz. Kasım İbni Muhammed (ks.)
5. Hz. Câfer-i Sâdık (ks.)
6. Hz. Bâyezid-i Bistâmî (ks.)
7. Hz. Ebu’l-Hasen-i Harakânî (ks.)
8. Hz. Ebû Ali-i Fâremedî (ks.)
9. Hz. Yusuf-ı Hemedânî (ks.)
10. Hz. Abdülhâlık-ı Gücdüvânî (ks.)
11. Hz. Ârif-i Rivgerî (ks.)
12. Hz. Mahmud İncir-i Fağnevî (ks.)
13. Hz. Ali-i Râmitenî (ks.)
14. Hz. Muhammed Baba-ı Semmâsî (ks.)
15. Hz. Emir Külâl (ks.)
16. Hz. Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn (ks.)
17. Hz. Alâeddîn-i Attar (ks.)
18. Hz. Yakub-ı Çerhî (ks.)
19. Hz. Ubeydullâh-ı Ahrâr (ks.)
20. Hz. Muhammed Zâhid (ks.)
21. Hz. Muhammed Derviş (ks.)
22. Hz. Hâcegi-i Emkenegî (ks.)
23. Hz. Muhammed Bâkî (ks.)
24. Hz. İmam Rabbânî Ahmed Fâruk es-Serhendî (ks.)
25. Hz. Muhammed Ma’sûm (ks.)
26. Hz. Şeyh Seyfüddin (ks.)
27. Hz. Seyyid Nur Muhammed-i Bedvânî (ks.)
28. Hz. Şemsüddin Cân-ı Cânân-ı Mazhar (ks.)
29. Hz. Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî (ks.)
30. Hz. Mevlânâ Ziyâüddin Hâlid-i Bağdâdî (ks.)
31. Hz. Abdullah Mekki (ks.)
32. Hz. Mustafa İsmet Garibullah (ks.)
33. Hz. Halil Nurullah Zağravi (ks.)
34. Hz. Ali Rıza El Bezzaz (ks.)
35. Hz. Ahıskalı Ali Haydar Efendi(ks.)
36. Hz. Eş – Şeyh Mahmud En-Nakşibendi El-Müceddidi El-Halidi El-Ufi(ks.)

Ali Haydar Efendi ilk başlarda tasavvuf ve tarikata karşı çok mesafeliydi. “Te’lifi Mesail Heyeti” reisliğine atandığı, yani ilmî birikiminin çağın hukuki problemlerini çözmeye malik olduğu kanaatinin “Meşihat-ı İslamiyye” tarafından tasdiklendiği yıllarda bir Ramazan ayında Bandırma Merkez camiinde Ali Haydar Efendi halka vaazlar veriyor. Vaazlarında, Şeriat’a muhalif olanlardan, Müslümanları istila etmiş olan bid’at ve hurafelerden bahsediyor, yayılmasında etkisi olan tekkelerin, tasavvuf ve tarikat ehlinin aleyhinde konuşuyordu.

Bir gün sabah namazında kürsüye çıkarak; “Burada Bezzâz Ali Rızâ Efendi var, şöyle yapar, böyle yapar.” diye aleyhinde konuşunca dinleyen cemaat üzüldü, hayal kırıklığına uğradı. Cemâatin içindeki Bezzâz Ali Efendinin talebelerinden Börekçi Hasan Efendi namazdan sonra Bezzâz Ali Rızâ Efendinin yanına gidip durumu hocasına anlattı. Bezzâz Ali Rızâ Efendi; “Hiç merak etme, çok yakında bizim yanımıza gelecek.” cevabını verdi. Çok geçmeden Ali Haydar Efendinin gönlüne bir ateş düştü ve vaazda söylediği sözlerden pişman oldu. Pazar yerinde bez satan Bezzâz Ali Rızâ Efendinin yanına giderek, söylediklerinden pişmanlık duyduğunu bildirip, evlatlığa kabul etmesini istedi. Bezzâz Ali Rızâ Efendi kolundan tuttu, sırtını okşadı ve “İstanbul’da Hacı Ahmed Efendi var, ona git.” dedi.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi İstanbul’a gelip bu zatı buldu. O da Topkapı’da bulunan Maşlaklı Ali Efendi denilen zata gönderdi. Ahıskalı Ali Haydar Efendiye Maşlaklı Ali Efendinin sözleri çok tesir etmiş ve mana âleminde bir takım değişiklikler olduğunu hisseden Ali Haydar Efendi Ali Rıza Bezzaz hazretlerine talebe olup sohbet ve derslerine katıldı. Tasavvufun manevi yolunda sürekli ilerledi. Ali Rızâ Efendinin vefâtı üzerine 1914 senesinde Şeyh İsmet Efendi dergâhı postnişinliğine, şeyhinin işaretiyle müridân tarafından seçildi ve vakıf şartı gereğince seçim mazbatası mühürlenip Meclis-i Meşayıh’a takdim edildi. Fakat iktidarda olan İttihat ve Terakki hükümeti onun bu vazîfeye getirilmesine mâni oldu. Usulsüz olan bu uygulama dergâh mensupları arasında huzursuzluğa yol açtı.

Ahıskalı Ali Haydar Efendinin postnişinliğine mâni olunmakla ilgili usulsüz uygulama, mürîdândan Hâfız Halil Sâmi Efendi tarafından yazılan bir dilekçe ile saraya intikâl ettirildi. Nihâyet 1919 senesinde Ali Haydar Efendinin postnişinliği pâdişâh tarafından tasdik edilerek vazîfesi kendisine iâde edildi. Bu vazîfesi tekke ve zâviyeler kapanıncaya kadar devâm etti. Şeyhülislâmlığın kaldırılması, tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra açıkta kaldı, sâdece dersiâm maaşı ile iktifâ etti. Cebecibaşı Mahallesinde bulunan Şeyh İsmet Efendi dergâhında ikâmet etti.

Derin bilgisi ve kuvvetli bir hitâbet gücü olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Mart 1915′te şeyhülislâmlıkta yeni kurulan “Te’lif-i Mesâil Heyeti” reisliğine tâyin edildi. Bu görevi esnâsında Mecelle’yi ikmâl için kurulan komisyonda vazîfe aldı ve iki senede Kitâbü’l-Büyû’ (Alışveriş kitabı) ve Kitabü’l-İcâre’yi hazırladı.

Birinci Dünyâ Harbi boyunca bu vazîfeyi devâm ettiren Ahıskalı Ali Haydar Efendi 1916 senesinden îtibâren her ramazan ayında huzur dersleri (pâdişâh huzûrunda yapılan ilmî ders ve sohbet toplantıları) başmuhâtaplığı vazîfesini yürüttü. Bu vazîfesi 1923 senesine kadar sürdü ve pâdişâhlığın kaldırılmasıyla son buldu.

Dört pâdişâhın zamanında bilfiil vazîfe yapmış olan ve bilhassa Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın iltifatlarına kavuşan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Cumhûriyet devri boyunca dînî tedrisât ile meşgul oldu. İskilipli Atıf Hoca, Tahir Mevlevî gibi o devrin büyükleriyle hapiste kaldı. Birçok âlim hakkında idam kararı verildiği halde kendisine manada kurtuluş işareti verildi ve Allah’ın hikmeti ve inayeti ile hakkında beraat kararı verildi. Velakin bundan sonra yirmi beş yıl kadar göz hapsinde tutuldu.

Oğlu Hâlid Gürbüzler babasıyla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Babam kimseyle kötü olmamamızı söylerdi. Oturalım, çaylar, kahveler içelim demez, devamlı ilimle meşgul olurdu. Erzurum’dan Alvarlı Mehmed Efendi, Ramazanoğlu Sâmi Efendi sık sık ziyaretine gelirlerdi. Hasib Efendi ile Mehmed Zahid Kotku Efendi de gelirlerdi. Devrin bütün âlimleri ziyâretine gelir, sohbet ederlerdi.” Din ve devlet hizmeti görenlere büyük kıymet veren Ahıskalı Ali Haydar Efendi talebelerinin ve sevenlerinin ilmî yönden daha ileri olmalarını ister; “Sulbümden değil, yolumdan gelen benim evladımdır.” derdi. Kendisi ilmî mütâlaayı hiç bırakmazdı. Zevcesi Hanife Hanıma; “Hanife, Hanife yeni bir câhilliğimi daha gördüm. Yeni bir şey daha öğrendim.” derdi. Kendi tahsilinin kısa olduğundan bahsederek; “Benim tahsil müddetim beş senedir.” derdi.

Sert mizaçlı bir insandı. İbâdete çok düşkündü. Geniş çaplı düşünür, Müslümanların idaresi hakkında ihlaslı ve temiz insanların söz sâhibi olmasını, milletin ve devletin devamını isterdi.

Küçük oğlu Behâeddîn Gürbüzler’in ifâde ettiğine göre, ilim öğrenmek, öğretmek ve insanlara İslâmiyeti anlatmakla meşgul olurdu. Siyâsetle meşgul olmazdı. Hatta İttihat ve Terakki fırkasına girmesi için Hüseyin Câhit ve Talat Paşa tarafından teklifte bulunulmasına rağmen, tekliflerini kabul etmemişti. Talebelerine siyasetten uzak durmalarını tavsiye ederdi.

Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra Türkiye’de kurulan yeni idâreye karşı olduğu öne sürüldü. Ankara’ya götürülüp 1926’da İstiklal mahkemesinde yargılandı. Merhum Atıf Hoca’nın “Frenk mukallitliği (taklitçiliği) ve Şapka” adlı eserinden 100 adet kadar Bandırma’daki damadına satılmak üzere göndermesi sebebiyle tutuklandı. Ankara’da Tahir Mevlevi ile aynı koğuşu paylaşmışlardır. 31 Ocak 1926 günü muhakeme edildi. Daha sonra ders şeriki(ortağı) İskilipli Atıf efendi ile yüzleştirmesi yapıldı. Nihayet 3 Şubat 1926’da beraat etmiştir. Dînî ilimlere vâkıf olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, kuvvetli hitâbetiyle dinleyenleri tesir altında bırakırdı. Ömrünü İslâm dînini öğrenmeye ve öğretmeye vermişti. Kur’ân-ı Kerîmi çok okurdu. Nefse güvenmemeyi telkin eder, talebelerine ve sevenlerine nasihatlerde bulunurdu. Zamanın şartlarına göre dînî konuları anlatmak hâricinde sessiz bir hayat yaşadı.

Dini hizmetlere, emri- bil marufa büyük ehemmiyet verirdi ve “Din-i mübin-i İslam’ın devam ve bekası Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker(Allah’ın emirlerini anlatmak, yasaklarından sakındırmak)’in devamına; din-i mübin-i İslam’ın inkirazı(yıkılması) emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker’in terkine bağlıdır.” derdi.

Ali Haydar Efendi ömrünün son on yılını Bandırmada medfun olan şeyhi Ali Rıza Bezzaz Efendinin manada işaret ettiği Mahmud Efendi’yi yetiştirmekle geçirdi.

Mahmud Efendi hazretleri şeyhinden şöyle naklediyor: “Efendibabam buyurdu ki: Mahmud’un elinden tutan, benim elimden tutmuş olur. Hakikat şu ki; Bu fakirin elinden tutan Ali Rıza Bezzaz hazretlerinin elinden tutmuş olur. Böylece halka halka silsile, ta Peygamber efendimize dayanır. İşte buna “sahih yed” diyoruz.

Vefâtından on gün evvel Fâtih-Çarşamba’daki Şeyh İsmet Efendi dergâhının yakınındaki evinde komaya girdi. On gün bitkisel hayat sürdü ve 1 Ağustos 1960 (H.1380) günü yarı beline kadar doğrulup “Allah” diyerek rûhunu teslim etti. Cenâzesini Mahmud Efendi, Mehmed Zâhid Kotku Efendi ile Ramazanoğlu Sami Efendi yıkadılar ve vasiyeti üzerine hocası olan Reîsü’l-Ulema Çarşambalı Ahmed Efendinin de kabrinin bulunduğu Fâtih Câmii kabristanına defnedilmek istendi. Fakat buna müsaade edilmedi. Hatta cenaze namazının bile bu camide kılınmasına izin verilmedi. Yavuz Selîm Câmiinde Ramazanoğlu Sâmi Efendi tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra Sakızağacı kabristanında defnedildi.

Ahmed İzzet Efendi (k.s.) – Lokmacı Dede

İstanbul – Fatih’de İsmail ağa camii yakında yer alan Lokmacı dede sokağındaki Ahmed İzzet Efendi camii içerisinde

Allame-i Asır Essseyid , Eşşşeyh Ahmet İzzet Efendi – Lokmacı Dede

II. Mahmut devrinin önemli kişilerinden Emin Efendi’nin oğlu olan Ahmed İzzet Efendi , Unkapanı’nda Bir Şazeli Şeyhine intisap etmiş iken, çocukluğunda bir rüya üzerine Sineklibakkal’daki Tekke’de zamanın kutbu Kuşadalı İbrahim Halveti hazretlerine intisap etmiştir. Onun gözde halifelerinden birisi olmuştur.

Bulundukları Tekke yandığı zaman Şeyhi , Ahmet Efendi’ye ” Oğlum, üzülme masivayı yaktın , geleceğine bak.” demiştir. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) neslinden gelen , Ahmed İzzet Efendi , Keçecizade Ali Efendi’nin halefi , Muhammed Kırımi vefatı üzerine Kazasker Hasan Rafet Efendi Tekkesi diye anılan , şu anda medfun bulunduğu mekana Şeyh tayin edilmiştir. Bu görevi süresinde çok kıymetli alimler ve tasavvuf büyükleri yetiştirmiştir.

Ömrünün son yıllarını, imamlık ve Şeyhlik vazifesiyle geçiren Ahmet İzzet Efendi (1875) tarihinde vefat etmiş zamanın büyüklerinde Cerrahi Şeyhi Ali efendi , Seyyid Nizam dergahı şeyhi Mahmut Celaleddin ve Ulemadan Tikveşli Yusuf Efendi tarafından yıkanmıştır.

Fakirlere ve talebelere destek verir, yedirip içirmeyi çok sever. Mekke ve Medine fakirlerine buradan devamlı yardım gönderirdi. Ayrıca önemli özeliklerinden birisi de hastalara bakar dertlerine deva olurdu. Çaresiz insanlara yol gösterirlerdi.
Buhari-i Şerifi her yıl bu dergahta hatim ettirirlerdi.

Hacı Hasip Yardımcı (k.s.)

Kabr-i Şerifi Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğindedir.Şehitliğin kapısından girince 200 m dosdoğru yürüyoruz sol tarafta tabelada ismini göreceğiz. Abdulaziz Bekkine hazretlerinin hemen yanında

Abdullah Hasib (Yardımcı) Efendi, 1280/1863 senesinde Serez’de doğmuştur. Babası “muavin” namı ile bilinen Halis Efendi’nin oğlu Ali Efendi olup Serez’de Câmi-i Atik imamı, aynı zamanda Serez Rüşdiyesi’nde öğretmen ve müdür muavini idi. Ali Efendi Cidde’de medfundur.

Hasib Efendi, orta tahsilini Serez Rüşdiyesi’nde tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek eğitimini Çarşamba’da Mahmud Ağa Medresesi’nde sürdürür. Burada on sene kaldıktan sonra 1310/1893 yılında Tokatlı Hacı Şakir Efendi’den müderrislik icazeti alır. Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhanevî hazretleri de bu icazet merasiminde hazır bulunmuştur. Bu arada Sandıklılı Hasan Hamdi Efendi hazretlerine intisab etmişlerdir.
Tashîh-i Hurûf’u Fatih’in meşhur Baş İmam’ı Filibeli Arap Hoca’dan tahsil etmiş olup bu hususta yaptığı çalışmalar halen erbabı tarafından bilinmekte ve kaynak gösterilmektedir.

Hâmil-i Kur’ân olmanın gereği olarak kabul ettiği kıraat ilmine ait icazeti o zamanın Reîsü’l-Kurrâ’sı olan Hacı Nuri Efendi’den almıştır. Meslek-i dîniyenin seçkinleri arasında yer almasına ve birinci derecede ehliyet sahibi olmasına rağmen herhalde nâm ve şöhretten endişe duydukları için mensubu bulundukları mesleğin en mütevazî bölümü olan imamlık hizmetini tercih etmiştir. Serez’e dönüp daha önce babasının imamlık yaptığı Cami-i Atik’de görev almıştır. Orada Buhârî dersleri okutmuş, pek çok talebe ve hafız yetiştirmiştir.

Hat sanatıyla da uğraşan Hasib Efendi’nin meşhur hatları da bulunmaktadır. 1924 senesinde tekrar İstanbul’a dönerek Eyüp Sultan semtine yerleşir. Bu arada Abdülaziz (Bekkine) Efendi ve Mehmed Zahid Efendi ile tanışır. Daha sonra onların feyiz aldıkları mürşidleri Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’ye intisab ederek derslerine devam etmeye başlar. Abdülaziz Efendi hazretleri Hasib Efendi’yi dergaha getirip tanıtınca Mustafa Feyzi Efendi;
“İşte şimdi güzel elyaflı bir kereste getirdin.” diyerek iltifat etmişlerdir.

Hasib Efendi (ks.), Mustafa Feyzi Efendi’nin derslerini takip etmek için Eyüp Sultan semtindeki evlerinden, o günkü ismi Bâb-ı Alî olan bugünkü İstanbul Valiliği’nin hemen yanıbaşında bulunan Fatma Sultan Camii’ne kadar her sabah yaya olarak gelirlermiş. Bir müddet sonra aynı camide vazife alıp caminin meşrutasına yerleşmişlerdir. Fatma Sultan Camii’ndeki bu vazifesinin ardından Şehzadebaşı Damat İbrahim Paşa Camii’nde imam-hatiplik yapmıştır. Bu arada Mahmutpaşa semtinde bir ev alarak oraya taşınmıştır. Son zamanlarında Kapalıçarşı Camii hatibi olarak görev yapmışlardır.

Hasib Efendi’nin dört hanımından onyedi çocuğu olmuş, bunlardan yalnızca biri yaşamıştır. Ömründe dört defa hacca giden Hacı Hasib Efendi, uzunca boylu, beyaz sakallı, nur yüzlü, çok yumuşak ve hilim sahibi, mübarek bir kimse idiler. Zahirî ilimlerde üstat olduğu gibi mânevî ilimlerde de zamanının yüksek bir şahsiyetidir. Kendisinden sonra Gümüşhaneli Dergâhı’nda postnişîn olan Aziz Efendi, Hasib Efendi’nin vefatının ardından yaptırdığı Hatm-ı Hâcegânlarda onun için “Kutbü’l-Aktâb” sözünü zikrederlermiş. Hasib Efendi’nin evinde her hafta pazartesiyi salıya bağlayan gece Hatm-ı Hâce yapılırmış. Fakat sabahlara kadar sürmezmiş. Sünnete riayette titizlik gösteren Hocaefendi, yatsıdan sonra uzun oturmaları hoş görmezlermiş.

Kırk yıl -oruç tutulması haram olan günler hariç- hergün oruç tuttuktan sonra şöyle demişlerdir: “Artık ihtiyarladık da Savm-ı Dâvûd’a çevirdik.” Hasib Efendi, Bayezid Camii’nde, uzun süre, çarşamba günleri öğle namazından sonra Râmûzü’l-ehâdîs sohbetleri yapmıştır. Kendi mahallî şîvesi ile yaptıkları konuşmalar dinleyiciler üzerinde derin tesirler uyandırmıştır. Hasib Efendi mûnis yaratılışlı, rikkat dolu bir kalbe sahiptir. Peygamber Efendimiz’e karşı büyük bir muhabbeti vardır. Ondan bahsedilince bile gözyaşlarını tutamazlarmış. Âyetler okunurken ağlarlarmış. Bununla beraber dinî meselelerde çok sert ve titizlermiş.

Sevenlerinden biri birgün faiz konusunda kaçamak aramaya çalışıyormuş. “Şöyle olsa nasıl olur, böyle olmaz mı?” derken Hocaefendi hazretleri cevaben “Olur, olur be yahu, ama haram olur.” buyurmuşlardır. Hasib Efendi’nin gönüllere ve rüyalara tasarrufları vardır. Açık kerametleri sevenleri tarafından anlatılmaktadır. O yıllarda öğrenci olan bir bağlısı şöyle anlatıyor:
“İmtihanımın yaklaştığı bir zaman evlerine gittim. Yanlarına oturdum. İçimden, ‘Hocaefendi bir sorsa da dua etmesini istesem.’ diye geçirdim. O sırada birşeyler anlatıyordu. Sözünü yarıda kesip nerede okuduğumu, ikmalim olup olmadığını sordu. ‘Bir ikmalim var.’ dedim. ‘İnşaallah geçersin ben bazen dua ederim, sınıflarını geçerler. O benden değil Allah’tandır Allah’tan.’ dedi ve ağladı.”

Bir akşam Hasib Efendi, bir kumaş tüccarı ile birlikte yürümekte iken karşılarına elinde şişesi ile bir sarhoş çıkar. Körkütük sallana-sallana gelir, içki şişesini Hasib Efendi’ye doğru uzatır ve der ki: “Söyle hoca, bunun içinde Allah var mı?” Hasib Efendi cevap verir: “A be kuzucağızım, sen onu nerde ararsan ordadır.” Bu olaydan bir süre sonra aynı sarhoş Hasib Efendi’nin vazife gördüğü Kapalıçarşı Camii cemaatinden olmuştur.

Hasib Efendi hazretleri şöyle derlermiş: “Hidayet kalbe inen bir nurdur, rahmettir. O rahmet, suyun çorak bir toprağı yumuşatması gibi kalbi yumuşatır. Kalp doğru söze açılır ve o doğru sözü hemen kapar. Tıpkı yumuşamış bir toprağın, tohumu kapıp da yeşermesi gibi…” Hasib Efendi (ks.), son zamanlarında prostat ameliyatı olmuşlardı. Hasta yatıyorlardı ve ızdırapları dayanılmız şekilde ağırdı. Son sözleri “Yâ Rabbi! Al emanetini, artık etrafımı rahatsız eder haldeyim.” olmuş ve ruhunu teslim etmiştir.

Âhirete göçmesi 86 yaşlarında iken 15 Mayıs 1949 senesinde geceleyin vuku bulmuş, Edirnekapı Sakızağacı Kabristanı’na defnedilmiştir. Halvette iken kendisinin Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem aşkıyla söylediği na’t-ı şeriflerinden bir bölümü şöyledir:
Bana evvelce gösterdin senin ol gül cemâlini,
Kulağıma işittirdin dahi şirin mekâlini,
Sonunda perdeyi çektin esirgedin visâlini,
Hasib’in maksadı ancak teşerrüftür cemâlinle,
Senin dîdârına geldi, şefaat Yâ Resûlallah
Giderse cennete ahbâb-ı yarânım,
Beni nâra sokarsa cürm-ü isyânım,
Dökülür yaşlarım hâke, çıkar eflâke efgânım,
Hasib’in başlıca arzusu Cemâlullâh’ı görmektir.
Sana yalvarmağa geldi, şefaat Yâ Resûlallah.
Bir gün Aziz Efendi, Hasib Efendi’ye bir sohbet meclisinde sorar:
“Hocam, bir şeyh vefat etse, mürid üzerindeki tasarrufu azalır mı veya kalkar mı?” Hasib Efendi şöyle cevap verir: “Yok, yok kalkmaz! Bilakis derler ki şeyhin vefatı ile dervişler üzerindeki tasarrufu kınından çıkmış kılıç gibi daha da keskinleşir.”

Köpekçi Hasan Efendi (k.s.)

İstanbul – Eyüp’de Edirnekapı Kabristanında. Fethi Çelebi caddesinin hemen arkasındaki bölümde

Bundan yüz sene evvel İstanbul’da yaşayan ve Fatih Cami-i şerifinin Karadeniz kapısında yatıp kalkan Köpekçi Hasan Baba İstanbul’un tanınmış meczublarındandır. Uzun boylu, kılıklı kıyafetli bir adamdı. Daima yanında beş altı sokak köpeği ile gezdiği için ‘’Köpekçi Hasan Bab’’ diye anılırdı. O tarihte İstanbul sokakları sahipsiz köpeklerle dolu idi. Hasan Baba bunlardan hangilerini isterse çağırır, onlar da derhal emrine itaat ederek gelirlerdi. Sokak köpeklerinin her semtte, her mahallede sınırları vardı. Bu hududu, başka semtlerin köpekleri tecavüz edemezlerdi. Ederlerse kavga kıyamet kopardı. Buna rağmen Hasan Baba’nın herhangi bir semtten çağırıp o gün için yanına aldığı köpeklere, başka mahalleden hiç bu köpek sesini çıkarmazdı. Hasan Baba bazen bütün bir mahallenin köpeğini yanına alıp, onlarla İstanbul’u dolaşırdı.

Hasan Baba, zamanında bütün meczubların reisi gibi idi. Kendisine bir şey sorulduğu zaman yanlış kafiyeli cümlelerle cevap verirdi. Ve ehemmiyet verdiği mes’ele olursa: ‘’Yazını der’’ ve sözlerini yazdırırdı.

Kimseden on para almaz… Yanındaki meczublarla ne yer, ne yapar kimse bilmezdi. Daima Edirnekapı semtine gittiği için orada oturduğu zannolunurdu.

1897’de Yunanistan’la harp ihtimali kamuoyunu meşgul ettiği sırada Hasan Baba, Melami Şeyhi Terklikçi Salih Efendi’nin Veznecilerdeki dükkanına gelir. Dükkandakiler sorarlar:

— Hasan Baba harb olacak mı?

— Olacak ya… der, yazın.

Dükkanda bulunan Maliye Muhasebe Kaleminden Cemil Bey kalemi kağıdı alır. Hasan Baba söyler:

— Acele ile muharebe. Tarik tarik yürümekle. Beşir’lerle beşaret, müşirlerle reşadet. Kalayları, alayları. Meydana çıkararak nişadırların dayanur nî mî?

— Bu ne demek Hasan Baba?

— Dayanabilir mi düşman demektir. Kaç satır oldu?

— Onsekiz satır oldu.

— Onsekizbin alem hürmetine. Say ondokuzu. Al eline çık topuzu.

Ondokuz gün sonra Yunanistan’la harb başlamış ve pek kısa zamanda Yunanistan yenilmiş, ezilmiş bitmişti.

İltifatı da acaibti.

Hasan Baba bir gün sürücü beygirine biner, kocaman ayaklarında büyük yemeniler olduğu için ayakları üzengiye girmez. Aksaray’dan geçerken Valide Camii İmamı Ahmed Efendi ile karşılaşır. Ahmed Efendi:

Hasan Baba, ayakların yemenilerle üzengiye girmiyor. Yemenileri çıkar sürücüye ver. Yalnız çorap olursa ayakların üzengiye sığar, der.

Hasan Baba, dediğini yapar, Ahmed Efendi’ye
— İmam! Sende yıllanmış it aklı varmış, der.

Kazasker Muhittin Efendizade İsmet Molla merhum gayet titiz bir adamdı. O kadar ki evde sofraya oturmaz, yemeğini ayrı yerdi. Bir gün Molla bey’in canı paça yahnisi istemiş. Pişirmişler, ayrı sahanla önüne getirmişler, tam yiyeceği sırada kapı çalınmış. Hasan Baba girmiş:

— Molla, demiş, sen bugün paça pişirttin. Çoktandır canım istiyordu.
İsmet Molla, ister istemez:

— Buyurun Hasan Baba! demiş.

Karşılıklı sahanın başına geçmişler. O zaman elle yenildiği için Hasan Baba elle yemeğe başlamış, hatta arada bir lokma da İsmet Molla’ya uzatırmış. Bu fıkrayı dinleyenler Molla Bey’e sormuşlar:
— Ne yaptınız? yediniz mi?
— Eşşekler gibi yedim. Yemeyeyim de ne halt edeyim? Hem de Hasan Baba’yı kızdırmamak için ufacık bir iğrenme hareketi yapmamak şartıyle yedim. Meczublar yıkarlar, fakat yapamazlar, irşad vazifesi verilmez. Bazı meselelerde keşifleri ne ise olduğu gibi söylerler.

Salih Efendi’nin biraderinin hanımı rahatsızlanır, bir türlü iyi olamaz. Adamcağız mahzun bir halde yolda giderken Hasan Baba ile karşılaşır. Hasan Baba:

— Uzaktan! der, kurtulursun tuzaktan.. Ve ilave eder:

– Kurtulakaz topraktan… Hanım üç gün sonra vefat eder.

Hasan Baba’nın kerametler, saymakla bitmez, onlardan bazıları ;

Hasan Baba köpeklere: «Gelin!» diye emir verdiği vakit, civarda ne kadar köpek varsa akın akın huzuruna gelir, o da onlara kule ile ekmek getirir, doğrar ve yedirirmiş. Hiçbir köpek diğerinin yiyeceğine el uzatmazmış. Bir gün nasıl bir köpeğin ağzındaki lokmayı diğer bir köpek kapmış. Köpekçi Hasan Baba hemen köpeğin kulağını çekerek: ‘’Yolsuzsun, üç gün huzuruma çıkmayacaksın’’ diye tekdir etmiş. O vakit bu işe tesadüfen şahid olan oradaki sıra kasaplardan meraklı bir kasap da köpeğe boya ile derhal bir marka vurarak bakalım hakikaten üç gün bu köpek bu huzura gelmeyecek mi?” diye dikkat etmiş. Cezalı köpek hakikaten üç gün ağacın dibinde yatmış, diğer köpekler ekmeklerini yedikleri halde onların yanına dahi yaklaşmamış, nihayet dördüncü gün o da Hasan Baba’nın huzuruna çıkarak kısmetini almış.

Köpekçi Hasan Baba bir bayram günü Fatih Camiinde namazdan evvel elinde resimli bir (Aşık Garib) kitabı olduğu halde derse çıkıyor. Cami-i Şerif bembeyaz sarıklı, mükellef insanlarla dolu. Çıt yok… Hasan Baba ise elindeki Aşık Garip kitabının sahifelerini gayet ağır bir şekilde çeviriyor ve her çevirişde cemaatı nazariyle ince bir süzgeçden geçiriyor. Bu iş tam bir saat sürüyor. Nihayet kitabın son sahifesini de çevirdikten sonra yüksek sesle:
—Ey cemaat. Ders aşık karîbe okutulacaktı. Buradakiler ise hepsi garîb. Onun için ders yine gelecek seneye kaldı» diyerek bir fatiha çekiyor.
Hasan Baba’nın «karib» kelimesinden kasdettiği mana Hak’ka yakınlık, «garib» ise Hak’dan uzaklaşmaktır

İstanbul’daki azınlıklar bir kilise yaptırmak isterler. Fakat Sultandan bir türlü müsaade alamazlar. Mes’eleyi bir gün Köpekçi Hasan Baba’ya söylerler. Hasan Baba bir kağıda şu satırları yazar; ‘’Sultanım! Yaptırmazsan kiliseyi, darıltırsın İsa ile Musa’yı.»
Ve hemen ruhsat çıkar.

Hasan Baba’nın kabri Edimekapı Mısır Tarlası mezarlığında Kabrinin üzeri açık, etrafı 30 santim kadar duvarla çevrilidir. Başucunda iki, ayak ucunda bir olmak üzere üç adet kabir taşı vardır. Kabir taşındaki kitabede:

YAHU

Fatih Cami-i şerifi imamının arkasında
Kırk yıl beş vakti eda eden meşhur
Köpekçi demekle maruf kutbü’l-arifîn
Hasan Efendi Hazretlerinin ruh-u şerifleri için El-Fatiha. Sene: 1315.

Cemaleddin Uşşaki (k.s.)

İstanbul – Eyüp – Eğrikapı da Hirami Ahmed paşa camii avlusunda

Kutbul Arifîn,Gavsü’l-vasılin, sultanü’l-evliya, pak-i Seyyid Cemaleddin Uşşakî Hazretleri Uşşakiye tarikatının Cemaliye şubesi kurucusudur. Edirne’de doğmuştur. Edirnevî namıyla da bilinir. İlk tahsilini Bağdadî adiyle şöhret bulan Şeyh Mehmed Hamesi’den almıştır. Aynca Şeyh Hasan Sezaî Hazretleri’nden de ders alarak Gülşeniye, Sünbüliye, Şabaniye ve Nakşibendiye tarikatlarının usul ve erkanını öğrenerek her tarikatın irşadına me’zun ve kamu bir şeyh haline gelmiştir.

Edirne’de bir müddet doğru yolu arayanlara yol gösterdikten sonra İstanbuI’a gelerek Edirnekapı haricinde yaptırdığı dergahta on yıl irşadla meşgul oldu. Selahaddin Uşşakî Hazretleri’nin mürşidi olan bu yüce gönül sultanı 1164 hicri yılında bu fani alemden göçtü. Turkçe dlivanı ve çok güzel ilahileri vardır.
Vefatına tarih:

Okur derviş Lebib asa sena
hani seza tarih Cemali nür-i manada
cilayı aynı Uşşakî – 1757

olarak düşürülmüştür.

Cemaleddin Uşşakî Hazretlerinin türbesinin dış ön cephesindeki kitabe:

Kutbü’l-A’zam, Gavsü’l-Mekarim Sultanü’l-Evliya Pîr-pak Seyyid Cemaleddin Uşşakî (k.s.a.) Hazretlerinin türbe-i kabridir.

Esselam ey zübde-i Ali Muhammed Mustafa
Nesl-i Aliyy-el Mürteza Hasen Huseyn Mücteba
Ey mü’min gel eyle dua bulasın Rıza-i Nür-i Hüda
Ya Rab, Al-i Resül’den ümmet-i aşıkanı eyleme cüda.
Vefat tarihi: 1164

Kaynak ; İstanbul Evliyaları ve Fetih Şehidleri – Şevket Gürel , İstanbul’daki Tarihi Türbe ve Mescidleri İmar Vakfı , 1988