Furuni Mehmet Dede

Furuni Mehmet dede

Afyon Merkez’de Mevlevi camii içerisinde

Sultan Divani hazretlerinin Çiltenan olarak adlandırılan 40 mürdindendir. Divan-ı Kebir getirmek için Sultan Divani ile beraber İran’a setahat etmiştir. Uzun süren yolculuk esnasında Acemistan topraklarında giderken dervişlerin yanındaki yiyecek bitip açlık tehlikesiyle karşılaştılar.

Sultan Divani hazretleri Mehmet Furuni Dedeye hitaben ” Ey Dervişi Tennur Mehmet Furuni Dede bu dervişlere kayıp cebinden ekmek bahşet ” diye emretti . Hak aşıkı Mehmet Dede ellerini Semaya kaldırıp dua etti. Hep birlikte el kaldırıp, Cenab-ı Hakka yalvardılar. Dua bittikten sonra Mehmed Dede kolunun altından sıcak pide çıkartarak derviş arkadaşlarına dağıttı. Bu hadiseden sonra Mehmed dedeye Furuni ismi verildi. Hicri 936 yılında vefat etmiştir. Kabri Mevlevihane camiinde Sultan divanı hazretlerinin yanındadır.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]

Abdulhalim Durma , Afyon Evliyaları
Mehmet Gündoğan , Afyon Alim ve Evliyaları , Medrese kitabevi , 1999
H. Fikri Yazıcıoğlu , Afyon Evliyaları ve İlim Adamları , 1969
[/toggle]

Devrane Sultan

Devrane Sultan

Afyon Merkez’de Kurtuluş caddesi ile istaklal caddesinin kesişiminde

Hazreti Mevlana sülalesinden olup, Sultan Divani hazretlerinin Çiltenan olrak adlandırılan 40 mürdinden biridir. Sultan Divani ile İran seyahatine katılmıştır. Kabri şerifinin Devrane Sultan camii civarında olduğuna inanılır. Daha Sonra Afyon Belediyesi tarafından caminin 100 metre yakınında Kurtuluş caddesi ile istaklal caddesinin kesişiminde bir makam kabir yapılmıştır.

Demir Yalayan Türbesi

demir Yalayan

Afyon Merkez’de Gazlıgöl caddesi ile Alparslan Türkeş Bulvarının kesişiminde

Abdurrahim Mısri Sultan’ın müridlerinden olan Demiryalayan’ın yoğurtçuluk yapan bir kişi olduğu biliniyor. Rivayete göre Abdurrahim Mısri Sultan bir gün Kasım Paşa’ya, “Çarşıda Demiryalayan adında bir yoğurtçu var. Git pazarlık et, yoğurt al. Sonra da bir bahane ile yoğurdu kafasına geçir. Bakalım ne diyecek.” der. Kasım Paşa gider, yoğurdun fiyatını sorar, daha sonra, “Çok pahalı, insafsız adam”, diyerek yoğurdu kafasından aşağı geçirir. Buna karşılık Demiryalayan sükunetle, “Afedersiniz efendim, hiddetlendirerek size zahmet verdim.”, diyerek özür diler. Hayatı hakkında başka bilgiye rastlanmayan Demiryalayan’ın türbesi Gazlıgöl caddesi ile Alparslan Türkeş Bulvarının kesişiminde bulunuyor.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]

Abdulhalim Durma , Afyon Evliyaları
Mehmet Gündoğan , Afyon Alim ve Evliyaları , Medrese kitabevi , 1999
H. Fikri Yazıcıoğlu , Afyon Evliyaları ve İlim Adamları , 1969
[/toggle]

Abdurrahim Mısri (k.s.)

Abdurrahim Mısri 1

Afyon Merkez’de Mısri camii içerisindeki Türbesinde

Afyonkarahisar’ın köklü ve zengin bir ailesine mensup olan Abdürrahim Karahisari, alim ve fazıl bir zat olan itibarlı Mevlana Alaeddin Mısri’nin oğludur. Babası bazı kaynaklara göre Mısır’da tahsil yaptığı, bazı kaynaklara göre ise, 13. asır başlarında Mısır’dan Anadolu’ya göç eden bir Türk ailesine mensup olduğu için Mısri lakabıyla anılmaktadır. Abdürrahim Mısri de ; bu sebeble önemli şahsiyetlerden, alim ve ediplerden bahseden eserlerde Mısırlıoğlu Abdurrahim Çelebi, Mısri oğlu, Mısırlızade diye isimlendirilmiştir. Bunların dışında Afyonkarahisarlı oluşu sebebiyle bazı eserlerde Abdurrahim Karahisari diye anılırken, Evliya Çelebi ondan ‘Abdurrahim Sultan’ diye söz eder.

Karahisari’nin, Mustafa Çelebi Muslihuddin adında bir ağabeyi ve Hacı Bula adında bir kız kardeşi vardır. Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmese de 15. asrın ilk yarısında doğduğu ve vakfiyesini yazdırdığı 1483 tarihi ile Muğlalı Şahidi’nin Afyon’u ziyaret ettiği 1494 tarihi arasında vefat ettiği tahmin edilmektedir. Çünkü Şahidi Gülşen-i Esrar adlı eserinde Abdürrahim Karahisari’den bahsedildiğini ve onun ashabından biriyle görüştüğünü belirtmiş fakat kendisiyle görüştüğünü kaydetmemiştir. İlk medrese tahsilini Afyon’da babasından ve devrin ilim ve kültür merkezlerinden biri olan Afyon’un alim ve fazıl insanlarından görmüş olan Karahisari’nin doğumundan Akşemseddin ile tanışmasına kadar geçen hayatı hakkında elimizde kesin bir bilgi yoktur. Onun Akşemseddin’in yanına hangi yılda gittiği de tam olarak bilinmiyor, fakat bunun 1436 tarihinden önce olduğunu Lamii Çelebi’nin Nefahatü’l Üns adlı eserinden öğreniyoruz. Abdurrahim, Akşemseddin’e halifelik verildikten sonra ona ilk bağlananlardandır. 1436 yılında Akşemseddin ile birlikte Beypazarına gider. Burada sarraf Hüseyinoğlu Tennurcu İbrahim, İskilipli Attaroğlu Muslihuddin ve Hamzatü’ş-Şami ile tanışıp, arkadaş olur.

Bu tarihten sonra Karahisari uzun yıllar Akşemseddin’in yanında kalır. 1443 tarihinde şeyhi ile birlikte Edirne’dedir. II. Murad devri sadrazamlarından Halil Paşa’nın oğlu Süleyman Çelebi’nin hastalığı münasebetiyle geçen bir hadise bize bu konuda bilgi vermekte ve Karahisari’nin hayatına ışık tutmaktadır. Lamii Nefahatü’l Üns adlı eserinde bunu bize şöyle anlatır ‚”Mısırlıoğlu Şeyh Abdürrahim Hazretlerinden şöyle işitdüm. Dir ki:Halil Paşa’nın oğlu Süleyman Çelebi Edirne’de hasta olmuş. Halil Paşa Sultan Murad bin Mehmed Han’a vezir idi. Ve oğlu Süleyman Çelebi kadıasker idi ve bir oğlu İbrahim Paşa Edirne Kadısı idi. Akşeyh Hazretleri dahi Edirne’de bulundu. Halil Paşa merhum şeyhi davet eyledi.Mısırlıoğlu eydür: Şeyh Hazretleri beni bile alup vardı. Çün içeri girüp gördi ki, Süleyman Çelebi’nün etrafında padişahun tabibleri ilaca mübaşeretle havanlar dövülür. Şeyh Hazretleri tabiblerden sordu ki, nice maraza ilaç idersüz. Eyitdiler: Bunun marazı ol değüldür, biz hilafın teşhis etdük. İmdi ilacını siz buyurunuz deyu incinüp gitdiler. Mısırlıoğlu eydür: Şeyhün bu cüretinden mütehayyir oldum. Zira ne marizun yanına vardı ne ahvalin teftiş eyledü. Pes Şeyh Hazretleri heman devat ve kalem getirdüp falan falan edviyeyi getirsünler diye buyurdu. Getürdüler, ilac eyledü. Heman saat eser-i sıhhat zahir oldu. Taşra çıkıcak bana eyitdi:Tınmaya idüm bu kişiyi helak etdiler idi.Şeyhün tababet-i suri ve manevisinde hiç söz yokdur hatta dirler ki yürüdükleri yerlerde otlar ana söyleyip ben falan maraza devayım derler idi. Lokman-ı vakt idi hikmette.

II. Mehmed Han ordusuyla Konstantin şehrine yürürken Hak dostlarını da yanında görmeyi arzu ettiği için, İstanbul’un fethine Akşemseddin ve diğer şeyhler müridleriyle birlikte katıldılar. Abdurrahim Karahisari de Akşemseddin ile birlikte İstanbul fethine katılır, daha sonra da Akşemseddin ile birlikte İstanbul’dan ayrılır. Bu ayrılışı konusunda, şöyle bir rivayet vardır. İstanbul’un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmed, Akşemseddin’i ziyaret amacıyla çadırına gelir. Abdurrahim Karahisari, Akşemseddin’in isteği üzerine, şeyhinin içeride zikirle meşgul olduğunu söyleyerek Fatih’i içeri almaz. Bu duruma öfkelenen Fatih, ‚Fetihten sonra bu dervişi cezalandıralım‛, der. Fetihten sonra Abdurrahim’i Akşemseddin’e şikayet eder. Bunun üzerine Abdürrahim Akşemseddin’in himmetiyle Afyonkarahisar’a gönderilir. Fetihten kısa bir süre sonra İstanbul’dan ayrılmış olması, ayrıca Münyetü’l Ebrar ve Gunyetü’l Ahyar adlı eserinin ilk telifinden üç dört ay sonra İznik’te yazdığı ikinci nüshasına fethe ait kıtayı koymaması Karahisari’nin Fatih’e kırgın olduğunu düşündürüyor.

Onun Afyonkarahisar’a döndüğünde, 45-50 yaşlarında olduğu muhakkaktır. Akşemseddin’in yanında geçirdiği uzun yıllardan sonra memleketinde yazmış olduğu Vahdetname adlı eserinde rastladığımız ‚Ey oğul,Ey Püser hitapları, onun artık olgun bir yaşta olduğunu gösteriyor. Kendisine verilen icazetle Bayramiyye tarikatının halifesi olan Karahisari memleketine geldikten sonra ağabeyi Muslihuddin’in de yardımıyla büyük bir vakıf kurar. Bu arada daha sonra vezir olacak olan Kasım Paşa, Abdurrahim’e intisab eder ve kervansaray, mescid, Alaca Hamamı yaptırarak vakfeder. Gelirini ve müteveliliğini Abdurrahim Karahisari’ye verir. Daha sonra mescidini genişleterek cami haline getirir.

Karahisari muhtemelen önce Sarıkız Tepesi eteklerinde yer alan ve Şehreküstü olarak bilinen mahalle yerleşir. 1528’de on üç neferin bulunduğu Şehreküstü Mahallesinde deftere kayıtlı olmayan kırk nefer dervişin bulunduğunu ve bunların Şeyh Abdürrahim’in dervişleri olduğu bilinmektedir. Burada çok sayıda mülk evleri olan Şeyh Abdürrahim, bu evlerin bir kısmını bu dervişlere vakfeder.

Karahisari’nin Afyonkarahisar’a 1453’te gelişinden sonra şeyhi Akşemseddin’in vefatı üzerine 1459 tarihinde Göynük’e gittiğini çeşitli kaynaklardan öğreniyoruz. Bu konuda Menakıb-ı Akşemseddin adlı eserinde şunları kaydediyor ‚”Akşemseddin’in vefatından bir saat sonra halifesi Şeyh Abdürrahim geldi. Şu kadar zaman tamam olmadın gelüp yetişmiş olaydım, ruh-ı şerifleri falan makama varmamış olaydı, yine dilek iderdüm döndürürdüm, el uhdetu ala’r-ravi.” Bu konu Gelibolulu Mustafa Ali’nin eserinde şöyle kaydedilmiştir ”Şeyh Abdurrahim, bundan sonra Akşemseddin hulefasından Mısrizade deyu meşhur olan azizdir. Afyonkarahisar’da doğup badehu azizin hizmetine geldiği ve envai mücahedattan sonra seccadeyi hilafete geçtiği ve tasavvufta behremend olup Vahdetname nam bir kitap telif eylediği izanı ol eserden malumdur. Mezburen müntakildir ki Akşemseddin vefat ettiğinde yabanda bulunup cenazesine can attı ve geldiğinden sonra ağlayıp nice günler teessüf ettiği…”

Abdurrahim Karahisari Vahdetname adlı eserinde de Akşemseddin’den şeyhi olarak söz etmekte ve Göynük’ten bahsetmektedir.

Abdurrahim Karahisari bu eserini yazdığı sıralarda Gedik Ahmed Paşa Medresesinde de müderrislik yapmaktadır. Halkın halledemediği meseleleri kendisine danıştığı, itibar ve itimat edilen bir kişidir. Zamanımıza kadar ulaşan bahçeleri sıra ile sulama yöntemi olan ‚dolama‛yı onun bulmuş olduğu anlatılır. Karahisari’nin birkaç defa evlendiği ve Niyaz adında bir kızının olduğu, kızını yakın arkadaşı ve müridi Kasım Paşanın oğlu Sofu Çelebi ile evlendirdiği biliniyor.

Karahisari’nin Afyonkarahisar’da bir çok arkadaşı ve dostu vardır. Bunlar, Kasım Paşa, Vahdetname’sini kendisine ithaf etmiş olduğu Şehit Mahmut Paşa, hem müridi hem de ölümünden sonra halifesi olan Ahmet Dede Balı, İmad bin Hacı Muhiddin, Abapuş Balı, Mimar Ayas, Demiryalayan, Şehreküstü Yasin Dede ve Sofu Çelebi’dir. Bunlardan başka, vakfiyesinde şahit olarak isimleri geçen Afyon’un tanınmış ve alim kişilerinden olan Mevlana Şeyh Nureddin bin Şeyh, Hamza Fakih bin Hasan Fakih, Mevlana Yakup bin Yusuf, Mevlana İdris bin İsmail isminde dostları da vardır.
Ömrünün son yıllarını, Gedik Ahmed Paşa tarafından Mimar Ayas Ağa’ya yaptırılan Taş Medresede müderrislik yaparak geçirmiş olan Karahisari, kendi yaptırdığı saraçlar içindeki mescidi ve Kasım Paşa’nın yaptırdığı Mısri Camii’nde Kur’an okunması için vakıfta bulunur.

Evliyâ Çelebi’nin, Seyahatnamesi’nde Afyonkarahisar camilerini sayarken ‚Abdurrahim Efendi Camii diye bahsettiği yapı eski Saraçlar Çarşısı diye anılan yerde idi. Cami 1635 yılında 1200 akçe ile tamir ettirilmiştir. Afyonkarahisar’da 1794’teki büyük zelzelede, İmaret Camii ile Abdurrahim Camii önemli ölçüde harap olmuştur. Karahisari ayrıca 159 adet kitabını ilim ehli kişilerin istifadesi için vakfetmiştir. Kasım Paşa tarafından yaptırılan Mısri Camii bitişiğindeki hangi tarihte yaptırıldığı bilinmeyen türbesinde medfundur.

Kasım Paşa Camii ve Mısri Türbesinin çevresi önceden mezarlık idi. Türbe altında da büyüklü küçüklü beş on mezar vardı. Üst kısımda olan sandukalardan büyük olanı Abdürrahim Mısri’ye, küçük olanı damadı ve halefi Kasım Paşa oğlu Kemaleddin (Sofu) Çelebi’ye aittir. Cami haziresinde ise Kasım Paşa’nın mezarı bulunmaktadır. Türbeye hem cami içerisinden hem de yan harimden geçilmektedir. Ölümünden sonra tüm vakfiyesine kızı Niyaz mütevelli olmuştur.

Abdürrahim Mısri hazretlerinin eserleri ;

1- Vahdetname ; Abdürrahim’in en önemli eseri, 1460’ta kaleme alınan ‘Vahdetname’ dir. Aşık Paşa’nın ‘Garipname’ si tarzında ahlaki ve tasavvufi mahiyette yazılan bu mesnevi 3030 beyitten ibaret olup bir nüshası Afyonkarahisar Gedik Ahmet Paşa Kütüphanesinde, bir nüshası da İstanbul Üniversitesi Kütüphanesindedir. Kimi nüshaların da kişilerde olduğu sanılmaktadır.
2- Münyetü’l Ebrar
3- Günyetü’l Ahyar
4- Tercüme-i Kaside-i Bürde
Eserlerin tamamı Türkçe’dir. ‘Münyetü’l Ebrar ve Günyetü’l Ahyar’ ın yazma bir nüshası İstanbul’da Molla Murat Kütüphanesinde, bir nüshası da Ali Emiri Kütüphanesinde kayıtlıdır. Ayrıca bir nüsha da Afyonkarahisar Gedik Ahmet Paşa Kütüphanesinde bulunmaktadır. Mısri Sultan’ın öteki eseri ‘Kaside-i Bürde’ nin bir nüshası İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesinde, bir nüshası da merhum Edip Ali Bakı Hoca’nın özel Kütüphanesindedir.
Son olarak, Abdürrahim Karahisari hakkında Edip Ali Bakı ve Ġsmail Hikmet Ertaylan’ın kitapları ile Hurşit Akbaş, Şaban Sözbilici, Sadi Gedik, Kamil Sarıtaş, Saim Kıstırak, Erol Topal ve Ayşe Gülay Keskin’in yüksek lisans ve doktora tezlerinin olduğunu ilave edelim.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]

Abdulhalim Durma , Afyon Evliyaları
Mehmet Gündoğan , Afyon Alim ve Evliyaları , Medrese kitabevi , 1999
H. Fikri Yazıcıoğlu , Afyon Evliyaları ve İlim Adamları , 1969
[/toggle]

Sultan Divani

Afyon – afyon mevlevihanesi

Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi’den sonra Mevlevîlik tarîkatine mühim hizmetlerde bulunan önemli isimlerden DSC01985olan Sultan Dîvânî (Dîvâne Mehmed Çelebi), Hz. Mevlânâ’nın yedinci kuşak torunlarındandır.
Doğum tarihi ile ilgili net bir bilgiye sahip olmamakla beraber, 1448 veya 1471 tarihlerinden birinde doğmuş olmasının kuvvetli bir ihtimal olduğunu söyleyebiliriz.
Afyonkarahisar bölgesi, 13. yüzyılda Germiyanoğulları beyliğine bağlı idi. Germiyanoğlu Bey’i Mehmet Bey, Hz. Mevlâna ve Mevlevîliğe karşı muhabbeti olan bir devlet idarecisidir. Bu muhabbetin neticesinde, oğlu Süleyman Şah’a, Sultan Veled’in kızı (Hz. Mevlâna’nın Torunu), Mutahhara Hatun’u almış ve Çelebi sülâlesi ile akrabalık kurulmuştur.
Mehmet Çelebi çok güzel semâ ettiği için babası tarafından kendisine “Semâî” lakâbı verilmiş, kendisi de şiirlerinde “Semâî” mahlasını kullanmıştır. Kendisine “Dîvâne” de den- miştir. Bu Farsça sıfat, “Hak yolunda kendinden geçen, aklını kaybeden, ilâhî aşkın etkisiyle hayrete düşen, şaşırıp kalan” anlamlarını içermektedir. Mehmed Çelebi’ye ait bazı menkıbelere baktığımızda, halkın kendisine bu sıfatı yakıştıracak bazı sebepler bulunmaktadır. Bu yakıştırmanın, tasavvufî düşünce geleneğinde kendine özgü bir konumu da mevcuttur.
Yaygın olarak kullanılan diğer lâkabı “Dîvânî”nin ise; Timur tarafından Semerkand’a götürülen, daha sonra da Şah İsmail’ce Tebriz’e nakledilen Hz. Mevlâna’nın Eseri “Dîvan- ıKebir”i, rüyasında gördüğü Hz. Mevlâna’nın manevî işaretiyle Tebriz’e gidip getirmesinden dolayı verildiği düşüncesi hakimdir.
Bu iki yaklaşımı kendi içerisinde bulunduğu şartlara göre değerlendirmemiz daha sağlıklı olacaktır. Zaman içerisinde her iki lakab da sıkça kullanılmış, özellikle “Dîvânî” halk arasında daha fazla tercih edilmiştir.
Sadık müridi Muğlalı İbrahim Şâhidî Dede’nin anlattığına göre Sultan Dîvânî; rind meşrep, coşkun ve cezbeli bir mevlevîdir.
Muğlalı İbrahim Şâhidî Dede; mürşidi ile yaptığı seyahatleri kayda geçirerek, türünün ilk örneği olan (ilk edebî seyahatnâme) “Gülşen-i Esrâr”ı yazmıştır.
Edebi Kişiliği
Sultan Dîvânî’nin, “Şiirleri” ve “Tarîkat’ül Arifîn” adlı tasavvufî bir risalesi mevcuttur. Şiir tekniği bakımından devrin üstad şairlerini aratmayan Semâî, özellikle bazı şiirlerinde ses tekrarları ve benzerliklerinden faydalanmak suretiyle âhenk bakımından mükemmeliyete ulaşmıştır.
Göründü karşıdan bir gevher-i pâk
(Karşıdan bir temiz cevher göründü)
Her lâle yanak dillere bir dâğ-ı nişândur
(Her lâle yanak gönüller için bir nişan yarasıdır)
Tasavvufi Kişiliği
Babası tarafından veliahd tayin edilen ve şeyhlik makamına oturtulan Dîvâne Mehmed Çelebi, denilebilir ki Mevlevîlik tarîkatinin Bânî-î Sânîsidir (İkinci Kurucusu). O, vecd ve istiğ- raka dalmış cezbeli bir şeyh, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinde büyük yararlılıklar gösteren bir alperen,Yavuz ve Kânûnî başta olmak üzere bir kısım üst düzey devlet ricali üzerinde etki- li olmuş bir siyaset ve teşkilat adamıdır. Hayatı ile ilgili bilgi veren kaynaklarda, bilhassa mürîdi Şâhidî İbrahim Dede’nin Gülşen-i Esrâr adlı eserinde, yaptığı faaliyetler ve kerametleri hakkında bilgiler mevcuttur.
Şâhidî İbrahim Dede, Dîvâne Mehmet Çelebi’ye intisabını ve birlikte yaşadıkları bazı hadiseleri şöyle anlatır. “…ben de ona uydum, yokluk denizine daldım. Daima önünde yalınayak koşardım. Yolda üzengilerine pabuç asılmış bir at verir, binmemi emrederdi. Binsem bile biraz sonra iner, ayaklarımdan pabuçları çıkarırdım. O, benim atımı bir abdala verir, ‘sakın kimse binmesin’ der, yedekte çektirirdi. Bir an bile bensiz olamazdı. Lutfeder de ‘Şâhidî’ derdi, ‘Neden böyle cefâlar ediyorsun, neden yaya yürüyorsun, neden ayakların yalın? Gönlüm inciniyor, acıyorum sana.’ Bense: ‘Ey şâh-ı velâyet, ayakkabılarımla senin bastığın yollara basamam ben’ derdim. Bunu duyunca: ‘Ah Şâhidî, yaktın beni’ derdi.
Sultan Dîvânî Tarafından Açılan Mevlevîhaneler
Burdur, Galata(İstanbul), Eğirdir, Muğla, Sandıklı, Bağdat(Irak), Cezayir, Kahire (Mısır), Lazkiye (Suriye), Midilli (Yunanistan), Sakız (Yunanistan).
Vefatı
Şâhidî İbrahim Dede’nin 1544’te yazdığı Gülşen-i Esrar’ında, Dîvâne Mehmet Çelebi’nin sağ olduğuna dair işaretler ve 1545’te bir mesnevî vakfiyesine şahâdeti; Şâhidî Dede’nin Şeyhi’nin vefatından sonra, her sene kabrini ziyaret maksadıyla Afyonkarahisar’a geldiği, muayyen bir süre kalıp döndüğü, H.957/M.1550 tarihindeki ziyaretlerinde vefat ettiği ve şeyhinin yanına gömüldüğü dikkate alınırsa, Dîvâne Mehmed Çelebi’nin H. 953/M.1546 veya H.954/M.1547 yıllarında vefat etmiş olması gerektiği söylenilebilir.
Kendisinden sonra Afyonkarahisar Mevlevî tekkesi postuna oğlu Hızır Şah oturmuştur.