Ebu Hafs Ömer Sühreverdi (k.s.)

Irak – Bağdat- Şeyh Ömer Sühreverdi Külliyesi içerisinde

Adı ve Nesebi: ·
Müellifimizin adı Ömer, babasının adı Muhammed’dir. Genellikle Ebu Hafs ve Ebu Abdullah künyesiyle anılır. İbnü’n-Neccar, Sühreverdinin “Ebu Nasr”, Zehebi ise hem Ebu Nasr ve hem de “Ebul-Kasım” künyelerini taşıdığını yazıyorsa da  diğer kay­naklarda bu rivayete pek rastlanmamaktadır . İslami ilimlere vukufu ve asrında sağ­ladığı tesir ve nüfuz sebebiyle “Şihabuddin”, “Şeyhu’l-İslam” ve “Şeyhu’ş-şüyüh” lakap­larıyla meşhur olmuştur. Kaynaklarda genellikle Hz. Ebu Bekir soyundan geldiği  ve bu yüzden “el-Bekri”, “et-Teymi”, ve· “el-Kuraşi” nisbeleriyle anıldığı kaydedilir. Zehebi, İbnü’l-Hacib’den naklen, onun, Ebu’I-Ferec.İbnü’I-Cevzi ile aynı soydan geldi­ğini ve şecerelerinin Kasım b. en-Nadr’da birleştiğini yazmaktadır . Eflaki’nin Menakıbu’l-arifin’de verdiği bilgilere nazaran Sühreverdi’nin, Ebu Bekir soyundan ol­mak münasebetiyle Mevlana ile de akraba olduğu anlaşılmaktadır .

Ebu Hafs Ömer es-Sühreverdi, içlerinden pek çok alim ve sufi yetişmiş seçkin bir aileye mensuptur. Babası Ebu Cafer Muhammed, amcası Ebu’n-Necib Ziyauddin Ab­dülkahir es-Sühreverdi ve büyük dedesi Ammuye lakabıyla meşhur Abdullah b. Sa’d alim ve sufi kişilerdi. Babası Muhamhed’in, amcası Abdülkahir gibi, Sühreverd’den Bağdat’a gelerek Nizamiye medresesinde okuduğu; Es’ad el-Miheni’den fıkıh icazeti alarak bir süre aynı medresede müderrislik ve Kasr Camii’nde vaizlik yaptıktan sonra memleketi Sühreverd’e kadı olduğu rivayet edilmektedir. Ebu Ca’fer Muhammed, Sühreverd kadısı iken bir iftira sonucu idam edildiğinde Ebu Hafs Ömer es­ Sühreverdi, altı aylık bir küçük çocuktu .

Amcası Ebu’n-Necib es-Sühreverdi, onun hayatına yön veren hocasıdır. Sühreverdi Avarifu’l-maarif’te amcasından sık sık bahseder ve hadis senedlerini genel­likle ona dayandırır.

Tasavvuf tarihimizde onun ve amcasının dışında Sühreverdi nisbesiyle meşhur olan başka kimseler de vardır. Nitekim onunla çağdaş, Şihabuddin Yahya b. Habeş es-Sühreverdi, lakap ve nisbelerindeki benzerlik sebebiyle zaman zaman onunla ka­rıştırılır.

Memleketi ve Doğumu:
Sühreverdi’nin biri doğup büyüdüğü, diğeri yetişip hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği iki memleketi vardır: Şihabuddin Ömer, İran’ın Irak-ı Acem bölgesinin, Ku­zey-Batı köşesinde Cibal eyaletinde Zencan’a bağlı küçük bir kasaba olan Sühre­verd’de doğdu. Doğum tarihi ile ilgili olarak kaynaklarda genellikle kabul edilen riva­yet, talebelerinden İbnu’n-Neccar‘ın bizzat kendisinin ağzından tesbit ettiği 539 Hicri yılı Receb’inin son ve Şaban’ın ilk gecesi (27 Ocak 1145)’dir .

Şihabuddin’in memleketi Sühreverd, o günlerin büyük bir yerleşim bölgesi ve şe­hir merkezi hükmünde iken bugün küçük bir kasaba durumundadır. Sühreverdi nin ikinci memleketi Bağdat’tır. O, doğduğu memleketinde ilk ilimleri öğrendikten sonra on altı yaşlarında bir delikanlı iken amcası Ebu’n-Necib es-Sühreverdinin yanında Bağdat’a gitti. Amcasının vefatına kadar ondan, daha sonra Bağdat’ın diğer alimlerin­ den ilim tahsil etti ve ömrünün seksen yıla yakın bir kısmını Bağdat’ta geçirdi.

İbnu’n-Neccar ve ondan naklen diğer kaynaklar, Sühreverdinin ilim tahsilinden sonra uzunca bir süre insanlardan uzaklaşıp halveti ihtiyar ettiğini; oruç, namaz ve zi­kirle meşgul olmaya başladığını; ancak yaşı kemale erdikten sonra amcasının Dicle nehri kenarındaki medrese ve tekkesinde vaaz vermeye başladığını, son derece etkili konuşmalarının kısa zamanda geniş bir kitlenin hüsn-i kabulüne mazhar olduğunu ve pek çok kimsenin kendisine intisab ettiğini anlatmaktadırlar . en-Nücümü’z­ zahire’de, Ebu’l-Muzaffer sibt İbni’l-Cevzi’den naklen, O’nun 590/1194 yılında Mak­ber mahallesinde toprak bir minber üzerinde vaaz ettiği rivayetine bakılırsa bu sene­lerde artık irşadla meşgul olmaya başladığı anlaşılır.

Sühreverdinin yaşadığı asır, tarikatların yeni kurulmaya başladığı bir dönemdi. Bu yüzden o, kendisini tasavvuf için hazır bir ortamda buldu. Ailesinin şöhreti, kendisinin ilmi kudreti, etkisini daha da artırdı: Özellikle Halife Nasır, ona yakın olmaya özel bir özen göstermekteydi. Bazı kaynaklarda kendisinden pek iyi sıfatlarla bahsedilmeyen Halife’nin, hadis rivayetiyle meşgul olacak kadar ilmi konulara, Sühreverdi‘nin tekkesinde kendisini ziyaret edecek  kadar tasavvufi mevzulara ilgi duyması dikkat çekicidir. Halife’nin yapacağı işlerde onunla iştişare etmeden işe başlamadığı ve bunu bir teberrük saydığı , hatta Sühreverdiye intisab ettiği rivayet edilir.

Sühreverdi’nin müridlerinden İbnu’s-Sai’nin Ahbaru’z-zühhad adlı yazma eserinden naklen bilgiler veren Beşşar Awad Maruf, “Nasır’ın Bağdat Merzebaniyye tekkesinde şeyhle haşhaşa kaldığını” anlatmaktadır (13). Misbahu’l-hidaye müellifi İzzuddin Ali el­ Kaşi (veya el-Kaşani) aynı Halife’nin kendi adına yaptırdığı tekkeye Sühreverdiyi şeyh yaptığını anlattığına  bakılırsa Halife’nin, ona intisab etmemiş olsa bile, derin bir saygı ile bağlı bulunduğu anlaşılmaktadır. Kaynaklar, Nasıriyye, Bistamiyye ve Me’muniyye tekkelerinin şeyhliğinin Sühreverdi’ye aid bulunduğunu  ve kendisi­nin Bağdat’taki bütün tekkelerin irşadda nihai mürşidi sayıldığını zikrederler. Kendisi­ ne “Şeyhu’ş-şüyüh”, “Şeyhu’l-İslam”, “Şeyhu’l-Irak” unvanları verildiğine bakılırsa onun bu devirdeki etkisi daha iyi anlışılır.

Diplomatik seyahatleri
Sühreverdi nin Halife ve devlet ricaliyle yakın münasebetler kurması ve onların sempatisini kazanması, diplomatik görevlerle bazı seyahatler yapmasını gerektirmiş­tir. Fakat Halife Nasır döneminde Halife’nin siyasi otoritesini iade ve Selçuklu devleti­nin dağılması. gibi sebeplerle çıkan bazı fitneleri bastırmak, komşu İslam ülkeleriyle bazan dostluk münasebetlerini güçlendirmek, bazan da sulh sağlamak maksadıyla Sühreverdi’nin elçi sıfatıyla görev yaptığını görüyoruz.

Zehebi, onun bir kaç defa Şam’daki Melik Eşref diye anılan Eyyubi sultanına ve Halife ile arası pek hoş olmayan Harzemşah sultanına elçi olarak gönderildiğini anla­tır. 614/1217 yılında 400.000 kişilik bir orduyla Bağdat’ı almak üzere yola çıkan Harezm sultanını bu fikrinden caydırmak üzere Halife, Sühreverdi’yi göndermişse de sultan bir türlü fikrinden vazgeçmemişti. O sırada mevsimin kış olması sebebiyle ya­ ğan kar, ordunun telef olmasına sebebiyet verince Sultan, Bağdat’ı işgal etmekten vazgeçerek geri dönmüştü .

Zehebi, tarihini kaydetmeden naklettiği Melik Eşref Musa’ya elçi olarak gidişinde Melik’in Sühreverdi‘yi çok iyi karşıladığını ve ona hiç bir elçiye yapılmayan hüsn-i mu­ameleyi gösterdiğini anlatmaktadır. Sühreverdi’nin çağına yetişen fakat onunla görüşme imkanı bulamayan Ebu Şame el-Makdisi (665/1266) onun bir kaç defa Şam’a geldiğini ve vaaz verdiğini yazar.

İbn Hallikan’ın verdiği bilgiye göre Sühreverdi Erbil Atabeklerine de elçi olarak gönderilmişse de, bu görevin hangi tarihte ve hangi Atabek zamanında olduğuna dair bir bilgiye sahip değiliz. Sühreverdi elçilik görevlerinden birini de Konya Selçuklu Sultanı Alaeddin Keyku­bat’a Halife Nasır’ın mesajını ulaştırmak üzere yapmıştır (618/1221). Sühreverdi, Halife’den aldığı mesaj ve itimadnameyi götürürken yolu üzerinde uğradığı Malat­ya’da Mirsadu’l-ibad müellifi “Necmeddin Daye” veya “Necm Razı’ lakaplarıyla meş­hur, Necmeddin Ebu Bekir b. Muhammed (ö. 654/1256) ile karşılaşır , O sırada 45 yaşlarında genç bir ilim adamı olan ve Horasan diyarından Moğol işgalinden ka­çıp gelen Necmeddin Daye, 78 yaşında bulunan yaşlı şeyhe hürmet gösterir ve eseri­nin ilk redaksiyonunu ona takdim eder. Sühreyerdi, onun bu eserini çok beğenir ve Konya’ya götürerek görüşme sırasında Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat’a takdim ve tavsiye eder. Nefehat’ın Mevlana ve Sadreddin Konevi ile de görüştüğünü kaydettiği Necmeddin Daye, belk: de Sühreverdi ile birlikte Konya’ya gelmiş, oradan Kayseri ve Sivas bölgesine geçmiştir. Mirsadü’l-ibad’ın sonunda yer alan “Hatime-i tahrir-i düvvüm-i Mirsadü’l-ibad” başlığından eserin ikinci defa redakte edildiği ve bu redaksiyonun Sühreverdi’nin seyahatinden iki yıl sonra, 620/1223 yılında tamamlandığı anlaşılmaktadır.

Eflaki’nin verdiği bilgilere nazaran Sühreverdi, elçilik göreviyle Konya’ya geldiğin­de Alaaddin Keykubat, eğlenmek üzere Gavale kalesine gitmiş, Mevlana’nın babası Sultanu’l-ulema Bahaeddin Veled‘i beraberinde götürmüştü. Sühreverdi’nin Halife’nin mesajıyla geldiği haberini alan sultan, onun da Gavale’ye getirilmesini emretti. Sultan ile Sühreverdi, resmi görüşmelerini tamamladıktan sonra Sühreverdi ile Bahaeddin Veled, derin bir sohbete daldılar. Bahaeddin Veled’in Belh’ten gelirken uğradığı Bağ­dat’ta tanıştığı Sühreverdi’ye saygıda kusur göstermemesinin asıl sebebi, belki bu eski hukuklarıydı. Nitekim Sühreverdi, Bağdat’ta ona misafirperverlikte kusur etmemişti. Ayrıca hem Bahaeddin Veled, hem de Sühreverdi Hz. Ebu Bekir neslinden ol­duklarından kendilerini birbirlerine akraba sayıyorlardı. Sühreverdi, Sultan’ın ve Ba­haeddin Veled’in bir kaç gün misafiri oldu. Sultan, gördüğü bir rüyanın tabiri münasebetiyle hem Bahaeddin’e, hem de Sühreverdi’ye pek kıymetli hediyye ve ihsanlarda bulundu. Sühreverdi bu seyahati sırasında henüz 14-15 yaşlarında genç bir delikanlı olan Mevlana ile de görüşmüş olmalıdır.

Sühreverdinin diplomatik seyahatlarından başka, hacc için doksan yaşına gelince­ ye kadar her yıl olmasa bile sıkça Mekke ve Medine’ye gittiğini, hayatından bahseden kaynakların hemen hepsine yakın kısmı, haber vermektedirler. O’nun hac seyahatlarının tarihleri ve seyri hakkında geniş bilgiye sahip değiliz. Kaynakların verdiği bilgiye göre en son 628 yılında (m. 1230) hac farizası için Mekke’de bulunduğu sıra­ da meşhur mutasavvıf şair İbnu’l-Farid ile görüşmüş, onun iki oğluna tarikat hırkası giydirmiştir. Sühreverdi aynca İ’lamu’l-hüda adlı eseri­ni de Mekke’de kaleme aldığını ifade etmektedir. Bu ifadeler, onun zaman zaman Mekke’de mücavir olarak kaldığını göstermektedir. Nefahat müellifi Sühreverdi’nin Avarif’i de Mekke’de kaleme aldığını yazıyorsa da başka kaynaklarda ve Avarif’te bu konuda bilgiye rastlanmamıştıır. İbnü’l-Farid’in oğulları ve talebelerinden başka Mı­sırlı Ziyaeddin İsa b. Yahya el-Ensari es-Sebti aynı yıl, Mekke’de Sühreverdi’den tari­kat hırkası giydi.

Vefatı
Sühreverdi, gerek diplomatik seyahatları ve gerekse hacc seferleri ve eserleri sebebiyle daha hayatında iken alem-şümul bir şöhrete kavuşmuştu. Bu yüzden hayatı­nın son dönemlerinde onun yanına dünyanın her yerinden pek çok ziyaretçi gelmiş, elini öperek huzurunda tevbekar olmuştur. Asrının şeyhleri müşkillerini yazılı veya şifahi olarak ona sorarlar, o da bunlara cevap verirdi. Hatta onun kendisine sorulan suallere verdiği cevaplar, daha sonra bir eser haline getirilmiştir.

Sühreverdi bir asra yaklaşan ömrünün son zamanlarında gözlerini kaybetti ve kötürüm oldu. Buna rağmen evradını terketmediği gibi, cuma vaazlarına müridlerinin yardımıyla mahmil içinde çıkmaya devam ediyordu. Vefatına yakın günlerde ise iyice zayıflayıp dışarı çıkacak takati kalmamıştı. Nihayet 632 Muharrem’inin ilk gününde (26 Kasım 1234) vefat etti. Cenazesi ertesi gün büyük bir cemaatle kaldırılarak Verdiyye semtinde bulunan tekkesindeki türbesine defnedildi.

Kaynak ; ) Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, Vefâ Yayıncılık, s.99-105, İstanbul 1993. İlim ve Sanat Dergisi.

Hz. Yunus Peygamber (a.s.) – Irak

Irak – Musul

Eski Ninova’da, Asurluların tapınağı olan bir yapı; Yunus Peygamber adına ithaf edilerek Deyr Yonan (Yunus Manastırı) haline getirilmiştir. Bu manastır, Hristiyanlar tarafından M. 750 yılında Nebi Yuşa Mezarı; Halife Mu’tezid Billah’ın emri ile (892-901) Nebi Yunus Makberes’ı olarak düzenlenmiştîr. 12. yy. başlarında Selçuklu emirlerinden birisi tarafından makberenin yanına bir mescıdle rîbat ilave edilmiştir. Tuğtekin, ribatı türbeye dönüştürmüş (1108-1113) 767 (1365) de Celaleddin el-Hatenî, kubbeli bir mekan ekleyerek cuma mescidi olarak ibadete açmıştır. Bu tarihten sonra Nebi Yunus Camii adıyla anılan yapı, Timur’un Musul valisi Hüseyin Bey tarafından 821 (1418)’de tamir ettirilerek kubbeleri yenilenmiştir. 997 C1588)’de Canbulad oğullarından Hüseyin Paşa, namaz salonunun batısına Şafiiler bölümünü ekletmiş, 1254 (1838)’de Osmanlı valisi Ali Paşa bazı ilavelerle bir sebil inşa ettirmiştir. 1952 yılınnda Musul Belediyesi cadde genışletmesi sırasında bir kısım yapıları yıktırmıştır. Abdullah Başalim tarafindan 1271 (1854) yılında yaptırılan tuğla minare 1922’de yıkılarak, iki şeref eli bugünkü şekliyle yeniden düzenlenmiştir.

Yüksek bir tepe üzerinde kurulan Nebi Yunus külliyesi, uzaktan bir kale görünümü vermektedir. Vaktiyle etrafında kademeli duvarlarla çevrili misafirhaneler varken, belediyece batı yönündekiler yıktırılarak yeni teraslanmış geniş merdivenler şekline dönüştürülmüştür. Külliyenin dışında bulunan sebil, helalar ve abdesthaneden sonra, merdivenle külliyenin zemin avlusuna çıkılmaktadır. Avlunun güneyinde hizmetlilerin hücreleri; kuzey’inde medrese ve kütüphane binaları yer almaktadır.

Mukarnas kubbelli türbenin tam ortasında Nebi Yunus’un yüksek sandukası yer almaktadır. Duvarlar, 2.5m yukseliğe kadar mermerle kaplanmıştır. Cami, kilisenin temelleri üzerine yapıldığından normal cami yanina göre çarpık ve karmaşık bir yapıya sahiptir. Namaz salonu zeminden 4.8m yüksekliktedir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Irak’taki Türk Mimari Eserleri , Abdüsselam Uluçam
[/toggle]

Abdulkadir Geylani (k.s.)

Irak – Bağdat – Rusafa Bölgesinde Kifah caddesi üzerindeki Abdulkadir Geylani caminde.

470’te (1077) Hazar denizinin güney- batısındaki Gilan eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. Arapça’da “el- Cîlî, el-Cîlânî”, Farsça’da “Gîlî, Gîlânî”, Türkçe’de ise “Geylânî” şeklinde telaffuz edilen nisbesiyle şöhret buldu. Babası Ebû Sâlih Mûsâ’nın dindar bir kimse olduğu bilinmekte, ancak hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır.

Hz. Ali’ye ulaşan soy şeceresi kaynaklarda şöyle verilmektedir: Abdülkâdir-i Geylânî b. Mûsâ b. Abdullah b. Yahyâ b. Muham- med b. Mûsâ el-Cevn b. Abdullah el- Kâmil b. Hasan el-Müsennâ b. Hasan b. Ali. Hz. Hasan soyundan gelen şerifler İdrîsîler, Sa’dîler (Filâniyyün) ve Kadiriler adı verilen üç kola ayrılırlar. Babasının “Zengî-dost” (zenci dostu) unvanıyla anılması ve kendisinin Bağdat’ta, a’cemî (Arap olmayan, yabancı) olarak tanınması gibi hususlar bahis konusu edilerek, Hz. Hasan’a varan soy şeceresinin sonradan ortaya konulmuş olduğu da ileri sürülmüştür. Devrin tanınmış zâhid ve sûfflerinden Ebû Abdullah es- Savmaînin kızı olan annesi Ümmü’l- Hayr Emetü’l-Cebbâr Fâtıma’nın da kadın velîlerden olduğu kabul edilir.

Küçük yaşta babasını kaybeden Abdülkâdir, annesinin yanında ve dedesi Savmaî’nin himayesinde büyüdü. Kendisi on yaşında mektebe gidip gelirken melekler tarafından korunduğuna inanırdı. Bütün gayesi tahsiline devrin en önemli ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’ta devam etmekti. On sekiz yaşına gelince annesinden izin alarak bir kafileye katılıp Bağdat’a gitti (1095). Orada Ebû Gâlib b. Bâkıllânî, Ca’fer es-Serrâc, Ebû Bekir Sûsen ve Ebû Tâlib b. Yûsuf gibi âlimlerden hadis; Ebû Saîd el-Mu- harrimî (Mahzûmî), Ebû Hattâb ve Kâdî Ebû Hüseyin gibi hukukçulardan fıkıh; Zekeriyyâ-yı Tebrîzî gibi dilcilerden de edebiyat okudu. Kısa zamanda usul, fürû ve mezhepler konusunda geniş bilgi sahibi oldu. Bağdat mutasavvıflarıyla yakın dostluklar kurduğu bu yıllarda Ebü’l-Hayr Muhammed b. Müs- lim ed-Debbâs (ö. 525/ 1 131) vasıtasıyla tasavvufa intisap etti. Kaynaklar tarikat hırkasını Debbâs’tan giydiğini ve onun damadı olduğunu bildirirler.

Hocası Ebû Saîd’in kendisine tahsis ettiği Bâbülerec’deki medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimleri okuttu ve vaaz vermeye başladı. Ancak bir süre sonra bütün bunları bırakarak inzivaya çekildi. Menkıbeye göre, yirmi beş yıl kadar süren inziva döneminin sonunda, başka biri yedirmedikçe kendi eliyle hiçbir şey yememeye ahdetmiş, aradan kırk gün geçtiği ve içinden “açım, açım” sesleri geldiği halde olağan üstü bir dayanma gücü göstererek direnmiş, nihayet bu hali Ebû Saîd el-Muharrimrye mâlum olmuş, o da bunu alıp evine götürerek eliyle doyurmuş ve daha sonra da kendisine şeyhlik hırkasını giydirmiştir.

Cüneyd-i Bağdâdi’ye ulaşan tarikat silsilesi şöyledir: Ebû Saîd Mübârek el-Mu- harrimî, Ebü’l-Hasan el-Hekkârî, Ebü’l- Ferec et-Tarsûsî, Abdülvâhid et-Temîmî, Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî. Muhtemelen inziva döneminin sonunda oğlu ile birlikte hacca gitti. Mekke’de tanıştığı birçok sûfîye hırka giydirdi. Sühreverdî, onun dört kadınla evli olduğunu söyler. Ancak ne zaman evlendiği bilinmemektedir. Herhalde halvete çekildiği zaman evli ve çocuk sahibi idi. Bağdat’ta vefat etti.

Abdülkâdir-i Geylânî, 1127’de ilk defa vaaz vermeye başladığı zaman ancak birkaç kişiye hitap ediyordu. Fakat daha sonra cemaati giderek arttığı ve medrese dar gelmeye başladığı için vaaz meclisini Bâbülhalbe’deki bir camiye nakletti. Açık havada verdiği vaazlarını dinlemek için yetmiş bin kişinin Bağdat’a geldiği, arka saflarda bulunanların ön saflardakiler kadar sesini rahatlıkla işittikleri rivayet edilir. Karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için “Bâzullah” (Allah’ın şahini) ve “el-Bâzü’l- eşheb” (avını kaçırmayan şahin) unvanıyla da anılan Abdülkâdir’e bu unvan, Demîrî’ye göre şeyhi Debbâs’m meclisinde verilmiştir. Vaazlarında dinleyicilerine kurtuluşu ve cenneti vaad ettiğini, bu konuda onlara teminat verecek kadar inançlı ve kesin konuştuğunu, hitabetinin son derece etkili olduğunu kaynaklar görüş birliği içinde zikrederler.

Daha sağlığından itibaren kendisinden birçok keramet nakledilerek kişiliği tam mânasıyla menkıbeleştirilmiş, gerçek kimliği ise önemini yitirmiş ve unutulmuştur. İbnü’l-Arabî, “kün” ilâhî kelimesine mazhar olduğu için Abdülkâdir’den çok keramet zuhur ettiğini söyler. Tasarruf ve kerametlerinin ölümüden sonra da devam ettiğine inanıldığı için müridlerinin darda kaldıkları zaman söyledikleri ” Medet Ya Abdülkadir” sözü bir tarikat geleneği olmuş, özellikle kadınlar, çaresiz kalanlara imdat ettiğine inandıkları Abdülkâdir’in ruhaniyetine samimi bir bağlılık gös- termişlerdir. Veysel Karanî ve İbrâhim b. Edhem gibi Abdülkâdir-i Geylânî de Türk halk edebiyatı ve folklorunda önemli bir yer tutmuştur. Yunus Emre’ye nisbet edilen, “Seyyâh olup şu âlemi araşan/Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz” mısralarıyla başlayan şiir ile Eşrefoğlu Rûmî’nin, “Arısının balıyım bahçesinin gülüyüm/Çayırının bülbülüyüm yâ şeyh Abdülkâdir!” gibi şiirlerinde ona karşı duyulan derin hayranlık terennüm edilmiştir.

Abdülkadir Geylani Hazretletleri’nin vefatı ;
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri vefât edeceği sırada, oğullarına: Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde sizinle, bâtında sizden başkasıyla (ya’nî Allahü teâlâ ile) beraberim. Yine o esnada buyurdular: Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın! Yine buyurdu: Aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü, Allahü teâlâ beni ve sizi mağfiret etsin! Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin! Bismillah gayre müvedde’în. Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.

Oğlu Şeyh Abdurrezzâk anlatır: Gavs-ül-a’zam, o esnada, ellerini kaldırıp, uzattı ve: “Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü! Tövbe ediniz ve size geliyorum denilenlerin safına giriniz!” buyurdu.

Vefât ederken iki defa, Allahümme refîk’al a’lâ deyip: “Size geliyorum, size geliyorum” buyurdu. Tekrar buyurdu ki: “Durun!” Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu hâlde iken: “Bana kimse birşey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde bir hâlden başka bir hâle geçmekteyim” buyurdu.

Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr, babacığım, bedenin acı duyuyor mu? diye arz edince, “Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ iledir.”

Abdulkadir Geylani hazretlerinin Türbe-i şerifi
Külliyenin yerinde daha önce Hanbeli Fakihi Ebu Said el Muharrimi’nin ders veridiği bir medrese bulunmaktaydı. Muharrimi’nin talebesi ve ve halefi olan Abdülkadir Geylani medreseyi genişleterek bir tekke ilave etmiş, 561’de ölümü üzerine buraya defnedilerek adına bir türbe yapılmıştır. Bağdat’taki diğer örnekler gibi mukarnas kubbeli olduğu sanılan ilk türbe, Kanûnî Sultan Süleyman’ın emriyle 1534’te yenilenerek yanıbaşına bir cami, etrafına da imaret, medrese ve tekke hücreleri yaptırılmıştır. Planlarını Mimar Sinan’ın hazırladığı külliye, 1574’te Bağdat Valisi Elvendzâde Ali Paşa zamanında tamamlanmıştır. Daha sonra 1638’de IV. Murad, 1674’te Silâhtar Hüseyin Paşa, 1708’de III. Ahmed, 1865’te Abdülaziz, 1900-1904 yılları arasında II. Abdülhamid ve 1970-1974 yılları arasında da mütevellileri tarafından tamir ettirilmiştir.

Etrafı yüksek duvarlarla çevrili geniş bir avlu içinde yer alan külliyeye, doğu ve batı tarafından iki taçkapıyla girilmektedir. Cephe duvarlarını aşan kademeli, sivri kemerli taçkapılarla süslemeleri, Selçuklu üslûbu taklit edilerek 1974’te yenilenmiş, külliyenin güneyindeki hazîre ile bahçe duvarı ise modern mimari anlayışıyla düzenlenmiştir. Güneyde bulunan türbe ile cami ile birlikte ele alınmış ve caminin planı, daha eski olan türbeye uydurulduğu için de genel planda bir çarpıklık meydana gelmiştir. Cami ve türbe; üç taraftan çifte revakla çevrelenmiştir: Revaklar siyah mermer sütunların taşıdığı otuz sekiz küçük kubbeyle örtülüdür. Kubbelerin cami ve türbeye açılan bölüm üzerindeki dördü mukarnas dolgulu,diğerleri sadedir. Külliyenin çekirdeğini teşkil eden türbe kare planlı olup üzeri, köşe kubbelerine yaslanan kubbeyle örtülüdür. Önünde dört eyvanlı Selçuklu yapılarını hatırlatan küçük bir geçiş mekânı bulunmaktadır. Üç kapıyla girilen türbenin içi son tamirde altta mermer, üstte kristal camlarla, miğfer şeklindeki dış kubbe ise kasnaktan itibaren halı desenli çinilerle kaplanmıştır. Çeşitli hatlarla ve motiflerle süslü sanduka Osmanlı eseridir ve gümüş bir kafesle muhafaza edilmektedir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Kaynak ;
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 1 , sy 240-241 , Hazırlayan ; Süleyman Uludağ
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 1 , sy 242-243 , Hazırlayan ; Abdüsselam Uluçam
İslam Alimleri Ansiklopedisi

[/toggle]

Şeyh Maruf Kerhi (k.s.)

Irak – Bağdat’ta Şünuziyye kabristanı yanında

Bağdat’ın Kerh mahallesinde doğdu. Samerra yakınındaki Kerh-i Bacedda veya Şehrizor civarındaki Kerh-i Cüddan’dan olduğu da kaydedilmektedir. Bir rivayete göre Vâsıtlı Sâbiî bir ailenin oğlu olan Ma’rûf Kerhi hazretleri’nin çocukluğunda ailesi tarafından hıristiyan bir hocaya teslimedildiği, teslis inancına karşı çıktığı için hocası kendisini dövünce ailesini terkedip kaçtığı, yıllar süren bu ayrılığı sırasında sekizinci İmam Ali Rıza ile karşılaştığı, onun vasıtasıyla müslüman olduğu, eve döndüğünde evlat hasretiyle yanan anne ve babasının da ona uyup müslüman oldukları bütün kaynaklarda belirtilmektedir. Bazı kaynaklarda babasının adının Ali olarak geçmesi onun İslâmiyet’i kabul ettikten sonra bu adı almış olabileceğini akla getirmektedir.

Marûf Kerhi hazretleri’nin zühd hayatına yönelmesi, Davud et-Taî’nin müridi Ebü’l-Abbas İbnü’s-Semmâk vasıtasıyla olmuştur. Kûfe’de vaazını dinlediği İbnü’s-Semmâk’ın Allah’tan yüz çeviren kimseden Allah’ın da yüz çevireceğini, Allah’a bütün kalbiyle yönelen kimseye O’nun rahmetiyle yöneleceğini ve bütün mahlûkatı ona yönelteceğini ifade eden sözlerinden çok etkilendiğini, Allah’a yönelip efendisi İmam Ali er-Rızâ’nın hizmeti dışında bütün meşguliyetini ve malını terkettiğini söylemesi Ma’rûf Kerhi hazretleri’nin İmam Ali er-Rızâ ile münasebetinin sürekli olduğunu göstermektedir. Nitekim Ali er-Rızâ’nın kapıcısı olduğu, Şiî bir grup onu ziyaret ederken meydana gelen izdiham sırasında kemiklerinin kırılıp bir süre sonra öldüğü kaydedilmektedir .

Ma’rûf-i Kerhî’nin 200 (815-16) veya 201 (816-17) yılında Bağdat’ta vefat ettiği belirtilmekle birlikte 204 (819-20) tarihini verenler de vardır. Zâviyesinin bulunduğu yere defnedilen Ma’rûf-i Kerhî’nin kabrinin çevresinde kendi adıyla anılan bir kabristan oluşmuş ve mezarının üzerine bir cami inşa edilmiştir. Ma’rûf-i Kerhî’nin mânevî tasarrufunun ölümünden sonra devam ettiğine inanıldığından kısa bir süre içinde kabri ziyaretgâh haline gelmiştir. İlk kaynaklardan itibaren nakledilen, “Ma’rûf un kabri tecrübe edilmiş bir ilâçtır” sözü yaygındır. Tasavvufta veli kabirlerini ziyaret edip şifa bulma geleneği muhtemelen Ma’rûf Kerhi hazretleri’nin kabrinin gördüğü bu ilgiden sonra başlamıştır. XVII. Yüzyılda Bağdat’ı ziyaret eden Evliya Çelebi türbe etrafında oluşan kültürden bahsetmektedir.

Tasavvuf tarihinin en büyük şahsiyetlerinden olan Mar’ûf-i Kerhî’nin önemi daha çok Kâdiriyye, Halvetiyye, Nakşibendiyye, Rifâiyye, Desukıyye, Mevleviyye, Safeviyye, Ni’metullâhiyye, Nurbahşiyye, Bektaşiyye gibi birçok tarikatın silsilesinin kendisiyle devam etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu silsilelerin ilki Ali er-Rızâ, Mûsâ el-Kâzım, Ca’fer es-Sâdık, Muhammed el-Bâkır, Ali Zeynelâbidîn ve Hüseyin b. Ali vasıtasıyla Hz. Ali’yeulaşır. On iki imamdan yedisinin yer aldığı “silsiletü’z-zeheb” denilen bu silsileyi sadece Nakşibendîler ; Ca’fer es-Sâdık’tan sonra Kasım b. Muhammed b. Ebû Bekir ve Selmân-ı Fârisî vasıtasıyla Hz. Ebû Bekir’e de ulaştırırlar. Diğer silsile Dâvûd et-Tâî, Habîb el- Acemî ve Hasan-ı Basrî vasıtasıyla yine Hz. Ali’ye varır. Üçüncü bir silsile de Ferkad es-Sebahî, Hasan-ı Basrî, Enes b. Mâlik vasıtasıyla Hz. Ali’ye ulaşır.

Ma’rûf-i Kerhî’nin talebelerinden en önde geleni, birçok silsilenin kendisiyle devam ettiği Cüneyd-i Bağdâdî’nin şeyhi Serî es-Sakatî’dir. Ayrıca Ma’rûf’tan sonra müridleri Şehâbeddin Ahmed Tebrîzî, İsrâfil el-Mağribî, Ebû Hamza Muhammed el-Bağdâdî ile de farklı silsileler oluşmuştur. Ahmed b. Hanbel başta olmak üzere Yahyâ b. Maîn, Bişr el-Hâfî gibi dönemin önemli simalarının Ma’rûf-i Kerhî’yi ziyaret edip kendisiyle bazı konuları istişare ettikleri, Ma’rûf’un ilimde yetersiz olduğunu söyleyen birine Ahmed b. Hanbel’in, “İlimle elde edilmek istenen şey Ma’rûf’un ulaştığı mertebedir” cevabını verdiği, onun duası makbul sayılan abdal zümresinden olduğunu söylediği kaydedilmektedir.

Süfyân b. Uyeyne ve Abdülvehhâb el-Verrâk’ın da Ma’rûf Kerhi hazretleri’nin büyüklüğü ve kerâmetleriyle ilgili sözleri vardır. Gazzâlî İhyû’ü Sılûmi’d-dlride Ma’rûf un çeşitli sözlerini nakletmiş, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî Mesnevî’de onun büyüklüğünün İmam Ali er-Rızâ gibi bir zata hizmet etmesinden kaynaklandığına işaret ederek, “Ma’rûf, Hz. Peygamber’in haremine bekçi oldu da aşk halifesi kesildi, nefesleri Tanrı nefesi oldu” demiştir.

Ma’rûf Kerhi hazretleri zâhidliğiyle tanınmış, duası kabul edildiğine inanıldığı için daha sağlığında zâviyesi herkesin rağbet ettiği bir yer haline gelmiştir. Müridi Serî es- Sakatî’ye, “Allah’tan bir şey dilersen Marûf’un hürmetine diyerek iste” şeklindeki nasihati, tasavvuf tarihinde şeyhlerden istimdad ve tevessül geleneğini başlatan ilk örnek olması bakımından önemlidir. Onun Ali er-Rızâ’dan huruf ilmini öğrendiği nakledilir. Sülemî ve Hücvirî, Marûf’u fütüvvet ehli sûfîler arasında saymıştır.

Fütüvvet ehlinin alâmetlerini vefalı olmak, karşılık beklemeden övmek ve istenmeden vermek şeklinde ifade eden Ma’rûf-i Kerhî tasavvufu, “Hakikatleri elde etmek ve halkın elindekilerden ümidi kesmektir” şeklinde tarif etmiştir. Ayrıca onun ilâhî aşktan ilk söz edenlerden olduğu nakledilir. Aşkın ancak Allah’ın lutfu olduğunu, kazanılan bir şey olmadığını söylemesi tasavvuf düşüncesi üzerinde ciddi etki yapmıştır.

Ma’rûf-i Kerhî hadis rivayetinde de bulunmuştur. Bekir b. Huneys, Rebî’ b. Sabîh, Abdullah b. Mûsâ ve İbnü’s Semmâk’tan hadis almış, kendisinden Halef b. Hişâm, Serî es-Sakatî, Zekeriyyâ b. Yahyâ el-Mervezî, Yahyâ b. Ebû Tâlib rivayette bulunmuştur. İbnü’l-Cevzî onun rivayet ettiği yedi hadisin tahrîcini yapmıştır. İbnü’l-Cevzî, Menâkıbü Macrûf el- Kerhî ve ahbâruh adıyla yirmi yedi bölümden oluşan bir eser kaleme almıştır. Ma’rûf-i Kerhî’nin eser telif ettiğine dair kaynaklarda bilgi bulunmamaktadır. Ona nisbet edilen Fütûh-i Erbain isimli risâle İbrâhim Edhem Giridî tarafından tercüme edilip neşredilmiştir (İstanbul 1312).Kırk bölümden oluşan risâlede ilâhî aşk konusu ele alınmaktadır.

Maruf Kerhi Hazretlerinin Türbesi ;

Bağdat’ta aynı adla anılan mahallede Eski Halife Mezarlığı içinde bulunmaktadır. Ma’rûf-i Kerhî 200 (815-16) yılında ölünce bugünkü türbesinin bulunduğu yere gömülmüş, daha sonra uzun bir zaman içinde etrafında külliye gelişmiştir. Kaynaklarda IX. yüzyılda çok sayıda ziyaretçisi olduğu belirtilen türbenin ne zaman yapıldığı kesin olarak bilinmemektedir. 459’da (1067) tamir edildiği, 612′- de (1215) Halife Nâsır-Lidînillâh tarafından yenilenip yanına bir cami eklendiği kaydedilir. 1086’da (1675) Osmanlılar’ın Bağdat valisi Abdurrahman Paşa, 1101′- de (1690) Ömer Paşa, 1310’da (1892-93) Hasan Paşa ve 1312’de (1894) II. Abdülhamid tarafından tamir ettirilmiş ve birtakım ilâveler yapılmıştır.

1954’te külliyenin zâviye, han ve misafirhane bölümleri yıkılarak yerleri mezarlık haline getirilmiştir. Külliye, 1967 ve 1974 yıllarında Irak Vakıflar Bakanlığı’nca yapılan restorasyon sırasında bugünkü şekliyle yeniden düzenlenmiş, cami-türbe kompleksi dışında özgün yapı özelliğini kaybetmiştir.

Günümüzde mezarlığın ortasında kalan külliyeye 500 metreyi aşan bir yolla ulaşılmaktadır. Külliyenin ilk bölümünü yeni yapılan iki katlı, dikdörtgen planlı tekke hücreleriyle temizlik ve mutfak birimleri oluşturmaktadır. Alt katta iki taraflı sekiler üzerinde mezar sandukaları yer almaktadır. Bu bölümün devamındaki cami-türbe kompleksinin etrafı kalın duvarlarla çevrilmiştir. Cami ve türbeye kuzeyden yüksek sivri kemerli bir taçkapıyla girilmektedir. En dıştaki çinili âyet kitâbesi 1974’te yenilenmiştir. Kemerin üstünde betondan bir saçak uzanmaktadır. İki kanatlı ahşap kapıyla kemer arasında bulunan altı satırlık kartuşlu çini kitâbede 1312 (1894) tarihiyle Sultan Abdülhamid’in adı ve tuğrası yer almaktadır. Kemeri çeviren silme tuğladan örülmüş, üçgen boşluklara kıvrık dallar ve aralarına yazılar serpiştirilmiştir.

Ma’rûf-i Kerhî Camii kıbleye göre dik düzenlenmiş dikdörtgen planlı bir yapıdır. Giriş bölümünün iki yanında minareye ve mahfile çıkılan merdivenler yer almaktadır. Harim mekânı yarım duvar ve kemerle iki sahna ayrılmıştır. Daha geniş olan batı bölümü ortada kubbe, kuzeyde eyvan biçiminde bir sivri kemer, mihrap önünde ise beşik tonozla örtülüdür. Doğudaki beşik tonozlu dar bölüm, kuzeyde Ma’rûf-i Kerhî’nin mezar odasına ulaşan dehlizin merdiven boşluğuna, güneyden türbe gövdesine açılmaktadır. Türbe sebebiyle harimin mekân bütünlüğü bozulmuş, mihrap ana eksen üzerinde olmasına rağmen kıble cephesi düzensiz bir görünüm kazanmıştır. Tuğla örgülü mihrap nişi geometrik motiflerle süslenmiş bir kavsarayla sonuçlanmaktadır. Etrafı âyet yazılı geniş bir kitâbe kuşağı ile çevrilmiştir. Sanat özelliği olmayan ahşap minber son onarımda konulmuştur. Cami, batı duvarındaki zeminden kubbeye kadar yükselen kemer içinde, doğu duvarında giriş kapısı üzerinde ve kubbe kasnağında açılan pencerelerle aydınlatılmaktadır. Orta mekânı örten ve pandantiflerle geçişi sağlanan kubbe duvar ve yarım pâyelere yaslanan kemerler üzerine oturtulmuştur. Kasnakta çinili, kubbe merkezinde kalem işi âyet kitabeleriyle 1312 (1894) tarihi mevcuttur. Kubbe dıştan miğfer biçiminde şekillendirilmiş, üzeri yeşil renkli desensiz çinilerle kaplanmıştır.

Caminin güneydoğu köşesinde yer alan Ma’rûf-i Kerhî Türbesi alttaki cenazelikle birlikte iki katlı olarak düzenlenmiştir. Küçük ölçekteki kare planlı türbe gövdesi tromplara yaslanan yüksek kasnaklı bir kubbeyle örtülmüştür. Bu kubbe de içten ve dıştan bitki süslemeli çinilerle kaplanmıştır. Kuşakta geniş bir âyet kitâbesi yer almaktadır. Türbenin kıble duvarında bir mihrap nişi, batıda cami harimine açılan bir hâcet penceresi bulunmaktadır. Mekânın ortasına yerleştirilen Ma’rûf-i Kerhî’nin sandukası ahşaptan yapılmıştır ve üstünde metal bir şebeke mevcuttur. Cami-türbe kompleksinin mimarisin de taş ve tuğla malzeme kullanılmış, dolgu duvar tekniğinde örülen alt yapı ile örtü sistemi içten ve dıştan harçla sıvanmıştır.

Yapıda az sayıda pencere olmasına rağmen aydınlık ve ferah bir mekân etkisi vardır. Caminin kuzeybatı köşesindeki tuğla minare Bağdat’ın en eski minareleri arasında yer almaktadır. Sekizgen kaide üzerinde yükselen silindirik gövdesi ve tipik şerefesiyle Selçuklu üslûbunu yansıtmaktadır. İki silme kuşak dışında gövde süslemesiz bırakılmıştır. Şerefenin altı, eşit aralıklarla dizilmiş iki değişik boyuttaki mukarnas dizisiyle donatılmıştır. Mukarnas dizisinin altında, hücrelerin genişliği oranında şekillendirilmiş rûmî ve palmetlerden oluşan ince işlemeli bitki kompozisyonları mevcuttur. Geniş panolardan biri 612 (1215) tarihini taşıyan kitâbelik şeklinde düzenlenmiştir. Düz tuğla örgülü petek ve şerefe korkuluğundaki çinili süsleme kuşakları ile dilimli ve yeşil çinili külâh minarenin uzaktan dikkati çeken unsurlarıdır. Eski fotoğraflarda Osmanlı döneminde külâhın çiçek motifli çinilerle kaplı olduğu görülmektedir.

Ma’rûf-i Kerhî Külliyesi’nin tamamı günümüze kadar gelmemiş olsa da Selçuklu döneminden kalan minaresi, Osmanlı mimarisinin üslûp ve belgelerini üzerinde taşıyan cami ve tûrbesiyle Bağdat’taki Türk mimari eserlerinin önemli bir örneğini teşkil etmektedir. Kubbelerdeki çini kaplamalar mahallî geleneğin bir yansımasıdır. Tarihî kaynaklarda caminin türbeye sonradan eklendiği kaydedilirse de plan ve mimari özellikleri günümüze ulaşabilen bu iki yapının aynı anda tasarlandığını göstermektedir

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 28 , sy 67-68 , Hazırlayan ; Reşat Öngören
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 28 , sy 68-69 , Hazırlayan ; Abdulselam Uluçam
[/toggle]

Cüneyd Bağdadi (k.s)

Irak – Bağdat – Dicle kenarındaki Şünuziye kabristanında.

Bağdat’ta doğdu ve orada yaşadı. Doğum tarihi belli değildir. Ailesi aslen Nihavendli olup cam ticaretiyle uğraştıklarından Kavariri nisbesiyle tanınmaktaydı. Bizzat Cüneyd de ipek ticaretiyle meşgul olduğundan Hazzaz lakabıyla tanınmıştır. Ailesinin Nihavend’den Bağdat’a ne zaman geldiği kesin olarak bilinmemektedir.

Cüneyd küçük yaşta tahsile başladı. Ebu Sevr el-Kelbi’den fıkıh okudu. Ebu Ali el-Hasan b. Arefe el-Abdi başta olmak üzere bazı alimlerden hadis dinledi. Dayısı Seri es-Sakati ve Ebu Hamza el-Bağdadi gibi sufilerin sohbetinde bulundu. Zahiri ilimlere büyük onem veren Seri Sakati, onun once şer’i ilimleri oğrenmesini teşvik ettikten sonra, “Allah seni sufi hadisci değil hadisçi sufi kılsın” şeklinde dua etmiştir. Nitekim henüz yirmi yaşında iken fıkıh hocası Ebu Sevr’in ders meclisinde fetva verecek seviyeye gelmişti.

Cüneyd şer’i ilimleri iyice öğrendikten sonra kendini zuhd, ibadet ve tasavvufa verdi. Aslında küçükk yaştan itibaren tasavvufa hevesli idi. Henuz yedi yaşında iken şükrün ne olduğunu soran Seri’ye, “Verdiği nimete güvenerek Allah’a asi olmamaktır” diye cevap vermesi onun bu alanda ne kadar yetenekli olduğunu göstermektedir. Başta dayısı olmak uzere çevresinde büyük sufilerin bulunması, onun küçük yaşta tasavvufa yonelmesine sebep olmuştur denilebilir. Bununla birlikte Cüneyd şer’i ilimlerle de sürekli meşgul oldu. Ca’fer el-Huldi’nin, “Hal ile ilmi Cüneyd kadar mükemmel bir şekilde kendisinde birleştiren başka bir sufi gormedim. Onu gören halinin ilminden üstün, konuşmasını dinleyen ilminin halinden üstün olduğu kanaatine varırdı” demesi ilim ve tasavvuftaki mertebesini göstermektedir. Bundan dolayı “tavüsü’l-ulema” ve “seyyidu’t-taife” gibi unvanlarla anılırdı.

Cüneyd Bağdadi hazretleri , tasavvufun derinliklerine dalmak ve zihni surekli ruhi konularla meşgul olmakla birlikte geçimini sağlamak için ticaretle de uğraşıyordu. İbn Nuceyd, onun dukkanında perde ile ayırdığı bir köşede ibadete devam ettiğini soyler. Cüneyd’in irşad faaliyetine başlayacak bir duruma geldiğini goren Seri Sakati hazretleri onu vaaz vermeye teşvik etmesine rağmen o kendisinde bu ehliyeti görmediğinden çekingen davranmış, ancak manevi bir işaret uzerine meclis teşkil edip konuşmaya başlamıştı. Bununla birlikte Cuneyd Bağdadi hazretleri fena ve tevhid gibi tasavvufun ince ve güç anlaşılan konularını kapalı kapılar ardında anlatmayı tercih ediyor, bazan da bunları fıkıh perdesi altında gizliyordu.

Bircok ünlü sufi Cuneyd Bağdadi hazretleri ‘nin sohbetinde bulunmuş, onun muridi ve halifesi olmuştur. Ebu Muhammed el-Ceriri, Ebu’l-Abbas İbnu’l-Arabi, İsmail b. Nuceyd, Ali b. Bundar es-Sayrafi, Ebu Bekir Şibli, Mimşad ed-Dineveri, Abdullah eş-Şa’rani, Muhammed b. Ali el-Kettani, Ebu Bekir el-Vasıti, Ebu Amr ez-Zeccaci Cuneyd’in sohbetinde bulunan tanınmış sofilerdendir. Bu sebeple tarikatların tamamına yakın kısmı silsilelerinde Cuneyd’ Bağdadi hazretleri’ne yerverirler . Mutlak İmam, Küçük Şafii ve Sadr-i Kebir gibi unvanlarla anılan fıkıh alimi İbn Sureye de onun sohbetinde bulunmuş, ruhaniyetinin tesirinde kalmış ve manevi alandaki bilgilerini ona borclu olduğunu ifade etmiştir.

İbnu’l-Mulakkın’ın kaydettiğine gore Cuneyd Bağdadi hazretleri ölüm doşeğinde iken oturarak namaz kılmış, bunun da bir nimet olduğunu ifade etmiş, istirahat etmesi gerektiğini söyleyenlere namaza durmak suretiyle cevap vermiş ve virdiyle meşgul iken ruhunu teslim etmiştir. Ölümünden az once hatim indirmiş, yeni bir hatime başlayıp Bakara suresinden yetmiş ayet okumuştu. 297 (909) yılında vefat etmiş olup cenaze namazında 60.000 kişinin bulunduğu rivayet edilir. 296 veya 298 yılında vefat ettiğine dair de rivayetler vardır. Bağdat’ın Şunuziye Mezarlığı’nda dayısı ve şeyhi Seri’nin yanında toprağa verilen Cuneyd Bağdadi hazretleri çeşitli İslam ülkelerinde makamları mevcuttur.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak
Kaynak ; Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 8 , sy 119-121 , Hazırlayan ; Süleyman Ateş
[/toggle]