Alaçam’a 12 km doğusunda bulunan Yukarı Soğukcam Köyü’ne 1 km mesafede Şeyhler mahallesinde bulunmaktadır.
TARİHÇE: Halk arasında ” Soğukçam Şeyhi ” şeklinde anılan türbeye ait herhangi bir kitabe bulunmadığından türbenin tarihi hakkında bilgi edinilememektedir.
MİMARİ ÖZELLİKLERİ: Türbe; Karadeniz’e özgü çivisiz ahşap yapı tarzında sekizgen tarzında yapılmış olup, yıkılan çatısı son yıllarda saç ile kaplanmıştır. Türbeye ait sanduka ise tahtadandır. Türbe çatı kısmı hariç ilk yapıldığı orijinal halini korumaktadır.
RİVAYET: Yöre halkı tarafından evliya olarak nitelendirilen ve korunan Soğukçam Şeyhi hakkında pek fazla rivayet bulunmamaktadır. Mahallinden edinilen bilgilere göre türbede medfun bulunan zat Anadolu’da İslamiyet’i yayan İslam Âlimi veli kullardan birisidir. Ancak vefat ettikten sonra kendisi için yapılan türbe zamanla bulunduğu bölgenin ismiyle anıldığından bu zatın ismi kesin olarak bilinmemektedir. Türbe halk tarafından Rıza-i İlahi için veli ziyaretinde bulunmak, hasta olanlar içinde Allah’ın (c.c) izni ile şifa bulmak umuduyla ziyaret edilmektedir
Kaynak ; Samsun Evliyalar Atlası – Ahsen Vakfı ( Allah onlardan razı olsun)
Alaçam’ın 18 km Güneybatısındaki Kızlan Köyü’nde olup, Alaçam-Duragan ana yolunun sol tarafına düşmektedir
TARİHÇE: Halk arasında “Çakır Hoca” şeklinde anılan türbeye ait herhangi bir kitabe bulunmadığından türbenin tarihi hakkında bilgi edinilememektedir.
MİMARİ ÖZELLİKLERİ: Tarihi ve mimari özelliği olmamakla birlikte Türbe; kâgir olarak inşa edilmiştir. Çatısı kiremitile kaplanmış, iç ve dış duvarlar briketten sıvasız şekildedir. Türbeye ait sanduka beton üstü ahşaptan yapılmıştır.
RİVAYET: Yöre halkı tarafından evliya olarak nitelendirilen ve korunan Çakır Hoca hakkında çok fazla rivayet bulunmamaktadır. Ancak halk arasında Bulut İten Evliyası olarak bilinen Çakır Hocanın, yağmur duasına çıktığında bulutların kendiliğinden dua yapılan alana geldiği ve yağmur olarak toprağa can verdiği anlatılmaktadır. Türbe halk tarafından Rıza-i İlahi için veli ziyaretinde bulunmak için ziyaret edilmektedir Kaynak ; Samsun Evliyalar Atlası – Ahsen Vakfı ( Allah onlardan razı olsun)
Alaçam’ın 3 km doğusundaki Gökçeboğaz Köyü’ne 1 km mesafede bulunmaktadır. Türbe, Sinop -Samsun Yolu seyir istikametinde yolun sağ tarafına düşmektedir.
TARİHÇE: Halk arasında “Yol Evliyası” şeklinde anılan türbeye ait herhangi bir kitabe bulunmadığından türbenin tarihi hakkında bilgi edinilememektedir.
MİMARİ ÖZELLİKLERİ: Tarihi ve mimari özelliği olmamakla birlikte Türbe doğal tarla taşlarından dikdörtgen şekilde inşa edilmiştir. Türbenin ortasında ağaç bulunmaktadır.
RİVAYET: Yöre halkı tarafından evliya olarak nitelendirilen ve korunan Yol Evliyası, hakkında herhangi bir rivayet olmamakla birlikte birçok inanış bulunmaktadır. Türbenin yakınından geçen ana yolda İslami kural gelenek ve ananelere aykırı hareket edenlerin başlarına kaza geleceği bu inanışlardan biridir. Bununla ilgili birçok rivayet vardır.Ana yol yapılırken iş makinesinin ‘Yol Evliyası’ adı verilen türbeye ait mezarı her sökme girişiminde arızalanması ve mezarın bir türlü yerinden kaldırılamaması da halk arasında en çok konuşulan konulardandır. Türbe halk tarafından Rıza-i İlahi için veli ziyaretinde bulunmak amacıyla ziyaret edilmektedir. Yöre halkı türbeye saygılarından çevredeki 10 dönümlük araziyi köy merasına bağışlamıştır. Özellikle 7 Mayıs’ta keşkek yeri olarak kullanılan türbenin çevresi aynı zamanda mesire yeri olarak da kullanılmaktadır Kaynak ; Samsun Evliyalar Atlası – Ahsen Vakfı ( Allah onlardan razı olsun)
Alaçam’ın 4 km Güneybatısında Alaçam-Durağan ana yolunun sol tarafına düşmektedir. EsentepeMahallesine 1 km uzaklıktadır.
TARİHÇE: Halk arasında “Şahin Efendi” şeklinde anılan türbeye ait herhangi bir kitabe bulunmadığından türbenin tarihi hakkında bilgi edinilememektedir.
MİMARİ ÖZELLİKLERİ: Tarihi ve mimari özelliği olmamakla birlikte Türbe; orijinali ahşap iken son yıllarda yarı kâgir şekilde yeniden inşa edilmiştir. Çatısı kiremit ile kaplanmış, iç ve dışı sıvalı ve boyalıdır. Türbeye ait sanduka Ahşaptan yapılmıştır. Türbenin çevresi 2,5 metre demir çitlerle çevrilmiştir.
RİVAYET: Yöre halkı tarafından evliya olarak nitelendirilen ve korunan Şahin Efendi hakkında çeşitli rivayetler anlatılmaktadır. Mahallinden edinilen rivayete göre; Şahin Efendi Halep’ten gelen İmamı Rabbani Hazretlerinin talebesinin talebesinden 16 yıl ilim almış birisidir. Geçimini çiftçilik yaparak sağlayan Şahin Efendi, kilometrelerce mesafedeki hayvanları dahi sesiyle etkilemesi halk arasında büyük etki yaratmıştır. Türbe halk tarafından Rıza-i İlahi için veli ziyaretinde bulunmak, hasta olanlar içinde Allah’ın (c.c) izniyle şifa bulmak umuduyla ziyaret edilmektedir.Hasta olarak genellikle sara hastaları türbeyi ziyaret etmekte ve Allah’tan (c.c) şifa ummaktadır Kaynak ; Samsun Evliyalar Atlası – Ahsen Vakfı ( Allah onlardan razı olsun)
Ondokuzmayıs İlçesine 4 kilometre uzaklıktaki Yörükler Beldesi’nde, Kızılırmak Deltası, Kuş Cennetinin kıyısı Fevzi Çakmak mahallesinde bulunmaktadır.
TARİHÇESİ: Halk arasında “Şeyh Beğ ” şeklinde anılan türbenin, kitabesi bulunmamaktadır. Şeyh Beğ 1730-1825 yılları arasında Dağ Köyü’nde yaşamış ve Yörükler beldesinde şehit düşmüştür. Kendisi gibi şehit düşen Hızar,Hüseyin ve Musa adındaki kardeşleri ise Dağ Köyü’nde metfundur.
MİMARİ ÖZELLİĞİ: Türbe; Kızılırmak Deltası, Kuş Cennetinin kıyısındadır. Kâgir inşaat tekniği kullanılmış kubbeli şekilde inşa edilmiş olup, içinde mermerden yapılı sanduka vardır.
RİVAYET: Günlerden bir gün, İstanbul’dan Hopa’ya yük getiren bir gemi, Karadeniz Ereğlisi açıklarında fırtınaya tutulur. Gemi ha battı ha batacak! Mürettebat ve kaptan büyük bir korkuya kapılmış durumda Allah’a dua ederlerken, nur yüzlü, aksakallı, yaşlı bir zat ortaya çıkar. Allah’ın izniyle, tehlikenin geçeceğini, telaşa kapılmalarına gerek olmadığını söyleyerek hem onları teskin eder, hem de onlarla birlikte duada bulunur. Bir süre sonra fırtına geçer, gemi salimen yoluna devam eder.Bu arada gemi kaptanı, kendilerine yardımcı olan yaşlı adama;-“Baba, senin adın ne? Sana kim derler? Evin, yurdun neresi?” diye sorar.İhtiyar;—Benim evim, Samsun –Bafra Yolu üzerinde, Engiz denilen bir yer var. Oradan Balık göllerine giderken Boğaz üzerinde köprü ve mezarlık var. Mezarlıktaki yaşlı dut ağacının hemen yanındaki ev benim evim. Biz 7 kardeşiz” derve ortalıktan kaybolur. Daha sonra “Şeyh Beğ “i rüyasında gören kaptan Samsun’a geldiğinde Engiz’e varırkendisine tarif edilen dut ağacını bulur. Fakat yanında ev falan yoktur. Sadece tek bir mezar vardır. O zaman anlarki, Şeyh Beğ ulu bir zattır. Orda hemen karar vererek mevcut mezar üstüne bugünkü binayı (Türbeyi) yaptırır.Türbe halk tarafından Rıza-i İlahi için veli ziyaretinde bulunmak için ziyaret edilmektedir. Kaynak ; Samsun Evliyalar Atlası – Ahsen Vakfı ( Allah onlardan razı olsun)
Ondokuzmayıs İlçesinin 10 km Güney Batısındaki Dağ Köyü’ne 2 km mesafedeki Musa Tepesi denilenmevkide bulunmaktadır.
TARİHÇE: Halk arasında “Musa Dede” şeklinde anılan türbenin, kitabesi bulunmamaktadır. 1730-1825 yıllarıarasında Dağ Köyü’nde yaşayan ve şehit düşen Musa Dede’nin mezarı köylüler tarafından mesire alanı içerisinetürbe olarak yaptırılmıştır.
MİMARİ ÖZELLİKLERİ: Tarihi ve mimari özelliği olmamakla birlikte Türbe; orijinali ahşap iken son yıllarda sekizgenyarı kâgir şekilde yeniden inşa edilmiştir. Çatısı Atermit ile kaplanmış, iç ve dışı çini ile sıvalıdır. Türbeye ait sandukamermerden olup, zemin halı kaplamadır.
RİVAYET: Yöre halkı tarafından evliya olarak nitelendirilen ve korunan Musa Dede hakkında pek çok rivayetanlatılmaktadır. 1730-1825 yılları arasında Dağ Köyü’nde yaşayan ve şehit düşen Musa Dede’nin tıpkı kendisi gibi 3kardeşinin de şehit düştüğü, bunlardan Hızır ile Hüseyin’in Dağ Köyü’nde, Şeyh Beğ adındaki kardeşinin de YörüklerBeldesi’nde medfun olduğu rivayet edilmektedir. Musa Dede Türbesi halk tarafından Rıza-i İlahi için veli ziyaretindebulunmak ve çocuğu olmayan kadınlar tarafından ziyaret edilmekte, Musa Dede hatırına Allah’tan (c.c) kendilerinehayırlı evlatlar vermesi istenmektedir. Hatırına edilen duaların kabul olduğu yönündeki inanış ile birlikte yörehalkının bölgeyi mesire alanı olarak da kullanması türbeye ilginin artmasına neden olmaktadır
Bu Sayfa Ahsen Vakfı‘nın katkılarıyla hazırlanmıştır. ( Allah onlardan razı olsun)
Ondokuz Mayıs ilçesinin 10 km güney batısındaki Dağ Köyü’ne 2 km mesafededir. Türbe köy merkezi seyir istikametinde yolun sol tarafına düşmektedir.
Tarihçe ; Halk arasında ” Ala Dede” şeklinde anılan türbeye ait herhangi bir kitabe bulunmadığından türbenin tarihi hakkında kesin bir bilgi edinilememektedir. Türbe define avcılarının kazıları sonucunda tamamen harap halde olup, mezarın yeri dahi tam olarak belli değildir.
Mimari Özelikleri ; Türbe; tepe üstünde bulunmaktadır. Etrafı herhangi bir yapı ile çevrili olmayıp açıktır.
Türbenin bulunduğu yerde ağaçlar bulunmaktadır.
Rivayet ; Yöre halkı tarafından evliya olarak nitelendirilen ve korunan Ala Dede türbesi hakkında çok fazla rivayet bulunmamaktadır. Türbe ; halk tarafından Rıza-ı İlahi için veli ziyaretinde bulunmak, hasta olanlar içinde şifa bulmak umuduyla ziyaret edilmektedir. Hasta olarak genellikle vücudunda ala lekesi olanlar ziyaret etmekte ve türbede medfun bulunan Ala Dede hatırına Allah (c.c.) ‘tan şifa ummaktadır.
Kaynak Kişiler ; Seyfettin Arslan (Ahsen Vakfı) , Muzaffer Erdoğan (Köylü)
Bu Sayfa Ahsen Vakfı‘nın katkılarıyla hazırlanmıştır. ( Allah onlardan razı olsun)
İstanbul – Eyüp’de Feshane caddesi üzerinde Zal Mahmud Paşa camii yanında
Pir Ahmed Edirnevi hazretleri , Edirneli olup , Pir Alaeddin Ali Aksarayi (ö. 1537-38 civarı) ‘nin halifesidir. Bayramiliğin – Melami yolunu sürdürmüştür. Memleketi Edirne’de faaliyet gösteren Pir Ahmed , Abdulbaki Gölpınarlı’nın ifadesiyle ; vahdetin uçsuz bucaksız tellakilerini açığa vurmadan ziyade , takva ve azimet yolunu öğütlemiştir. Müridlerinin şeriata uymaları konusunda titizlik göstermiştir.
Kaynaklarda Pir Ahmed Edirnevi hazretlerinin Edirne’de ne kadar kaldığı hakkında herhangi bir malumat yoktur. Onun 1000/1592 tarihinde İstanbul’da vefat ettiği bildirilmektedir.
Türbenin giriş kapısında ;
”Tecvid müellifi karabaş Ahmed
Efendi hazretlerinin kabridir.” yazar
Edirneli Pir Ahmed Efendinin bir ilahisi vardır. Tamam olmayan bu eser, tekkeler kapanıncaya kadar, bütün tekkelerde özel bestesiyle söylenirdi, ki şudur:
Hakka giden yol bu yoldur
Cümlenin maksudu oldur
Tevhid eden gör ne kuldur
Böyle bir Allahımız var
Bilir cümlenin halini
Aşıklar verir cemâlini
Zeval ermez kemâlime
Böyle bir Allahımız var
Bir aşık ile dols olalım
Gitdi aklım ben mest olalım
Bu yolda gayet pest oldum
Böyle bir Allahımız var.
Ahmed Üryan gir Meydâne
Afveder bakmaz iyyâne
Terket canı yana, yane
Böyle bir Allahımız var.
Türbenin kapısı üzerindeki ayet, Hâmid’indir.
Türbenin sa tarafındaki hazirede şu zevatın şahidelerivardır.
985 (1577). Cafer Efendi Şeyhülislam Ebû’s-su’ud
Efendinin amcası Abdünnebi Efendinin oğlu ve Anadolu kadıaskeri, hac dönüşü Üsküdar’daki bahçesinde otururken vefat etti. lim bir zat idi. Taşı dört köşe köfekedir.
1151 (1738). Zal Paşa İmamı Ahmed Efendi
1182 (1768). Debbag Mehmed Ağa. Tabbakhane bu hazirenin karşısında idi.
1217 M. 17 (Mayıs-1802). Devletlu ismetlu Esma Sultan başaağası Bilal Ağa. Esma Sultan Sarayı Defterdar iskelesi civarında idi.
Kaynaklar; Dr. Selami Şimşek , Edirne’de Tasavvuf Kültürü , Buhara Yayınları , 2008
Eyüp Tarihi , Eyüp Belediyesi
İstanbul – Eyüp Kabristanında . Piyerlotiye çıkan İdris köşkü yolunda Kaşgari dergahına gelmeden solda .
6 Mayıs 1980. Türk Edebiyatı Vakfı, vefatından tam üç yıl önce Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e “Sultanü’ş-Şuara” (Şairler Sultanı) unvanını takdim etti. Necip Fazıl, 26 Mayıs 1904’te Çemberlitaş’tan Sultanahmet’e doğru inen sokakların
birinde büyük bir konakta doğar. Bahriye mektebine gireceği 1916 senesine kadar Büyükdere’de Emin Efendi isimli sarıklı bir hocanın işlettiği Mahalle Mektebi’nden başlayarak çeşitli okullara devam eder. Fransız Papaz ve Kumkapı’daki Amerikan Koleji’nde öğrenim görür. 1916’da, “Ne oldumsa bu mektepte oldum.” dediği, şahsiyetini şekillendiren Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye-i Şâhane’ye imtihanla alınır. İlk aruz denemelerini orada kaleme alır. 1920 yılında Bahriye Mektebi’ni bitiren şair, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girer. İlk şiirleri, Ziya Gökalp’in kurup Yakup Kadri ve arkadaşlarının çıkardığı “Yeni Mecmua”da yayımlanır. Dönemin Millî Eğitim Bakanlığı’nın yurtdışı bursunu kazanarak, 1924 senesinde Paris Sorbonne Üniversitesi’ne kaydolur. Paris’in gece hayatı ve aldatıcı cazibesinde bohem hayatı yaşar. Paris’te derin bir bunalıma düşen şair, devletin kendisine gönderdiği bütün parayı kumarda harcar. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından üniversiteye gitmediği ve parasını kumarda harcadığı öğrenilince bursu kesilir, yurda dönmesi istenir ve İstanbul’a döner. 1925’te ilk şiir kitabı Örümcek Ağı’nı yayımlar. O yıllarda bir arkadaşının aracılığıyla Felemenk Bahr-i Sefid Bankası’nda işe başlar. Daha sonra kısa sürelerle Osmanlı Bankası’nın çeşitli şubelerinde çalışır. 1928 senesinde, “Kaldırımlar” adlı ikinci şiir kitabını çıkarır. Henüz 24 yaşında iken yayımladığı bu eseriyle büyük bir şöhrete kavuşur. 1932 senesinde askerliğini bitirdikten sonra üçüncü şiir kitabı “Ben ve Ötesi”yle şöhretin zirvesine çıkar. Öyle ki, şiirleri ders kitaplarına girer. Varlık dergisinin kurucusu Yaşar Nabi, onun için “bir mısraı bir millete şeref verecek şair” ifadesini kullanır. Fakat şairin 1934 yılına kadarki buhranlı hâli ve çalkantılı dönemi hep aynı arayışın doğum sancıları içerisinde geçer. Büyük şehirlerin serseri kaldırımlarından, duvarları yaralı otel odalarına, azap kulesi bacalardan, ölüm çanın-dan da acı kampana seslerine kadar gördüğü, duyduğu ve tattığı her şeyde aynı şüphe, korku ve cinnet hâlet-i rûhiyesi içindedir. Kurtuluşu arayan bir seyyah gibi yapayalnızdır. “Her fikir, beyninde bir çift kelepçe” olan şair, “benlik kazanında” dev sancıların pençesindedir:
“Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,
Bir fikir ki, beyin zarında sülük
Selâm, selâm sana haşmetli azab;
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük”
Ve bir akşam, çalıştığı bankadan evine dönerken vapurda karşısında oturan ve gözlerini ondan hiç ayırmayan “Hızır” tavırlı garip bir adam, ona ruh dünyasında çektiği “hafakanlar”, “zonklamalar”, “kanlı kıymıklar” ve bütün ıstıraplarının ilâcını verecek, kurtuluş reçetesini yazacak müjdecisi Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin adresini verir.
“Tanrı Kulundan Dinlediklerim” isimli eserinin “O’nu Nasıl Tanıdım” başlıklı ilk yazısında şöyle der: “Dinmek bilmez bir ağrı çeken diş… Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne karanfil yağı, ne de eczacı güllacından… İşte böyle; bir zamanlar beynim ‘mutlak hakikat’ acılarına yataklık etti… Ağrıyan akıl dişimdi.”
“Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş
Fikir çilesinden büyük işkence”
mısralarıyla anlattığı 30 yıllık büyük ruh ıstırabı, korkunç fikir buhranı 1934 yılında “Eyüp’teki eski bir tekkede” şairin sonradan “Tanrıkulu” adını vereceği “müjdecisi, efendisi”ni ilk ziyaretiyle daha da şiddetlenecektir; çünkü şair, eski bohem hayatıyla efendisinin ona telkin ettiği hayat tarzı arasında bocalayacaktır. Yıllarca “deliler köyünden bir menzil aşkın”, “benliği bir kazan ve aklı kepçe”, “boşluğu ense kökünde gezdirerek” “öz ağzından kafatasını kusan” şair, “meçhuller caddesinin kimsesiz bir seyyahı” olarak, “mutlak hakikatin dönmez davacısı” oluncaya kadar bunalımlarını yaşamaya devam edecektir.
Efendi Hazretleri’ne tasavvuf hakkında sorduğu bir suâl üzerine aldığı cevap bütün ruh dünyasını alt üst eder; “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz… Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?”
“Ve uçtu tepemden birden bire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde…”
…
“Sanki burnum, değdi burnuna yokun,
Kustum öz ağzımdan kafatasımı.”
Çok zaman sonra şair, efendisinden aldığı tesiri şöyle anlatacaktır: “Onda; harikanın nasıl teşekkül ettiğini ve ne kadar benlikten kaçtığını ‘Terk-i Terk’ dedikleri makam… Her şeyi bıraktıktan sonra tekrar dünyaya avdet… Her an bir büyük huzurda olma kal’asının burcunda sancağı sallanıyordu! Sizinleyken sizinle değildir… Ama sizinledir… Bu irşad kutupluğu makamıdır. Bu mânâyı öyle yaşadım öyle duydum, öyle içtim ki..”1
“Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz
Yepyeni bir dünya etti hediye”
…
“Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;
Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel”
Artık şair, fildişi kulesinden ‘agora’ tabir ettiği toplumun vicdanına inmiş, cemiyetin ve toplumun mücadele sahası olan meydanlarda ve fikir kulüplerinde çağımızın buhranını dile getirmeye başlamıştır. Fânîliğin, şehvetin ve korkunun bütün kapılarını zorlayan, yıllardır nefsin lâbirentlerinden bir çıkış noktası arayan şair, “kanına girdiği nurtopu günlerin” “yiyip bitirdiği kudsî emanetin” hesabını sormak üzere aynadaki hâlinin karşısına dikilir:
“Çıkamam, aynalar, aynalar zindan
Bakamam, aynada, aynada vicdan
Beni beklemeyin o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti”
Şair artık sanatta gâyenin Allah’ı aramak olduğuna inanmaktadır:
“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış
Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış”
Bu arada, bohem hayatının karanlıklarından kurtularak “müjdecisi, efendisi”nin “ruhuna çaktığı büyük temel çivilerinden” aldığı kelimeler üstü bir tesirle yeniden doğan şairi, dönemin münekkit ve yazarları içlerine sindiremez, çok garipseyerek çeşitli yakıştırmalarda bulunurlar: “İslâm komünisti!”, “Sâbık şair”, “Şiirine yazık etti!”
Ancak şairin kendi ifadesiyle içini öyle bir “sosyal mücadele ruhu; sanatının muhtaç olduğu cemiyeti yoğurma heyecanı” kaplar ki, kısa bir zamanda geniş kitlelerin sahipleneceği Büyük Doğu mecmuasının ilk sayısını çıkarır (1943). Artık toplum üzerinde oluşturulan baskılar, sosyal adaletsizlik, ahlâksızlıklar ve materyalist fikir akımlarına karşı bir ‘dur’ deme vakti gelmiştir:
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak”
feryadına karşı yurdun dört bir köşesinden Büyük Doğu’nun açtığı cepheler vasıtasıyla büyük destek gelmiş ve üstadın hep aradığı, özlemini çektiği gençliğin ilk tohumları atılmıştır.
“Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı!
Tırnağı en yırtıcı hayvanın pençesinden
Daha keskin eliyle başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına
…
Soruverse: ben neyim ve bu hâl neyin nesi!
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!”
Dönemin despotik güçlerinin materyalist ve pozitivist fikirlerini dayatmalarına rağmen o, 35 yıl boyunca yayın hayatına devam eden Büyük Doğu mecmuasıyla edebî, fikrî ve siyasî sahalarda amansız bir mücadele verir.
Memleket ve millete sinsice sızan tehlikeleri, cemiyetin vicdanına sunar; “İşte bangır bangır ilân ediyoruz… İşte dâvânın bamteli… Evet tekrarlıyoruz ve bin kere tekrarlasak da az buluyoruz ki, komünizma bâtılın ve dalâletin sistemi olsa da… Ona karşı koyma hakkı ancak hakkın ve hidayetin sistemi İslâmiyet’tedir…”
1952’de Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın Malatya’da bir suikast teşebbüsünde yaralanması ile başlayan hâdiseler, dönemin basını tarafından özellikle Büyük Doğu’ya karşı karalama kampanyasına dönüştürülmüş ve onu da, azmettirici sıfatıyla o meşhur savunmalarını yapacağı sanık sandalyesine oturtmuştur. 1964’te Büyük Doğu’nun 11’inci devresini açar ve Adnan Menderes için kaleme aldığı “Zeybeğin Ölümü” adlı şiirinden dolayı takibata uğrar.
1974’te daha önce “Örümcek Ağı/1925”, “Kaldırımlar/1928”, “Ben ve Ötesi/1932, “Sonsuzluk Kervanı/1955”, “Çile/1962” ve “Şiirlerim/1969” adlarıyla yayımlanan şiir kitaplarını yeni şiirleriyle birlikte tek kitapta; “Çile”de (1974/Bütün Şiirleri) toplar. Siyasî ve kültürel meseleleri ele alan meşhur “Rapor”ları, 1980 yılına kadar on üç yıl süreyle yayımlanır. 26 Mayıs 1980’de Türk Edebiyatı Vakfı tarafından “Şairler Sultanı” ve 1982 yılında yayımlanan “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” adlı eseri münasebetiyle de yılın fikir ve sanat adamı seçilir. Necip Fazıl 1981 yılında “İman ve İslâm Atlası” isimli eserini yazmak için bir daha çıkmamak üzere evinin küçücük odasına kapanır. Ömrünün son günlerini 1,5 yıllık mahkûmiyet kararı yüzünden her ân götürülme tehdidi altında kendini tamamen Allah’a adamış bir derviş yaşantısı içinde gerçek dostlarıyla mahzun sohbetler yaparak geçirir.
“Dünyam 78 yıllık bir çile, iç burkuntuları idi. ‘Ne ölüm terleri döktüm, nelerden…’ Varlık yokluk muamması, yok ölüm, yok hayatın gayesi. Ve milyarlarca karıncaya lâf anlat! Fakat şimdi görüyorsun işte: Zorlu nefs’e diz çöktürüyorum” der son sohbetinde.
Ve bir gece…
“Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabb’e secdeler olsun!”
dediği ve ömrü boyunca gergef gibi işlediği biricik meselesi sonsuza varma gerçeğinin zamanı gelmiştir. Yatağından doğrulup yorgun gözlerini, yedi kat göklere, ötelerin ötesine doğru diker… Ve son sözü:
“Demek böyle ölünürmüş!..” (25 Mayıs 1983)
…
“Hayatım, başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin has-sasiyeti içinde birini arıyordum. Birini…
O kim mi?
Allah’ın sevgilisi…
Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedilik sarayının paslanmaz tâcı…
Tek dâva O’nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.
Bin bir istikâmette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki bedava emniyet ve bedahet saadeti karşısında şaşkın, hep o “Bir” etrafında helezonlar çizilen bir hayat…
Benim hayatım budur!”
Batı kültürünün içinde yetişen ve saf şiirin asrımızdaki en güçlü temsilcisi olarak görülen Necip Fazıl, “Allah” demenin yasak olduğu bir dönemde inandığı değerler uğrunda “ciğerinden kalemine kan çekerek” davasının, kendi ifadesiyle “hohlaya hohlaya” buz dağlarını eritmenin mücadelesini vermiştir. “Ateşte ve cımbızda” bile olmadığını söylediği büyük fikir çilesi ona, “bir kanlı şafakta, yepyeni bir dünya hediye edecek”, “mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan gençliğin yetişmesi uğrunda tam otuz küsur yıl zindanlarda işkence görecek, “akrebin kıskacında bir hayat” yaşayacaktı. Ve bir gün, günü gelince “iyi insanların iyi atlara binip gittiği” âleme göçecektir.
Ömrünü ve bütün mücadelesini “tırnaklarıyla kazıyarak” ulaştığı “mutlak hakikat”e, kendi çok sevdiği ifadesiyle “öteler”e ve eşyanın hakikatine kenetleyen büyük şair, benliğin nefsinden toplumun ve cemiyetin nefsine hitap eden bir davanın çevresinde örgülenmiş hayatı ve sanatında, hep “Yüceler”i, “Mavera”yı ve “Allah”ı anlatmış ve sanatkârı “Allah’ı aramak memuriyetinde olan zamanın hakiki Fatih’i” şeklinde yorumlamıştır.
Koca bir imparatorluğun çöküşüne şahit olan şair, Balkan harpleri, Dünya savaşları ve Millî Mücadele sonrasında kurulan Cumhuriyet’e şahitlik edecek ve yaşanan bütün bu hâdiseler, onun ruh dünyasına önemli tesirler yapacaktır. Aynı dönemin buruk acılarına, yıkım ve sarsıntılarına daha erkenden şahitlik edecek olan Mehmet Âkif ve Yahya Kemâl de, koca bir devletin çöküşünden arda kalan acıları bütün derinliğiyle yaşayacak ve şiirlerinde resmedeceklerdir. Onlar, kapanan bir çağın önemli şahitleridirler. Türk şiirinin yeni temel taşları bu çileli yılların içinde döşenmeye başlayacaktır. Millî ve mânevî değerlerimizin hiçe sayıldığı, ilim ve irfanın hor görüldüğü, din ve tasavvufun dışlandığı ve mukaddesatın târumâr edildiği bir dönemde, yeni dünyanın içine düştüğü boşluğun perdesini kendi öz dişleriyle yırtarak çıkan Necip Fazıl, “duvara bir titiz örümcek ağı” gibi ördüğü şiirini inceden inceye inşa edecek ve âdeta asrımızdaki insanın yapması gereken “varlık muhasebesini” kendi şahsında yapacaktır.
Tiyatrodan romana, hikâyeden hatıraya kadar geride birçok önemli eser bırakan Necip Fazıl, şiirleriyle de bir devre ışık tutmuş ve saf şiirin asrımızdaki en önemli temsilcilerinden biri olmuştur. “Âlemin nâmütenahi kesretinden büyük ve merkezi vahdete ulaşmak, şiirin biricik gâyesidir” diyen şair “şiirlerinde Yunus’un derûni sesini, Fuzûli’nin yakıcı ıstırabını, Bâki’nin ihtişamını, Nef’i’nin öfkesini, Nâbi’nin hikmetli söyleşisini, Ziya Paşa’nın hicvini, Abdülhâk Hâmid’in metafizik ürpertisini, Mehmet Akif’in dinî duygularını ve Yahya Kemâl’in tarih özlemini toplamıştır.”3
Necip Fazıl’a yakınlığıyla bilinen ve onun şiirini ve ‘Poetika’sını en iyi yorumlayanlardan biri olan Sezai Karakoç, şu enfes değerlendirmeyi yapar: “Şiir, aslında Necip Fazıl’da sürekli olarak ‘ben’in hiçlikle yaptığı ölümüne savaşın en etkili ve belki de tek silâhıdır. Varoluş sırrı, hakikat sırrıdır asıl önemli olan. Zamanın raksı ne içindir? Bir son vardır; bu ‘ben’ bu soruların etrafında dönüp durmaktadır. Şair, mutlak hakikati arayıp durmaktadır.”4 Karakoç, Necip Fazılla ilgili tespitlerini özetle şöyle sürdürür: Benliğin bu büyük varoluş savaşını sürdüren Necip Fazıl, başlangıçta mistik bir güçle eşyanın, daha sonra karşısına çıkan ölümün perdesini kaldırarak birdenbire ruhun büyük cehdiyle hakikatle karşılaşmıştır. Bu, Allah’tır. Mâverâ perdelerinin gerisinde, ebedî, ezelî gerçek olan Allah, ‘Ben’in kurtuluşunun da anahtarıdır… Hakikati İslâm’ın Allah ve İnsan anlayışında bulan şair, tekrar meseleler ve davalar yüklü olarak topluma döneceğini Çile şiirinin sonunda ifşa etmektedir. Baudelaire, Varlaine, Mallarme, Rimbaud kaçtığı dünyalardan geri dönmemişlerdir. Ama Necip Fazıl, topluma ve insanlara geri dönmenin sorumluluğuyla toplumun ortasına atılmıştır. Bundan sonra çeşitli eserleriyle, neşriyle ve şiiriyle insanı kendi benini kurtaran gerçeğe çekmeye, çağırmaya çalışacaktır. Bu da İslâm dünyasının tarihi sosyolojik şartlarında çok çetin ve yıpratıcı bir savaşın içine girmek demek olmuştur.5
Dipnotlar
1- Ahmet Kabaklı, Sultanu’ş-Şuara, s.142, Türk Edebiyat Vakfı Yay., 1. Basım, Mat-Yapım – Kasım 1995.
2- Kabaklı, age, s.188.
3- Mustafa Miyasoğlu, Necip Fazıl Armağanı, Konak Yay., s. 304 – İstanbul Matbaa, Mayıs 2004.
4- Karakoç, Edebiyat Yazıları-II, Diriliş Yay., s.67, Diriliş, 1970 – 2.Baskı, Bayrak Matbaacılık – İstanbul 1997.
5- Karakoç, age, s.69.