Tekirdağ – Çorlu’da Bormalı camii avlusunda
…….
Evliya, Sahabe, Peygamber Kabirleri
Evliya ve Sahabe
Özbekistan – Taşkent
Fıkıh âlimlerinden. İsmi, Muhammed bin Ahmed bin Hüseyn bin Ömer’dir. Künyesi Ebû Muhammed, lakabı Fahr-ül-islâm’dır. Pekçok âlim yetişmiş olan Mâverâünnehr’e bağlı Şaş beldesinden olduğundan, buraya nisbetle “Şâşî” denilmiştir. 429 (m. 1037) senesinde Meyâfarkîn’de (Silvan’da) doğdu. 507 (m. 1113)’de vefât etti.
Hocası Ebû İshâk’ın kabri yanına defn edildi. Ebû Bekr Kaffâl eş-Şâşî, Şafiî mezhebi fıkıh âlimi olarak yetişmiştir. Doğduğu yerde Ebû Abdullah bin Bennân el-Kazrûnî’den, Kâdı Ebû Mensûr Tûsî’den fıkıh ilmini öğrendi. Sonra ilim öğrenmek için Tus’a ve Irak’a gitti. Bağdad’ta Şeyh Ebû İshâk Şîrâzî’den ilim öğrendi. Bağdad’a gittiği sırada Bağdad hilâfet ve ilim merkezi idi. Her taraftan çok sayıda talebe ilim öğrenmek için, âlimler ise ilmi mütâlâalar yapmak ve kütüphânelerden istifâde etmek için Bağdad’a geliyordu. Bağdad’da bulunduğu sırada Ebû İshâk Şîrâzî’den, Ebû Nasr bin Sebbag’dan fıkıh ilmini öğrendi.
Ebû Nasr Şîrâzî’nin “Eş-Şâmil” adlı fıkıh ilmine dâir eserini okudu. Daha sonra okuduğu bu kitaba 20 cildlik bir şerh yazdı. Yazdığı bu şerhe “Şâfî” ismini verdi. İlim öğrenme husûsunda son derece gayretli olup, hadîs ilminde de şu zâtlardan rivâyette bulundu: Meyâfarkîn’de; Muhammed bin Bennân el-Kazrûnî, Bağdad’da; Ebû İshâk Şîrâzî, Ebû Ca’fer bin Muhammed bin Ahmed bin Mesleme, Ebû Bekr el-Hatîb, Ebü’l-Ganâim bin Me’mûn, Ebû Ya’la bin Ferrâ ve diğerleri, Mekke’de; Heyâc bin Muhammed Hatînî’dir. İlimde iyi yetişmiş olup, fıkıh âlimlerinin ihtilâflarını bilirdi. Yazdığı “Hilye” kitabını Halîfe Mustazharbillah’a takdim ettiği için, “Sahibi Hilye” lakabıyla tanındı, önce kendi yaptırdığı medresede bir müddet ders verdi.
Tâc-ül-mülk’ün yaptırdığı Nizamiye Medresesi’ne müderris olarak ta’yin edildi Ta’yin edildiği bu meşhûr medresede, daha önce Ebû İshâk Şîrâzî ve İmâm-ı Gazâlî gibi âlimler ders vermişti. Medresede ilk dersini vereceği sırada, mendilini gözlerine tutup çok ağladı ve müderrislerin âdeti üzerine kürsîye çıkınca, ağlayarak şu ma’nâda bir beyt söyledi. “Memleketlerde âlim kalmadığı için, biz âlim sayılıyoruz. Yoksa ilimde yüksek mertebelere ulaşmak kolay bir iş değildir…” Kendinden önce gelen kıymetli âlimlere olan hürmeti ve sevgisi sebebiyle söylediği bu beyti, zaman zaman söyler ve ağlardı. Ebû Kâsım Zencânî şöyle demiştir: “Ebu Bekr Şâşî ile birlikte fıkıh ilmi öğreniyorduk. O, ilimde, vera’da ve zühddeki hâlinden dolayı Cüneyd-i Bağdadî diye isimlendirilmişti.” Ebû Bekr Şâşî’den ilim alıp rivâyette bulunan âlimler şu zâtlardır: Ebû Ma’mer el-Ezcî, Ebû Bekr bin en-Nekûr, Ebû Tâhir Ahmed bin Ahmed, Ebû Tâhir Acemî ve diğerleri. Eserleri: Fıkıh ilminde çok kitap yazmıştır.
Tesbit edilen eserleri şunlardır: 1-Müstezhari, bu eserini halîfe Mustezhirbillah için yazmıştır. Eserin asıl ismi “Hilyet-ül-ulemâ”dır. 2- El-Mu’temed, bu eseri Hilyet-ül-ulemâ adlı eserinin bir nev’î şerhidir. 3-. Et-Tergîb fil-mezheb, 4- Eş-Şâfiî fî şerhi muhtasâr-ül-Müzenî, 5- El-Umdet, meşhûr bir muhtasardır. 6- Eş-Şâfi şerh-iş-Şâmil li Ebî Nasr bin Sebbag. Hilyet-ül-ulemâ adlı eserinde, fıkhî mes’eleleri dört mezhebe göre ayrı ayrı muhtasar olarak (kısaca) anlatmıştır. Bu eser, mezhebleri tanımak husûsunda benzeri az bulunan bir eserdir.
Fıkıh âlimi olan Muhammed bin Abdullah-i Kurtubî şöyle anlatmıştır: “Ebû Bekr-i Şâşî hazretlerinin yanına gittim, ölüm hastalığında idi. Öyle hasta idi ki, kendinden geçmiş idi. Ne zaman ki kendine geldi. Ona içmesi için bir miktar su getirdiler. “Benim hiç suya ihtiyâcım yoktur. Melekler bana şimdi bir yudum içirdiler ve ben yemekten ve içmekten kesildim” dedi. Sonra vefât etti.” Vâ’iz Ebü’l-İzz de şöyle demiştir: “Ebû Bekr Şâşî hazretlerinin cenâzesinin yıkanması ile şereflendim. Bana yardım edenlerden birisi onun cenâzesine su döktüğü zaman, su onun üzerindeki örtüyü kaldırdı ve avret yeri açılırken baktım ki, elini avret yerinin üzerine koyup kapattı.” Bir şiirinin tercümesi şöyledir: “Ey Genç, sen taze bir fidan, çamurun yumuşak, tabiatın elverişli iken ilim öğren, ilim öğrendikten sonra, senin anlatıp başkalarının dinlemesi, şeref ve övünç olarak sana yeter.”
Türbenin ilerisinde ” 904-979 yılları arasında yaşadı. Allame hukukşinas, muhaddis, dilşinas, şair, Ebu Bekir Muhammed Ebu İsmail Al Kaffal Şaşi ” yazısı okunur. Türbe kapısındaki levhada ise 16. yüzyılda inşa edildiği yazılırken , barthold 10. yüzyılda tarihler. Bu durumda, 979 civarında yapılan türbenin zamanla, çeşitli nedenlerle harap olduğu, 16. yüzyılda yenilendiği veya tair edildiği ortaya çıkmaktadır.
Ön cephe, ana kütleden daha büyük bir taçkapı biçiminde düzenlenmiştir. Yüksek kasnaklı, sivri kubbeyle örtülen türbede, yan cephelerindeki basamaklı görünüşe, bölgedeki diğer yapılarda rastlanmaz. 1996 yılında görülmeyen bezeme unsurları , 2000’lerde yapılan onarımla tamamlanmıştır.
Özbekistan – Taşkent
14. yüzyılda yaşayan Şeyh Hovand hazretleri , Hace Ubeydullah Ahrar hazretlerinin dayısıdır.
Özbekistan – Kitab şehrinde , Sarıasya kasabasında
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakka dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmincisidir. Doğum târihi bilinmemekte olup, 1562 (H.970) senesinde vefât etti.
Rûh ilimlerinde mütehassıs idi. Büyük âlim ve kâmil bir velî olan dayısı Kâdı Muhammed Zâhid’in derslerinde yetişti. Dayısına talebe olmadan önce, on beş sene nefsinin isteklerinden kurtulmak için mücâdele etmiş ve insanlardan uzak yaşamıştı.
Bir gün ellerini açıp, âcizliğini ve çâresizliğini Allahü teâlâya yalvararak arz etmişti. Âniden Hızır aleyhisselâm gelip; “Eğer sabır ve kanâat istiyorsan, Muhammed Zâhid’in hizmet ve sohbetine kavuşmakta acele et. O sana sabır ve kanâati öğretir.” buyurdu. Hemen Muhammed Zâhid’in yüksek huzûruna varıp, orada ilim tahsîl etti. Güzel terbiye görüp, kemâle geldi. Hocası ona, insanlara doğru yolu anlatmak, ebedî olan Cehennem azâbından kurtaracak şeyleri bildirmek için hilâfet verdi. Hocasının vefâtından sonra yerine geçip, Semerkand’da, doğru yoldan ayrılanlarla ve dîne sonradan sokulan bid’atlerle uğraştı. Bid’atleri yok etti. Çok velî yetiştirdi.
İnsanları Allahü teâlânın yoluna çağırmada çok gayret gösterdi. Talebelerinin terbiyesi husûsunda, insan üstü bir kuvvet ve gayrete sâhipti. 1562 (H.970) senesinde, ikinci binin yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dünyâya gelmesinden bir sene önce, Büster kasabasının Dasferar köyünde vefât etti. İnsanları irşâd için yetiştirdiği yüksek talebeleri pekçoktur. Bunların en büyüğü, oğlu Hâce Muhammed İmkenegî’dir.
İran – Nişabur’da
Ehlibeyt’ten olan İmamzade İbrahim hazretleri. On iki İmam’ın sekizincisi İmam Rıza hazretlerinin üvey kardeşidir ve Nişabur’da şehit edilmiştir.
Nişabur’da Ömer Hayyam anıt mezarının hemen yanında bulunan türbesi 10 yy. da yapılmıştır. Türbenin mozaik çini kitabesi oyma sandukası ve muhteşem giriş kapısı Şah I. Tahmaz tarafından yapılmıştır. Türbesinin içerisinde ; İmam Musa Kazım hazretlerinin torunu İmamzade Mahruk hazretlerinin de kabri vardır.
İran – Nişabur’da
Astronomi ve matematik âlimi, şâir. İsmi, Ömer bin İbrâhim’dir. Künyesi Ebü’l-Feth olup, lakabı Gıyâsüddîn’dir. Şiirlerinde Hayyam (çadırcı) mahlasını kullandığı için, bu mahlas ile meşhûr oldu. 1044-1132 (H. 436-517) seneleri arasında yaşadı. Küçük yaşta ilim tahsiline başladı. Önce Nasîrüddîn Şeyh Muhammed Mansûr’dan, daha sonra meşhûr âlim ve hekim Muvaffaküddîn Abdüllatîf ibni Lubad ile matematikçi Hâce Ali’den ilim öğrendi. Hayyam, Nizâm-ül-mülk ve Hasen Sabbâh’ın aynı hocadan ders aldığı da rivayet edilmektedir (Bkz. Nizâm-ül-mülk, Hasen Sabbâh).
Ömer Hayyam, Selçuklu sultânı Melikşâh’ın ve Karahanlı sultânı Şemsül-Mülûk’un iltifatına kavuştu. Çalışmalarında Nihavendi, Mahanî, Mervezî, Sabit bin Kurra, Ebü’l-Kâmil Suca’, Bettânî, Neyrîzî, Ebü’l-Vefâ, İbn-i Yûnus, İbn-i Heysem, Bîrûnî ve İbn-i Sînâ gibi İslâm âleminde yetişmiş fen âlimlerinin eserlerinden faydalandı. Uzun bir ömür süren Ömer Hayyam, 1132 senesinde Nişâbûr’da öldü. Kabri bu şehrin Hira mezarlığındadır.
Ömer Hayyam, matematik alanında yaptığı çalışmalar ile meşhûr oldu. Cebirde ikinci dereceden denklemlerin geometrik ve cebirsel çözümleriyle, üçüncü dereceden denklemlerin geniş bir tasnifini yapmıştır. Bu tasnif, o zamana kadar yapılmamıştı. Üç kökü pozitif olan bir üçüncü derece denkleminin üç kökünü tâyin etmiştir. Bugünkü cebir ile matematik analizde seri ve dizi konusunda yeni bir uygulama alanı olan; formülünü ortaya koymuştur. Bu formül, zamanımız cebir kitaplarında Binom formülü veya Nevvton formülü otarak bildirilmektedir. Bu formülün terimlerin açılımlarının katsayılarını pratik olarak veren;
(a + b)° 1
(a + b)1 1 1
(a + b)2 1 2 1
(a + b)3 1331
(a + b)4 14641
(a + b)5 15101051
(a + b)6 16 15 20 15 61
(a + b)7 1 7 21 35 35 21 7 1
bu tablo bugün aritmetik üçgen veya Paskal Üçgeni adını almaktadır. Bu tablo da Hayyam’a ait bir keşiftir. Binom formülü ve aritmetik üçgeni, matematik târihinde ilk defa Ömer Hayyam tarafından ortaya konduysa da, ondan asırlar sonra yaşamış batılı ilim adamları bunlara sâhib çıkarak kendi buluşlarıymış gibi ilim dünyâsına açıklamışlardır.
Ömer Hayyam, denklemler üzerinde çok önemli çalışmalar yapmıştır. Birçok cebir denklemlerinin çözümünü, geometrik olarak açıklamıştır. Kübik denklemlerin kısmî çözüm şekillerini sistematik bir şekilde tarif ve tasnif etmiştir. Hayyam, Fransız Matematikçi Descardes’dan ortalama altı asır önce, analitik geometrinin Harezmî’den sonra ikinci önderidir. Bu denklemleri; x3 + b2x = b2c denklemini, x = by ve y2 = x(c-x) koniklerinin kesiştirilmesiyle;
x3 + ax2 + bx2 = b2c denklemini de, x2 = (x + a). (c-x) ve x (b+x) = bc eğrilerinin kestirilmesiyle çözmüştür.
Bugün matematikte önemli bir yer tutan, on yedinci asır Fransız matematikçisi Pierre Fermat’ın adına atfen, Fermat Teoremi’nin özel bir durumu olan x3+y3 = 23 denkleminin tam sayılarla çözülemiyeceğini, büyük bir ustalıkla Fermat’tan beş buçuk asır önce göstermiştir. Bu konudaki çalışmaları kendinden sonra gelen matematikçiler tarafından temel kural olarak kabul edilmiştir.
Ömer Hayyam’ın geometrideki çalışması, Oklid elemanları üzerine yaptığı araştırmayı ihtiva etmektedir. Oklid’in yaptığı çalışmaları geliştirmiş, genişletmiş ve mükemmel bir hâle getirmiştir. Bugünkü cebirsel geometriye ilk adımı atanlardan birisidir. Ömer Hayyam’ın matematikdeki şöhreti, özellikle üçüncü dereceden denklemleri mükemmel bir surette tasnif etmesinden ve bunları sistematik olarak çözmüş olmasından ileri gelmektedir. Her ne kadar onun çözüm metodları Harezmî’ninki gibi geometrik görüşlere dayanıyorsa da, Hayyam’ın cebirinde her şeyden önce, şu yön kayda şayandır. Hayyam kullandığı denklemlerin hepsinde, nümerik veya cebirsel çözümleri geometrik metodlara bağlamakla bu işi kânunlaştırdı. Üçüncü dereceden denklem tipleriyle dördüncü dereceden bâzı denklemlerin özellikle Ebü’l-Vefâ tarafından çözümüne başlanılmış olan x4 + ax3 = b tipindeki denklemi çözmeye muvaffak oldu.
Ömer Hayyam, matematiğin yanında astronomi ilmi ile de meşgul olmuştur. Nizâm-ül-mülk’ün yardımı ile Nişâbûr” da eski bir astrolojik rasad kulesinde rasadlar yapmıştır. Daha sonra 1074 senesinde Bağdâd Dâr-ür-Rasad’ına müdür tâyin edilerek Zîc-i Melikşâh’ı hazırlamakla görevlendirildi. Bir süre sonra tekrar Nişâbûr’a dönen Hayyam, Sultan Melikşâh tarafından Fars takviminin ıslâhına me’mûr edildi. Hayyam, bunun üzerine Melikşâhî veya Celâlî takvimi adı ile anılan güneş takvimini hazırladı. Bu takvimde hatâ, 5000 senede takriben bir gündür. Zîyc-i Melikşâh’ı Batlemyüs’ün astronomik tablolarını esas alarak hazırlamıştır. Bu cetveller adlarıyla birlikte yüz yıldızın enlem ve boylamını ihtiva eder.
Doğu dünyâsında Ömer Hayyam, ilmî cephesinden daha çok rubâîleri ile meşhûr olmuştur. Kolay anlaşılır, akıcı ve açık bir üslûbla bu türün en güzel örneklerini vermiştir. Rubâîlerindeki bütün mısra’lar, kelimeler ve kâfiyeler ölçülü, çok kuvvetlidir. Dünyâ ve insan hayâtını konu alan yaklaşık iki yüze yakın rubaisinde; geçici ve fâni olan (ölüm bulunan) dünyâdan azamî seviyede zevk almak gerekir görüşünü ileri sürmektedir. Ahıret hayâtından habersizmiş gibi görünerek eğlence, aşk ve şarap konularına ağırlık vermekte, kendisini bunlarla teselli etmeğe çalışmaktadır. Ömer Hayyam için gerçek olan, yaşanan ve ele geçendir. Alamut kalesini işgal ederek bir eşkıya devleti kurmuş olan Hasan Sabbah’ın etkisinde kalmış ve onun yoluna girmiştir. Bu dünyânın ötesinde ikinci bir dünyâ olduğuna ve öldükten sonra dirilmeye inanmaz. En mühim ölçünün bütün felsefeciler gibi akıl olduğuna inanır. Gerçeğe ancak akıl yoluyla varılabileceğini zanneder. Bu yüzden şuarâ tezkirelerinde rubailerinin değeri takdir edilmekle beraber, insanların îmânî esaslarını bozan düşünceleri sebebiyle makbul olmadığından bahsedilmektedir.
Ömer Hayyam, astronomi, cebir ve geometri ile ilgili bir çok eser yazmıştır. Bunlardan en önemlisi Fil-berâhin âlâ mesâil-il-Cebr vel-Mukâbele’dir. Aslı elli iki sahîfeden ibaret olan eser muhtevası bakımından beş ana bölüme ayrılmıştır. Birinci bölüm; önsöz, cebirin esas rasyonlarının tarifleri ve denklemlerinden ibarettir. İkinci bölüm; birinci ve ikinci dereceden denklemlerin çözümünü ihtiva eder. Üçüncü bölüm, kübik denklemlerin teşkilinden bahseder. Dördüncü bölüm, paydalarında bilinmiyenin kuvvetleri bulunan kesirli terimli denklemlerin münâkaşasını ihtiva eder. Beşinci bölüm ise, Cebire dâir bâzı ek ilâveler hakkındadır. Eser, 1851 senesinde F.Woepcke tarafından Fransızcaya tercüme edilmiştir. Eserin Leiden, Paris ve india Office kütüphanelerinde yazma nüshaları mevcuttur.
Yazmış olduğu diğer eserlerden bâzıları şunlardır: 1-Risale fi şerhi mâ-eşkele min müsâdereti Kitabı Oklides, 2-Muhtasar fit-tab’iyyat, 3-Risale fî Külliyât-il-vücûd, 4-Risâlet-ül-kevn vet-teklîf, 5-Müşkilât-ül-hisâb, 6-Mîzân-ül-hikme, 7-Levâzım-ül-emkine, 8-Kitâb-üş-şifâ, 9-Risale fi ha el-ihtiyâl li-mârifeti mikdâr-iz-zeheb vel-fîddati fî cismin mürekkebin, 10-Nevruznâme 11-Ravdat-ül-kulûb, 12-Risâle-i vücûdiyye.
Eserlerinin ve rubailerinin hepsi bütün dünyâ dillerine tercüme edilmiştir. Yahya Kemâl de dâhil olmak üzere bir çok şâir ve yazar tarafından rubâîleri nesir ve nazım şeklinde Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
Ömer Hayyam’ın geometrideki mantıkî ve derin araştırmaları, cebirdeki kendisinden önce bu ilimlerde büyük gayret gösterenlerin çalışmaları üzerine kaydettiği ilerleme, asırlarca bu ilimlerdeki değişmeyen program olarak kalmıştır.
Kaynak ;
Türkiye Gazetesi , İslam Tarihi ansiklopedisi
İran – Tus’da Şehir merkezindeki park’ta
Meşhûr İran şâiri ve Şehnâme’nin yazarı. Künyesi Ebü’l-Kâsım’dır. Asıl adının Ahmed yâhud Mansûrveya Hasen olduğu tahmin edilmektedir. Babasının adı İshak, dedesininki, Şerefşâh’dır. Babasının güzel bir bahçesi olmasından dolayı Firdevsî denilmiştir. Horasan’ın Tûs şehri civarında, Rezân veya Şâdâb adlı köyde doğdu. Doğduğu şehre nisbetle de Firdevsî-i Tûsî denildi. Avrupalılar bemu Firdevsî şeklinde yazmaktadırlar.
934’de doğduğu ve seksen yaşında Taberan’da vefat ettiği rivayet edilen Firdevsî’nin doğum târihi kesin olarak bilinmemektedir. Firdevsî, eski İran’ın târihî hâtıralarına ve geleneklerine bağlı toprak sahibi (çiftçi) bir aile muhitinde yetişti. Hakkındaki en eski kaynak; Nizâmî-Arûzî’nin Cihar Makale adlı eseridir. Bunda bildirildiğine göre, Firdevsî, Tûs şehri dehkanlarından idi. Dehkan o zamanlarda İran’da çiftlik sahibi demek idi. Ayrıca mâlî ve idarî vazifeleri de vardı. Bunlar eski İran kültürünü yaşatan bir zümre idi. Firdevsî, sonraları kaleme aldığı Şehnâme’nin malzemesinin büyük bir kısmını bunlardan sağladı.
Firdevsî’nin çocukluk ve gençlik devresi hakkında fazla bilgi yoktur. Bilindiği kadarıyla gençliğinde iyi bir eğitim ve dil öğretimi gördü. Eski farsçayı yâni Pehlevî dilini ve Arabçayı öğrendi. Gençliğinde rahat bir hayât sürdü. Ancak sonraları çiftçilikle hayâtını kazanması zorlaştığından geçim sıkıntısına düştü. Kendisi soğuktan zarar gördüğünü, hayvanlarının öldüğünü, vergi ödeyemeyecek duruma düştüğünü eserinde anlatmaktadır.
Firdevsî, uzun seneler Tûs şehrinde yaşadı. Ebû Mansûr bin Muhammed ismindeki bir san’atkârın himayesinde kaldı. Tûs âmili Huday bin Kuteyb’in yakrnlığını kabandı. Bir ara İran’dan Irak’a giderek, Şiî Büveyhoğulları Devleti hükümdarı Behâüddevle’nin sarayında. yaşadı. Bağdâd’da Yûsuf ve Züleyhâ hikâyesini konu alan bir mesneviyi kaleme aldığı ve Behâüddevle’nin adamlarından Ebû Ali İsmail el-Muvaffak’a 996 yılında sunduğu rivayet edilmektedir. Firdevsî, sonraları Han Lencan’da, İsfehan hâkimi Ahmed bin Muhammed’in misafiri oldu.
Firdevsî’nin memleketinde 900 (H. 288) senesinde kurulup, Gazneliler zamanına kadar süren Sâmânî Devleti devrinde, millî mes’elelere karşı büyük bir alâka vardı. Fârîsi lisânı kuvvetlenip, Arabî harflerle yazılmaya başlanmıştı. Firdevsî, İran târihine ve ağızdan ağıza zamanına kadar gelen an’ane ve söylentilere karşı büyük ve derin bir ilgi duyarak, bunları bir araya getirmek istedi. 974 yılında destanını yazmaya başladı ve ilk metni 996 (H. 386) senesinde bitirdi. Bu metin, önce İsfehan valisine, sonra ikinci defa elden geçirilip, 1010 senesinde düzenlenen metin Gazneli Devleti’nin kurucusu Sultan Mahmûd-ı Gaznevî’ye arzedildi. İlim adamlarına çok kitap yazdıran büyük Türk sultânı Gazneli Mahmûd, âlimleri, edibleri ve şâirleri çok sever, destekler, teşvik ederdi. İran dili ve edebiyatını kaybolmaktan kurtaran, yaşatan Şehname de bu Türk sultânının teşviki ile güzel bir şekilde yeniden yazıldı. Şehnâme’nin başıda şöyle denilmektedir:
Besî rene bordem derîn sâl-i sî Acem zin de kerdem bedîn parî (Otuz yıldır çok zahmetini çektim ve Acem milletini, bu Fars diliyle kaybolmaktan kurtardım.)
Şehnâme’nin on dört yerinde Türk sultânı Mahmûd Gaznevî medhedilmektedir. Sultanın eli açık, cömert birisi olduğu bildirilmektedir. Bir ara Sultan Mahmûd Gaznevî; çevresinden Firdevsî hakkında kötü şeyler duyunca, ilgisini kesmişse de sonradan gerçeği öğrenince, altmış bin dinar değerinde hediye göndermiştir. Şehnâme’nin tamâmı altmış bin beyt idi. Firdevsî, eserini rivayetlere göre, 70 yaşında tamamlamıştır.
İran milletinin bütün târihini, geleneklerini toplayan bu eser, dünyâ destan edebiyatının en güçlüleri arasında yer almaktadır.
Halk arasında, özellikle yaşlılarca söylenen hikâyeler derlenip yazılırken Avesta, Hudaynâme gibi destânî İran devleti târihi, Ebü’l-Müeyyed el-Belhî’nin nesir, Mesûdî, Mervezî ve Dakîkî’nin nazım şekillerindeki Şehnameleri de göz önünde bulundurulmuştur. Üçüncü Yezdicürd’e kadar, İran târihinin anlatıldığı Şehname; İran ve Türk edebiyatında, kahramanlık mesnevileri için değişmez örnek hâline geldi.
Yer yer nasîhate yer veren eser, günümüze kadar geldi ve ondan örnek alınarak bir çok eser yazıldı. Nizâm-ül-Mülk’ün Siyâsetnâmesi, Selçuklularda Koçi Bey risalesi, Osmanlılar da (nasîhatnâmeye) örnek eserler olarak karşımıza çıkarlar.
Şehnâme’de sâde ve akıcı bir üslûb hâkimdir. Arabî kelimeler azdır. Eserin ifâde bakımından teşbih (benzetme) tarafı ağırlıktadır. Güzelliği; canlı ve orijinal anlatımından, tasvirlerinden ileri gelmektedir.
Firdevsî eserinde; 1-Püşdânîler sülâlesi, 2-Kiylânî sülâlesi, 3-Eşkânîler sülâlesi, 4-Sâsânîler sülâlesi olmak üzere İran târihini dört büyük döneme ayırmıştır.
Püşdânîler sülâlesinden on, Kiylânîlerden on beş, Sâsânîler sülâlesinden de dokuz hükümdarın devri anlatılmakta, Eskânîler üzerinde ise kısaca durulmaktadır.
Püşdânîler ve Kiylânîler, yıldızlara ve güneşe taparlardı. M.Ö. 100 yılında Kiylânîler zamanında Zerdüşt (Zoroastre) isminde birisi mecûsîliği çıkararak, İranlıları ateşe taptırdı. Bu bozuk inanış mensubları, hazret-i Ömer’in İran’ı fethetmesiyle hidâyete erip İslâmiyet’i kabul ettiler.
Şehnâme’nin İngilizce, Almanca, İtalyanca, Fransızca ve Türkçe tercümeleri vardır. Eserin İstanbul kütüphanelerinde daha başka manzum ve mensur tercümeleri de bulunmaktadı.
Kaynak; Türkiye Gazetesi , İslam Tarihi Ansiklopedisi , 5. cilt
İran – Şahrud şehrinin 25 km uzağındaki Harakan kasabasında
Allahü teâlâya ve âhirete âit ilimler yâni mârifetler sâhibi büyük âlim ve velî. Künyesi Ebü’l-Hasan, ismi Ali bin Câfer’dir. Bistâm’ın bir kasabası olan Harkân’da dünyâya geldi. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî, uzun boylu, güzel yüzlü, geniş alınlı, iri gözlü ve kumral idi. Hazret-i Ömer’e benzerdi. İnsanları Hakk’a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısıdır. Büyük İslâm âlimi Bâyezîd-i Bistâmî’nin rûhâniyetinden istifâde ederek kemâle gelmiş, yükselmişti. Zamânının kutbu idi. 1034 (H.425) senesinde Harkân’da vefât etti. Kabri Harkân’dadır.
Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, on iki sene Harkân’dan Bistâm’a, hocasının kabrini ziyâret için gitti. Bu ziyârete giderken, yolda Kur’ân-ı kerîmi hatm ederdi. Her gittiğinde ziyâret ile ilgili vazîfelerini yaptıktan sonra; “Yâ Rabbî! Bâyezîd’e ihsân ettiğin sana âit ilimlerden, büyüklüğünün hakkı için, Ebü’l-Hasan kuluna da ihsân eyle!” diye yalvarırdı. Geri dönerken, hiçbir zaman Bâyezîd’in türbesine arkasını dönmezdi. On iki sene sonra, Allahü teâlânın lütfu ile Bâyezîd’in rûhâniyetinden istifâde edip olgunlaştı. Allahü teâlâyı tanıtan kalb ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı. Pekçok talebesi vardı. Kerâmetleri pekçokdur. Böyle büyük zâtların halleri, sözleri, yaşayışları hep kerâmetlerle doludur. Sevenleri onlarda her an kerâmetler görmekte, bağlılıkları artmaktadır. Onlar Allahü teâlânın sevgilisidir. Sevgiliye her ikrâm yapılır. Kör, güneşi göremiyorsa güneşin kabahati olmaz.
Bir gün İbn-i Sînâ, Harkân’a Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini evinde ziyârete geldi. Hanımı, azarlayarak, ormana gittiğini söyledi. Hanımı, Ebü’l-Hasan hazretlerinin büyüklüğüne inanmadığı için, ona uygunsuz şeyler söyledi. İbn-i Sînâ ormana doğru giderken, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin, bir arslana odun yüklemiş gelmekte olduğunu gördü.”Bu ne hâldir?” diye sorunca, “Evimdekinin sıkıntı ve belâ yükünü taşıdığım için, bu arslan da bizim yükümüzü taşıyor.” buyurdu.
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, her sene bir defâ, Dıhistan’da şehidlerin kabirlerinin bulunduğu kum tepeyi ziyârete giderdi. Harkân’dan geçerken durur ve havayı koklardı. Talebeleri kendisine; “Efendim, sizin bu şekilde havayı koklamanızdaki hikmet nedir? Biz herhangi bir şeyin kokusunu duymuyoruz.” diye sorduklarında, buyurdu ki; “Evet öyledir. Fakat bu kasabadan öyle birisinin kokusu geliyor ki, onun adı Ali, künyesi Ebû Hasan’dır. O, zamânın kutbu olacaktır.”
Vaktiyle Bistâm şehrine bir çekirge sürüsü hücûm etti. Bütün ekinleri ve sebzeleri yediler. Halk, çekirgelerden ve bu musîbetten kurtulmaları için feryâd ederek, duâ ediyordu. Fakat bu musîbetten bir türlü kurtulamadılar. Halkın telâşını ve üzüntüsünü gören Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri; “Ne oldu, bu halkın feryâdı nedir böyle?” diye sordu. Çekirge istilâsı bütün ekinlerin perişanlığını ve halkın bundan üzüntülü olduğunu söylediler. Bunun üzerine, ayağa kalkarak dama çıktı. Ve etrafa bir nazar etti. Çekirgeler toplanıp şehirden derhal uzaklaştılar. İkindi namazı vaktine kadar bir tek çekirge kalmadığı gibi, bütün ekinlerin yaprakları da eski hâline gelip, hiç ziyân olmadı.
Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya’ya hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir kaçını, Harkân’a Şeyh Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin huzûruna göndermiş ve Şeyh hazretlerini yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri buna karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd Gaznevî’ye bildirilince, “Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim.” dedi. Sonra kendi elbisesini Kâdı İyâd’a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kâdı İyâd’ın yanında Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin evine girdi. Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü’l-Hasan hazretleri selâmını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Mahmûd Gaznevî, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’ye; “Sultan için neden ayağa kalkmadınız?” diye sorunca, Ebü’l-Hasan, Sultan Mahmûd’a; “Mâdem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım.” dedi. Soruya o ânda cevap vermediler.
Sultan Mahmûd Gaznevî, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’ye; “Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi?” diye sordu. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî: “Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu.” diye cevap verdi. Sultan Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve; “Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle olunca, Bâyezîd’i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun?” dedi. O, Resûlullah efendimizden daha yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin üstünü olan Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfürden kurtulamadı da, Bâyezîd’i görenler mi kurtulur demek istedi. Ebü’l-Hasan; “Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan hazret-i Muhammed olarak görmediler. Ebû Tâlib’in yetimi, Abdullah’ın oğlu olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi.” buyurdu.
Sultan Mahmûd Han bu cevâbı çok beğendi. Din büyüklerine olan sevgisi arttı. Sultan Mahmûd; “Bana nasîhat ediniz.” deyince Ebü’l-Hasan-ı Harkânî; “Şu dört şeye dikkat et: Günahlardan sakın, namazını cemâatle kıl, cömert ol, Allahü teâlânın yarattıklarına şefkat göster.” dedi. Sultan Mahmûd; “Bana duâ buyurun.” deyince, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî; “Ey Mahmûd, âkıbetin makbûl olsun.” dedi. Bunun üzerine Sultan Mahmûd, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin önüne bir kese altın koydu. Buna karşılık Ebü’l-Hasan, sultânın önüne arpa unundan yapılmış bir yufka ekmeği koydu. Sultan ekmekten bir lokma aldı. Fakat lokmayı yutamadı. Bunun üzerine Ebü’l-Hasan hazretleri; “Bir lokma ekmeği yutamıyorsun. İster misin, şu bir kese altın bizim de boğazımızda dursun? Biz paralarla olan alâkamızı kestik. Şu altınları önümden alınız.” dedi. Sultan, Ebü’l-Hasan’ın paraları almasını çok istedi ise de, kabûl etmeyince, ondan bir hâtıra istedi. Ebü’l-Hasan hazretleri ona hırkasını verdi.
Sultan Mahmûd giderken, Ebü’l-Hasan ayağa kalktı. Bunun üzerine Sultan Mahmûd; “Geldiğim zaman hiç iltifat etmemiştin, fakat şimdi ayağa kalkıyorsun. O hâl niye idi? Bu ikrâm nedir?” diye sordu. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri; “Buraya pâdişâhlık gururu ile beni imtihan için geldin. Şimdi ise dervişlik hâliyle gidiyorsun ve dervişlik devletinin güneşi üzerinde ışıldamaya başladı. Önce gurur içinde olduğundan dolayı ayağa kalkmadım. Fakat şimdi derviş olduğun için ayağa kalkıyorum.” dedi.
Sultan, sonra gazâya gitmek üzere Harkân’dan ayrıldı. Sevmenât’a geldi. İçine mağlûb olma korkusu düştü. Birden atından inip, bir köşede Ebü’l-Hasan hazretlerinin hırkasını eline alıp; “Yâ İlâhî! Şu hırkanın sâhibinin yüzü suyu hürmetine, şu kafirlere karşı bizi muzaffer kıl. Ganimet olarak ele geçireceğim her şeyi dervişlere vereceğim.” diye duâ eder etmez, düşman tarafında bir toz-duman ortaya çıktı. Düşmanlar, bu toz-duman içinde birşey görmiyerek, kılıçlarını birbirlerine vurdular ve kendi kendilerini öldürdüler. Sağ kalanları dağılıp gitti. O akşam Sultan Mahmûd, rüyâsında Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini gördü. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî, Sultan Mahmûd’a; “Allahü teâlânın dergâhında, hırkamızın yüzü suyu hürmetine zafer kazandın. Eğer o anda isteseydin, kâfirlerin hepsinin müslüman olmasını sağlayabilirdin.” buyurdu.
Bir gün, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin bir talebesi çok hastalandı. Buna hiç bir tabîb çâre bulamadı. Talebe, hastalığın ağrısına dayanamaz hâle gelmişti. Sonunda durumu Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’ye bildirdiler. Bunun üzerine Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri terliklerini vererek; “Bunları ağrıyan yere sürün.” buyurdu. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin dediği gibi yaptıklarında, Allahü teâlânın yardımıyla talebe iyileşti ve hiçbir rahatsızlığı kalmadı.
Talebelerinden biri, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinden; “Lübnan Dağına gidip Kutb-i âlemi görmek için bana izin ver.” diye ricâda bulundu. Ebü’l-Hasan hazretleri izin verince, o talebe Lübnan Dağına vardı. Orada, yüzleri kıbleye dönmüş hâlde oturan bir cemâat gördü. Önlerinde bir cenâze duruyordu. Fakat cenâze namazını kılmıyorlardı. Talebe dayanamıyarak; “Niçin cenâzenin namazını kılmıyorsunuz?” diye sordu. Oradakiler; “Kutb-i âlemin gelmesi lâzımdır. Kutb-i âlem buraya her gün beş kere gelir ve imâmlık yapar.” diye cevap verdiler. Talebe bunu duyunca çok sevindi ve beklemeye başladı. Bir süre sonra herkes ayağa kalktı. Kendi hocası Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin Kutb-i âlem olduğunu gördü. Bu durum onu dehşete düşürdü ve kendinden geçti. Tekrar kendine geldiğinde, namaz kılınmış ve cenâze defnedilmişti. Kutb-i âlem de gitmişti. Talebe orada bulunanlara; “Kutb-i âlem tekrar ne zaman gelir?” diye sorunca; “Önümüzdeki namaz vakti.” diye cevap verdiler. Talebe onlara; “Ben onun talebesiyim. Ona karşı şöyle şöyle demiştim. Uzun süreden beri yollardayım. Ona durumumu arzedin de, beni berâberinde Harkân’a geri götürsün.” diye yalvardı. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, tekrar namaz kıldırmak için oraya geldiklerinde, talebe elini ona doğru uzattı ve tekrar bayıldı. Ayıldığı vakit, Rey şehrinin çarşısındaydı. Harkân’a hocasının yanına gidince, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri ona; “Gördüklerini kimseye anlatma. Çünkü, Allahü teâlâdan bu dünyâda beni halktan gizlemesini ve bir tâne ârif ve büyük zât hariç, hiçbir kimsenin görmemesini istedim. Öyle de oldu. O zât da Bâyezîd-i Bistâmî’dir.” buyurdu.
Bir gün Ebû Saîd, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin yanına büyük bir kalabalıkla ziyâret için gelmişti. Hizmetçi kadın, arpadan yapılmış birkaç adet ekmeği, bir sepet içinde Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin yanına getirdi. Ebü’l-Hasan hazretleri o kadına; “Şu ekmeklerin üzerine bir örtü ört ve oradan istediğin kadar ekmek çıkar.” diye tenbih etti. Kadın denileni yaptı ve kalabalık bir halk topluluğuna, durmadan örtünün altından ekmek çıkardı. Fakat ekmekler bitmiyordu. Bir süre sonra kadın örtüyü kaldırınca, sepetin içinde hiçbir şey kalmadığı görüldü. Bunun üzerine Ebü’l-Hasan hazretleri; “Şâyet örtüyü kaldırmasaydın, kıyâmete kadar bunun altından ekmek çıkarıp duracaklardı.” buyurdu.”
Bir gece Ebü’l-Hasan-ı Harkânî; “Bu gece falan sahrada savaş yapılıyor. Şu kadar kişi de yaralandı.” buyurdu. Durumu araştırdıklarında, Ebü’l-Hasan hazretlerinin dediği gibi olduğu anlaşıldı. Aynı gece, Ebü’l-Hasan hazretlerinin oğlunun kafasını kesip, kapısının eşiğine attılar. Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin hiç haberi olmadı. Kendisini inkâr eden hanımı; “O kimseye ne demeli, şu kadar mesâfe uzaklıktaki cereyân eden bir olayı haber veriyor, ama oğlunun kafasını kesip kapısına attıkları hâlde, bundan haberi olmuyor?” deyince, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî; “Evet, dediğin doğrudur. Ama biz onu gördüğümüz vakit, aradaki perde kaldırılmıştı. Oğlanı katlettikleri zaman ise, perde çekmişlerdi.” dedi.
[toggle title=”Ebul Hasan Harakani hazretlerinin Menkıbe ve sözleri” load=”hide”]
İhlâs ve riyâ nedir? diye sorduklarında; Ebü’l-Hasan hazretleri buyurdular ki: “Allahü teâlâ için yaptığın her şey ihlâstır. Halk için yaptığın herşey de riyâdır.”
Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri, birgün sohbetinde bulunanlara şöyle sordu: “Dünyâda en iyi şey nedir?” Orada bulunanlar; “Siz, bizden daha iyi bilirsiniz. Siz bildirin.” dediler. Bunun üzerine Ebü’l-Hasan hazretleri, “En iyi şey, Allahü teâlâyı unutmayan gönüldür.” buyurdu.
Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri buyurdular ki: “Nîmetlerin en iyisi, çalışarak kazanılanıdır. Arkadaşların en iyisi, Allahü teâlâyı hatırlatandır. Kalblerin en nurlusu, içinde mal sevgisi olmayandır.”
“Dünyâda, âlimler ve âbidler (ibâdet eden) çoktur. Ama, akşam ve sabah cenâb-ı Hakkın rızâsı üzere bulunmak mühimdir.”
“Kalblerin en nurlusu, içinde Allahü teâlânın sevgisinden başka bir şey bulunmayandır. Amellerin en iyisi, riyâdan uzak olan, yâni ihlâs üzere olanıdır.”
“Siz Allahü teâlâdan konuşurken, başka şeyden bahsedenle arkadaşlık etmeyiniz.”
“Cennet’te Tûbâ ağacının altında, Allahü teâlâdan bîhaber olarak bulunmaktansa, dünyâda bir diken ağacının altında, dâimâ O’nu hatırlamayı daha çok arzu ederim.”
“Resûlullah efendimizin vârisi; O’nun işlerine uyan ve şerîatine tâbi olandır.”
“Ömrüme bakınca, yetmiş üç yıllık ibâdetlerimin hepsini, bir saatlik kadar kısa, günahlara bakınca da, Nûh aleyhisselâmın ömrü kadar uzun gördüm.”
“Dünyâ, peşinden koştuğun sürede senin pâdişâhındır. Ondan yüz çevirince, sen ona sultan olursun.”
“Allahü teâlâ, nasıl senden vaktinden evvel namaz kılmanı istemiyorsa, sen de O’ndan, vaktinden önce rızık isteme.”
“Ulemâ; “Biz Peygamberin vârisiyiz.” diyor. Fakat Peygamberimizin vârisleri arasında biz de varız. Çünkü O’nda olan şeylerin bâzısı bizde de var. Resûlullah efendimiz fakirliği seçmişti. Biz de fakirliği tercih etmiş bulunuyoruz. O cömertti. Güzel bir ahlâkı vardı. Hâinlik bilmezdi. Basîret sâhibiydi. Halkın rehberiydi. Aç gözlü ve hırs sâhibi değildi. Hayır ve şerri Allahü teâlâdan bilirdi. Tabiatında yalan ve kandırma diye bir şey yoktu. Zamânın esiri değildi. İnsanların korktuğu şeyden korkmazdı. İnsanların güvendiği şeye güvenmezdi. Hiç gururlanmazdı. İşte bunlar evliyânın sıfatlarıdır. Resûlullah efendimiz, ucu bucağı bulunmayan bir umman idi. Eğer o ummandan bir damla ortaya çıksaydı, bütün âlem ve mahlûkât şaşırır kalırdı. Sûfîlerin kervanı; Allahü teâlâ, Resûlullah ve Eshâb-ı kirâm sevgisinden ibârettir. Bu kervanda bulunan ve ruhları bunların ruhlarıyla kaynaşan kimseye ne mutlu.”
“Yol ikidir: Biri hidâyet, öbürü dalâlet, sapıklık yoludur. Kuldan Allahü teâlâya giden yol dalâlet yoludur. Allahü teâlâdan kula gelen yol ise hidâyet yoludur. Şimdi her kim hidâyete erdim derse, o, hidâyete ermemiştir. Her kim beni hidâyete erdirdiler derse, o, hidâyete ermiştir.”
“Allahü teâlânın karşısında şu üç şeyi muhâfaza etmek zordur: Hak ile iken sırrı, halk ile iken dili, amel (iş, ibâdet) yaparken temizliği.”
“Yakınların yakını, bizim maksadımız olanın yanında uzak kalır. Ey kardeşim, suya daha yakın olan daha çok batar; ateşe daha yakın olan, daha çok yanar.
“Ne zaman Allahü teâlânın varlığına nazar etsem, kendi yokluğumu görürüm, ne zaman kendi varlığıma nazar etsem, Allahü teâlânın varlığını görürüm.”
“Şu iki kişinin çıkardıkları fitneyi, şeytan bile çıkaramaz: Dünyâ hırsına sâhip âlim ve ilimden yoksun sûfî.”
“Şâyet bir mümini ziyâret edersen, hâsıl olan sevâbı, yüz adet kabûl edilmiş hac sevâbı ile değiştirmemen lâzımdır. Çünkü bir mümini ziyâret için verilen sevap, fakirlere verilen yüz bin altın sadakanın sevâbından daha fazladır. Bir mümin kardeşinizi ziyârete gittiğinizde, Allahü teâlânın rahmetine kavuştuk diye îtikâd edin.”
“İlimden en fazla nasîb alan, onunla amel edendir. En fazîletli amel ise, üzerine farz olandır.”
“Dilini, Allahü teâlâdan başkası hakkında konuşmamak için mühürle! Kalbini, Allahü teâlâdan başkasını düşünmemek için mühürle! İhlâssız bir iş yapmaman ve helâl olmayan bir şeyi yememen için de, davranışlarına, dudaklarına ve dişlerine aynı şekilde mühür vur!”
“Bir mümin kardeşini sabahtan akşama kadar incitmeyen kimse, o gün akşama kadar Peygamber efendimizle yaşamış olur. Eğer bir mümin kardeşini incitirse, Allahü teâlâ onun o günkü ibâdetini kabûl etmez.”
“Allahü teâlâ kuluna, îmândan sonra temiz yürek ve doğru dilden daha büyük hiçbir şey ihsân etmemiştir.”
“Çok ağlayınız, az gülünüz; çok susunuz, az konuşunuz. Çok veriniz, az yiyiniz; çok uyanık olunuz, az uyuyunuz.”
“İnsanoğlu, şu üç şeyle sürekli olarak tâatı yaparsa, sorgusuz suâlsiz Cennet’e gidebilir: Kalb, nefs ve dil.”
Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’nin Beşâretnâme adlı eseri ve Türkçeye tercüme edilen Esrâr-üs-Sülûkkitapları vardır.
Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri vefâtları yaklaştığında; “Kabrimi derin kazın. Yatacağım yer, hocam Bâyezîd hazretlerinin mezarından aşağıda bulunsun.” diye vasiyet etti. Bu vasiyetini yaptığı gece Harkan’da vefât etti. Toprağa verildiği günün akşamı, çok kar yağdı. Ertesi gün baş ucuna, büyük ve beyaz bir taşın dikildiğini gördüler. Mezarın çevresinde, sâdece bir arslanın ayak izleri vardı.
Kim kabrinin üzerine elini sürerek, cenâb-ı Hak’tan maksadının hâsıl olmasını istese, Allahü teâlânın izniyle duâsının kabûl edildiği ve hâlis kalple yapılan duâların da kabûl olduğu çok görülmüştür.
SÖZ DİNLEYEN KAZANIR
Bir kâfilede bulunan insanlar, Ebü’l-Hasan Harkânî hazretlerinin huzûruna gelip; “Yollar korkuludur. Bize bir duâ öğretiniz.” diye istirhâm edince; buyurdu ki: “O zaman, Ebü’l-Hasan’ı hatırınıza getiriniz!” Bu söz, gelenlerin hoşlarına gitmedi. Yolda eşkıyâ, önlerine çıktı. Hepsinin mal ve metâlarını aldı. Yalnız, Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretlerini hatırlayan bir kimsenin malına zarar gelmedi. Bu hâle arkadaşları şaşıp, sebebini sorduklarında; “Ebü’l-Hasan-ı Harkânî’yi hatırladım ve kurtuldum.” cevâbını aldılar. Gelip durumu Ebü’l-Hasan hazretlerine anlattılar. Ve; “Biz Allah’tan yardım istedik, eşkıyâlar bizi soydu. Fakat seni hatırlayıp, senden yardım isteyen şu arkadaş kurtuldu. Bunun hikmeti nedir?” diye sordular. “O arkadaşınızı kurtaran, Allahü teâlâdır. Günahkâr ağızdan çıkan duâyı cenâb-ı Hak kabûl etmez. Bunun için siz Allah’a yalvardığınız zaman duânız kabûl olmadı. Bu arkadaşınız beni hatırlayıp imdât isteyince, ben de Rabbime duâ ettim; “Yâ Rabbî! Şu kulunu içinde bulunduğu belâdan kurtar.” dedim. Rabbim benim duâmı kabûl ettiği için, o arkadaşınız kurtuldu. Mesele bundan ibârettir.” buyurdu.
ANNEYE HİZMET
Ebü’l-Hasan-ı Harkânî hazretleri şöyle anlatır: “İki kardeş vardı. Her gece sırayla annelerinin hizmetiyle uğraşır, diğeri Allahü teâlâya ibâdet ederdi. Bir akşam, Allahü teâlâya ibâdet eden kardeş, yaptığı ibâdet, duyduğu hazdan dolayı çok memnun oldu. Bu sebepten ertesi gün kardeşine; “Bu gece de anneme sen hizmet et, ben ibâdet edeyim.” dedi. Kardeşi kabûl etti. İbâdet ederken secdede uyuya kaldı ve o anda bir rüyâ gördü. Rüyâsında bir ses ona; “Kardeşini affettik, seni de onun hâtırı için bağışladık.” deyince, genç; “Ben, Allahü teâlâya ibâdet ediyorum. Kardeşim ise anneme hizmet ediyor. Fakat beni, onun yaptığı amel yüzünden bağışlıyorsunuz.” dedi. Ses ona; “Evet, senin yaptığın ibâdetlere bizim hiç ihtiyâcımız yok. Fakat kardeşinin annene yaptığı hizmetlere, annenin ihtiyâcı vardı.” dedi.”
Bir rivâyete göre Ebü’l-Hasan Harkânî, Kars’ın fethine katılmış ve kale önlerinde şehit düşmüştür. Kars’ta, Hasan Harkânî’nin kabrinin bulunmasıyla ilgili çeşitli rivâyetler vardır. Evliyâ Çelebi,Seyahatnâme’sinde bir rivâyeti şöyle nakletmektedir:
Kars kalesi Osmanlılar tarafından Üçüncü Murâd Han devrinde tekrar geri alınınca, kale tâmirâtı Lala Mustafa Paşaya verilmişti. Tâmirâtın yapıldığı sırada askerlerden Hâfız Osman isimli hal sâhibi biri rüyâsında Hasan-ı Harkânî’yi gördü. Ona; “Oğlum Hâfız Osman! Uzun müddetten beri toprak altında yatmaktayım. Paşana söyle, kabrimi ayan edip açığa çıkarsın, okunacak Fâtihalardan nasîbdâr olayım.” dedi. Ertesi gece Hâfız Osman aynı rüyâyı tekrar gördü. Fakat cesâret edip Paşaya söyleyemedi. Üçüncü gece de aynı rüyâyı gördü. Ebü’l-Hasan Harkânî, mütebessim çehresiyle bu defâ şöyle dedi: “Yavrum Hâfız Osman! Gördüğün rüyâlar sâdık rüyâlardır. Yalnız makâmımın nerede olduğunu, evvelki rüyâlarında söylemediğim için, seni tereddütte bıraktım. Bunun için de paşaya söylemeye cesâret edemedin. Şimdi dikkatlice dinle târif ediyorum. Yarın hemen Paşaya çık ve söyle. Kars Kale içi mahallesinde Kağızman Kapısı’na girdiğinde yirmi iki adım gün batı tarafına gidersin, son adımın altında benim tabutum bulunur. Üzerimdeki kül ve toprak yığınlarını temizledikten sonra, hâlis topraktan üç arşın eşin. Sandukam meydana çıkar. Tekrar Kars Kalesine doğru on sekiz adım götürür oradan da üç arşın derinliğinde hâlis topraktan kabrimi eşer oraya defnedersiniz. Baş ucuma bir de câmi inşâ edersiniz.” Hâfız Osman gördüğü bu sâdık rüyâyı ertesi gün Paşaya büyük bir heyecanla anlattı. Paşa bu askerini kucakladıktan sonra; “Yâ evlâdım! Sen de mi bu rüyâyı gördün? Evet oğlum, bir pîrî fânî, bana da bu husûsu defâlarca rüyâda buyurdularsa da senin tafsilâtlı rüyân gibi olmadığından büyük tereddüt ve endişe içindeydim. Bihamdillah bu telaşlı endişeden beni kurtardın.” dedi.
Ertesi gün Lala Mustafa Paşa bir tamim yayınladı. Bütün halk ve askerî erkân, tekbir sesleriyle rüyâda târif edilen yere geldi. Kazma işi tamamlanıp tabut çıkınca, Mustafa Paşa ulemânın müsâdesiyle açtı. Tabuttan hoş bir koku yayıldı. Arkasındaki yaş hırka bile henüz çürümemişti ve savaş sırasında yaralanan sağ bacağı ile sol pazusuna bağlanan mendillerden, hâlâ kan damlamaktaydı. Durum sultana bildirilince, Üçüncü Murâd hemen bir türbeyle yanına câmi yaptırılmasını emretti.
Ebü’l-Hasan Harkânî’nin asıl türbesi Harkân’dadır.
Kaynaklar
1) Nefehât-ül-Üns Tercümesi; s.337
2) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye (49. Baskı); s.375, 948, 1031, 1067, 1070
3) Keşf-ül-Mahcûb; s.268
4) Hadâik-ül-Verdiyye; s.105
5) Behcet-üs-Seniyye; s.16
6) Reşahât; s.14
7) Müjdeci Mektuplar; s.225
8) Eshâb-ı Kirâm; s.150
9) Rehber Ansiklopedisi; c.4, s.323
10) Sefînet-ül-Evliyâ; s.74
11) Mecâlis-ül-Uşşâk; No: 6
12) Heft İklim; No: 837
13) Riyâd-ül-Ârifîn; s.47
14) Hazînet-ül-Asfiyâ; c.1, s.522
15) Makâmât-ı Ebû Saîd Ebü’l-Hayr; s.53
16) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.5, s.39
İran – Sahrud Bölgesindeki Bistam kasabası merkezinde , Beyazid Bistami Külliyesi bahçesinde
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakka da’vet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakîkî se’âdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisidir. “Sultân-ül-ârifîn” lakabıyla meşhûrdur. Künyesi, Ebû Yezîd’dir. İsmi Tayfur, babasının adı Îsâ’dır. 160 veya 188 (m. 803)’de İran’da Hazar Denizi kenarında Bistâm’da doğdu. 231 veya 261 (m. 874) senesinde Şabân-ı şerîfin onbeşinci günü Bistâm’da vefât etti. Hanefî mezhebinde idi.
Annesi diyor ki, “Kendisine hâmile iken şüpheli bir şeyi ağzıma alacak olsam, onu geri atıncaya kadar karnıma vururdu.” Üveysî olup, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın vefâtından kırk yıl sonra doğdu. İmâm-ı Ali Rızâ’nın sohbetinden ve bunun bereketiyle İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın rûhâniyetinden istifâde etmiştir. Hazreti Bâyezîd, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın rûhâniyetinden feyz almakla meşhûr olmuştur. Otuz sene Şam civarında bulunup, yüzonüç âlimden ilim öğrenmiştir. Aşk-ı ilâhîde o kadar ileri ve ibâdette o derece yüksekte idi ki, namaz kılarken Allah korkusundan ve İslâmiyete saygısından göğüs kemikleri gıcırdar, yanında bulunanlar bunu işitirlerdi. Son derece âlim, fadıl ve edîb idi. Şiirleri meşhûrdur.
Hazreti Bâyezîd, ilim tahsil ettiği üstâdlarından birine olan hürmet ve muhabbetinden dolayı, onun kabrinin yanına defn edilmeyi ve kabrinin, hocasının kabrinden, daha derin yapılmasını, kendi vücûdunun, hocasının vücûdundan aşağıda olmasını vasıyyet etti. Hocalarının en büyüğü, Allahü teâlâya kavuşmak yolunda çok yüksek derecelere kavuşmasına vesîle olan, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık hazretleridir. Feyz ve ma’rifeti, İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık’ın mübârek rûhâniyetinden, O da, Medîne-i münevverenin yedi büyük âliminden biri olan Kâsım bin Muhammed’den, O da, Selmân-ı Fârisî’den, O da, Eshâb-ı kiramın en yükseği Sıddîk-ı ekber’den (r.anhüm), O da, Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) almıştır.
Çocukken bir gün câmi avlusunda oynarken, oradan geçmekte olan Şakîk-i Belhî ( radıyallahü anh ) kendisini görüp, “Bu çocuk büyüyünce zamanının en büyük velîsi olacak” buyurdu. Küçük yaşta iken, annesi, kendisini mektebe gönderdi. Bâyezîd ( radıyallahü anh ), büyük bir dikkatle derse devam ediyordu. Bir gün Kur’ân-ı kerîm okumak için gittiği mektebde, okuduğu bir âyet-i kerîmenin (Lokman-14) te’sîri ile erkenden eve döndü. Annesi merak edip niçin erken döndüğünü suâl edince, şöyle cevab verdi: “Bir âyet-i kerîme gördüm. Allahü teâlâ o âyet-i kerîmede kendisine ve sana hizmet ve itaat etmemi emrediyor. Ya benim için Allahü teâlâya duâ et, sana hizmet ve itaat etmem kolay olsun, veyahut da beni serbest bırak, hep Allahü teâlâya ibâdet ile meşgûl olayım” dedi. Annesi, “Seni Allahü teâlâya emânet ettim. Kendini O’na ver” dedi. Bundan sonra Bâyezîd ( radıyallahü anh ), kendini Allahü teâlâya verdi. Emîrlerinin hiç birisini yapmakta gevşeklik göstermedi, ama annesinin hizmetini de ihmâl etmedi. Annesinin küçük bir arzusunu, büyük bir emir kabûl edip, her durumda yerine getirmeye çalışırdı. Çünkü Allahü teâlânın emri de böyle idi. Soğuk ve dondurucu bir kış gecesi idi. Annesi yattığı yerden oğluna seslenip su istedi. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) hemen fırlayıp su testisini almaya gitti. Fakat testide su kalmamış olduğundan çeşmeye gidip, testiyi doldurdu. Buzlarla kaplı testi, ile annesinin başına geldiğinde, annesinin tekrar dalmış olduğunu gördü. Uyandırmaya kıyamadı. O halde bekledi. Nihâyet annesi uyandı ve “Su, su” diye mırıldandı. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) elinde testi bekliyordu. Şiddetli soğuk te’sîri ile eli donmuş parmakları testiye yapışmış idi. Bu hâli gören annesi “Yavrum, testiyi niçin yere koymuyorsun da elinde bekletiyorsun?” dedi. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) “Anneciğim uyandığınız zaman, suyu hemen verebilmek için testi elimde bekliyorum” dedi. Bunun üzerine annesi “Yâ Rabbî! Ben oğlumdan râzıyım. Sen de râzı ol!” diye cân-ü gönülden duâ etti. Belki de annesinin bu duâsı sebebiyle, Allahü teâlâ ona evliyâlığın çok yüksek mertebelerine kavuşmağı ihsân etti. İstanbul’a geldiği, papazların bir toplantısında bulunduğu ve aralarından yüzlercesinin îmânla şereflenmesine vesîle olduğu rivâyet edilmektedir.
Bayezid Bistami hazretlerinin Menkıbeleri
Nakledildiğine göre Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) hocalarından birinin huzûrunda bulunuyordu. Hocası “Şu rafdaki kitabı getir” dedi. Bâyezîd, “Hangi rafdaki kitabı istiyorsunuz efendim?” dedi. Hocası, “Bunca zamandır buraya gelip gidiyorsun. Dershânede oturduğun yerin üstündeki rafı diyorum” deyince, Hazreti Bâyezîd, “Efendim, mübârek sohbetinizi dinlemekteki dikkat ve edebe riâyetten dolayı, şu âna kadar başımı kaldırıp etrâfa bakmış değilim” diye cevap verdi. Hocası bu söz karşısında “Madem ki durum böyledir. Senin işin tamamdır. Şimdi artık Bistâm’a dönebilirsin ve bizden öğrendiklerini başkalarına öğretebilirsin” buyurdu.
Bir gün kendisine, “Mürşidin kimdir?” diye sordular. O da “Bir kadın” dedi. “Bu nasıl olur?” dediler. Cevâbında şöyle buyurdu: “Bir gün Allahü teâlânın sevgisi ile kendimden geçmiş olarak yolda yürüyordum. Bir kadın gördüm. Elinde bulunan bir çuval unu, taşımam için bana ricada bulundu. Gücüm yetmez diye düşündüm. Orada kafes içinde bulunan bir arslana işâret ettim. Kafes açılıp, arslan geldi. Un çuvalını yükledim. Fakat açıktan kerâmet göstermiş olduğum için de çok korktum ve mahcûb oldum. Kadının beni tanıyıp tanımadığını öğrenmek için, “Pazara varınca kimi gördüm diyeceksin?” dedim. Kadın, “Zâlim Bâyezîd’i gördüm diyeceğim” dedi. Ben hayretle “Neden?” diye sordum. Kadın şöyle cevap verdi: “Allahü teâlâ, bu arslanı yük taşımak için yaratmadığı hâlde, sen niçin yük yükledin? Bu zulüm değil de nedir? Bunu, insanlar sana kerâmet sahibi desinler diye yapmış isen çok fenâ.” Bunun üzerine çok ağlayıp istiğfar ettim. Bundan sonra benden fevkalâde bir hâl meydana gelse, “Lâ ilahe illallah Muhammedün resûlullah, Nûh Neciyullah, İbrâhîm Halîlullah, Mûsâ Kelîmullah, Îsâ Rûhullah; yazısını veya bir nûr görüyorum. Böylece, benden meydana gelen hâllerin doğru olduklarını, Allahü teâlâ tarafından tasdîk olunduğunu anlıyorum.”
Hazreti Bâyezîd-i Bistâmî, Allahü teâlânın aşkı ile öyle bir hâlde idi ki, O’ndan başka hiçbir şeyi tanımazdı. Yirmi yıl yanında bulunan ve hiç ayrılmayan talebesine her çağırdığında “Yavrum ismin nedir?” diye sorardı. Bir defasında, o talebe dedi ki, “Efendim. Yirmi yıldır hiç ayrılmadan, hizmetinizde bulunmakla şerefleniyorum. Lâkin her defasında ismimi sormanızın hikmetini anlıyamadım.” Hazreti Bâyezîd-i Bistâmî “Evlâdım, kusura bakma. Her defasında ismini soruyorum. Allahü teâlânın muhabbeti kalbime gelince, beni öyle bir hâl kaplıyor ki, O’ndan başka her şeyi unutuyorum. Senin ismini de hatırımda tutmaya çalışıyorum, fakat böyle hâl olunca unutuyorum. Sen hiç üzülme” buyurup talebesinin gönlünü aldı.
Birgün yakınları kendisine, “Efendim, filan yerde büyük bir zât var. Fazîlet ve kerâmet sahibi bir velîdir” dediler ve daha başka sözlerle o zâtı çok medh ettiler. Bunun üzerine Hazreti Bâyezîd “Madem öyledir. O halde o büyük zâtı ziyârete gitmemiz lâzım oldu” buyurdular. Talebelerinden ba’zıları ile birlikte tarif edilen zâtın bulunduğu yere geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bildirilen zâtın, mescide gitmekte olduğunu gördü ve kıbleye karşı tükürdüğünü müşâhede etti. Görüşmekten vazgeçip derhal geri döndü. Sonra o kimse hakkında şöyle buyurdu: “Dînin hükümlerini yerine getirmekte, sünnet-i seniyyeye uymakta ve edebe riâyette zayıf olan birisine, nasıl olur da kerâmet sahibi denilir. Böyle bir kimsenin, Allahü teâlânın evliyâsından olması mümkün değildir.”
Bâyezîd-i Bistâmî’ye ( radıyallahü anh ) “Bu yüksek makamlara nasıl kavuştunuz?” diye sordular. Cevâbında şöyle anlattı: “Bir gece herkesin uyuduğu bir sırada, Bistâm’dan çıktım. Ay her tarafı aydınlatıyordu. Gidiyor iken, aniden karşımda çok heybetli bir makam gördüm. Onsekizbin âlem O’nun heybeti yanında bir zerre gibi kalıyordu. Aklım başımdan gitti. Beni fevkalâde bir hâl kapladı. O halde iken (Yâ Rabbi, bu kadar büyük, bu kadar güzel bir dergâh acaba niçin böyle boş?) dedim. Bir nidâ geldi ki: (Bu dergâhın boşluğu, kimse gelmediği için değil, belki gelenlerin lâyık olmadığı ve uygunsuzluğu sebebiyle gelenleri bizim kabûl etmeyişimizdendir.” Bir an, herkesin bu huzûra kavuşması için şefaatçi olayım diye kalbime geldi. Fakat, bu şefaat makamının Sultân-ül-Enbiyâ Muhammed Mustafâ ( aleyhisselâm ) efendimize mahsûs olduğunu hatırlayıp, benim öyle düşünmemin, bu şefaat makamına karşı edebe riayetsizlik olacağını anlayıp, o düşüncemden vazgeçtim. Bir ses duydum ki (Ey Bâyezîd, Sultân-ül-Enbiyâ’ya olan muhabbetin ve edebe riâyetin sebebiyle, biz de senin edebini ve mertebeni yükseltiyoruz. Kıyâmete kadar (Sultân-ül-ârifîn) diye anılırsın; buyuruyordu.
Sultân-ül-ârifin, Bâyezîd-i Bistâmî’yı ( radıyallahü anh ) bir gece uyku bastırıp, sabah namazına uyanamadı. Namazını kaza edip o kadar ağlayıp inledi ki, bir ses’İşitti. “Ey Bâyezîd, bu günahını affeyledim. Bu pişmanlık ve ağlamana da, ayrıca yetmişbin namaz sevâbı ihsân eyledim” diyordu. Aradan bir kaç ay geçtikten sonra onu, yine uyku bastırdı. Şeytan gelip, Hazreti Bâyezîd’in mübârek ayağından tutarak uyandırdı ve “Kalk namazın geçmek üzeredir” dedi. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) Şeytan’a, “Ey mel’ûn! Sen hiç böyle yapmazdın. Herkesin namazının geçmesini, kazaya kalmasını isterdin. Şimdi nasıl oldu da beni uyandırdın?” buyurunca; Şeytan şu cevâbı verdi: “Bir kaç ay önce sabah namazını kaçırdığında, pişmanlığın ve üzüntün sebebiyle çok ağlayıp inlediğin için ayrıca yetmişbin namaz sevâbı almıştın. Bu gün, onu düşünerek seni uyandırdım ki, sadece vaktin namazının sevâbına kavuşasın, yetmişbin namaz sevâbına kavuşmayasın.”
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri şöyle anlatıyor: “Benim zamanımda binlerce velî vardı. Hepsi de ibâdet, riyâzet, keşif ve kerâmet sahibi idi. Fakat asrın kutupluğu, ümmî bir demircinin üzerinde idi. Ben bu işin sır ve hikmetine karşı hayretler içindeydim. Çoluk çocuğunun nafakası için geceli gündüzlü örs başından ayrılmayan demirciyi görmek istedim. Birgün dükkânına gittim. Selâm verdim. Beni görünce, çocuklar gibi sevindi. Ellerime sarıldı, uzun uzun öptü ve benden duâ rica etti. Henüz keşif âlemine girmemiş olduğu için kendi makamından habersizdi. Benden duâ isteyince dedim ki: “Ben senin ellerinden öpeyim de, sen bana duâ et! Sizin duânıza muhtaç olan benim!” O ise şöyle cevap verdi:
“Benim sana duâ etmemle, içimdeki dert hafiflemez ki!” Bunun üzerine ben de “Derdin nedir? Söyle bir çâre arayalım?” dedim. “Acaba kıyâmet gününde, bunca insanın hâli ne olur? Bunu düşünmekten, buna yanmaktan başka derdim yok” dedikten sonra hüngür hüngür ağlamaya başladı. Beni de ağlattı. O vakit içimden bir nidâ duydum: “Bunlar nefsim, nefsim diyenlerden değil, ümmetim ümmetim diyenlerdendir.” Hemen içimdeki hayret silindi. Kutupluk makamının bu demirciye niçin verildiğini sezdim. Anladım ki, böyleleri, sevgili Peygamber efendimizin kalbine her an bağlıdır. Onun hakîkatine mazhardır. Demirciye dedim ki:
“İnsanların azâb çekmesinden sana ne?” Demirci de, “Bana mı ne? Benim fıtratımın mayası, şefkat suyuyla yoğurulmuştur. Cehennem ehlinin bütün azâbını bana yükleseler de, onları bağışlasalar, ben se’âdete ererim ve derdimden kurtulurum” dedi.
O, namazda okunmak için, farz miktarından fazla sûre ve âyet bilmiyordu. Bilmediklerini öğrettim. Ben de, kırk yıldır elde edemediğim ma’nevî derecelere yükseldim, içim feyz-i ilâhi ile doldu. O vakit iyice anladım ki, kutupluk sırrı başka bir ma’nâ imiş.”
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri, kabristanda çok dolaşırdı. Bir gece yine gezerken, gece bekçisi elindeki sopayla vurdu. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) “La havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm” dedi. Bekçi birkaç kere daha vurunca sopa kırıldı.
Bâyezîd hazretleri eve dönünce talebelerine sopanın fiatanı sordu. O kadar parayı bir keseye koyarak, bir miktar da tatlı ile beraber bir talebesiyle, o bekçiye gönderdi. Bir de mektûb yazarak bekçiye vermesini söyledi. Mektûp şöyle idi:
(Muhterem Bekçi efendi, belki beni hırsız sanarak dövdün. Kabahat bendedir. Gece kabristanda gezmeseydim, dövmezdin. Sopanızın kırılmasına da sebep oldum. Gönderdiğim parayla kendine bir eli sopa al! Sopanın kırılma üzüntüsünün kalbinden gitmesi için de, yolladığım tatlıyı ye! Allahü teâlânın selâmı üzerine olsun.) Genç bekçi mektûbu okuyunca, gelip özür dileyerek tövbe etti. Onunla birlikte birkaç bekçi daha hak yola girdi. Bir gün Yûsuf-i Bahirânî isminde bir zât kendi kendine düşündü ki, “Bâyezîd-i Bistâmî’nin yanına gideyim. Eğer, açıktan bir kerâmet gösterirse velî olduğunu kabûl edeyim. Böylece O’nu imtihan etmiş olayım.” Bu düşünce ile, Hazreti Bâyezîd’in bulunduğu yere geldi. Hazreti Bâyezîd onu görünce buyurdu ki: “Biz kerâmetlerimizi, talebelerimizden Ebû Sa’îd Râî’ye ( radıyallahü anh )’e havale ettik. Sen ona git.” Bu kimse gidip, Ebû Sa’îd Râî’yi sahrada buldu. Kendisi namaz kılıyor, koyunlarına da, kurtlar bekçilik ediyordu. Namaz bitince, gelen kimse kendisinden taze üzüm istedi. Oralarda üzüm bulunmazdı ve zamanı da, değildi. Ebû Sa’îd Râî ( radıyallahü anh ) asasını ikiye bölüp, bir parçasını gelen kimsenin tarafına, diğer kısmını da kendi tarafına dikti. Allahü teâlânın izni ile, hemen o parçalar asma oldu ve taze üzüm verdi. Fakat, Ebû Sa’îd tarafında bulunan üzümler beyaz, gelen kimsenin tarafında bulunan üzümler siyah renkte idi. O kimse, üzümlerin renklerinin farklı olmasının sebebini sordu. Ebû Sa’îd Râî. ( radıyallahü anh ), “Ben Allahü teâlâdan, yakın yolu ile istedim. Sen ise imtihan yolu ile istedin. Dolayısıyle, renkleri de niyetlerimize uygun olarak meydana geldi” buyurdu ve o kimseye bir kilim hediyye edip, kaybetmemesini tenbîh etti. O kimse kilimi alıp, hacca gitti. Fakat, kilimi, Arafat’da kaybetti. Çok aradı ise de bulamadı. Hacdan dönüşünde, Bistâm’a, Bâyezîd hazretlerinin yanına uğradı. Baktı ki kaybettiği kilim, Hazreti Bâyezîd’in önünde duruyor. Bu hâdiselere şâhid olduktan sonra, böyle yüce bir zâttan, kerâmet istediğine çok pişman oldu. Tövbe ve istiğfar edip, Bâyezîd-i Bistâmî’nin talebeleri arasına katıldı.
Bir sene hacca gitmek üzere yola çıktı. Bir devesi vardı. Azığını ve eşyasını o deveye yüklemişti. Birisi kendisine, “Bu kadar uzun yol için, bu kadar yük bu deveye fazla gelmez mi?” dedi. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) “Acaba yükü taşıyan deve midir? dikkat et bakalım, devenin sırtında yük var mı?” dedi. O kimse dikkatle baktığında gördü ki, yük devenin sırtından bir karış yukarıda durmaktadır. O kimse hayretini gizliyemeyip “Sübhânallah! Ne kadar acâib bir iş” deyince, Hazreti Bâyezîd, “Hâlimi sizden gizlesem, bana dil uzatıyorsunuz. Hâlimi size açık açık göstersem hayret ediyorsunuz, takat getiremiyorsunuz. Ben size ne yapayım bilemiyorum?” buyurdu ve yoluna devam etti. Ziyâretleri esnasında kendisine, annesinin hizmetine gitmesi bildirildi. Bistâm’a giden bir kâfile ile hemen yola çıktı. Bistâm’a geldiği duyulunca bütün halk yollara dökülüp, kendisini karşıladılar. Seher vakti evlerine geldi. Annesi abdest almış şöyle duâ ediyordu, “Yâ Rabbî! Benim garîb oğlumu her kötülükten muhafaza buyur. Büyükleri kendisinden hoşnud eyle. Oğluma güzel hâller ve iyilikler ihsân buyur…” Bunun üzerine Bâyezîd ( radıyallahü anh ) kapıyı çalıp izin İstedi. Annesinin “Kim o?” suâline Bâyezîd ( radıyallahü anh ) “Senin garîb oğlun” cevâbını verdi. Annesi koşup kapıyı açtı ve “Senden ayrılık hasretiyle ağlaya ağlaya saçlarıma ak düştü, belim büküldü” dedi.
Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir sene hac dönüşünde Hemedan’a uğrayıp, oradan bir miktar tohum satın aldılar. Bistâm’a gelip, Hemedan’dan aldığı tohum torbasını açınca içinde bir kaç adet de karınca bulunduğunu gördü. Bunları yuvalarından ayırmanın münâsip olmıyacağını düşünüp, tekrar Hemedan’a gitti Tohumu aldığı yere bırakıp, ondan sonra Bistâm’a döndü.
Bir gün yolda yürürken, bir gencin kendisini takip etmekte olduğunu fark edip döndü ve gence, “Niçin beni takip ediyorsun, istediğin nedir?” dedi. Genç, edeble, “Efendim, sizin gibi olmak, yolunuzda bulunmak istiyorum. Lütuf elinizi uzatıp himmet buyurun da ben de kazanayım” dedi. Cevâbında “Benim yaptıklarımı yapmadıkça, benim derimin içine girsen istifâde edemezsin. Bu Allahü teâlânın bir lütfudur” buyurdu.
Hazreti Bâyezid-i Bistâmî’ye bir kimse gelip: “Efendim, ben Taberistan’da idim. Bir zâtın cenâze namazını kılıyorduk. Siz de orada idiniz, cenâze namazından sonra Hızır aleyhisselâmın elinden tuttunuz. Daha sonra sizin havada uçtuğunuzu gördüm” dedi. Bâyezid ( radıyallahü anh ), ona “Doğru söylüyorsun” buyurdu.
Bâyezîd-i Bistâmî’ye ( radıyallahü anh ) bir gün bir kimse gelip dedi ki, “Efendim. Ben otuz senedir, gündüzleri oruç tutup, geceleri namaz kılıyorum. Ama, kendimde hiç bir ilerleme göremiyorum. Halbuki i’tikâdım da düzgündür.” Bâyezîd ( radıyallahü anh ) “Sen bu hâlde üçyüz sene daha devam etsen bir şeye kavuşamazsın. Çünkü nefs engelin var” buyurdu. O kimse, “Efendim. Bunun hâl çaresi yok mu?” diye sordu. Bâyezid ( radıyallahü anh ): “Var ama sen kabûl etmezsin” buyurdu. O kimse ısrar edip “Aman efendim, lütfen bildiriniz ve beni talebeliğinize kabûl ediniz. Ne emrederseniz yaparım” dedi. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Öyle ise şimdi evine git. Bu kıymetli elbiseleri çıkarıp, adi ve eski bir elbise giy. Boynuna bir torba asıp içine ceviz doldur. Seni en iyi, tanıyanların bulundukları sokağa git. Çocukları başına topla, (Bana bir tokat vurana bir ceviz, iki tokat vurana iki ceviz, veriyorum) de.” O kimse bunları duyunca, “Sübhânallah, Lâ ilahe illallah. Ben bunları yapamayacağım. Bana başka bir şey emretseniz” dedi. Hazreti Bâyezîd, “Senin ilâcın ancak budur ve biz de baştan (Sen bunları kabûl etmezsin) diye söylemiştik. Yolumuzun esası nefsi terbiye etmektir.” buyurdu.
Bâyezîd-i Bistâmî’nin mecûsî olan bir komşusu ve süt emme çağında bir de çocuğu vardı. Bu mecûsî sefere çıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk ağlıyordu. Hazreti Bâyezîd her gün bir çıra alıp, komşusunun evine götürdü. Mecûsî seferden dönünce durumu haber alıp, kendisinde değişiklikler hissetti Hazreti Bâyezîd’e karşı kalbinde bir sevgi hâsıl olduğu hâlde, “O zâtın aydınlığı varken bizim karanlıkta bulunmamız hiç uygun değildir” dedi ve hemen Bâyezîd-i Bistâmî’nin huzûruna gidip müslüman oldu.
Bir gün sohbetinde bulunanlara, “Kalkınız, Allahü teâlânın velî kullarından birini karşılamaya çıkalım” buyurup, kalktılar. Yola çıktıklarında, İbrâhîm bin Şeybe-i Hirevî ile karşılaştılar. Hazreti Bâyezîd ona, “Hatırıma, seni karşılamak ve Allah katında sana şefaat etmek geldi” buyurdu. O da, “Efendim siz bütün mahlûkâta şefaat etseniz yine fazla sayılmaz” dedi.
Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir gün talebeleriyle giderken delîlerin bulunduğu bir tımarhânenin önünden geçiyorlardı. Talebelerinden birisi, orada, delîlerin tedâvileri için bir şeyler yapmaya çalışan baştabibe yaklaşıp, “Günah hastalığı ile hasta olanlar için bir ilâcınız var mıdır?” diye sordu. Baştabib cevap veremeyip susunca, ayağı zincirle bağlı delîlerden biri, Bâyezîd’in ( radıyallahü anh ) teveccühü ile şöyle dedi: “O derdin ilâcı şöyledir: Tövbe kökünü istiğfar yapr ağıyla karıştırıp, kalb havanına koyarak, tevhîd tokmağıyle iyice dövmeli. Sonra insaf eleğinden eleyip, gözyaşıyle hamur etmeli. Daha sonra aşkullah ateşinde pişirip, muhabbet-i Muhammediyye balından katarak, gece gündüz kanâat kaşığıyla yemelidir.”
Ebû Türâb Nahşebî’nin bir talebesi vardı. Allahü teâlâya olan muhabbetinin çokluğundan dolayı hemen hergün yüzlerce defa kendinden geçip bayılırdı. Bir gün hocası, kendisine “Sen Hazreti Bâyezîd’i görsen daha çok derecelere kavuşurdun” dedi ve o talebe ile beraber Hazreti Bâyezîd’in yanına geldiler. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) ile o talebe göz göze geldikleri anda talebe düşüp vefât etti. Bunun üzerin; Ebû Turâb Nahşebî dedi ki: “Yâ Bâyezîd, bu talebe öyle idi ki, Allahü teâlânın aşkı ile kendisinde ba’zı hâller olur, kendisinden geçerdi. Fakat sizi bir defa görmekle düşüp can verdi. Bu nasıl oluyor?” Hazreti Bâyezîd buyurdu ki: “O kişinin hâli doğru idi. Önceden, onun müşâhedesi kendi makamı kadar idi. Beni gördüğü anda, müşâhedesi benim makamım kadar oldu. Lâkin o kimse buna takat getiremeyip, can verdi.”
Bir gece, ba’zı kimseler Hazreti Bâyezîd’in nasıl ibâdet yaptığını, neler söylediğini işitmek için penceresinin altında dinlemeye başladılar. Seher vakti olduğunda bütün kalbiyle “Allah” dedi. Sonra düşüp bayıldı. Bayılmasının sebebi sorulduğunda “Sen kim oluyorsun? Senin haddîne mi düştü ki, ismimi ağzına alıyorsun? şeklinde bir nidâ gelir diye çok korktum da onun için bayılmışım” buyurdu.
Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) namaz kılmak için mescide gelince kapıda bir miktar durur ve ağlardı. Sebebini soranlara da, “Câmiyi, vücûdumla kirletmekten korkuyorum. Tövbe edip Allahü teâlâya yalvarıyorum, ondan sonra giriyorum” dedi. Bâyezîd-i Bistâmî’ye ( radıyallahü anh ) sordular ki: “Nefsine verdiğin en hafif ceza nedir?” Cevâbında buyurdu ki: “Bir defasında nefsim, bir itaatsizlikte bulundu. Buna ceza olarak bir yıl boyunca hiç su içmedim.” Bir gün ba’zı kimseler, Bâyezîd’in huzûruna gelip, yağmur yağması için duâ etmesini taleb etmişlerdi. Hazreti Bâyezîd mübârek başını eğip, bir miktar duâ ettikten sonra, “Gidiniz, damlarınızın oluklarını kontrol ediniz” buyurdu. Ondan sonra 24 saat durmadan yağmur yağdı.
Bir defasında Hazreti Bâyezîd’in kalbine şöyle ilham olundu: “Ey Bâyezîd! Hazinelerim, başkaları tarafından yapılan ibâdetlerle ve güzel hizmetlerle doludur. Sen bize öyle bir şeyle gel ki, o bizde olmasın.” Hazreti Bâyezîd, “Yâ Rabbî! Hazinende bulunmayan şey nedir?” Kalbime ilham olundu ki, “Acizlik, zavallılık, çaresizlik, zillet ve ihtiyâç.”
Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir defasında şöyle anlattı: Bizim rûhumuzu, semâlara götürdüler. Cenneti, Cehennemi gösterdiler. Hiçbir şeye bakmadım. Hep Allahü teâlâyı düşünüyordum. Nice makamlardan geçirdiler. Nihâyet ezeliyyet ağacını gördüm. Sonra “Yâ Rabbî! Sana gelebilmem için beni benliğimden kurtar” diye yalvardım. Bana bildirildi ki: “Ey Bâyezîd! Benliğinden kurtulup bana yaklaşman, Sevgili Peygamberime tâbi olmana bağlıdır. Onun ayağının tozunu, gözüne sürme yap. Onun bildirdiği hükümlere uymaya devam et. (Tasavvuf ehli arasında bu menkıbeye Bâyezîd’in mi’râcı” denir.) “Bulunduğunuz şu derecelere nasıl kavuştunuz?” diye kendisine sordular. Cevâbında buyurdu ki: “Her yerde Allahü teâlânın gördüğünü ve bildiğini düşünüp, edebe riâyet etmekle” buyurdu.
Sâlihlerden bir zât şöyle anlatıyor: “Abdurrahmân bin Yahyâ’ya “Tevekkül nedir?” diye sordum “Elin, bileğine kadar ejderhanın ağzında olsa, Allahü teâlâyı düşünüp, başkasından korkmamandır” buyurdu. Aynı suâli Hazreti Bâyezîd’e de sorayım. Onun da cevâbını alayım düşüncesiyle kapısını çaldım. Kapıyı açmadan ve kim olduğumu sormadan, “Abdurrahmân’ın sözü sana kâfi gelmedi mi?” buyurdu. Kapıyı açmalarını istirhâm ettim. “İyi ama sen ziyâret için değil, suâl sormak için geldin ve kapının arkasında iken cevâbını aldın” buyurdu. Ben dönüp gittim. Bir sene sonra kendisini ziyâret etmek niyyetiyle yanlarına geldim. “Hoş geldin. Şimdi bizi ziyârete gelmişsin” buyurdu. Yanında bir ay kaldım. Bu zaman içinde kalbimden geçenleri bana haber verirdi.”
Bir gün Hazreti Bâyezîd’e “Peygamberler hakkında ne buyurursunuz?” diye sordular. Cevâbında buyurdu ki: “Biz onlar hakkında bir şey söyliyemeyiz ve onları anlıyamayız. Hâllerini anlamakdan âciziz. Onlar, bizim anlıyabildiğimizden çok daha yüksekdirler. Diğer insanlar, büyük velîleri ne kadar anlıyabilirse, velîler de peygamberleri ancak o kadar tanıyabilirler.”
Bâyezîd ( radıyallahü anh ) yanında bulunanlara, Allahü teâlâ kendilerinden râzı olduğu kimseleri Cennetine koyuyor değil mi?” diye sordu. Onlar “Evet efendim, öyledir” diye cevap verdiler. Bunun üzerine “Bir kimse, Allahü teâlânın rızâsına kavuştuktan sonra, bir andaki duyduğu zevk vesaâdet Cennetteki bin köşkten daha fazladır.” Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir defasında bir imâmın arkasında namaz kıldı. Namazdan sonra, o imâm, Hazreti Bâyezîd’e “Siz bir yerde çalışıp para kazanmıyorsunuz. Başkalarından da bir şey istemiyorsunuz. O halde siz, nafakanızı nereden temin ediyorsunuz?” dedi. Hazreti Bâyezîd bunu duyunca, “Ben hemen namazımı iade edeyim. Zira, rızıkları kimin verdiğini bilmiyen birinin arkasında namaz kılmışım, bu ise caiz değildir” buyurdu.
Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir gün, talebeleri ile birlikte, gayet dar bir sokaktan geçiyorlardı. Hazreti Bâyezîd, karşıdan bir köpeğin gelmekte olduğunu gördü ve geri çekilip köpeğe yol verdi. Talebelerinden birinin hatırına şöyle geldi: “İnsanoğlu hayvanlardan şereflidir. Hem bizim üstadımız, Sultân-ül-ârifîndir. Hem de etrâfındakiler onun, her biri çok kıymetli sâdık talebeleridir. Bütün bunlara rağmen, üstadımızın bu köpeğe yol vermesinin hikmeti acaba nedir?” Bunun üzerine Hazreti Bâyezîd buyurdu ki: “Şu köpek, hâl lisânı ile bana dedi ki, “Sana Sultân-ül-ârifîn olmak hil’atini ve bana da köpeklik postunu giydirdiler. Bunun tersi de olabilirdi.” Bunun üzerine ben de ona yol verdim.”
Bir defasında şöyle anlattı: “Bir gece sahrada vaha kenarında hırkamı üzerime örtüp uyumuştum. İhtilâm oldum. Hemen kalkıp gusletmek istedim. Hava çok soğuk olduğu için, nefsim, güneş doğduktan, hava ısındıktan sonra gusletmemi istiyerek gevşek davrandı. Nefsimin bana yaptığını görünce hemen kalkıp, buzu kırdım ve nefsime ceza olarak, hırka ile beraber guslettim. Gusülden sonra da, hırkamı çıkarmadım. Hırka buz bağlamıştı. Sonra “Ey Nefsim! Tenbelliğinin cezası işte budur” dedim.
Hazreti Bâyezîd, “Oniki sene nefsimin ıslahı için çalıştım. Nefsimi riyâzet (nefsin arzularını yapmamak) körüğünde, mücâhede (nefsin istemediği şeyleri yapmak) ateşiyle kızdırdım. Mezemmet (nefsini kınayıp, ayıblamak) örsünde, melâmet (azarlama) çekici ile dövdüm. Böyle uğraşa uğraşa kendi benliğimden bir ayna yapıp beş sene kendimin aynası oldum. Yapabildiğim ibâdet ve tâatlarla bu aynayı cilalayıp parlattım. Bir sene ibret nazarı ile bu aynaya baktım. Neticede bu aynada gördüm ki, belimde, gurûr, riya, ibâdete güvenip amelini beğenmek gibi kalb hastalıklarından meydana gelen bir zünnar bulunuyor. Bu zünnarı kesip atabilmek için beş sene daha uğraştım. Yeniden müslüman oldum” buyurdu.
“Ömrüm boyunca, Allahü teâlâya lâyıkıyla ibâdet edebilmeyi, namazımı lâyıkıyla kılâbilmeyi arzu ettim. Bu arzu ile, belki güzel namaz kılarım diye sabaha kadar namaz kıldım. Fakat kıldığım bütün namazları O’na lâyık olarak bulmuyordum. Nihâyet, Allahü teâlâya şöyle yalvardım: “Yâ Rabbî! Sana lâyık şekilde tam ve kusursuz olarak hiç namaz kılamadım. Kıldığım bütün namazlar hep Bâyezîd’e yakışır şekilde oldu. Beni ve ibâdetlerimi kusurlarımla birlikte kabûl eyle.” “Bir zaman “Artık ben, zamanın en büyük evliyâsıyım” düşüncesi kalbime geldi. Hemen, buna pişman olup gönlüm hüzünle doldu. Şaşkınlık içerisinde Horasan’ın yolunu tuttum. Bir müddet gittikten sonra “Allahü teâlâ beni, kendime getirecek birini bana gönderinceye kadar buradan ayrılmayacağım” diye niyet ettim ve orada üç gün bekledim. Dördüncü gün dişi bir devenin üzerinde bir gözü görmeyen bir kişi geldi. “Nereden geliyorsun?” dedim. “Sen niyet ettiğin zaman üçbin fersah uzakta idim. Oradan geliyorum. Kalbini koru “zamanın en büyüğü benim” gibi düşünceleri hatırına getirme!” dedi ve kayboldu.
“Uzun seneler nefsimi terbiye etmekle uğraşıp çile çektikten sonra, bir gece, Allahü teâlâya yalvardım, ilham olundu ki, “Şu testi ve aba sende oldukça, sana ruhsat yoktur.” Bunun üzerine yanımda bulunan testi ve abayı terk ettim. Bundan sonra bana bildirildi ki, “Ey Bâyezîd, nefsin hevâ ve hevesi için tuzaktaki tane misâli olan dünyâ mallarına gönül bağlayıp, sonra da Allahü teâlâya kavuşmak için yol istiyen kimselere de ki, “Bâyezîd, nefsin istediklerini yapmayıp, istemediklerini yapmak sûretiyle kırk yıl uğraştığı hâlde, yanında bulunan kırık bir testiyi ve eski bir abayı terk etmedikçe izin alamadı. Siz, bu hâlinizle size izin verileceğini mi zannediyorsunuz. Asla izin alamazsınız.” Bâyezîd-i Bistâmı ( radıyallahü anh ) vefât ederken, kendisini sevenlerden Ebû Mûsâ ismindeki zât yanında bulunamamıştı. Fakat o gece rü’yâda “Arşı, başı üzerine alıp taşıyordu.” Bu rü’yâya çok hayret edip, hikmetini anlıyamadı ve bunu Hazreti Bâyezîd’e sormak için yola düştü. Yolda, Hazreti Bâyezîd’in vefât ettiğini haber aldı. Bistâm’a geldiğinde cenâze merasimi için, hesabı mümkün olmayan fevkalâde bir kalabalık gördü. Tabutunu taşımakla şereflenmek için yanaşmaya çalıştı. Fakat yanaşıp da tabutu taşımak mümkün olmuyordu. Diyor ki, “Gördüğüm rü’yâyı, unutmuş vaziyette, Hazreti Bâyezîd’in tabutunu taşımakla şereflenmek istiyordum. Bu mümkün olmayınca tabutu taşıyanlar arasından meşakkatle geçip tabutun altına girdim ve başımı tabuta dayayıp öylece gidiyordum. Birden tabutun içinden bana şöyle hitâb ettiğini duydum. “Ey Ebû Mûsâ! İşte şu bulunduğun hâl akşamki gördüğün rü’yânın tâbiridir.”
Bâyezîd ( radıyallahü anh ) devamlı “Allah! Allah!..” derdi. Vefâtı ânında da yine “Allah!.. Allah!..” diyordu. Bir ara şöyle duâ etti: “Yâ Rabbî! Senin için yaptığım bütün ibâdet tâat ve zikirleri hep gaflet ile yaptım. Şimdi can veriyorum. Gaflet hâli devam ediyor. Allahım! Bana huzûr ve zikir hâlini ihsân eyle.” Bundan sonra, zikir ve huzûr hâli içinde rûhunu teslim etti.
Sultân-ül-ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) vefât ettikten sonra, büyüklerden biri kendisini rü’yâda görüp, “Allahü teâlâ sana ne muâmele eyledi” diye sordu. Buyurdu ki, “Beni toprağa koydukları zaman bir ses duydum ki, “Ey Bâyezîd! Bizim için ne getirdin?” diyordu. “Yâ Râbbî! Sana lâyık hiç bir iyi amel yapamadım. Huzûruna lâyık hiçbir şey getiremedim, ama şirk de getirmedim” dedim.
Hazreti Bâyezîd, vefât ettikten sonra, büyük zâtlardan birisi kendisini rü’yâda görüp sordu. “Münker ve Nekir sana nasıl muâmele eyledi?” Cevâbında şöyle buyurdu: “O iki mübârek melek gelip (Rabbin kimdir?) diye sorunca onlara dedim ki: Bunu sormakla sizin maksadınız hâsıl olmaz. Siz bana O’nu soracağınıza, beni O’na sorun. Eğer O, beni, kulu olarak kabûl ederse ne a’lâ. Maazallah O, beni kulu olarak kabûl etmezse, ben, yüz defa (O, benim Rabbimdir) desem ne faydası olur?)”
Hazreti Bâyezîd-i Bistâmî vefât ettikten onra, O’nun sâdık talebelerinden olan bir hanımefendi şöyle anlattı: “Kâ’be-i muazzamayı tavaf ettikten sonra bir saat kadar tefekkür ettim. Bu sırada uykum geldi ve birazcık uyudum. Rü’yâmda beni göğe çıkardılar. Allahü teâlânın izni ve lütfu ile, arş-ı a’lânın altını gördüm. Çok güzel kokusu vardı. Nûrdan yazılmış bir yazı gördüm (Bâyezîd Veliyyullah) yazılı idi ve yazının eni ve boyu da görünmüyordu.”
Velîler taifesinin efendisi Cüneyd-i Bağdadî ( radıyallahü anh ) buyuruyor ki: “Velîler arasında Bâyezîd-i Bistâmî’nin yeri Melekler arasında Cebrâil’in (aleyhisselâm) yeri gibidir.”
Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin tasavvufta derecesi çok yüksek idi. Tasavvuf ilminde sekr hâli (ilâhi aşk ile kendinden geçmiş iken) denilen bir hâlin kendisini kapladığı bir an, içinde bulunduğu durumu, müşâhede ettikleri şeyleri anlatmak için “Sübhânî” demiştir. Bu sözü ba’zı kimseler anlıyamamış, Bâyezîd hazretlerinin şânına uygun olmayan sözler sarf etmişlerdir. Halbuki bu sözü büyük âlim İmâm-ı Rabbânî hazretleri birinci cild 43. mektûbunda şöyle açıklamaktadır: “Hallâc-ı Mensûr’un “Enelhak” ve Bâyezîd-i Bistâmî’nin (Sübhânî) sözünü tevhîd-i şühûdî bilmemiz lâzımdır. Bu sûretle dîne uygun olurlar. Bu büyükler o hâl içinde, Allahü teâlâdan başka, hiçbirşey göremeyince, bu sözleri söylemiş, Allahü teâlâdan başka birşey yoktur demek istemişlerdir. “Sübhânî” sözü Hak teâlâyı tenzihtir. Kendini tenzih değildir. Çünkü kendi varlığını bilmemektedir. Birşeye hüküm veremez.”
Böyle hâllerle ilgili olarak Hindistanda yetişmiş büyük İslâm âlimi Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, (Merec-ül-Bahreyn) adlı kitabında diyor ki: “Tasavvuf büyükleri, İslâmiyete uymayan sözleri söylerken, çok kızan ve çok sevinen insan gibidirler. Kızmak ve sevinmek, insanın aklını örter, ihtiyârını giderir, ilâhî aşk ile kendinden geçmiş ba’zı tasavvuf erbâbı da böyle şuursuz konuşmuşlardır. Bu hâllerinde onlar ma’zûrdurlar. Yalnız böyle sözlerine uymak caiz değildir buyurmaktadır. Yine İmâm-ı Rabbânî hazretleri mektûbâtının üçüncü cild 121. mektûbunda: “Esrârı ortaya dökmek olan böyle sözler, herkesin anladığı ma’nâ ile söylenmiş değildirler” buyurmaktadır.
Muhyiddîn-i Arabî hazretleri bu söz için, “Allahü teâlânın büyüklüğünü, hiç kusurlu olmadığını en iyi şekilde bildirmektedir” dedi. Tenzihin tenzihidir, buyurdu.
Görülüyor ki, bu sözü ile İslâmiyete uygun olan bir şeyi anlatmak istemiştir. Sekr hâlinde olduğundan başka kelime bulamamış, ince bilgilerini, herkesin anlıyamayacağı kelimelerle bildirmiştir.
Bayezid Bistami hazretlerinin Sözleri
“Dilini, Allahü teâlânın ismini anmaktan başka işlerle uğraşmaktan ve başka şeyler konuşmaktan koru. Nefsini hesaba çek. İlme yapış ve edebi muhafaza et. Hak ve hukuka riâyet et ibâdetten ayrılma. Güzel ahlâklı, merhamet sahibi ve yumuşak ol. Allahü teâlâyı unutturacak her şeyden uzak dur ve onlara kapılma.
“Otuz sene mücâhede eyledim, ilimden ve ilme uymakdan daha zor bir şey bulamadım.” “Gözlerini harama bakmaktan ve başkalarının ayıplarını görmekten koru.”
“Bir gece karanlığında odamda otururken ayaklarımı uzatmıştım. Hemen bir ses duydum. Sultanla oturan edebini gözetmelidir diyordu. Hemen toparlandım.”
“Ey Allahım! Ey kusurlardan uzak olan sonsuz kudret sahibi Rabbim. Sen ne dilersen yaparsın. Benim vücûdumu öyle büyült, öyle büyült ki Cehennemi ağzına kadar doldursun. Böylece başka kullarına yer kalmasın. Onların yerine ben yanayım.” (Hazreti Ebû Bekir de ( radıyallahü anh ) böyle duâ ederlerdi.)
“Siz havada uçan birisini gördüğünüz zaman hemen o kimsenin fazîletli, kerâmet sahibi birisi olduğuna hüküm yermeyin. Hatâ edebilirsiniz. O kimsenin hakîkaten fazîlet ve kerâmet sahibi olduğunu anlamak için, İslâmiyetin emirlerine uymaktaki hassasiyetine, Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklanması ve sünnet-i seniyyeye uymasına, hakîkî İslâm âlimlerine olan muhabbet ve bağlılığına bakın. Bunlar tam ise, o kimse fazîlet ve kerâmet sahibidir. Bunlara uymakta en ufak bir gevşeklik ve zayıflık bulunursa, o kimse için fazîlet ve kerâmet sahibidir demek mümkün olmaz.”
“(Yâ Rabbî! Sana kavuşmak nasıl mümkün olur?) diye duâ ettim. Bir nidâ geldi, (Nefsini üç talakla boşa) diyordu.”
“Bu kadar zahmet ve meşakkatlere katlanarak aradığımı, annemin rızâsını almakta buldum. Çok basit gibi gelen anne rızâsını almanın, bütün işlerin evvelinde lâzım olduğunu anladım.”
“Günahlara bir defa, tâatlere ise bin defa tövbe etmek lâzımdır. Ya’nî yaptığı ibâdet ve tâatlere bakıp kendini beğenmek, o ibâdeti hiç yapmamak günahından bin kat daha fenâdır.”
“İnsana zararı en şiddetli olan şeyin ne olduğunu bilmek istedim. Anladım ki, bu gaflettir. Gafletin insana yaptığı zararı Cehennem ateşi yapmaz. Yâ Rabbî! Bizleri gaflet uykusundan uyandır. Lütuf ve keremin ile bu duâyı kabûl eyle.”
“Bütün âlemin yerine beni Cehennemde yaksalar ve ben de sabretsem, Allahü teâlâya muhabbeti da’vâ edinmiş birisi olarak yine bir şey yapmış olmam. Allahü teâlâ da benim ve bütün âlemin günahını affetse rahmetinden ve ihsânından bir şey eksilmiş olmaz.”
“Bir kimsenin, Allahü teâlâya olan muhabbetinin hakîkî olup olmadığının alâmeti, kendisinde deniz misâli cömertlik, güneş misâli şefkat ve toprak misâli tevâzu gibi üç hasletin bulunmasıdır.”
“Allahü teâlânın ni’metleri, her an herkese gelmektedir. O halde her zaman ona şükretmek lâzımdır.”
Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir gece, talebelerinden bir kısmı ile bir yere misâfir oldular. Ev sahibi evin aydınlanması için bir kandil yaktı. Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) yanında bulunanlara, “Bu kandilde bir garîblik görüyorum. Yanıyor ama ışık vermiyor. Hikmeti nedir?” diye sordu. Ev sahibi, “Efendim. Biz bu kandili bir gece yakmak için komşumuzdan emânet’ olarak almıştık. Bu akşam ikinci gece yakıyoruz” deyince, Hazreti Bâyezîd, kandili söndürdü ve hemen kandili sahibine götürüp teslim edin. Arzu ederseniz, bir gece daha yakmak için izin isteyin” buyurdu. Ev sahibi kandili alıp komşusuna götürdü. Olanları anlattı ve tekrar izin alıp geri getirdi. Eve gelince kandili yaktılar ve oda aydınlandı. Bâyezîd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki, “İşte şimdi ışığını görüyorum.”
Hazreti Bâyezîd-i Bistâmî bir gün yanlışlıkla bir karıncayı öldürdü. Haberi olunca, çok pişman olup üzüldü, ölü karıncayı avucuna alıp, şefkat, merhamet ve hüzün ile ve kırık kalbi ile karıncaya üfürünce, Allahü teâlânın izni ile karınca canlanıp yürümeye başladı.
Bâyezîd-i Bistâmî ( radıyallahü anh ) bir gün çamurlu bir sokakta yürürken ayağı kaydı, düşmemek için duvara tutundu. Sonra araştırıp duvarın sahibini buldu. “Sokakta yürürken ayağım kaydı. Sizin duvarınıza tutundum. Belki de duvarınızdan bir toprak yere dökülmüştür. Hakkınızı helâl etmenizi istirhâm ediyorum” dedi. Meğer o kimse mecûsî imiş, “Sizin dîniniz bu kadar ince ve hassas mıdır?” dedi. Hazreti Bâyezîd “Evet” deyince, o kimse hakkını helâl etti ve müslüman oldu. Bunun üzerine o mecûsînin evindekiler de müslüman oldu.
Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Horasan Evliyaları