İstanbul – Karaköy – Arap camii avlusunda Hicrî 98, Miladi 717 senesinde Süleyman İbni Abdülmelik’in kardeşi Mesleme’nin kumandasında İstanbul üzerine bir İslam ordusu ile gelmiştir.. Mesleme’nin yüzyirmi bin askeri vardı. Müslümanlar İstanbul’a hem karadan, hem de denizden hücum edeceklerdi. Bu gemiler yüzer asker alabilecek hacimde …
İstanbul – Eminönü Meşhur Bekri Mustafa Baba’nın kabri Abdürrauf Samadani Hazretlerinin yanındadır. Kabir taşında şu satırlar yazılıdır: Hüvelbaki Bekrî Mustafa Baba’nın ruhu için Fatiha. 1318 Kaynak ; İstanbul Evliyaları ve Fetih Şehidleri – Şevket Gürel , İstanbul’daki Tarihi Türbe ve Mescidleri İmar Vakfı , 1988 …
İstanbul – Eminönü Şeyh-seyyid Abdürrauf Samdani Hazretleri Peygamber Efendimiz s.a.v.) soyundan, Seyyid Baba Cafer Hazretlerinin evladlarından bir sultandır. Harun El-Reşîd zamanında elçilik görevi ile gelip İstanbul kralını zehirleyerek şehid ettiği Baba Cafer Sultan, Şeyh Seyyid Zidanî Abdürrauf Samdanî Hazretlerinin dedelerindendir. Zindan kapısı içinde defnedilmiş olduğunu …
Dünya mimarlık tarihinin büyük üstatlarından, bilim tarihimizin en karizmatik şahsiyetlerinden birisi olan “Koca” lakaplı Mimar Sinan, İstanbul’a ruhunu veren ve gü nümüzün teknik imkanlarıyla bile aşılması zor görünen anıtsal yapılarıyla ölümsüzleşmiş bir isimdir. Yüksek bir mühendislik zekası isleyen eserleri, onun matematik, geometri, trigono metri, fizik ve jeoloji gibi birçok dalda yetkin bir kimse olduğunu, geliştirdiği üslupla da eşsiz bir sanat görüsüyle bu dehasını taçlandırdığını bize göstermektedir. Birçok bilim in sanı ve sanat tarihçisi, üslubundaki berraklığa rağmen, onun inşa ettiği ihtişamlı yapılar üzerinde gerçekleştirilen teknik çözümlemeler neticesinde bile, hala aydınlatılamamış esrarengiz detayların çözülemediğini dile getirirler.
Türk bilim ve sanat tarihinin yüz akı olan Sinan’ın hayatıyla ilgili en net bilgileri, birinci el kaynak kabul ede bileceğimiz Muslafa Çelebi’nin Tezkiretü’l-bünyan ve Tezkiretü’l-ebniye (Sinan’ın kendisinin yazdığı, daha doğrusu taslak halinde kalan üç eserin varlığından da bahsedilmektedir) adlı eserlerinden öğrenmekteyiz. Bu eserlerin önemi, aynı zamanda Sinan’ın en sevdiği dostu olan müellifin, Sinan’ın anlattıklarından derlediği hayat hikayesinden oluşması ve yaptığı eserlerin listesini vermesinden kaynaklanır. Birinci el kaynak olmalarına rağmen Sinan’ın kökeniyle ilgili kesin bir veri içermemeleri, günümüzde de süren bir takım tartışmalara ve spekülasyonlara neden olmuştur. Yalnızca Kayserili Hristiyan bir aileden alınarak devşirildiği ve yeniçeri ocağına alındığı kesinleşmiş bir bilgidir.
Buna göre, mimarın adı “Sinan İbn Abdül mennan” olarak yazılmış, devşirilmesi ve yeniçeriliği şu ifadelerle kayda geçmiştir: “Sultan Selim Han Hazretlerinin zamanı saltanatlarında devşirme gelip şeref-i İslam ve iman ve hizmet-i ekabiri-i ayan ile müşerref olup merhum ve mağfurüleh Sultan Süleyman Han Gazi devrinde yeniçeri olup…” Doğum tarihinin 1489 ve yerinin Ağırnas köyü olduğu kuvvetle muhtemeldir.
1491 yılında İstanbul’a getirildiğinde 22 yaşında olan Sinan, At Meydanı’ndaki bir mektepte eğitime tabi tutulmuş, kendi tercihiyle marangozluk mesleğine girmiştir. Mısır Seferi’nde ve Kanuni Sultan Süleyman dönemindeki Belgrad ve Rodos Seferlerinde bulunmuş, bu seferler vesilesiyle antik kalıntılar da dahil olmak üzere birçok mimari yapıyı müşahade imkanı elde etmiştir. Yeniçeri olarak katıldığı Mohaç savaşı, Alman, Irakeyn, Korfu ve Boğdan seferlerinde küçük donanmalar inşa etmek, köprüler kurmak suretiyle ordunun istihkamını güçlendirmek gibi mühendislik ve mimari alan da gösterdiği üstün yararlılıklar, ordunun muzaffer olmasına, dolayısıyla da şöhretinin hızla yayılmasına tesir etmiştir.
Nitekim 1537 yılında, 48 yaşındayken mimarbaşılık (ser mimaran) görevine getirilen Sinan, askerlik mesleğinden de bir anlamda emekli olmuştur. Bu tarih, medeniyetimizde bir dönüm noktası olarak algılanmalıdır. On yıl sonra “çıraklık eserim” dediği Şehzade Camii Külliyesi’ni, 1557’de de mütevazı bir şekilde “kalfalık eserim” dediği Süleymaniye Camii Külliyesi’ni inşa etmiştir. Nihayet “ustalık eseri” olarak tanımladığı Selimiye Camii Külliyesi’ni 1575 yılında, 83 yaşındayken, II. Selim adına Edirne’de inşa etmiştir. Vefat ettiği 1588 yılına kadar mimar başı olarak mesleğini sürdüren Sinan, ömrüne bir rivayete göre 456, bir diğer rivayete göre ise 350 civarında eser sığdırmıştır.
Üç kıtaya yayılan imparatorluk topraklarını camiler, külliyeler, hamamlar, köprüler, su kemerleri ve kervansaraylarla süsleyen Sinan’ın inşa ettiği bu yapılardan daha önce, evvelki kültür ve medeniyetlerden kendisine yetişmiş eserleri mükemmel bir tetkik ve analiz yeteneğiyle yorumlayıp tamamıyla kültürümüze özgü ve tamamıyla yeni bir mimari üslup tesis ettiği bilinmelidir. Bu husus kavranmadan, bir insan ömrüne sığdırılması imkansız görülen bunca eserin nasıl vücuda getirildiği layıkıyla anlaşılamaz. Sinan, sadece mesleğinde mükemmele ulaşan bir baş mimar değildir; aynı zamanda o, yeni bir ekolün, özgün bir tarzın sembolüdür.
Sinan’ın oluşturduğu bu okulun felsefesi ve tekniği, kendini cami mimarisinde daha belirgin bir biçimde gösterir. Diğer bir deyişle, Sinan’ın getirdiği yenilikleri, inşa ettiği camiler çerçevesinde tartışmak daha doğru olacaktır. Öyle ki, bu yapılar Osmanlı başkenti İstanbul’un bugün bile korunan tarihsel silüetini oluşturan yegane unsurlardır.
En önemli buluşu, kendisine kadar farklı teknikler de uygulanan mekan-kubbe ilişkisine getirdiği yeni formdur. Ayasofya’nın mimari ihtişamından hayli etkilenen Sinan, Süleymaniye ve Selimiye camileriyle Ayasofya’nın mimari özelliklerini, bilhassa kubbe tekniğini aşmıştır. Önemli buluşları arasında, cami binalarına eklenen revaklar, ana yapı ve minareler arasındaki estetik düzenleme, mekan içinde sütunların olabildiğince azaltılmasıyla sağlanan ferahlık ve duvarlarda uygulanan şeffaflandırma tekniği sayesinde ulaşılan mükemmel ışıklandırma sistemi de vardır. Elbette camilerin dışında ki eserlerinde, bilhassa su yapılarında da Sinan’ın sergilediği hüner tartışılmazdır. Kanuni Sultan Süleyman döneminde, İstanbul’a su getirme girişimleri neticesinde Sinan’ın inşa ettiği 55 kilometreyi aşan Kırkçeşme Su Sistemi bünyesindeki Mağlova Su Kemeri, benzerlerinden ayrılan yönleriyle belki de dünya çapında alanındaki en muhteşem eserdir. Sinan’ın akıllara durgunluk veren mühendislik yeteneğini gözler önüne seren bu sistem onun en pahalı projesidir. Sistemin üzerine kurulan kemerler sayesinde 1563 yılından itibaren Belgrad ormanların dan İstanbul’a su getirilmiş, padişah evlere girmesini yasakladığı suyun yalnızca Sinan’ın evine verilmesini emretmiştir .
1588’de vefat eden Mimar Sinan, Süleymaniye Külliyesi’nin bir köşesinde yine kendi inşa ettiği türbede medfundur. Yakın arkadaşı Sait Çelebi, mezar taşına şu ifadeyi nakşetmiştir: “Geçti bu demde cihandan pir- i Mimar-ı Sinan “
Günümüz İstanbul’unda Sinan’ı yaşatan onlarca eser hala ayaktadır ve bu tarihsel miras nedeniyle Sinan ve İstanbul birbirinden ayrılamaz ikilidir. Uzaktan bakıldığında bile seçilen, sadelikle ihtişamı bünyesinde esrarengiz bir kimyayla birleştirmiş bu yapıların tamamını burada anmak mümkün görünmese de şehri adım adım dolaşarak her birini ziyaret etmek, onlara dokunmak mümkündür. Bunların dışında İstanbul’un Fatih, Üsküdar, Eyüp, Ataşehir ve Tuzla gibi birçok ilçesinde Sinan’ın adını yaşatan mahalle, okul, sosyal tesis, kültür merkezi vs. bulunmaktadır.
Ayrıca 1882 yılında ünlü ressam Osman Hamdi Bey tarafından kurulan Sanayi-i Nefise Mektebi, 1981 yılında Mimar Sinan Üniversitesi adını almıştır; 2004 yılında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi olarak adı güncellenen okul mimarlık, güzel sanatlar ve sosyal bilimler ağırlıklı eğitim veren ve ülkemizin saygın eğitim kurumları arasındadır.
İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede
Ömer Ziyâüddin Efendi, Dağıstan’da Çerkay’a bağlı Miatlı Köyü’nde 1266/1849 senesinde doğmuştur. Babası, zamanın ulemâsından Müderris Abdullah Efendi, Avar Türkleri’ndendir. Ömer Ziyâüddin Efendi, uzunca boylu, beyaz yüzlü, ak sakallı, vakur ve son derece cömert idi. Arapça, Farsça ve Rusça’dan başka Türk lehçeleri uzmanı idi.
İlk tahsiline babasından ders görerek başlar. Gençlikk yıllarına geldiğinde Ruslarla Şeyh Şamil arasında 1825’lerden beri devam eden mücadelelere iştirak eder. Şeyh Şamil’in oğlu Gazi Mehmed Paşa’nın maiyetinde Kafkas Cephesi’nde Ruslar’a karşı yıllarca at üstünde savaşır. O sıralar yirmi yaşlarındadır. Mücadele sona erince Dağıstan grubu Osmanlı Devleti’ne hicret eder. Böylece Ömer Ziyâüddin Efendi de İstanbul’a yerleşir. Burada Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretlerine intisap eder. Aynı yıl şeyhülislâmlığa takdim ettiği Tecvîd-i Umûmî isimli eseriyle, Taşra ruûsuna nail olur.
Ömer Ziyâüddin Efendi’nin asıl adı Ömer’dir. Gümüşhânevî hazretleri kendisini, “Sana Ziyâüddin adını veriyorum, isminle muammer ol.” diyerek taltif etmiştir. Yine şeyhinin kendisine “Hâfız Ömer” diye hitap etmesi üzerine gece-gündüz demeden kendi kendine çalışarak altı ayda hıfzını tamamlamıştır. Kur’an’ı hıfzettiği gibi 200 bin hadîsi de râvî zinciriyle beraber ezberlemiştir. Daha çocukken hadis hıfzının isbatı için kendini hafızlar cemiyetine mümeyyiz seçtirmiştir.
Bunlara devam ederken bir ara “ben başka tarikata geçsem” diye düşünür. Galata Mevlevîhânesi’ne gider. Ayinleri seyrederken bir ara kendinden geçer. Birisi cübbesinin ensesinden tutar, kubbeye doğru çıkartır, oradan aşağı bırakır. O arada Ömer Ziyâüddin Efendi “Allah” diye haykırır. Ter içindedir. Tekkeye gelip şeyhinin elini öpmek ister, şeyhi Gümüşhânevî hazretleri ise gülerek; “O kadar yüksekten düşersen tabi bağırırsın.” der. Kendisini kaldıranın kim olduğunu anlayan Ömer Ziyâüddin Efendi şeyhinin ellerine kapanmış, dört elle tekkeye sarılmıştır. Gerek çalışması, gerekse hafızasının kuvvetiyle kısa zamanda terakki ederek icazet almıştır.
Tahsilini tamamlayıp icazet aldıktan sonra Aralık 1878’de Edirne ikinci Ordu Alay Müftülüğü’ne tayin edilir. Eylül 1892 tarihine kadar 14 sene bu vazifeyi îfâ eder. Haziran 1893-Mayıs 1901 seneleri arasında Malkara kadılığı vazifesinde bulunur. 1903’de Kudüs mevleviyetine, ertesi yıl Malkara kadılığına tayin olunur.
“Şeriatte icrâ-ı adâlet eden kişi devletten para almaz.” diyerek kadılık maaşını cebine koymadan talebelerine dağıtır. Ömer Ziyâeddin Efendi Malkara’da iken son eşi Hafize Hanım’la evlenmiş ve kendisinden sekiz çocuğu olmuştur. İlk üç hanımından doğan çocukları yaşamamıştır. Malkara’da bulunduğu süre içinde her sene hatimle teravih namazı kıldırmıştır. Altı saatte tam bir hatimle teravihi bitirir ve eve geldiklerinde sahur olurmuş. Ömrünün son demlerinde bile Kur’ân-ı Kerîm’i baştan sona Fatiha gibi okuyabildikleri bildirilmektedir. Malkara kadılığı vazifesinde iki yıl kaldıktan sonra 1906 senesinde İstanbul’a yerleşir. 1908’de saltanat ve hilafeti savunan Hadîs-i Erbaîn fî Hukûki’s-selâtîn adlı eserini neşreder.
1909 senesinde 31 Mart Vakasına karıştığı, İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti ve Derviş Vahdetî ile ilgisi olduğu iddiasıyla Divân-ı Harb-i Örfî tarafından müebbet kalebentliğe mahkum edilir. Cezası bir süre sonra sürgüne çevrilerek Medine’ye gönderilir ve orada yedi ay kalır. Bu arada Mısır Hidiv’i Abbas Hilmi Paşa rüyasında Peygamber Efendimiz’i görür. Kendisine, “Medîne-i Münevvere’de bulunan Hâfız Ömer’i himayene al, getir.” diye ismiyle belirterek söyler. Üç gece üstüste aynı rüyayı görür. Nihayet maiyetiyle yola çıkar. Medîne-i Münevvere’ye vasıl olur. Ömer Ziyâüddin Efendi’yi yanına alır. Mısır’a gelirler. Abbas Hilmi Paşa kendisine, “Peygamber’in emaneti!” der, büyük hürmet gösterir.
Ömer Ziyâüddîn Efendi böylece Müntezeh sarayına yerleşir. Abbas Hilmi Paşa’nın saray hocalığını ve imamlığını yapar. Burada yaklaşık 10 yıl kalır. Bu sırada Birinci Dünya Savaşı devam etmektedir. Bir ara Mısır’da İngilizler tarafından hapse atılır. 14 Nisan 1912’de çıkan umumî af üzerine şeyhülislâmlığa müracaat ederek devrin şeyhülislâmından vazife talep etmiştir. Hilâfeti savunan kırk hadîs-i şerîfin yer aldığı Hadîs-i Erbaîn fî Hukûki’s-salâtîn isimli eseri yüzünden bu isteği geri çevrilmiştir. Uzun süren mücadeleleri sonunda nihayet hakkı teslim edilerek önce 5 Ağustos 1919’da Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi hilâfiyat (tartışma ve münakaşa yoluyla karşı fikri çürütme) sonra da yine aynı medresenin Hadis dersi müderrisliğine tayin edilmiştir (27 Ekim 1920).
Ömer Ziyâüddin Efendi, 1919 senesinde Gümüşhâneli Dergâhı şeyhlerinden İsmail Necati Efendi’nin vefatı üzerine Gümüşhânevî’nin üçüncü halifesi olarak postnişin olmuş, irşat görevini üstlenmiştir. Bu arada Râmûzü’l-ehâdîs adlı hadis kitabını da okutmaya devam etmiştir. Sultan Vahidüddin’in bizzat gelip yaptığı şeyhülislâmlık teklifini “İşgal altında bulunan bir memlekette fetvâ makâmı işgal edilmez.” diyerek kabul etmemiştir.
30 Kasım 1920 senesinde 18 Rebiülevvel Perşembe günü 73 yaşlarında iken Gümüşhâneli Dergâhı’nda âhirete irtihal etmiştir. Kabri Süleymaniye Camii Hazîresi’ndedir. Ömer Ziyâüddin Efendi’nin Türkçe, Arapça ve Dağıstan dillerinde pek çok eseri bulunmaktadır. Lezgi dili ile yazılmış (Çerkezce) Mevlîd-i Şerîf’i 1.000 beyitliktir. Dağıstan yöresinde Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i gibi meşhur olmuştur. Şairlik tarafı baskın olan Ömer Ziyâüddin Efendi’nin Şeyh Şamil’in kabilesinin dili ile yazılmış Kısâs-ı Enbiyâ adlı manzum eseri, Dağıstan’da, Mevlid, Mi’rac ve Mu’cizât isimli eserleri de Edirne’de basılmıştır. Fetevâ-yı Ömeriyye bi-Tarikati’l-Aliyye adlı eseri tercüme edilerek Seha Neşriyat tarafından neşredilmiştir.
Diğer eserleri şunlardır:
Sünenü akvâli’n-bebeviyye mine’l-ehâdîsi’l-Buhâriyye,
Zübdetü’l-Buhârî,
Es’ile ve ecvibe fî ilmi’l-hadîs,
et-Teshîlâtü’l-atire fi’l-kıraati’l-aşere,
Metnü Akâid Tercemesi
Adâbu’l-Kur’ân,
Mevhibe-i Bârî Terceme-i Buhârî,
Mu’cizât-ı Nebeviyye,
Zübdetü’l-Buhârî Tercemesi,
Zevâidü’z-Zebidî,
Mir’ât-ı Kanûn-i Esâsî.
Hadis, siyer, fıkıh, tecvid ve kıraat gibi ilimlerde eser vermiş, fıkhî ve tasavvufî eserleri ile tanınan Ömer Ziyâüddîn-i Dağıstani (ks.), son devrin ilim ile tarikati, tasavvuf ile fıkhı bir arada yürüten muhaddis ve mutasavvıflarından, aynı zamanda hadis hâfızlarından biridir. Şöhret ve nüfûzunun, geniş bölgelerde yayılmasından dolayı eserleri çeşitli yörelerde neşredilmiş, dağıtımı yapılmıştır. İstanbul, Dağıstan, Mısır, Trabzon ve Edirne’nin çeşitli matbaalarında basılıp dağıtılan eserleri, Mısır’dan Dağıstan’a, Edirne’den Trabzon’a kadar, geniş bir kesime feyiz kaynağı olmuştur.
İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede
Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretlerinin yetiştirdiği, daha hayattayken yerine vekil bırakarak irşat selahiyeti verdiği Gümüşhâneli Dergâhı şeyhlerinden Hasan Hilmi Efendi, Kastamonu’nun Azdavay Kasabası’nda 1240/1824 senesinde doğar.
Müridân arasında daha çok “Kastamonî” nisbesiyle tanınan Hasan Hilmi Efendi’nin babası, Abdullah adında ümmî fakat velî bir zâttır. Kendisinden nakledildiğine göre bir cuma günü babası aniden rahatsızlanır, çocuklarına; “Beni hemen guslettirin. Bugün Rabbim’e icabet edeceğim. O’nun huzuruna tertemiz çıkmak isterim.” deyince arzusu yerine getirilir. Cuma namazını eda ettikten sonra da dostlarını evine davet ederek helalleşip vedalaştıktan sonra ruhunu teslim eder.
Hasan Hilmi Efendi, orta boylu, nur yüzlü, ak sakallı, buğday benizli, çekme burunlu, açık kaşlı, ela gözlü idi. Başında Nakşî tâcı, beyaz sarık, sırtında boylu entari ve hırka bulunurdu. Hz. Ebu Bekir yaratılışlı, ismi ile müsemmâ hilim sahibi, takvâ örneği bir zât idi. İlk tahsiline Kastamonu’da başlar. Memleketinin ileri gelen alimlerinden kıraat, sarf ve nahiv ilimleri tahsil eder.
18 yaşlarına geldiğinde tahsilini tamamlamak üzere babası tarafından İstanbul’a gönderilir. İstanbul’da Mahmudpaşa Medresesi’ne yerleşir. Burada Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleri ile tanışır. 50 yılı aşkın bir süre devam edecek olan beraberlikleri böylece başlar. Mahmudpaşa Medresesi’nde Nevşehirli Büyük Hazım Efendi’nin derslerine devam eder. Tefsir, Fıkıh, Hadis, Hikmet gibi ilimlerde tahsilini tamamlayarak icazet alır.
Hasan Hilmi Efendi terkedilmiş, ıssız ve ibadete kapalı bulunan Fatmasultan Camii müezzinliğine gönüllü olarak talip olur. Camiyi kısa sürede ihyâ ederek günün beş vaktinde açık hale getirdiği için bu caminin baş müezzinliğine tayin edilir. Fatmasultan Camii’ndeki bu vazifesi icabı Mahmudpaşa Medresesi’nden ayrılır. Buna rağmen başından beri büyük bir saygı ve hürmetle bağlı olduğu Gümüşhânevî’yi sık sık ziyaret eder.
Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî (ks.) bu aralar İstanbul’a gelmiş ve Gümüşhânevî hazretleri ona intisap etmiştir. Hasan Hilmi Efendi de uzun süredir bu yola intisap etme arzusu içindedir. Bu düşüncesini dostu, sırdaşı Gümüşhânevî’ye açar. Gümüşhânevî hazretleri ise şeyhi Ervâdî hazretlerinin müsaadesiyle sohbet şeyhi ittihaz ettiği, Ervâdî gibi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin İstanbul halifelerinden olan, Abdülfettah el-Ukarî hazretlerine intisap etmesi yolunda tavsiyede bulunur. Süleymaniye camii ve haziresi
Hazirede olanlar ;
1- Mehmed Zahid Kotku (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
2- Kanuni Sultan Süleyman han (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
3- Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
4- Tekirdağlı Mustafa Fevzi efendi (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
5- Dağıstanlı Ömer Ziyaeddin Efendi (k.s.) -Süleymaniye camii haziresi[/toggle]
Hasan Hilmi Efendi, Gümüşhânevî’nin de delaletiyle Abdülfettah el-Ukarî hazretlerine intisap eder. Şeyhinin vefatına kadar, ona candan bir teslimiyetle bağlı kalır. Bu arada Gümüşhânevî ile birlikte Ervâdî’nin Ayasofya Camii’ndeki hadis derslerine devam eder. Hasan Hilmi Efendi, ilk şeyhinin 1864 senesinde âhirete irtihalinden sonra, Ervâdî’den hilafet alan Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî’ye intisap eder. Onun hadis derslerine devam ederek ilmî icazet alır. Hemen ardından seyr u sülûkünü tamamlayarak hilâfet alır. Daha şeyhi hayattayken irşat makamında vekili ve baş halifesi olur.
Hasan Hilmi Efendi, 1863 senesinde şeyhi Gümüşhânevî ile beraber hac farizasını eda eder. Şeyhinin ikinci hac seyahatı dönüşünde üç sene Mısır ve Tanta’da ikamet ettiği sürede Gümüşhâneli Dergâhı’nda ona vekalet eder. Şeyhi İstanbul’a döndüktün sonra, kendisini İzmit-Adapazarı bölgesinin irşadı maksadıyla Geyve’ye gönderir. Hasan Hilmi Efendi burada inşa ettirdiği medrese ve tekkede hem hadis okutmuş hem de tarikat neşrine çalışmıştır.
Gümüşhânevî hazretleri, zayıflığı ve ihtiyarlığı sebebiyle dergâhın faaliyetlerini yürütemeyecek hale gelince müridi ve baş halifesi Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi’yi Geyve’den İstanbul’a çağırarak tekkeyi ona teslim etmiş, müridlerine de ona bağlanmalarını söylemiştir. Bundan sonra, Gümüşhânevî hazretleri, dünyasını değiştirene kadar yalnızca cuma sohbetlerini ve Hatm-i Hâce zikirlerini icrâ ettirmiştir. Âhirete irtihal ettiği sene ise bu vazifeler de dahil olmak üzere tekkenin bütün mesuliyetlerini Hasan Hilmi Efendi’ye bırakmıştır.
1893 senesinde şeyhinin vefatından sonra 18 yıl fiilen Gümüşhâneli Dergâhı’nda irşat vazifesi gören Hasan Hilmi Efendi de, şeyhi gibi hadis ilmi ile iştigali esas almış, tekkenin el kitabı mesabesinde olan Râmûzü’l-ehâdîs’i senede iki defa hatmetmeyi itiyat edinmiştir.
Muhammed Zâhid el-Kevserî başta olmak üzere Ezineli Mehmed Hulusi Efendi gibi yüzlerce talebesine maddî ilimler yanında irfan, edep, ahlâk ve ruh terbiyesi vermiş, bundan başka 56 halife yetiştirmiştir. Amasyalı Eyüb Sabri, Kâtip Mustafa Fevzi, Bolvadinli Yörükzâde Ahmed Fevzi, Kayserili Ali Rıza, Geyveli Yusuf Bahri bunlar arasında sayılabilir.
1896 senesinde yerine Safranbolulu İsmail Necati Efendi’yi vekil bırakarak hacca giden Hasan Hilmi hazretleri, Gümüşhânevî’nin Medine’deki müridlerinden Hafız Ahmed Ziyâüddin Efendi’ye misafir olmuş ve 18 gün Ravza-i Peygamberî’de halvet ederek mücavir kalmıştır. Son zamanlarına doğru irşat hizmetlerini yürütemeyecek duruma gelince, yerine Gümüşhânevî hazretlerinin halifelerinden Safranbolulu İsmail Necati Efendi’yi vekil ve halife tayin etmiştir. Hastalanıp yatağa düştüğü ve hiçbir şey yiyip içmediği bir gün, gözlerini hafifçe açarak, müridlerine yazdığı vasiyetini ihtiva eden kağıdı verdikten sonra;
“Aslında benim, Rahmet-i Rahmân’a kavuşma vaktim çoktan geldi. Fakat sizler benim için dua ettikçe rahatsız oluyorum. Bu ruh artık Rabb-ı Mecîdi’ne kavuşmak ister. Ne olur dua etmeyi bırakın.” diye söylemiş, sonunda da derinden bir “Allah” diyerek ruhunu teslim etmiştir.
10 Şubat 1911 Perşembe günü saat 07.15’de ruhunu teslim eden Hasan Hilmi Efendi’nin kabri Süleymaniye Camii Haziresinde bulunmaktadır.
İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde. Kanuni sultan Süleyman Han’ın Türbe-i şerifinin hemen önünde
“Beynelmilel şöhrete sahip, nâdirü’l-emsâl, meşhur bir İslâm alimi, gerçek bir âbid ve zâhid, cihâd-ı ekberi ve cihâd-ı küffârı bihakkın eda etmiş örnek bir mücahid, turuk-ı aliyyemiz silsilelerinde kendi adına özel bir şube teşkil edecek kadar ileri mertebede bir şeyhler şeyhi, aşkın en yüksek tasavvufî makam olduğuna dair bir eser yazmış olmasına rağmen, şöhret ve şatafata kapılmamış, ilm-i zâhiri ve ilm-i bâtını, tasavvufu, tarikati ve şeriati beraber götürmüş, ehl-i sahh ve ehl-i temkinden, çok ciddi ve çok vakur bir ârif-i kâmil; yüzden fazla kâmil mürebbî ve halife yetiştirmiş bir mürşid-i kâmil ve mükemmil, nice nice hadis, kelam, fıkıh ve tasavvuf eseri yazmış çok velud bir müellif; muhaddis, mütekellim, fakih, kutbu’l-aktâb, gavsü’l-vâsılîn” Ahmed b. Mustafa b. Abdurrahman el-Gümüşhânevî 1228/1813 senesinde Gümüşhane’nin Emirler Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir.
Ondokuzuncu yüzyıl gibi Osmanlı Devleti’nin çalkantılı, buhranlı bir devrinde yaşamış olan Gümüşhânevî hazretleri; tarikat anlayışı, tekkesi, irşat hususiyeti, bir milyondan fazla müridi, padişahlar nezdindeki nüfuzu, tasavvuf, fıkıh ve hadise dair eserleri ve dünyanın çeşitli bölgelerine gönderdiği 116 halifesiyle günümüzde de halen canlılığını muhafaza eden bir tesir ve şöhrete sahiptir.
YETİŞMESİ
Gümüşhânevî hazretlerinin çocukluğundan beri ilim tahsiline ayrı bir merak ve kaabiliyeti vardır. Beş yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i hatmeder, sekiz yaşına geldiğinde iseKasâid, Delâil-i Hayrât ve Hizb-i A’zâm adlı eserleri hatmedip icazet alır.
On yaşlarına geldiğinde ailesiyle birlikte Trabzon’a göç eder. Ağabeyinin askere gitmesiyle yalnız kalan babasına işyerinde yardım etmektedir ama bir taraftan da o yörenin alimlerinden sarf, nahiv ve fıkıh dersleri almaya başlar. Hem ilim tahsili hem ticari işler altında ezilmesinden endişe eden babası, ağabeyi askerden gelince onu İstanbul’a Dârü’l-Ulûm’a göndermeye söz verir. O da bunun sevinciyle bir taraftan derslerine devam eder; hıfzını tamamlar, bir taraftan da eli ile ördüğü para keselerini satarak ileride ihtiyacı olacak parayı biriktirmeye başlar.
Düşündüğü, hayal ettiği ve en çok arzuladığı şey ise mâsivâdan soyutladığı bedenini yalnızca ilim tahsiline hasretmektir.
İLİM TAHSİLİ
18 yaşlarına geldiğinde ticari alış-veriş için amcasıyla İstanbul’a gelir. Babasının verilmiş bir sözü vardır, ağabeyi de askerden dönmüştür. Bunları göz önünde bulunduran genç Ahmed, gerekli malzemeleri satın alıp amcasına teslim ettikten sonra Trabzon’a onunla dönmeyeceğini, ilim tahsili için artık İstanbul’da kalmaya karar verdiğini uygun bir dille anlatır. İhtiyaçları için biriktirdiği bir miktar parayı da, kendisine hiç pay ayırmadan babasına gönderir.
“Yardımcı ve dost olarak Allah bana yeter.” diyerek İstanbul’da hiç bir tanıdığı, yanında da tek kuruş parası olmadığı halde Rabbi’ne tam bir teslimiyet ve tevekkül duygusu içinde Bayezid Medresesi’nde yapayalnız kalır. Burada bir velînin mânevî murakabesinde Hikmet, Ahbâr, Tasavvuf ve Fen gibi aklî-naklî ilimleri tahsil eder. Bu zâtın vefatının ardından Mahmudpaşa Medresesi’nde bir hücreye yerleşerek kendisini ilme verir.
Çocukluğundan beri hep Şeyh Salim, Şeyh Ömer el-Bağdâdî, Şeyh Ali el-Vefâî ve Şeyh Ali gibi şeyhlerin dizi dibinde olan Gümüşhânevî (ks.), mânevî bir olgunluk içerisindedir. Bir gece Süleymaniye Camii ile ilgili dehşetli ama bazı mânevî müjdelere de işaret eden bir rüya görür. Bu rüya Süleymaniye menşeli Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin (ks.) yine Süleymaniye menşeli Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî’yi O’nun irşadı ile görevlendirmesi ve nihayet kendi türbesinin de Süleymaniye Cami-i Şerîfi avlusunda bulunmasıyla geniş tabirini bulmaktadır. Mahmudpaşa Medresesi’nde Sultan Abdülaziz, Abdülmecid ve II. Abdülhamid’in hocası Abdullah el-Mekkî el-Erzincânî’nin halifesi ve daha sonra kendisine intisap eden Şehri Hafız Muhammed Emir el-İstanbulî ile Erzincanlı Nakşî Şeyhi Kürd Hoca namıyla bilinen Abdurrahman el-Harpûtî’den ders okumuştur. Bu hocaların rahle-i tedrisinde gerekli ilimleri tahsil ederek İstanbul’daki 13 yıllık tahsil hayatı sonunda 1844’de icazet almıştır.
Şer’î ve zâhirî ilimleri, padişah ve saray hocalarının ders halkasında tamamlayan, icazet almadan önce ardadaşlarına ders verebilecek kadar başarılı olan Gümüşhânevî hazretleri, icazet aldıktan sonra Bayezid ve Mahmudpaşa medreselerinde müderrisliğe başlar. Bir yandan geceli gündüzlü 30 yıl sürecek olan ilmî eserler tertip ve telîfine çalışırken bir yandan da gittikçe ders halkasını genişletir.
TASAVVUFA İNTİSABI
Gümüşhânevî hazretleri, şer’î ilimlerde zirvede iken, bâtınını teslim edip gönül bağlayabileceği, kâmil bir mürşit arayışı içine girmiştir. Bu sıralarda, 1845’de İstanbul’a gelip yerleşen ve Üsküdar Alacaminare Tekkesi’nde tarikat neşrine çalışan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin İstanbul halifelerinden Abdülfettah el-Ukarî (v. 1281/1864) ile bir sohbet meclisinde tanışır. Kendisine intisap etmek isteyen Gümüşhânevî’nin bu arzusunu ileride gelecek olan bir zâtın buna izinli olduğunu söyleyerek kabul etmez.
Nihayet bir gün Abdülfettah Efendi’nin bulunduğu tekkede kendisi için önceden tayin edilmiş ve yalnızca kendisinin mânevî irşadıyla görevli olarak İstanbul’a gönderilmiş bulunan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin bir başka halifesi Trablusşam Müftüsü diye anılan Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî ile karşılaşır ve ona intisap eder. Onun mânevî murakabesi altında seyr u sülûkünü tamamlar.
İki yıl aralıkla iki defa halvete giren Gümüşhânevî, ikinci halveti müteakip 1848’de şeyhi Ervâdî’den Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye, Şâzeliyye, Desûkiyye, Halvetiyye, Müceddidiyye, Mazhariyye, Rifâiyye, Hâlidiyye tarikatlerinden hilâfet-i tâmme ile icazet alır. Bu ledün ilmi alış verişi 16 yıl sürer. Kendileri artık mânevî ilimlerin de bir zirvesi olmuştur.
Pek çok meşayihin mânevî bir işaretle varlığını öğrendikleri mürşitlerini arayıp bulmak için diyar diyar gezdikleri ve uzun yolculuklar yaptıkları bilinir. Gümüşhânevî hazretlerinde ise tamamen farklı bir durum sözkonusudur. Şems-i Tebrîzî’nin Mevlânâ’yı arayıp bulmasında olduğu gibi Ervâdî’nin de Şam’dan İstanbul’a kadar gelerek Gümüşhânevî’yi irşat etmesi onun ileride Hâlidiyye Tarîkati içindeki yerinin önemine ve değerine işaret etmektedir.
Ervâdî hazretleri, 1858 senesinde Şam’da bu dünyadan ayrılır. Şeyhinin tavsiyesi üzerine Gümüşhânevî, onun vefatı ardından Abdülfettah Efendi’yi sohbet şeyhi ittihaz eder. Bu bağlılığını kendisi Cağaloğlu’nda, Ukarî hazretleri de Üsküdar’da olduğu halde haftada bir defa karşılıklı ziyeretlerle devam ettirir. Gümüşhânevî, Hâlidî âdâbına riayet ederek, bu zâtın vefatına kadar müstakil hareket etmekten sakınmış ve böylece Mevlânâ Hâlid’in İstanbul halifelerinde bulunmasını istediği en kıdemli halifeye uygun hareket etme esasına riayet etmiştir.
1864’de Abdülfettah Efendi’nin âhirete göçmesine kadar tarikat neşrinden daha çok ilmî çalışmalarda bulunmuş, kitap çalışmalarının tamamını bu tarihe kadar tamamlamıştır.
1864’de başladığı haftalık sohbetlerde Râmûzü’l-ehâdîs’in şerhedilmesi ve yorumlandırılması ile Levâmiu’l-ukûl adlı eserini meydana getirmiştir. 16 yıl müridlerine Nakşibendiyye ve Hâlidiyye usûlü zikir tâlim etmiş ve Hatm-i Hâce zikri icra eylemiştir.
Bu dönemden sonra artık irşat faaliyetlerine de hız vermiş, pek çok talebe yetiştirmiştir.
Onun bu ilmî seviyeye gelmesinde etkili olan hocalarından Şehri Hafız Muhammed Emin el-İstanbulî ilk önce Abdullah-ı Mekkî hazretlerinden hilafet aldığı halde daha sonradan Ervâdî hazretlerinden Hâlidî Tarikati üzere irşat icazeti alan talebesi Gümüşhânevî’ye intisap etmiştir. Hocalarından bir diğeri de belirtildiği gibi Kürt Hoca diye meşhur olan Abdurrahman el-Harpûtî’dir.
SEYAHATLERİ VE EVLİLİĞİ
Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleri, ömründe iki defa hacca gitti. Birinci yolculuğunda İskenderiye ve Mısır’a uğradı. Buradaki enbiyâ ve evliyâ kabirlerini ziyaret etti. Bir buçuk ay süren bu ziyaretinde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin sohbetiyle şereflenenlerden Küçük Âşık Efendi ile sohbette bulundu. İlk haccından sonra 63 yaşında iken Şeyhülharem-i Nebevî Mehmed Emin Paşa’nın kızı Havva Seher Hanım’la evlendi. Hanımı kendisinden 18 sene sonra bu dünyadan ayrıldı.
İkinci hac yolculuğuna ailesiyle beraber çıkmış, Mekke ve Medine’de pek çok kişi ile görüşmüştür. Bunlardan bazılarına hadis okutmuş, bazılarına da tarikat telkininde bulunmuştur. Hac dönüşünde Mısır’a uğramış ve burada üç yıldan fazla kalmıştır. Bu süre zarfında Tanta, Kahire, Nâsıriyye, Câmiu’l-Ezher ve Seyyidinâ Hüseyin câmilerindeRâmûz okutmuş, beş kişiye de tarikat hilâfeti vermiştir.
VEFATI
Gümüşhânevî hazretleri, 7 Zilkâde 1311/13 Mayıs 1893 senesinde sabahleyin saat on sularında ansızın gözünü açıp “Hepsini isterim yâ Kibriyâ’!” diyerek dâr-ı bekâya irtihal eylemiştir. Kabri, Süleymaniye Camii avlusunda Kânûnî Sultan Süleyman Türbesi’nin kıble tarafındadır. Yanlarındaki kabirde zevceleri Havva Seher Hanım yatmaktadır.
Gülhaneden sirkeci ye giderken Gülhane tramway durağının hemen arkasında solda. Türbe bakımsız bir haldedir. Ve ziyarete kapalıdır.Mevla en yakın zamanda ziyarete açılmasını nasip etsin (amin)
İstanbul”da yetişen büyük velilerdendir. İsmi Hasan bin Recep bin Şehid Muhammed, lakabı Ünsi”dir. 1645 (H.1055) senesi Taşköprü”de doğdu. 1723 (H.1136) senesi İstanbul”da vefat etti. Aydınoğlu Dergahının içindeki türbede medfundur. Ünsi Hasan Efendi önce Bayramiyye yolu büyüklerinden olan babası Recep Efendiden okudu. İlim ve edeb üzere yetişti. Henüz yirmi yaşlarında iken Ayasofya Camiinde ders okutmaya başladı. Tefsir-i Beydavî ve Mesnevi okur, kendisine mahsus odasında ikamet eder, ilimle meşgul olurdu.
Halvetiyye yoluna girmesini alim bir zat olan hemşehrisi Ali Efendi şöyle anlatır: “Bir gün Üsküdar”da bir hemşehrim ile karşılaştım. Bana; “EskiValide Dergahında hemşehrimiz Şeyh Karabaş Ali Efendi isminde bir zat vardır.” dedi ve onun faziletlerini anlattı. Lakin ben onunla gidip görüşmedim. Sonra Ünsi Hasan Efendinin medresedeki odasına vardım. Sık sık gelir onu ziyaret ederdim. Bu sefer ona; “Ey Hasan Efendi! Üsküdar”daKastamonu”dan bir zat gelmiş, ilim ve irfan sahibi imiş. Nefsin isteklerini yapmayıp, istemediklerini yapan bir zat olup, hal ve tasarruf sahibi olduğunu öğrendim. İsmine Karabaş Ali Efendi diyorlar.
Çok eserler yazmış. Gel ona gidip görüşelim.” dedim. Hasan Efendi bu teklifimi kabul etti. Üsküdar”a geçtik ve Valide AtikDergahına geldik. Orada AliEfendiyi ziyaret için içeri girdik. Karabaş AliEfendi bizi görür görmez Ünsi HasanEfendiye hitabla; “Hasan Efendi çoktan beri senin yolunu gözlerdik. Çok şükür şimdi nasib oldu.” buyurdu ve yanındaki birine; “Osman Efendi sana dediğim bunlardır.” deyip, Hasan Efendiye iltifat etti. Osman Efendi sonra edeple dışarı çıktı. O zaman ben Karabaş Ali Efendi ile bir miktar konuştum. Hasan Efendi sükut etti. Yarım saat kadar bir zaman geçti. Sonra oradan ayrılmak için Hasan Efendiye; “Kalk gidelim. İkindi olacak.” dedim. Beraberce kalktık. Şeyh Karabaş Ali Efendiden izin istedim. Hasan Efendi, Şeyhin mübarek ellerini ve dizini öptü. Onun halini değişmiş gördüm. Sonra dışarı çıktık. Ona; “Hasan Efendi, şeyhin elini ve dizini öptünüz. Senin hiç kimseye böyle yaptığın yoktu.” dedim. Hasan Efendi sustu ve durdu. Ben; “Buyrun gidelim.” dedim. O zaman; “Siz buyurun gidin. Ben gitmeyeceğim. Burada kalacağım.” dedi. Hayret ettim ve; “Burada nasıl kalırsınız? Senin medresede odan var. Kitapların ve eşyaların var. Bunları nasıl feda edersin? Burada kalman olmaz. Gel gidelim. Sonra yine geliriz.” dedim. O, büyük bir kararlılıkla; “Medresedeki odam, bütün kitaplarım, hepsi senin olsun.” dedi ve anahtarını çıkarıp bana verdi. Sonra da; “Talebelerime söyle kendilerine başka hoca bulsunlar. Bundan sonra ben İstanbul yakasına gitmem. Meğer izin ola.” dedi ve hakikaten Üsküdar”da hazret-i Şeyh Karabaş Ali Efendinin dergahına gidip hizmetinde kaldı. Çok ısrar ettimse de çare olmadı.”
Ünsi Hasan Efendi, hazret-i Şeyh Karabaş Ali Efendinin dergahında mücahede ile, nefse zor gelen ve nefsin istemediği şeyleri yapmakla meşgul oldu. Şeyh Karabaş Ali Efendi onun bu husustaki gayretini görünce; “Otuz iki bin kişi bizim elimizde tövbe edip yolumuza girdi. Altı yüz seksen beş halifem, önde gelen talebem var. Lakin Hasan Efendi gibisi yok. O, Allahü tealayı bilir ve hakikatlere aşinidır.” buyurdu.
Bir gün Şeyh Karabaş Ali Efendi, Hasan Efendiyi huzurlarına istedi. Birisi gidip haber verdi. Hasan Efendinin o esnada başında siyah sarık vardı. O; “Hocamın huzuruna böyle girmek, yolumuz edebine uymaz.” deyip başına beyaz sarık sarmak istedi. Fakat yenisini sarmak için zaman yoktu.Hemen sarığının üzerine beyaz bir gömlek parçası sardı ve hocasının huzuruna koştu.Hocası gecikmesi sebebiyle ona; “Niçin geç geldin?” dedi. Hasan Efendi de; “Efendim biraz geciktim. Affediniz.” dedi. O zaman Karabaş Ali Efendi; “Beriye gel.” buyurdu. Hasan Efendi yaklaştığında, Karabaş Ali Efendi onun başındaki sarığın üzerine sardığı beyaz gömlek parçasını çözüp alınca, siyah başlığı meydana çıktı. O zaman; “Ey Hasan! Bize karşı edebi gözetirsin. Bundan sonra yanımıza geleceğinde dilediğin şekilde ve zamanda gelebilirsin. Bu sana izindir.” buyurdu. Talebeler içinde Hasan Efendiden başkasına bu izin verilmedi.
Hasan Efendi, hocası Ali Efendi hazretlerinden 1664 senesi icazet, diploma alıp vekili oldu. Hocası ona; “Sen İstanbul yakasına var. Her nerede dilersen orada ikamet et. Allahü tealanın kullarını irşad eyle!” buyurdu. Ona dualar etti.
Hasan Efendi hocasının bu emri üzerine İstanbul Yakasına geçip Ayasofya yakınındaki Acemağa Camiine geldi. Oraya yerleşti ve talebe yetiştirmeye başladı. Çok talebesi oldu. Lakin kimseye vekillik, icazet vermezdi. Etraftan; “Şeyh Hasan Efendinin aşık talebeleri olduğu halde onlara niçin icazet vermiyor.” dediler. Herkes bu hale şaşar, taaccüp ederdi.
Bir gün Şeyh KarabaşAliEfendi hazretlerine; “Efendim! Ünsi Hasan Efendi bir türlü talebelerine icazet verip vekil yapmıyor. Halbuki buna hak kazanmış çok talebesi var. Eğer siz bir haber gönderirseniz icazet verir, vekil yapar.” dediler. O zaman Karabaş Ali Efendi yanındaki asadar Osman Efendiye; “İstanbul”a var. Hasan Efendiye selam söyle ve; “Yavru çıkarsın. Yavru çıkarsın de!” buyurdu. Osman Efendi İstanbul”a gelip Hasan Efendiyi buldu ve Karabaş Ali Efendinin selamını söyledi. Sonra; “Yavru çıkarsın. Yavru çıkarsın.” dediler.” dedi. Hocasının selamını alan Hasan Efendi; “Gezenler gibi mi? Gezenler gibi mi?” diye karşılık verdi. O zaman Osman Efendi veda edip Üsküdar”a geçti. Karabaş Ali Efendiye onun bu sözlerini söyledi. Karabaş Ali Efendi hazretleri bunun üzerine tekrar dua edip; “Ünsi Hasan Efendi, bütün icazetli talebelerimin en üstünüdür ve hepiniz ona muhtaçsınız.” buyurdu.
Şeyh Karabaş Ali Efendi 1685 senesinde deniz yoluyla hacca gitmek için hazırlıklarını yaptığında bütün talebelerini topladı ve; “Bizler hac etmeye niyetlendik. Sizler burada kalıyorsunuz. Olur ki bir daha görüşmeyiz. Bazılarınızın bir mürşide, yol göstericiye ihtiyacı vardır. Hepinizi Ünsi HasanEfendiye havale ettim. Danışacağınız bir şey olursa, Hasan Efendiye danışın. Biz yerimize onu bıraktık.” buyurup dua ettiler ve yola çıktılar. Bundan sonra bütün talebeler Hasan Efendiye tabi oldular.
Çetin nefis mücâdelelerinden geçtikten sonra, Allahü teala ona çok ihsanlarda bulundu. Kendisine; “Nefsinle nasıl mücadele ettin?” denildikte, o; “Ömrüm nefsimle uğraşmak, onu terbiye etmeye çalışmakla geçti. Uzun zaman açlık çektim. Yirmi yaşımdan beri yanım üzerine yatmadım. Ayaklarımı uzatmadım. Daha başka çektiğim riyazetlerimi size anlatsam inanmazsınız. Sizler ise; “Rahatta olalım Hakk”ı bulalım.” dersiniz.” buyurdu.
Ünsi Hasan Efendi, zamanında İstanbul”da bulunan evliyanın önde gelenlerinden idi. Her haliyle İslamiyetin emirlerine uyardı. Tasavvuftaki yolları Halveti olup, Kastamonu evliyasının büyüklerinden Şeyh Şaban-ı Veli hazretlerine uzanmakta idi. Ömrünü mürşidi, hocası Karabaş Ali Efendinin yolunu ve edebini gözetmekle geçirdi. Çok kerametleri ve güzel halleri görüldü. Tasarrufu kuvvetli olup, talebelerinin ve başkalarının hallerine vakıf, niyetlerini bilirdi.
Şeyh Ünsi Hasan Efendinin birçok kerametleri görüldü. Sadık talebelerini çok sever, sıkıntılı anlarında onların imdatlarına, yardımlarına koşardı. Bir talebesi anlatır: “Ben hamama gittiğimde iyice yıkandıktan sonra bir tas içindeki suya okuyup sonra başımdan aşağı dökmeyi adet edinmiştim. Bu halimi kimseye söylemedim. Bir gün bir rüyamı tabir için Ünsi Hasan Efendinin huzuruna gittim. Rüyamı tabir ettiler, sonra da; “Hamamdaki bu adeti terk et. Zira suya okur, sonra onu orada başına dökersin. Bu uygun değildir. Zira okunmuş sudur. Aşağılara yayılması günahtır. Onu bir daha yapma. Yıkan ve çık.” buyurdular. O zaman ben; “Efendim! Bu hali kimse bilmezdi, size kim söyledi?” diye sordum. O zaman Hasan Efendi hazretleri; “Bir gönül ki, Cenab-ı Hakk”ın hazinesi oldu. İşte o gönül haktan haber verir. O gönlün görmediği ve bilmediği olmaz. Onun gibi bizden yine bize bir söyleyici vardır. O haber verir.” buyurdu. Ben de o adetimi bir daha yapmadım.
Ünsi Hasan Efendi başkalarının kendisine itibar etmelerinden çok çekinir, şöhretten kaçardı. Ünsi Hasan Efendi daima ibadetle meşgul olur, inziva hali yaşar, devlet adamlarıyla görüşmek istemezdi. Dervişler, Şeyh Ünsi Hasan Efendinin birçok kerametlerini bilirler, lakin söylemezlerdi. Vefatlarından sonra ona aid olan güzel hallerini ve kerametlerini anlatmışlar, söylemişlerdir.
Ünsi Hasan Efendi hazretleri vefatına yakın talebelerini toplayıp onlarla helallaştı ve bir takım nasihatlerde bulundu. “Sizler yolumuza aykırı hareket eder, İslamiyetin emirlerinin dışına çıkar, haram ve mekruhlara meylederseniz, ahiret gününde iki elim yakanızdadır. Bu Halvetiyye yolu cümlemize Allahü tealanın bir emanetidir. Bunu koruyun. Bu sebeple peygamberler ve evliya sizlerden hoşnud olur.” buyurdular. Techiz ve tekfinleri için gerekli siparişleri verip aldırdılar. Sonra yerine vekil bıraktığı Mehmed Efendi, Kur”an-ı Kerim okurken vefat ettiler. Talebelerinden Seyyid Mustafa Efendi gasledip yıkadı. Arkasından hemen yetmiş bin kelime-i tevhîd okunup mübarek ruhuna gönderildi. Ayasofya Câmiinde Kara Mustafa PaşaDergahı şeyhi olan Şeyh Seyyid Nûreddin Efendi namazını kıldırdı. Cenazesinde alimler, salihler hazır olmuşlardı.
Hasan Ünsi Efendinin, Arabça, Farsça veTürkçe ile yazılmış bir divanı vardır. Bu divan, İbnü”l-Emîn Mahmud Bey tarafından muhafaza edilmiştir. Vaaz ve nasihatları ile konuşmaları; Kelam-ı Aziz ismindeki kitapta toplanmıştır. Yine Arabça, Farsça ve Türkçe ile nazm ve nesir olarak buyurdukları sözlerinden bir kısmı, Sırr-ı Ehadiyyet isimli bir eserde toplanmıştır.
İstanbul Cemberlitaş ‘da Sultan II. Abdülhamit Han’ın türbesinin hemen arkasındaki türbedar sokaktadır. Sokağa girince sol tarafta kalıyor.
Kimliği hakkında çeşitli rivayetler vardır. Kimine göre Fatih Sultan Mehmed Han’ın ordusunda bulunmuş erenlerdendir, bazılarına göre ise meşayıhdan olup ismi Alî’dir. Çemberlitaş’taki Atik Ali Paşa Camii’nde vaazlar verir, onun sohbetini dinleyenler huzur içinde camiden ayrılırlarmış. Hatta sohbetinde bulunan ve camiden ayrılan kişiye yolda rastlayanlar “Yüzün nurlanmış, yoksa Tezveren Dede’nin sohbetinden mi geliyorsun” derlermiş. Eskiden İstanbul’un en çok ziyaret edilen türbelerinden biri olan Tezveren Dede Türbesi’nin duvarında asılı olan mermer kitabede şunlar yazmaktadır:
FATİHLE GELENLERDEN TEZ VEREN DEDE 1953
Kaynaklar
http://www.dunyabizim.com/istanbulbizim/5309/kac-tezveren-dede-var.html