Ana Sayfa>admin(Sayfa 73)

Somuncu Baba – Aksaray

Aksaray – Ervah Kabristanındaki türbesinde

Asıl adının Abdullah olduğu anlaşılan Şeyh Hamîdüddin kaynakların pek çoğunda Kayserili diye gösterilir. Atalarının Türkistan’dan geldiği rivayet edilen Hamîdüddin Aksarâyî, ilk tasavvufî eğitimini babası Şeyh Şemseddin Mûsâ’nın yanında aldıktan sonra Dımaşk’a giderek zâhirî ilimleri öğrenir. Onun Dımaşk’ta Bâyezîdiyye Hankahı’nda uzun yıllar bir şeyhe hizmet ettiği, Bâyezîd-i Bistâmî’nin ruhaniyetiyle terbiye edildiği ve Üveysî olduğu kaydedilir. Diğer taraftan, asıl şeyhinin Safeviyye tarikatının pîri Safiyyüddin Erdebîlî’nin torunu Alâeddin Erdebîlî (ö. 1429) olduğu vurgulanmaktadır. Bu kaynaklarda, Hamîdüddin’in Dımaşk’ta iken aradığı iç huzuru bir türlü bulamayıp mürşid aramak için yola çıktığı, Tebriz yakınlarındaki Hoy şehrinde yaşayan Şeyh Alâeddin Erdebîlî’nin yanına gittiği, zikir meclisine katıldığı ve ona intisap edip tasavvuf yolunda büyük ilerlemeler kaydettiği belirtilmektedir.

Hamîdüddin Aksarâyî, Erdebil Tekkesi’nde seyrü sülûkünü tamamladıktan ve bir süre inziva hayatı yaşadıktan sonra şeyhinin emriyle Anadolu’ya dönüp Bursa’ya yerleşir. Sarı Abdullah Efendi, Alâeddin Erdebîlî’nin Somuncu Baba’ya hilâfet verip Anadolu’ya gönderirken yanındakilere, “Diyâr-ı Acem’de emanet olarak bulunan esrâr-ı ilâhiyye onunla birlikte diyâr-ı Rûm’a intikal etti” dediğini rivayet eder. Somuncu Baba’nın Bursa’ya geldiği ilk yıllarda pek ön plana çıkmadığı ve kendini halktan gizlemeyi tercih ettiği anlaşılmaktadır. Bu dönemde onun eşeğiyle ormandan odun getirip bu odunlarla ekmek pişirdiği ve ekmekleri sırtına yüklenerek sokak sokak dolaşıp “somunlar, müminler!” diyerek halka dağıttığı rivayet edilir. Kendisine Etmekçi Koca veya Somuncu Baba lakabının verilmesi de bundan dolayıdır.

Somuncu Baba, bu şekilde halk içine karışıp melâmî meşrep bir hayat sürmekte iken Ulucami’nin açılışı sırasında Emîr Sultan tarafından hükümdarla (Yıldırım Bayezid) tanıştırılır. Hükümdarın damadı olan Emîr Sultan kendisine yapılan hutbe okuma teklifini, “Gavs-ı a‘zam şu anda bu şehirdedir, onların mübarek varlığı varken halka nasihat ve hitap etmeyi bize teklif etmek münasip değildir”, diyerek reddetmiş ve bu görevin Somuncu Baba’ya verilmesini tavsiye etmiştir. Bunun üzerine Yıldırım Bayezid, cuma namazını kıldırma ve hutbe okuma görevini Somuncu Baba’ya tevcih edince o da mecburen hutbeye çıkmak zorunda kalır, namazdan sonra verdiği vaazda Fâtiha sûresini yedi farklı şekilde tefsir ederek Molla Fenârî’nin karşılaşmış olduğu bir güçlüğü de halleder. Somuncu Baba’nın başta padişah olmak üzere herkesi etkilediği, hatta bu olaydan sonra Molla Fenârî’nin kendisine mürid olduğu rivayet edilir.

Bu olayın ardından sırrının açığa çıkması, halk ve iktidar nezdinde tanınan bir şahsiyet haline gelmesi, kendisine yönelik ilginin gitgide artması, halkın arasına karışıp sakin bir hayat sürmeyi daha çok tercih eden Somuncu Baba’yı bunaltır ve çareyi Bursa’dan ayrılmakta bulur. Onun Bursa’dan ayrıldıktan sonra Adana’da Ceyhan ırmağının kenarında bulunan Sîs Kalesi’nin dağ tarafındaki bir köyde Nebî Sûfî adında birinin evine yerleştiği, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin buraya gelip kendisini ziyaret ettiği söylenir.

Nebî Sûfî’nin evinde bir süre kaldıktan sonra önce Dımaşk’a giden, buradan Mekke’ye geçerek haccını eda eden Somuncu Baba hac dönüşü tekrar Sîs’e gelir, yanına Nebî Sûfî’yi de alarak Aksaray’a gidip yerleşir. Ömrünün geri kalan kısmını bu şehirde müridlerinin eğitimiyle meşgul olarak geçirdiği, Aksaray’da vefat edip orada defnedildiği ileri sürülür.

Sonraki dönemlerde yapılan bazı çalışmalarda Somuncu Baba’nın asıl kabrinin Malatya’nın Darende ilçesinde bulunduğu konusunda farklı bazı görüşler öne sürülmüştür. Buna göre Somuncu Baba, adı geçen ilçenin Hıdırlık adı verilen bölgesinde oğlu Halil Taybî ile birlikte gömülüdür. Bu görüşün kaynağı olarak Somuncu Baba’nın soyundan geldiği söylenen Osman Hulûsi Ateş’in aile arşivindeki bazı belgelerle geç dönemlere ait bazı arşiv belgeleri gösterilmektedir.

Somuncu Baba’nın Yûsuf Hakîkî adında bir oğlu olduğu anlaşılmaktadır. Babasının ölümünden sonra Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisap eden Yûsuf Hakîkî tasavvufa dair bazı eserler kaleme almıştır. Geç döneme ait arşiv kayıtlarında Halil Taybî isimli bir oğlunun daha varlığından söz edilmektedir. Darende’de yaşadığı anlaşılan Halil Taybî’nin hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır.

Türk tasavvuf tarihinde Safevî-Erdebîlî geleneğini Anadolu’ya taşıyan bir mutasavvıf olarak önemli bir yere sahip bulunan Somuncu Baba’nın benimsemiş olduğu tasavvuf düşüncesinde melâmetî anlayış ön plana çıkar. Onun en önemli halifesi ve kendisinden sonra fikirlerinin Anadolu coğrafyasına yayılmasını sağlayan şahsiyet Akşemseddin ve Bıçakçı Ömer Dede gibi iki farklı meşrebe ve karaktere sahip şahsiyeti yetiştiren, II. Murad devri Anadolu sûfîliğine damgasını vurmuş Hacı Bayrâm-ı Velî’dir. Hacı Bayrâm-ı Velî, Bursa’da iken tanıştığı Somuncu Baba’ya intisap ederek tasavvuf yoluna girmiş, onunla birlikte Adana’ya, Dımaşk’a, Mekke’ye ve nihayet Aksaray’a gitmiş, bir süre sonra şeyhinin izniyle yaklaşık 1403-1405 yıllarında Ankara’ya yerleşmiş, vefatında yanında bulunmuştur. Somuncu Baba’nın diğer müridleri arasında Şeyh Şücâüddin Karamânî (Edirne’de vefât etti ve bu şehirde Debbağlar Mahallesindeki mescidi ve dergâhının bulunduğu yerde defnedildi), Şeyh Muzaffer Lârendevî ve Molla Fenârî’nin isimleri sayılmaktadır. Ayrıca daha sonraki dönemde Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisap eden Kızılca Bedreddin’in de başlangıçta Acem diyarından Anadolu’ya birlikte geldiği Somuncu Baba’ya bağlı olduğu rivayet edilir.

Onun döneminin diğer sûfîleriyle de yakın dostluklar kurduğu bilinmektedir. Yıldırım Bayezid’e kendisini “gavs-ı a‘zam” olarak tanıtan Emîr Sultan ve 1404-1405 yıllarına tekabül eden hac dönüşü Aksaray’a kadar giderek kendisini ziyaret eden Şeyh Bedreddin (1359-1420) bunlar arasında zikredilebilir. Somuncu Baba’nın Şerh-i Hadîs-i Erbâin, Zikir Risâlesi ve Silâhu’l-mürîdîn adlı üç eseri olduğu ileri sürülmektedir. Ancak kaynaklarda onun eser yazdığına dair bilgi bulunmaması, bu eserlerin eldeki nüshalarının oldukça geç tarihli olması bunların ona aidiyeti konusunda şüphe uyandırmaktadır.

Anlatılır ki, Alaeddin-i Erdebili, bir gün Hamid-i Veli’ye, “Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü tealanın dinini, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git!”, buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icazet verdi. Hocasının bu sözleri, bazı anlayışı kıt, hasetçi kimselerin, içlerinden Hamid-i Veli’ye buğz etmelerine sebeb oldu. Hace Alaeddin, Hamid-i Veli’yi bütün talebeleriyle birlikte, “Şemseddin-i Tebrizi Makamı.” denilen yere kadar uğurladı. Veda edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek, “Hamidüddin’in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu’da onun ilminden istifade ederler. Şayet bakmazsa, onun ilminden hiçkimse istifade edemez.”, buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hamidüddin’in arkasından bakmaya başladılar. Bu hali cenab-ı Hakkın izniyle anlayan Hamid-i Veli, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Türbesi Aksaray kabristanının ortalarındadır. 1980 (H.1400) senesinden itibaren, Aksaraylı Şahin Başer Beyin gayretleriyle türbesi yeniden onarılarak bugünkü hale gelmiştir. Hamid-i Aksarayi Hazretlerinin okuduğu kasideler, Aksaraylıların dillerinde dolaşmaktadır.

Aksaray’da 2011’de Uluslararası Somuncu Baba ve Kültür Çevresi adı altında Sempozyum düzenlenir. 2014’te türbesi yanına külliye yaptırılır. Valilik, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ve Belediye tarafından 2016 Ekiminde Anma Haftası düzenlenir.

Kaynaklar ; Aksaray Evliyaları , Abdulhalim Durma

El Hac Abdurrahman Efendi

Aksaray – Ervah Kabristanında ( Somuncu Baba Türbesi’nin yakınında)

El Hac Abdurrahman Hazretlerinin (v. 1900) türbesi Ervah Mezarlığında Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin mescidinin ilerisindedir106. Abdurrahman Ruhi Hazretleri Talas’ta dünyaya gelir. Kadiri şeyhi Ahmed Kuddûsi Hazretleri’nin 1849’da vefat etmesinden sonra oğullarından Abdurrahman Rûhi babasının yerine geçmiş ve vefatına kadar irşad vazifesine devam etmiştir. Abdurrahman Rûhi’nin cenazesi Aksaray’da Somuncu Baba türbesi yanındaki kabre defnedilmiştir. Şeyh Abdurrahman Rûhi’nin farklı eşlerden olma Ali ve İbrahim isimlerindeki iki oğlundan biri olan Ali Efendi, babasının irşad hizmetinde halefi olmuş, 1938’de vefat etmesi üzerine ise altı oğlundan biri olan Ahmed Efendi, mensupların tensip ve tasvipleriyle babasının yerine geçirilmiştir.

Türbenin üstü açıktır ve etrafı kesme taştan duvarla çevrilidir. Türbede İsmail Baba’nın (Ayak Taşı kırılan) mezarı da bulunmaktadır. Halk tarafından hayır duası için ve değişik dilekler için ziyaret edilmektedir. Türbenin içine dikilen asma yedi yıl üzüm vermez. Aşılanmak için kesilmesine karar verilir ve o yıl çok güzel üzüm vermeye başlar.

Kaynaklar ; Aksaray Evliyaları , Abdulhalim Durma

Şeyh Ahmed Hani

Ağrı – Doğubeyazıd’da İshak Paşa Sarayının arkasında kalan Ahmed-i Hani Kabristanında

İshakpaşa Sarayının üst kısmında bulunan ve ismiyle anılan mezarlıkta Ahmed-i Hani’nin türbesi vardır. Hani Baba ve Molla Ahmed olarak da anılan Ahmed-i Hani (1651-1707) Osmanlı Kürt edip, şair, tarihçi ve mutasavvıf olarak bilinir. Nisbesini, Hakkari yakınlarında bulunduğu söylenen Han köyünden veya burada yaşayan Hani aşiretinden ya da mensubu olduğu Haniyan ailesinden aldığı tahmin edilmektedir Kızıldıze tarihi kervan yolunun İran’a açılan son kapısıdır. Buradan geçen kervanlardan alınan baç (haraç, gümrük harcı) ile İshak Paşa Sarayının inşaat finansmanı sağlanmıştır. Bugün Kızıldize’nin temelleri harabe şeklindedir. Köyün eski mezarlığına Hani Mezarlığı denmektedir. Ahmed-i Hani İshak Paşa Sarayı’nın temeli atılırken (1674) dua okumuştur. O sırada Beyazıt Beyi Mir Muhammed’dir. Daha sonra Çolak Abdi Paşa soyu hükmetmiştir. Soyca Sılıvi’dirler. Gençlik çağında Botan Beyinin meclislerinde uzun süre bulunduğu, diğer mirliklerin tümüyle de yakın ilişkileri olduğu açıktır.

Bayazıt’ta Muradiye Camisinde imamlık yapmış, Bayazıt Miri Mir Muhammed’e divan katipliğinde bulunmuştur. Onunla yakınlığını, ona sevgisini bir şiirde ifade etmiş, ölümüne üzüntüsünü dile getirmiştir. Mir adına İran Sınır Serdarı ile alınan karara imza atmıştır. Mirliği temsilen Osmanlı başkenti İstanbul’a gidip geldiği rivayet edilmektedir. Ömrünün son döneminde kurduğu Hani Medresesinde dersler vermiş, yöre halkının çocuklarının yetişmesi için uğraşmıştır. Yaşamı boyunca evlenmemiş, çocuk sahibi olmamıştır. Dört dil (Arapça, Farsça, Kürtçe ve Türkçe) bilen Hani, eserlerini, dönemin tercih edilen edebiyat dili olan Farsça yerine Kürtçe yazmıştır. Başta Kuran-ı Kerim tefsiri olmak üzere 91 cilt eser yazmış olduğu ileri sürülür. Önce Nubara Biçukan’i (Çocukların Taze Baharı-Arapça-Kürtçe manzum bir sözlük olup 1683 yılında yazılmıştır), gençlik çağında Aqideya İmane’yi (İmamın Akideleri- İman esasları ve diğer akaid konularının Sünni görüşe göre açıklandığı seksen beyitten oluşan bir risaledir (1687). 1695’te de Mem u Zin’i bitirmiştir.

En meşhur eseri Mem ü Zin’dir. Bu eser, Emir Zeynettin’in güzel kızları Zin ve Sti’nin, Mem ve Tajdin’e olan aşklarının anlatıldığı şiir şeklinde yazılmış destandır. Eser, aynı adla sinemaya da uyarlanmıştır Gültekin makalesinde Kürt aydınlarından Müküslü Hamza’nın (1892-1958) Mem u Zin üzerine çalışmasından söz eder 1919’da yayımlanan kitap ilk baskısından itibaren sürekli baskılarla karşılaşmış, eser toplatılmış, eseri yayınlayanlar hakkında zaman zaman çeşitli davalar açılmıştır. Mem u Zin’e yönelik baskılar Osmanlı Devleti hükümeti dönemi ile sınırlı kalmamış, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun ardından da devam etmiştir. Mem u Zin’in milliyetçi bir karakter taşıdığı, 1925 Ayaklanması sırasında ayaklanmanın liderleri tarafından, ayaklanmaya katılanlara milliyetçilik bilincini aşılamak amacıyla okunduğu, bunun da İstiklal Mahkemesince tespit edildiği belirtilir.

Hasan Hişyar Serdi de anılarında 1925 ayaklanmasında kendilerine verilen cezayı çekmek üzere gönderildikleri Niğde’ye giderken Harput’ta eski bir kiliseden cezaevine dönüştürülen bir yerde kaldıklarını, burada Müküslü Hamza ve Mehmet Şefik Arvasi’yi (1884-1970) gördüğünü, Şefik Arvasi’nin de Molla Ahmed Cezeri’nin Divan’ını bastırdığı için 10 yıl hapis cezasına çarptırıldığını söyler. Dönemin Türk hükümeti, kitabı toplatarak yakar, dağıtımını ve satışını yasaklar. “Reisicumhur İsmet İnönü” imzalı yasak kararı şöyledir. “Ahmedi Hani tarafından yazılan ve İstanbul’da Necmi İstiklal Matbaası’nda basılan Mem u Zin adlı kitabın yasak edilmesi ve elde edileceklerinin toplattırılması kararlaştırılmıştır. 13 Nisan 1950.” Yıllar sonra 1968’de M. Emin Bozarslan’ın Latince alfabeyle İstanbul’da yayınladığı Mem u Zin, aynı akıbete uğratılır. Önce toplatılır, ardından beraat eder. Otosansürlü bu baskının ardından yazar tarafından 1996’da yeniden düzenlenen sansürsüz baskı yasaklanıp toplatılır. Ne var ki, Ahmed Hani’nin “..Mem ve Zin’in aşkı etrafında çağının yaşamını, sosyal, kültürel ve idari durumunu, ahlaki değerlerini başarıyla tasvir etmiş ..” olduğu bu mesnevisinin kaderinde, Kültür Bakanlığı tarafından 2010 yılı Kültür Eserleri Dizisi kapsamında yayımlanmak vardır. Kelam konularında Sünni ve genellikle de Eş’ari görüşlerine bağlı olan müellif, kainatın yaratılışı ile insanlara sorumluluk yüklenmesindeki sırlar üzerinde durur. Tasavvufi düşüncesinin yanında dönemin sosyal sıkıntıları üzerinde duran ve halkın sahipsizliğinden yakınan Hani, bu meselelerin sosyal dayanışma ve bilgilenme ile aşılabileceğini, kendisinin de eserleriyle bu hususta üzerine düşeni yapmaya çalıştığını ifade eder. Kendi döneminde insanların ilim ve hikmet yerine maddi menfaatlere değer vermelerinden yakınır. Hafız Osman İlhami Karakurt, Mem u Zin’i tercüme ederken, aslında Mem u Zin’in bir aşk hikayesi olmadığını, sırlar kitabı olduğunu, leduni bir derinliğe sahip bulunduğunu, keşiflerin satır aralarına gizlendiğini söyler .

Şarih Hafız Osman Hoca yine divandan hareketle vehbi ilimler sahibi Hani Baba Hazretlerinin bu günlere ve daha sonraki zamanlara ait olaylara işaret eden şaşırtıcı görüşlerini de ayetlere dayandırarak yorumlar. Ayetlerin dışında, özellikle İmam-ı Gazali, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Suyuti, İmam-ı Kuşeyri, Mevlana Cami Hazretlerinin görüşlerine de yer verir. “Her ne istesek o bize görünüyor. Öyle ki, bizim önümüzde tüm haller ‘tespit’ edilebiliyor. Yani gelecekleri olduğu gibi görüp ve tespit etmek… Ve gelecekte neye varıyorlarsa ve ne ile kalıyorlarsa… o durumlar bizlere tamamıyla görünmüş oluyor ki… Geçmiş zamanlar gelecek zaman gibi bize görünüyor. Ve o durumlara gitmenin müsavi olması, nasıl ve ne gibi oluyorsa, görünüyor ve nihayet buluyor. Ta ki, dünya sona erinceye kadar tümü bizlere görünüyor. (1.cilt/85)” Bediüzzaman Hazretleri 14-15 yaşlarında iken, bir ara Doğubeyazıt’a giderek bir süre orada kalır. Gündüzleri medresede, gecelerini ise Hani’nin türbesinde geçirmektedir. Gündüzleri bile girilmeye korkulan türbede gecelerini geçirmesi, halkın dikkatinden kaçmaz.

Bundan dolayı halk arasında Bediüzzaman için, “Ahmed Hani Hazretlerinin feyzine mazhar olmuştur”, denmeye başlanır. Hani’nin İsmail Bayezidi (ö. 1709), Şerif Han (ö. 1748) ve Murad Han Bayezidi (ö. 1778) gibi öğrenci ve takipçileri olmuştur. Eserleri gün geçtikçe daha çok dünya dillerine çevrilen Ehmedê Xani o dönemde yaptırmış olduğu medresede 10 bilim dalı okutulmuş ve bu gelenek, bilahare İsmailê Bayazidi ve Muradxan Bayazidi tarafından devam ettirilmiştir. Kabristanı İshak Paşa Sarayının 500 metre doğusundadır. Ne var ki, Rus işgali sırasında yıkılır. Doğubayazıt halkı ve Doğubayazıt Belediyesi mezarını kümbetle imar eder (1990–1991). Burası halkın hem mesire, hem ziyaret yeridir. Mekan ibadet, ziyaret, ümit; yani hem terapi hem de kutsal alan olarak telakki edilmektedir. Yaz kış ziyaretçilerle dolup taşmaktadır. Türbe İshakpaşa Sarayının arkasında, camiye bitişiktir. Cami ve türbe yöresel kesme taşlardan inşa edilmiştir. Değişik dilekler ve istekler için yoğun olarak ziyaret edilmektedir. Anlatılır ki, Ahmed-i Hani görüştüğü kişilerle konuşmadan önce içinden geçenleri bilirmiş. Hani Baba öleceği zaman, hocası Rüstem’e “Ölünce beni yıkayıp, bırakın” der. Ölünce Hani yıkanır ve cesedi camide bırakılır. Ertesi sabah geldiklerinde cesedin mezara defnedildiği görülür. Başka bir menkıbeye göre Hani Baba, “Bir gün, caminin kıble duvarında çatlak görürseniz şehri terk edin”, der. Bir süre sonra dediği yerde çatlak oluşur ve altı ay sonra da Ruslar şehri istila eder.

Kaynaklar ; Ağrı Evliyaları , Abdulhalim Durma

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak

Fotoğraflar için Şehit Mehmet Cambaz Bey’e teşekkür ederiz. Mevla Habibine komşu eylesin.

[/toggle]

Sarı Saltuk – Bosna Hersek

Bosna Hersek – Mostar’da Blagay Tekkesinde

Kaynaklara göre 1210 – 1293 yılları arasında yaşayan San Saltuk, Çepni Türkmen Aşireti’nin dini lideri konumunda olan Türkmen babasıdır. Sarı Saltuk aynı zamanda çağdaşı olan Hacı Bektaş-ı Velî gibi Kalenderi Tarîkatı’nın Haydarîye koluna mensup bir şeyhtir. Türk folklorunda “Saltuk Baba” motifli destan, efsane ve menkibe çok yaygın olup, Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafî sahaya yayıldığı görülür.

San Saltuk’a ait geniş bilgiyi çeşitli kaynakların yanında özellikle Cem Sultan tarafından maiyetindeki Ebü’l-Hayr-ı Rumî’ye yazdırılan ve 1480 yılında tamamlanan “Saltukname” de bulmaktayız. Bu eser San Saltuk’un ölümünden çok sonra yazılmıştır . Menkîbelere göre Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş’tan sonra “Sarı Saltuk” lakabı ile tanınan müridi Muhammed Buhari’ye meşhur tahta kılıcını beline kuşatarak Horasan erenleriyle beraber Anadolu’ya göndermiştir. Sarı Saltuk, Anadolu ve Balkanlar’ın fethi sırasında gazalara savaşlara katılan kahramanlığı ve velayeti ile daha yaşarken efsanevi bir şahsiyet haline gelen bir Türk kahramanıdır.

Aslen Buharalı olan San Saltuk’un asıl adının Saltukname’de “Şerif Hızır” olduğu belirtilirken, Evliya Çelebi de “Muhammed Buhari” şeklinde zikretmektedir. Türk geleneklerine uygun olarak 14 yaşında gösterdiği kahramanlıktan dolayı, “Saltuk” adım almıştır. San Saltuk, Anadolu Selçuklu Sultanı II. tzzeddin Keykavus’un teşvikiyle 1263 yılında bugün Romanya’nın sınırları dahilinde olan Dobruca’ya Çebni boyuna mensup aşiretiyle beraber göç etmiştir. San Saltuk, burada bir zaviye kurarak Balkanlar’ın Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında büyük katkıları olan Türk kahramanı ve İslam büyüğüdür.

Kaynaklara göre San Saltuk 1293 yılında vefat etmiş ve Dobruca’daki Babadağı Türbesi’ne defnedİlmiştir. Saltukname’de, San Saltuk’un 12 mezarı olduğu belirtilmektedir. San Saltuk, kralların ve beylerin mezarına sahip çıkmak isteyeceklerini söyleyerek, her isteyene verilmek üzere birer tabut hazırlamalarını vasiyet eder. Çünkü ölümünden sonra 12 yerde makamının olacağını müritlerine söylemiştir. Saltuknameye göre. San Saltuk’un tabutunu alarak ülkesine götüren krallar ve beyler şunlardır : Tatar Ham, Eflak, Bogran, Rus, Üngürüs (Macar}, Leh (Polonya). Çeh (Çek), Bosin (Bosna), Beravatı (Hırvat ?), Kamaîa (?). Bunların yanında Baba’ya (Babadağı-Romanya) ve Eski Baba’ya (Babaeski-Kırklareli) gömülen tabutlarla mezar sayisi on ikiye ulaşmaktadır. Bazı kaynaklarda ise Sarı Saltuk’un vefatından önce 7 tabut hazırlattırdığı ve uzaklarda bulunan 7 kafir memleketine defnedilmesini vasiyet eniği belirtilmektedir. Böylece kabrimi ziyaret edecek Müslümanların hakiki mezarını bilemeyeceklerini ve 7 kafir memleketin her birine gitmek mecburiyetinde kalacaklarını ve dolayısıyla bu ülkelerin İslam devletine ilhak edileceğini düşünmüştür.

Bektaşiler, her türlü mahallî inançları kolayca bünyesine mal edebilen bir inanç yapışma sahip olmuşlardır. Bunun tipik bir örneğini Sarı Saltuk Zaviyeleri teşkil eder. Bu zaviyeler Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’da bulundukları yerlerde mahallî aziz kültlerini kendilerine mal ederek İslamileştirmişler ve böylece yerli Hristiyanları zahmetsizce ihtida etmişlerdir.  Sarı Saltuk hala Anadolu ve Balkan Türklerinin gönlünde ve hafızasında yaşamaktadır. Günümüzde Balkanlar’dan Anadolu’ya uzanan geniş coğrafyada, Sarı Saltuk’a atfedilen birçok türbe ve mezar bulunmaktadır. Tespit edilen türbe ve mezarların bulunduğu yerler şunlardır: Kaliakra  (Varna-Bulgaristan), Babadağı (Romanya), Ohri (Makedonya), Djakovica (Arnaviftluk), Kruja  (Arnavutluk), Kosava, îpek (Kosava), Blagay (Bosna-Hersek), Korfu Adasi (Yunanistan), Bor  (Niğde), Babaeski (Kırklareli), Hozat (Tunceli), Diyarbakır, îznik (Bursa), Rumeli Feneri (îstanbul) ve Kütahya Sarı Saltuk’un türbe ve mezarları genellikle tepelik yerlerde, akarsuların ve büyük ağaçların yanlarında bulunmaktadır. Bilindiği gibi bunlar, İslamiyet öncesi Türk inancı içerisinde kutsallık atfedilen yerlerdir. Yine bu türbe ve makamların normal mezarlıkların içerisinde bulunmaması da yurdumuzda diğer makamlarda görülen özelliklerdir .

Yukarıda belirttiğimiz gibi San Saltuk ve Hacı Bektaş-ı Velî aynı dönemde Anadolu’da yaşamışlar ve her ikisi de Kalenderi Tarîkatı’nın Haydarîye koluna mensuptular. XVI. yüzyıl başlannda Balım Sultan tarafindan kurulan Bektaşi Tarikatı, Hacı Bektaş gibi San Saltuk’u da Kalenderi Tarikatı’na mensup oldukları için büyük mürşitleri olarak tanımışlardır. Bundan dolayı günümüzde de Sarı Saltuk kültü hem Bektaşiler’de hem de Alevîler arasında güçlü bir şekilde yaşamaktadır. Böylece Bektaşi Tarîkatı’nın yayıldığı her bölge, San Saltuk’un mezarının da kendi bölgesinde bir mekana yerleştirmiştir. Aynı şekilde Niğde-Bor’u 1649 yılında ziyaret eden Evliya Çelebi yapıdan; “Eski Mezarlıkla yer alan Sarı Saltuk Tekkesi de Bektaşiler Tekkesi’dir” şeklinde bahsederek, türbenin yanında “Bektaşi Tekkesi” olduğunu belirtmektedir. Sarı Saltuk Türbesi’ne bitişik olan tekke, 1950’li yillara kadar mevcuttu. Yukarıda belirttiğimiz gibi Sarı Saltuk’un, 1293 yılında Dobruca’da (Romanya) vefat ettiği ve “Dobruca Babadağı Türbesi” ne defnedildiği kabul edilmektedir. Balkanlar’dan Anadolu’ya yayılan diğer türbe ve mezarların ise San Saltuk adına inşa edilen “makam türbeleri” olduğu anlaşılmaktadır.

Hz. Malik Bin Ejder (r.a.)

Şehrin güney tarafında, merkeze 6 km uzaklıkta Aksu Mahallesi

Esas adı Malik Bin Ester olan Malik, Yemen’de Naha adlı bir oymağın beyidir. Bundan dolayı kendisine Naha’ya nisbetle El-Nahai de denilmiştir. El-Eşter ise lakabıdır. Rivayete göre Malik Bin Ejder Hazretleri 636 yılında Bizanslılarla Suriye’de yapılan Yermük Savaşı’nda gözünden yaralanmış bundan dolayı kendisine El Eşter (göz kapakları ters) denilmiştir. Anlaşıldığına göre Malik Bin Ejder, Suriye’den Maraş’a gelerek şehrin şimdiki güney taraflarına karargahını kurmuş ve buradan geçitleri aşarak Bizans topraklanna akınlar yapmış ve büyük kahramanlıklar göstermiştir. Bu sırada yalnız olmadığı da anlaşılan Malik Bin Ejder‘in buraya Meyserete Bin Mesruku’l Abesi ile birliktegeldiği ve muharebe neticesinde burada şehit olduğu da rivayet edilmiştir.

Bir rivayete göre de halife Hz. Ali, Malik Bin Ejder‘i Cizre. Hz. Ebubekr’in oğlu Muhammed’i de Mısır valiliğine atar. Bu atamadan kısa bir süre sonra Muaviye Şam’da halifeliğini ilan eder ve ilk icraat olarak da Mısır valiliğine Amr îbnu’l As’ı atar. Burada kargaşa çıkar ve halk vali ‘Muhammed’e’ karşı ayaklanır. Hz. Ali ayaklanmaları bastırması için Malik Bin Ejder‘i görevlendirir. Görevi kabul eden Malik Bin Ejder Hazretleri, 6.000 kîsilik orduyla Mısır’a doğru yola çıkar. Kalzum adlı yerleşim biriminde bir eve misafir olur ve Muaviye tarafından örgütlenen ev sahibi tarafından şehit edilir. Bunun tabii bir ölüm oldugunu zanneden askerler Malik Bin Ejder‘i Kufe’ye gömmek isterler. Bunun için Kufe’ye gidilmesi gereklidir. Ancak güneyden yol olmadığı için önce Harran’a oradan da Kufe’ye gidilmesi gereklidir. Dolayısıyla Hz. Osman’ın katlinden sorumlu olduğunu iddia eden Muaviye’nin, Malik’in cenazesine hakaret edebileceğini düşünen Malik Bin Ejder‘in oğlu, babasını Filistin ve Şam topraklarına gömülmesini istemez. Onun Hz. Ali’ye bağlılıkları ile bilinen Maraş’a -şu anda bulunduğuyere- gömülmesini ister.

Evliya Çelebi’ye göre Malik Bin Ejder Hazretleri, Hz. Peygamber’in silahşörüdür ve kemerini bizzat Hz. Ali bağlamıştır. Rivayete göre ise Hz. Peygamber, Malik Bin Ejder île Osman Dede’yi Maraş’ın fethine görevlendirir. Her iki sahabe de Maraş’ın dışında bir çeşme başına gelir ve yorgunluktan oracıkta uyuyakalırlar. Uyandıklarında etraflarının düşman askerleri tarafından sarıldığını görür ve savaşmaya başlarlar. Aralarında çetin bir muharebe olur. Bu sırada Osman Dede günümüzde mezarının bulunduğu yerde şehit olur. Malik Bin Ejder ise yaralı halde Kumaşır Gölü’nün olduğu yere kadar ulaşır. O sırada Kumaşır Gölü yoktur. Gölün olduğu yerde Hristiyanlann yasadığı bir köy vardır. Malik Bin Ejder, içmek için köylülerden su ister. Ancak köylüler ona su vermez, aksine onu köylerinde istemez ve üzerine köpeklerini salıverirler. Bu duruma çok üzülen Malik Bin Ejder, kılıcını çeker ve köyün doğusunda yer alan kayaya vurur. Aynı anda kaya birkaç parçaya ayrılır. Bu sırada parçalanan kayaların arasından su kaynamaya başlar, kısa sürede köy sular altında kalır ve bu günkü Kumaşır Gölü oluşur. Bir başka rivayete göre Malik Bin Ejder köylülerden su ister onlarsa bu isteği yerine getirmezler. Bunun üzerine O, yakınlarda bulunan suya “Ak su, Ak su!” diye seslenir ve su kendisine doğru akmaya başlar. O günden sonra nehrin adı “Aksu” kalır. Köyün helak olduğunu gören Malik Bin Ejder hazretleri ise o sırada günümüzde kendi adıyla anılan tepeye çıkar, orada şehit olur ve aynı yere defnedilir.

Şehrin güney tarafında, merkeze 6 km uzaklıkta Aksu Mahallesi. sınırlarında bulunan yapının aslen 1201 yılında yaptırıldığı belirtilir. Kumaşır Gölüne bakan tepede yer alan yapı; Kahramanmaraş Büyükşehir Belediyesi tarafından yeniden yapılan merkezi planda küçük mescidi, türbe kısmı ve çevre düzeni ile atıl durumdan kurtarılmış, ziyarete açılmıştır.