Hz. Muhammed (s.a.v.)

Medine – Mescid-i Nebevi

Peygamber efendimiz, Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Allahü teâlânın yarattığı varlıkların en şereflisi Muhammed aleyhisselâmdır. Her şey O’nun hürmetine yaratıldı. O, Allahü teâlânın resûlü, son peygamberidir. Allahü teâlâ bütün peygamberlerine ismiyle hitâb ettiği hâlde, O’na “Habîbim” (sevgilim) diyerek hitâb etmiştir. Nitekim Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde: “Sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım!” buyurdu. Bütün mahlûkâtı O’nun şerefine yaratmıştır. Allahü teâlâ kullarına râzı olduğu ve beğendiği yolu göstermek için çeşitli kavimlere zaman zaman peygamberler göndermiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise son Peygamber olarak bütün insanlara ve cinlere gönderdi. Bunun için Peygamberimize “Hâtem-ün-nebiyyîn” ve “Hâtem-ül-Enbiyâ” denilmiştir.

Her peygamber, kendi zamânında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselâm ise, her zamanda, her memlekette, yâni dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiçbir kimse hiçbir bakımdan O’nun üstünde değildir. Allahü teâlâ her şeyden önce Muhammed aleyhisselâmın nûrunu yarattı. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah bin Câbir radıyallahü anh; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ her şeyden evvel neyi yaratmıştır, bana söyler misin?” deyince, Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Her şeyden evvel senin peygamberinin yâni benim nûrumu kendi nûrundan yarattı. O zaman ne Levh, ne Kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ’ (gökyüzü), ne arz (yeryüzü), ne güneş, ne ay, ne insan, ne de cin vardı.” Âdem aleyhisselâm yaratılınca Arş-ı a’lâda nûr ile yazılmış “Ahmed” ismini gördü. “Yâ Rabbi! Bu nûr nedir?” diye sorunca Allahü teâlâ; “Bu, ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed olan senin zürriyetinden bir peygamberin nûrûdur. Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım.” buyurdu. Âdem aleyhisselâm yaratılınca alnına Muhammed aleyhisselâmın nûru kondu ve o nûr onun alnında parlamaya başladı. Âdem aleyhisselâmdan îtibâren babadan oğula intikal ederek asıl sâhibi Muhammed aleyhisselâma ulaştı.

Muhammed aleyhisselâm hicretten 53 sene evvel Rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, sabaha karşı, Mekke’de doğdu. Târihçiler, bu günün Mîlâdi takvime göre, 20 Nisan 571 tarihine rastladığını söylüyor. Doğmadan birkaç ay önce babası, altı yaşındayken de annesi vefât etti. Bu sebepten Peygamber efendimize Dürr-i Yetîm (yetimlerin incisi) lâkâbı da verilmiştir. Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in yanında kaldı. Dedesi de vefât edince, amcası Ebû Tâlib O’nu yanına aldı. Yirmi beş yaşındayken Hadîcet-ül Kübrâ ile evlendi. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kâsım idi. Bundan dolayı Peygamberimize Ebü’l-Kâsım yâni Kâsım’ın babası da denildi. Araplarda böyle künye ile anılmak âdetti. Kırk yaşında, bütün insanlara ve cinne peygamber olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi. Üç sene sonra herkesi îmâna çağırmağa başladı. Elli iki yaşında mîrac vukû buldu. 622 yılında 53 yaşında olduğu hâlde, Mekke’den Medîne’ye hicret etti. Yirmi yedi defâ muhârebe yaptı. 632 (H. 11) senesinde rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi günü öğleden evvel 63 yaşında vefât etti.
[toggle title=”Mübarek Soyu” load=”hide”] Muhammed aleyhisselâmın nûru, Âdem aleyhisselâmdan itibâren temiz babalardan ve temiz analardan geçerek gelmiştir. Kur’ân-ı kerîmde Şu’ârâ sûresi 219. âyetinde meâlen; “Sen, yâni senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır.” buyrulmaktadır. Nitekim Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücûda getirdi. Sonra, bu kısımlarından en iyisini (Arabistan’da) seçti. Beni bunlardan vücûda getirdi. Sonra evlerden, âilelerden en iyisini seçip, beni bunlardan meydana getirdi. O hâlde, benim rûhum ve cesedim mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdâdım en iyi insanlardır.” buyurmuşlardır.

Yaratılan ilk insan olan Âdem aleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâmın zerresini taşıdığı için alnında O’nun nûru parlıyordu. Bu zerre hazret-i Havvâ’ya, ondan Şît aleyhisselâma ve böylece, temiz erkeklerden temiz kadınlara ve temiz kadınlardan temiz erkeklere geçti. Muhammed aleyhisselâmın nûru da, zerre ile birlikte alınlardan alınlara geçti. Melekler ne zaman Âdem aleyhisselâmın yüzüne baksalar, alnında Muhammed aleyhisselâmın nûrunu görürler ve ona salevât okurlardı. Yâni; “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed.” derlerdi. Âdem aleyhisselâm vefât edeceği zaman oğlu Şît aleyhisselâma dedi ki: “Yavrum! Bu alnında parlayan nûr, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru, mü’min, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet et! Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar, bütün babalar, oğullarına böyle vasiyet etti. Hepsi bu vasiyeti yerine getirip, en asîl, en kibâr kız ile evlendi. Nûr, temiz alınlardan, temiz kadınlardan geçerek sâhibine ulaştı. Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem dedelerinden birinin iki oğlu olsa, yahut bir kabîle iki kola ayrılsa Muhammed aleyhisselâmın soyu, en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her asırda onun dedesi olan zât, yüzündeki nûrdan belli olurdu. O’nun nûrunu taşıyan seçilmiş bir soy vardı ki, her asırda bu soydan olan zâtın yüzü pek güzel ve nûrlu olurdu. Bu nûr ile kardeşleri arasında belli olur, içinde bulunduğu kabîle başka kabîlelerden daha üstün, daha şerefli olurdu. Âdem aleyhisselâmdan beri evlâttan evlâda geçerek gelen bu nûr İbrâhim’e ondan da oğlu İsmâil’e aleyhimüsselâm geçmiştir. Onun da alnında sabâh yıldızı gibi parlayan nûr, evlâdlarından Adnan’a, ondan Me’ad ondan Nizâr’a intikal etmiştir. Nizâr doğunca babası Me’ad, oğlunun alnındaki nûru görüp sevinmiş, büyük ziyâfet vermiştir. “Böyle oğul için, bu kadar ziyâfet az bir şey.” dediği için de oğlunun adı Nizâr (az bir şey) kalmıştır. Bundan sonra da nûr sıra ile intikal ederek asıl sâhibi olan sevgili Peygamberimize ulaşmıştır.

Sevgili Peygamberimiz; “Ben, Abdullah, Abdülmuttalib, Hâşim, Abdü Menaf, Kuseyy, Kilâb, Mürre, Ka’b, Lüveyy, Gâlib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Mudrike, İlyâs, Mudar, Nizâr, Me’ad, Adnân oğlu Muhammed’im. Mensup olduğum topluluk, ne zaman ikiye ayrılmış ise, Allah beni muhakkak onların en hayırlı olan tarafında bulundurmuştur. Ben, câhiliyyet ahlâksızlıklarından hiçbir şey bulaşmaksızın, ana ve babamdan meydana geldim. Ben, Âdem’den babama ve anneme gelinceye kadar, hep nikâhlı anne babadan geldim. Ben ana ve baba îtibâriyle en hayırlınızım.” Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Allahü teâlâ, İbrâhim oğullarından İsmâil’i seçti. İsmâil oğullarından Kinâne oğullarını seçti. Kinâne oğullarından Kureyş’i seçti. Kureyş’ten Hâşim oğullarını seçti. Hâşim oğullarından Abdülmuttalib oğullarını seçti. Abdülmuttalib oğullarından da beni seçti.” buyurdu.

Peygamberimiz Kureyş kabîlesinin Hâşim oğulları kolundandır. Babası Abdullah’dır. Abdullah’ın babası Abdülmuttalib, annesi de Fâtımâ binti Amr’dır. Dedesi Abdülmuttalib, Mekke’nin hâkimi ve Arapların şeref îtibâriyle en üstün kabilesi olan Kureyş kabîlesine mensuptu. Abdülmuttalib’in alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parladığından Kureyş kavmi onunla bereketlenirdi. Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, oğulları arasında en çok Abdullah’ı severdi. Çünkü onun alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parlıyordu. Abdullah’ın güzelliği Mısır’a kadar şöhret bulmuştu. Alnındaki nûr yüzünden iki yüze yakın kız, onunla evlenmek arzusu ile Mekke’ye gelmişti. Abdülmuttalib ise, O’nu her yönüyle O’na denk olan bir kız ile evlendirmek istiyordu. Bunun için Benî Zühre kabîlesinin büyüğü Vehb bin Abd-i Menâf’ın kızı Âmine’yi oğlu Abdullah’a istedi. Vehb’in kızı Âmine; güzellik, ahlâk ve neseb îtibâriyle Kureyş kızlarının en üstünü idi. Ayrıca soy bakımından Abdullah ile birkaç batın yukarıda birleşmekte idi. Abdülmuttalib, Vehb’in kızını oğlu Abdullah’a isteyince Vehb şöyle dedi: “Ey amcam oğlu, biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine’nin annesi bir rüyâ gördü. Anlattığına göre evimize bir nûr girmiş, aydınlığı yeri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda dedemiz İbrahim’i gördüm. Bana; “Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’la kızın Âmine’nin nikâhlarını ben kıydım. Onu sen de kabûl et.” dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyânın tesiri altındayım. Acaba ne zaman gelecekler, diye merak ediyordum.” Bu sözleri duyan Abdülmuttalib sevincinden“Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi. Nihâyet oğlu Abdullah’ı Vehb’in kızı Âmine ile evlendirdi. Bu konuda başka rivâyetler de vardır.

Abdullah, Âmine ile evlenince alnında parlayan nûr, hanımına intikal etti. Abdullah’ın evlendiği geceye Türkiye’de ve birçok İslâm memleketlerinde bir asırdan beri Regâib kandili ismi verilmekte ise de bu yanlıştır. Regâib gecesi, Receb ayının ilk cumâ gecesidir. Muhammed aleyhisselâmın nûru ise hazret-i Âmine’ye Cemâzilahir ayında intikal etmiştir. Câhiliyye devrinde Arapların harbi haram saydıkları aylarda harp etmek istedikleri zaman ayların ismini ve sırasını değiştirmeleri yâni Cemâzilahir ayına o sene Recep demeleri sebebiyle halk içinde bu yanlışlık yayılmıştır. Gerçekte bunun dînen ve ilmen bir kıymeti yoktur. O halde Nübüvvet yâni peygamberlik nûrunun Âmine vâlidemize intikali, şimdiki Cemâzilahir ayındadır, Regâib gecesinde değildir. Âmine’nin Muhammed aleyhisselâma hâmile olduğu sırada Kureyş kabilesinde büyük bir darlık, kıtlık ve pahalılık olmuştu. Kureyş çok sıkıntı içinde idi. Muhammed aleyhisselâmın ana rahmine düşmesiyle birlikte, O’nun hürmetine Allahü teâlâ Kureyş kabîlesinin bağ ve bahçelerine, mahsûllerine öyle bereket verdi ki, hepsi zengin oldular. Araplar o seneye “Senet-ül feth ve’l ibtihac” yâni sevinç ve bolluk yılı dediler. Âmine Hâtun Sevgili Peygamberimize hâmile iken kocası Abdullah ticâret için Şam’a gitmişti. Dönüşünde hastalanıp Medîne’ye geldiği sırada dayılarının yanında vefât etti. Bu haber Mekke’de duyulunca çok büyük bir üzüntüye sebep oldu. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah ibni Abbas radıyallahü anh şöyle bildirmiştir: “Peygamberimizin babası Abdullah, oğlu doğmadan önce vefât edince melekler; “Ey Rabbimiz, Resûlün yetim kaldı.” dediler. Allahü teâlâ da; “O’nun koruyucusu ve yardımcısı benim.” buyurdu.”

Âmine Hâtun şöyle anlatmıştır: “Ben altı aylık hâmile iken, bir gece rüyâmda karşıma bir zât çıkıp dedi ki: “Ey Âmine, bilmiş ol ki, sen âlemlerin en hayırlısı olan kimseye hâmile oldun. Doğurunca ismini Muhammed koy ve hâlini hiç kimseye açmayıp, gizli tut!” Başka bir rivâyette de; “İsmini Ahmed koy.” şeklinde bildirilmiştir.

Muhammed aleyhisselâmın doğmasına iki ay kadar zaman varken Fil vak’ası meydana geldi. İnsanların her taraftan akın akın gelip Kâbe’yi ziyâret etmesine engel olmak isteyen Yemen vâlisi Ebrehe, Bizans İmparatorunun da yardımıylaSan’a’da büyük bir kilise yaptırdı ve insanların burayı ziyâret etmelerini istedi. Araplar ise eskiden beri Kâbe’yi ziyâret etmekte olup, Ebrehe’nin yaptırdığı kiliseye hiç îtibar etmediler. Hattâ hakâret gözüyle baktılar. İçlerinden biri kiliseyi kirletti. Bu hâdiseye kızan Ebrehe, Kâbe’yi yıkmaya karar verdi ve bu maksatla bir ordu hazırlayıp Mekke üzerine yürüdü. Ebrehe’nin ordusunda önde yürütülen, zaferin kazanılmasında en büyük payı alacağı tahmin edilen Mahmud adında bir fil vardı. Ebrehe Kâbe’ye saldırmaya başlayınca bu fil yere çöktü ve Kâbe yönünde yürümedi. Yönü Yemen’e çevrilince koşarak geri dönüyordu. Böylece Mekke’ye yaklaşıp hücum etmek istediği halde hücum edemeyen Ebrehe ve ordusu üzerine Allahü teâlâ ebâbil (dağ kırlangıcı) denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Ebâbil kuşlarının herbiri, biri ağzında ikisi de ayaklarında olmak üzere, nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyorlardı. Bu taşları Ebrehe’nin ordusu üzerine bıraktılar. Taş isâbet eden her asker, ânında yere düşüp öldü. Ebrehe kaçmak istedi. Taşlardan ona da isâbet edip, kaçtıkça etleri parça parça dökülerek öldü. Bu husus Kur’ân-ı kerîm’de Fil sûresinde bildirilmektedir. Böylece Kureyş kabîlesi doğmak üzere olan Muhammed aleyhisselâmın hürmetine büyük bir düşmanın şerrinden kurtuldu. Muhammed aleyhisselâmın geleceği Âdem aleyhisselâmdan îtibâren her peygambere ve ümmetlerine müjdelene gelmiş, doğması yaklaşınca da birçok haber ve müjdeler verilip alâmetler ortaya çıkmış, çeşitli hadiseler meydana gelmiştir.
[/toggle] [toggle title=”Efendimizin Doğumu ve İsimleri ” load=”hide”] Muhammed aleyhisselâm Hicret’ten 53 sene evvel Rebîulevvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke’nin Haşimoğulları mahallesinde, Safâ Tepesi yakınında bir evde doğdu. Bu gün, Mîlâdî takvime göre 20 Nisan 571 tarihine rastlamaktadır. O gün henüz güneş doğmadan âlem nûr ile doldu. Âdem aleyhisselâmdan beri babadan evlâda intikal edegelen nûr asıl sâhibine ulaştı.

O’nun doğumunu annesi hazret-i Âmine şöyle anlatıyor: “Doğum ânı geldiğinde heybetli bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm, gelip kanadı ile beni sığadı. O andan sonra bendeki korku ve ürpertiden eser kalmadı. Yanımda süt gibi beyaz bir kâse şerbet gördüm. O şerbeti bana verdiler. O anda çok susamış idim. Verilen şerbeti içtim. Baldan tatlı ve soğuk idi. İçer içmez susuzluğum gitti. Sonra büyük bir nûr gördüm, Evim o kadar nûrlandı ki, o nûrdan başka bir şey görmüyordum. O sırada çok hâtun gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Etrafımı sarıp, bana hizmet eden bu hâtunlar, Abdü Menâf kabîlesinin kızlarına benzerlerdi. Yine o sırada beyaz, uzun ve gökten yere uzanmış ipek bir kumaş gördüm. Dediler ki: O’nu insanların gözünden örtün. O anda bir grup kuş peydâ oldu. Ağızları zümrütten, kanatları yâkuttandı. Gümüş ibrikler tutarak havada duruyorlardı. Bana korku gelip terlemiştim, ter damlalarından misk kokusu yayılıyordu. O halde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Doğudan batıya kadar bütün yeryüzünü gördüm. Üç alem (bayrak) dikildi. Onların biri meşrik (doğu), biri mağrip (batı) biri de Kâbe’nin üstünde idi. Etrafımda çok sayıda melekler toplandı. Muhammed doğar doğmaz, mübârek başını secdeye koydu ve şehâdet parmağını kaldırdı. O anda gökten bir parça beyaz bulut indi. O’nu kapladı. Bir ses işittim; “Onu mağripden meşrıka kadar her yerde gezdirin. Tâ ki cümle âlem onu, ismiyle, cismiyle ve sıfatıyla görsünler.” diyordu. Sonra o bulut gözden kayboldu ve Muhammed’i bir beyaz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada yüzleri güneş gibi parlayan üç kişi gördüm. Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı. İbrikten sanki misk damlıyordu. Muhammed’i o leğenin içine koydular. Mübarek başını ve ayağını yıkadılar ve ipeğe sardılar. Sonra mübârek başına güzel koku sürüp, mübârek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular.”

Muhammed aleyhisselâmın doğduğu sırada hazret-i Âmine’nin yanında Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifâ Hâtun, Osman bin Ebü’l-Âs’ın annesi Fâtımâ Hâtun ve Peygamberimizin halası Safiyye Hâtun vardı. Bunlar da gördükleri nûru ve diğer hâdiseleri haber verdiler. Şifâ Hâtun şöyle anlatıyor: “Ben, o gece Âmine’nin yanında idim. Muhammed aleyhisselâmın doğar doğmaz duâ ve niyâz ettiğini işittim. Gâibden; “Yerhamüke Rabbüke” diye söylendi. Sonra bir nûr çıkıp o kadar ışık verdi ki, doğudan batıya kadar her yer göründü…” Bundan başka birçok hâdiseye şâhit olan Şifâ Hâtun; “Ne zaman ki, O’na peygamberlik verildi; hiç tereddüt etmeden ilk îmân edenlerden biri de ben oldum.” dedi.

Safiyye Hâtun da şöyle anlatmıştır: “Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada her tarafı bir nûr kapladı. Doğar doğmaz secde etti, mübârek başını kaldırıp açık bir dille “Lâ ilâhe illallah, innî resûlullah” dedi. O’nu yıkamak istediğimde, biz O’nu yıkanmış olarak gönderdik.” denildi. O sünnet olmuş ve göbeği kesilmiş görüldü. O’nu kundağa sarmak istediğimde sırtında bir mühür gördüm, mühürün üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı idi. Doğar doğmaz secde ettiği sırada hafif sesle bir şeyler söylüyordu, kulağımı mübârek ağzına yaklaştırdım; “Ümmetî, Ümmetî” (Ümmetim, ümmetim) diyordu…”

Resûl-i ekrem efendimizin doğduğunu dedesi Abdülmuttalib’e Kâbe’de Allah’a yalvarıp duâ etmekteyken müjdelediler. Abdülmuttalib bu müjdeyi alınca çok sevinip O’nu görmeye giti ve; “Bu oğlumun şânı, şerefi çok yüce olacaktır” dedi. Sonra da O’nun doğumunu kutlamak için doğumun yedinci gününde Mekke halkına üç gün ziyâfet verdi. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer keserek insan ve hayvanların istifâde etmesi için bıraktı. Ziyâfet sırasında çocuğa hangi ismi koydun diyenlere Muhammed ismini verdim dedi. Neden atalarından birinin ismini vermedin diyenlere; “Allah’ın ve insanların O’nu medh etmelerini, övmelerini istediğim için.” cevabını verdi. Annesi de Ahmed ismini koydu.

Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada ve doğduktan sonra pekçok hâdise meydana geldi.

Muhammed aleyhisselâmın dünyâya geldiği gece bir yıldız doğdu. Bunu gören Yahûdî bilginleri Muhammed aleyhisselâmın doğduğunu anladılar. Eshâb-ı kirâmdan Hassân bin Sâbit anlatır: “Ben sekiz yaşında idim. Bir sabah vakti Yahûdînin biri, hey Yahûdîler! diye çığlık atarak koşuyordu. Yahûdîler ne var, ne yırtınıyorsun diyerek yanına toplanınca şöyle söyledi: “Haberiniz olsun Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyâya geldi…”

Muhammed aleyhisselâm doğduğu gece Kâbe’deki putlar yüz üstü yere yıkıldı. Urvetübni Zübeyr rivâyet eder: “Kureyşten bir cemaatin bir putu vardı. Yılda bir defâ onu tavâf ederler, develer kesip şarap içerlerdi. Yine öyle bir günde putun yanına vardıklarında onu yüzüstü yere yıkılmış buldular. Kaldırdılar, yine kapandı. Bu hal üç defâ tekrarlandı. Bunun üzerine etrâfına iyice destek verip diktikleri sırada şöyle bir ses işitildi: “Bir kimse doğdu yer yüzünde her yer harekete geldi. Ne kadar put varsa hepsi yıkıldı. Kralların korkudan kalbleri titredi.” Bu hâdise tam Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceye rastlıyordu.

Medâyin şehrindeki İran Kisrâsının sarayının on dört kulesi (burcu) yıkıldı. O gece gürültüyle ve dehşetle uyanan Kisrâ ve halkı yine kendilerinden bâzı ileri gelenlerin gördükleri korkunç rüyaları tâbir ettirdiklerinde bunun büyük bir şeye alâmet olduğunu anladılar.

Yine o gece Mecûsîlerin yâni ateşe tapanların bin yıldan beri yanmakta olan kocaman ateş yığınları âniden söndü. Ateşin söndüğü târihi not ettiler. Kisrânın sarayından burçların yıkıldığı geceye isâbet ediyordu.

O zaman insanların mukaddes saydıkları Sâve Gölü de yine o gece bir anda suyu çekilip, kuruyuverdi.

Şam tarafında bin yıldan beri suyu akmayan ve kurumuş olan Semave Nehrinin vâdisi de, o gece, su ile dolup taşarak akmaya başladı.

Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceden îtibâren şeytan artık Kureyş kâhinlerine vukû bulacak hâdiselerden haber veremez oldu. Kehânet sona erdi…

Muhammed aleyhisselâmın doğduğu gece ve daha sonra o zamâna kadar görülmemiş bu hâdiselerden başka pekçok hâdise vukû buldu, bunların hepsi son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın dünyâyı teşrif ettiğine işâret olmuştur.

Peygamber efendimizin en çok söylenilen ismi “Muhammed”dir. Bu isim, Kur’ân-ı kerîm’de Âl-i İmrân sûresi 144. âyette, Ahzab sûresi 40. âyette, Fetih sûresi 29. âyette ve Muhammed sûresi 22. âyetinde olmak üzere dört defâ geçmektedir. Saf sûresi 6. âyetinde ise Îsâ aleyhisselâmın ümmetine Ahmed ismiyle haber verdiği bildirilmektedir. Kur’ân-ı kerîm’de Muhammed ve Ahmed isminden başka, Resûl, Nebî, Şâhid, Beşîr, Nezîr, Mübeşşir, Münzîr, Dâ’i-i ilallah, Sirâcen Münîr, Raûf, Rahîm, Musaddık, Müzekkir, Müdessir, Abdullah, Kerîm, Hak, Mübîn, Nûr, Hâtemün-Nebiyyîn, Rahmet, Ni’met, Hâdi, Tâhâ, Yâsîn… diye anılmıştır. Bundan başka yine bâzıları Kur’ân-ı kerîm’de ve bâzıları da hadîs-i şerîflerde bir kısmı da daha önceki peygamberlere gönderilen mukaddes kitaplarda geçmiştir. Daha önceki peygamberlere indirilen kitaplarda geçen isimlerin çoğu, sıfat olup, mecâzen isim sayılan kelimelerdendir. Bunlardan bâzıları da şöyledir. Dahûk, Hamyata, Ahid, Paraklit, Mazmaz, Müşaffah, Münhamennâ, Muhtar, Rûhûl-Hak, Mukimüssünneh, Mukaddes, Hırz-ul-Ümmiyyîn, Mâlum… Peygamberimizin ismi İncîl’de “Ahmed” (Paraklit), Tevrât’ta ise “Münhamenna” olarak geçmiş olup, Süryanicede Muhammed ismi karşılığıdır. İncîl’de Peygamberimizin geleceği müjdelenip Paraklit kelimesiyle de ifâde edilmiştir ki, Ahmed ve Muhammed mânâsınadır. İncîl tahrif edilince bu kelimeler kasten değiştirilmiştir.

Peygamberimizin hadîs-i şerîflerinde ise Mâhi, Hâşir, Âkıb, Mükaffi, Nebüyyür-rahme, Nebiyyüt-Tevbe, Nebüyy-ü Melâhim, Kattâl, Mütevekkil, Fâtih, Hâtem, Mustafa, Ümmî, Kusem (her hayrı kendinde toplayan) isimleri geçmektedir. Bir hadîs-i şerîfte Sevgili Peygamberimiz; “Bana mahsus beş isim vardır: “Ben Muhammed’im. Ben Ahmed’im, ben Mâhi’yim ki, Allah benimle küfrü yok eder. Ben, Hâşir’im ki halk, kıyâmet günü benim izimce haşrolunacaktır. Ben, Âkıb’ım ki benden sonra peygamber yoktur.” buyurdu.

Peygamberimizin hazret-i Hadîce’den doğan ve küçük yaşta vefât eden oğlu Kâsım’dan dolayı kendisine Ebü’l-Kâsım künyesi verilmiştir. Yine peygamberliği bildirilmeden önce O’ndaki doğruluk, îtimâd, emîn, güvenilir olması gibi sayılamayacak kadar üstün meziyetlerden dolayı Kureyş kabîlesi ona “El-Emîn” ismini vermiştir.
[/toggle] [toggle title=”Efendimizin Çocukluğu” load=”hide”] Sevgili Peygamberimiz doğduktan sonra dokuz gün kadar annesi Âmine Hâtun tarafından emzirildi. Sonra Ebû Leheb’in câriyesi Süveybe Hâtun onu günlerce emzirdi. O zaman Mekke halkının çocuklarını bir süt annesine vermeleri âdetti.

Mekke’nin havası çok sıcak olduğundan, çocukları havası iyi, suyu tatlı olan civar yerlerdeki yaylalara gönderirler, çocuklar bir müddet oralarda, verildikleri süt annelerinin yanında kalırlardı. Her sene bu maksatla Mekke’ye birçok süt anaları gelir, birer çocuk alıp giderlerdi. Çocukları büyütüp teslim edince de çok ücret ve hediyeler alırlardı.

Peygamberimizin doğduğu sene de yaylalarda yaşayan Benî Sa’d kabilesinden bir çok süt anne Mekke’ye gelip herbiri emzirmek üzere birer çocuk almıştı. Benî Sa’d kabilesi Mekke civârındaki kabileler arasında şerefte, cömertlikte mertlik ve tevâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta meşhur olduğundan Kureyş kabîlesinin ileri gelenleri çocuklarını, daha çok, bu kabîleye vermek isterlerdi. O sene Benî Sa’d kabîlesinin yurdunda şiddetli bir kuraklık ve kıtlık olduğundan ücretle çocuk emzirip sıkıntılarını gidermek üzere, her senekinden daha çok süt annesi Mekke’ye gelmişti. Bilhassa zengin âilelerin çocuklarını alıyorlardı. Gelen kadınların herbiri birer çocuk almışlardı. Peygamber efendimiz yetim olduğu için fazla ücret alamama düşüncesiyle, henüz O’na tâlib olan çıkmamıştı. Gelen kadınlar içinde iffeti, temizliği, hilmi (yumuşaklığı), hayâsı ve yüksek ahlâkıyla tanınmış Halîme Hâtun da vardı. Binek hayvanları zayıf olduğu için Mekke’ye ötekilerden geç gelmişti. Kocası ile Mekke’de dolaşarak zengin âilelerin çocuklarının alınmış olduğunu görmüşler, eli boş dönmemek için bir çocuk aramaya başlamışlardı. Nihâyet görünüşü ile hürmet celbeden, sîması çok sevimli bir zat ile karşılaştılar. Bu, Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib idi. Onunla torununu almak üzere anlaştılar. Abdülmuttalib, Halîme Hâtunu Âmine’nin evine götürdü. Halîme Hâtun şöyle anlatır: “Çocuğun baş ucuna vardığımda O’nu, yünden beyaz bir kundağa sarılı, yeşil ipekten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyur gördüm. Etrafa misk kokusu yayılıyordu. Hayret içinde kalıp bir anda O’na öylesine ısındım ki uyandırmaya kıyamadım. Elimi göğsüne koyduğumda uyandı ve bana bakıp öyle bir tebessüm etti ki, kendimden geçtim. Annesi, böylesine güzel ve mübârek çocuğu bana vermez korkusuyla derhal yüzünü örtüp kucağıma aldım. Sağ mememi verdim, emmeye başladı. Sol mememi verdim, emmedi. Abdülmuttalib bana dedi ki: “Sana müjdeler olsun ki, hanımlar içinde senin gibi nîmete kavuşan olmadı.” Âmine Hâtun da bana çocuğunu verdikten sonra şöyle dedi. “Ey Halîme, üç gün evvel bir nidâ işittim ki: “Senin oğluna süt verecek kadın Benî Sa’d kabîlesinden Ebû Züeyb soyundandır.” diyordu.” Ben de dedim ki; “Ben, Benî Sa’d kabîlesindenim ve babamın künyesi Ebû Züeyb’dir.”

Halîme Hâtun yine şöyle anlatmıştır: “Âmine Hâtun bana daha nice vakaları anlattı ve vasiyette bulundu. Ben de Mekke’ye gelmeden önce bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda bana; “Ey Halîme! Mekke’ye var, orada çok faydalanırsın. Sana bir nûr, arkadaş olur. Bu rüyâyı kimseye anlatma, gizle!” denildi. Mekke’ye gelirken de sağımdan solumdan sesler duyardım ve bana gâibden; “Sana müjdeler olsun ey Halîme, o parlak nûru emzirmek sana nasip olacak” diye seslenilirdi.” Halîme Hâtun şâhit olduğu daha nice hâdiseleri anlatmıştır.

Halime Hâtun der ki: “Muhammed’i alıp Âmine’nin evinden ayrıldım. Kocamın yanına gelince kocam O’nun yüzüne bakıp kendinden geçti: “Ey Halîme! Bugüne kadar böyle güzel yüz görmedim” dedi. O’nu yanımıza alır almaz kavuştuğumuz bereketleri görünce de; “Ey Halîme, bilmiş ol ki, sen çok mübârek bir çocuk almışsın.” dedi. Ben de; “Vallahi, ben de zâten böyle dilerdim” dedim.”

Halîme Hâtun, kocası ile birlikte Muhammed aleyhisselâmı alıp Mekke’den ayrıldıkları andan îtibâren O’nun bereketine kavuşmaya başladılar. Çelimsiz ve hızlı gidemeyen merkebleri öylesine hızlı yürüyordu ki, beraber geldikleri kâfile, onlardan önce yola çıkıp çok uzaklaşmış olmasına rağmen, onlara yetişip geçmişti. Benî Sa’d yurduna vardıktan sonra görülmemiş bir bolluğa ve berekete kavuştular. Sütü az olan hayvanları bol bol süt veriyordu. Bunu gören komşuları hayret edip, bunun emzirmek için aldıkları çocuk sebebiyle olduğunu açıkça anladılar.

Kuraklık sebebiyle çok sıkıntıya düştüklerinde yağmur duâsına giderken O’nu yanlarında götürüp duâ ederek O’nun hürmetine bol yağmura ve berekete kavuştular.

Sevgili Peygamberimiz süt annesi Halîme Hâtunun sağ memesini emer, sol memesini emmezdi. Onu da süt kardeşine bırakırdı. İki aylıkken emekledi. Üç aylık olunca ayakta durur, dört aylıkken duvara tutunarak yürürdü. Beş aylıkken yürüdü, altı aylıkken çabuk yürümeye başladı. Yedi aylıkken her tarafa gider oldu. Sekiz aylıkken anlaşılacak şekilde, dokuz aylıkken gâyet açık konuşmaya başladı. On aylıkken ok atmaya başladı. Halîme Hâtun şöyle anlatmıştır: “İlk konuşmaya başladığında, “Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Velhamdülillahi rabbil âlemîn.” dedi. O günden sonra “Bismillâh” demeden hiçbir şeye elini uzatmazdı. Sol eliyle bir şey yemezdi. Yürümeye başladığında çocukların oynadıkları yerden uzak dururdu ve onlara “Biz, bunun için yaratılmadık.” derdi. Her gün O’nu güneş ışığı gibi bir nûr kaplar ve yine açılırdı. İki yaşına girdiğinde gelişmiş, gösterişli bir çocuk olmuştu. Üzerinde beyaz bir bulut dâimâ birlikte hareket eder ve O’nu gölgelerdi. Bir gün Halîme Hâtun farkında olmadan süt kardeşi Şeymâ ile öğlenin yakıcı sıcağında kuzuların yanına gitmişti. Halîme Hâtun, onu yanında göremeyince hemen arayıp buldu. Şeymâ’ya, “Niçin sıcakta dışarı çıktınız?” dedi. Şeymâ; “Anneciğim! Kardeşimin başı üzerinde bir bulut O’nu dâimâ gölgeliyor.” dedi.

Yine bir gün süt kardeşi Abdullah ile evlerinin yakınında bulunan kuzuların arasına gitmişlerdi. Süt kardeşi koşarak eve gelip; “Beyaz elbiseli iki kişi, Kureyşli kardeşimi yere yatırıp karnını yardılar, ellerini karnına soktular!” dedi. Halîme Hâtun ile kocası Hâris, süratle koşup yanına geldiler. Baktılar ki rengi değişmiş, semâya bakıyor ve tebessüm ediyor.“Sana ne oldu yavrucuğum?” diye sorduklarında şöyle anlattı: “Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi kar dolu bir tas vardı. Beni tutup, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkardılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler ve kapatıp kayboldular.” dedi. Bu hâdiseye “Şakk-ı sadr” (göğsünün yarılması) denir. Bu, Kur’ân-ı kerîm’de İnşirah sûresi ilk âyetinde bildirilmektedir.

Muhammed aleyhisselâma peygamberlik verildikten sonra Eshâb-ı kirâmdan bâzıları; “Yâ Resûlallah, bize kendinizden bahseder misiniz?” deyince; “Ben ceddim İbrahim’in duâsıyım. Kardeşim Îsâ’nın müjdesiyim! Annemin ise rüyâsıyım. O bana hâmileyken Şam saraylarını aydınlatan bir nûrun kendisinden çıktığını görmüştü. Ben Sa’d bin Bekr oğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kardeşimle birlikte evimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar, kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler.” buyurdu.

Halîme Hâtun, dört yaşından sonra O’nu Mekke’ye götürüp annesine verdi. Dedesi Abdülmuttalib, Halîme Hâtuna çok büyük hediyeler verip ihsânda bulundu. Halîme Hâtun O’nu Mekke’ye bırakınca; “Sanki canım ve gönlüm de O’nunla birlikte kaldı.” demiştir.

Muhammed aleyhisselâm altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü. Altı yaşındayken annesi, Ümmü Eymen adındaki câriye (hizmetçi) ile birlikte akrabâlarını ve babası Abdullah’ın mezârını ziyâret için Medîne’ye gittiler. Medîne’de bir ay kaldılar. Bu sırada Muhammed aleyhisselâm Benî Neccar kuyusu denilen havuzda yüzmeyi öğrendi. Sırtındaki nübüvvet mührünü ve diğer bâzı alâmetlerini gören Yahûdî âlimlerinden bir kısmı; “Bu çocuk âhir zaman Peygamberi olacak!” demişlerdir. Onların bu sözlerini duyan Ümmü Eymen, durumu Âmine’ye haber verince Âmine Hâtun O’na bir zarar gelmesinden çekinerek, Mekke’ye dönmek üzere yola çıktı. Ebvâ denilen yere geldiklerinde hazret-i Âmine hastalandı. Hastalığı artıp sık sık kendinden geçiyordu. Başında duran oğlu Muhammed aleyhisselâma bakarak şu beyitleri söyledi:

Eskir yeni olan, ölür yaşayan,
Tükenir çok olan, var mı genç kalan.

Ben de öleceğim tek farkım şudur:
Seni ben doğurdum şerefim budur.

Geride bıraktım hayırlı evlad,
Gözümü kapadım, içim pek rahat.

Benim nâmım kalır dâim dillerde,
Senin sevgin yaşar hep gönüllerde.

Biraz sonra vefât etti. Orada defnedildi. Ümmü Eymen, Muhammed aleyhisselâmı Mekke’ye getirip dedesi Abdülmuttalib’in yanına bıraktı.

Muhammed aleyhisselâmın babası ve annesi İbrâhim aleyhisselâmın dîninde idi. Yâni mümin idiler. İslâm âlimleri; onların İbrâhim aleyhisselâmın dîninde olduklarını ve Muhammed aleyhisselâm peygamber olduktan sonra da O’nun ümmetinden olmaları için diriltilip, Kelime-i şehâdeti işittiklerini ve söylediklerini, böylece O’nun ümmetinden olduklarını bildirmişlerdir.

Muhammed aleyhisselâm sekiz yaşına kadar da dedesinin yanında büyüdü. Dedesi Abdülmuttalib Mekke’de sevilen ve çeşitli işleri idâre eden bir zât olup, heybetli, sabırlı, ahlâkı dürüst, mert ve cömertti. Fakirleri doyurur, hattâ aç, susuz kalan hayvanlara bile su ve yiyecek verirdi. Allah’a ve âhirete inanan, kötülüklerden sakınan, câhiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak duran bir zâttı. Mekke’de zulme, haksızlığa engel olur, oraya gelen misâfirleri ağırlardı. Ramazan ayında Hira Dağında inzivâya çekilmeyi âdet edinmişti. Çocukları seven ve şefkat sahibi olan Abdülmuttalib, Muhammed aleyhisselâmı bağrına basıp gece gündüz yanından ayırmadı. O’na büyük bir sevgi ve şefkat gösterirdi. Kâbe’nin gölgesinde kendisine mahsus olan minderinde O’nunla beraber oturur, mâni olmak isteyenlere; “Bırakın oğlumu, O’nun şânı yücedir!” derdi. Sevgili Peygamberimizin dadısı Ümmü Eymen’e, O’na iyi bakmasını önemle tembih eder; “Oğluma iyi bak! Ehl-i kitab, benim oğlum hakkında, bu ümmetin peygamberi olacak, diyorlar.” derdi. Ümmü Eymen demiştir ki: “O’nun çocukluğunda açlıktan ve susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde; “İstemem, tokum.” derdi.“Abdülmuttalib uyurken ve odasında yalnızken, O’ndan başkasının yanına girmesine müsâade etmezdi. O’nu dâimâ öper, okşar, sözlerinden ve hareketlerinden son derece hoşlanırdı. Sofrada onu yanına alır, dizine oturtur; yemeğin en iyisini ve en lezzetlisini O’na yedirir ve O gelmeden sofraya oturmazdı. O’nun hakkında nice rüyâlar görüp birçok hâdiseye şâhit oldu. Bir defâsında, Mekke’de kuraklık ve kıtlık olmuştu. Abdülmuttalib, gördüğü bir rüyâ üzerine Muhammed aleyhisselâmın elinden tutup Ebû Kubeys Dağına çıktı ve; “Allah’ım, bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile sevindir.” diyerek duâ etti. Duâsı kabul olundu ve bol yağmur yağdı. O zamanki şâirler bu hâdiseyi şiirler yazarak dile getirmişlerdir.

Abdülmuttalib, bir gün Kâbe’nin yanında otururken, Necranlı bir râhip yanına gelip onunla konuşmaya başladı. Bir ara; “Biz İsmâiloğullarından en son gelecek olan peygamberin sıfatlarını kitaplarda bulduk. Burası (Mekke) O’nun doğum yeridir. Sıfatları şöyle, şöyledir!” diyerek birer birer saymağa başladığı sırada, Peygamberimiz yanlarına geldi. Necranlı râhip, O’nu dikkatle seyretmeye başladı, sonra da yaklaşıp gözlerine, sırtına, ayaklarına baktı ve heyecanla; “İşte, O budur. Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Abdülmuttalib; “Oğlumdur!” deyince, Necranlı râhip; “Kitaplarda okuduğumuza göre O’nun babasının sağ olmaması lazım!” dedi. Abdülmuttalib; “O, oğlumun oğludur. Babası daha O doğmadan, annesi hâmile iken ölmüştü” deyince, râhip; “Şimdi doğru söyledin.” dedi. Bunun üzerine Abdülmuttalib oğullarına; “Kardeşinizin oğlu hakkında söylenileni işitin de, O’nu iyi koruyun!” dedi.

Abdülmuttalib vefâtı yaklaşınca oğullarını toplayıp Sevgili Peygamberimize; “Yavrum, bu amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin” diye sordu, Resûl-i ekrem efendimiz koşup amcası Ebû Tâlib’in kucağına oturdu. Onun yanında kalmak istediğini söyledi. Abdülmuttalib de O’nu oğlu Ebû Talib’e bıraktı ve O’na iyi bakmasını önemle vasiyet etti. Bundan sonra da vefât etti.

Peygamberimiz sekiz yaşından sonra amcası Ebû Tâlib’in yanında kalmaya başladı ve onun himâyesinde büyüdü. O zaman Mekke’de Ebû Tâlib de babası Abdülmuttalib gibi Kureyş’in ileri gelenlerinden, sevilen, saygı gösterilen ve sözü dinlenilen bir zât idi. O da Peygamberimize büyük bir sevgi ve şefkat gösterdi. O’nu kendi çocuklarından çok sever, yanına almadan uyuyamaz, bir yere gitmez ve; “Sen çok hayırlısın, çok mübâreksin!” derdi. O elini uzatmadan yemeğe başlamaz, önce O’nun başlamasını isterdi. Bâzan da ona ayrı sofra kurdururdu. Sabahları uyandığında yüzünden nur saçıldığını, saçlarının taranmış olduğunu görürlerdi. Ebû Tâlib’in fazla malı yoktu ve âilesi de kalabalıktı. Muhammed aleyhisselâmı himâyesine aldıktan sonra bolluğa ve berekete kavuştu. Mekke’de vukû bulan kuraklık sebebiyle halk sıkıntıya düştüklerinde Ebû Tâlib O’nu Kâbe’nin yanına götürüp duâ etti. O’nun bereketiyle bol yağmur yağdı. Kuraklıktan ve kıtlıktan kurtuldular.

Ebû Tâlib bir defâsında Şam’a ticâret için giderken Muhammed aleyhisselâmı da dokuz veya on iki yaşında bulunduğu sırada yanında götürdü. Ticâret kervanı uzun bir yolculuktan sonra Busra’da Hristiyanlara mahsus bir manastırın yakınında konakladı. Bu manastırda Bahîra adında bir râhip vardı. Önceden Yahûdî âlimlerindenken sonradan Hristiyan olan bu bilgili râhibin yanında elden ele geçerek saklanan bir kitap bulunmakta ve birçok şey ondan sorulmakta idi. Kureyş kervanı daha önceki yıllarda buradan defâlarca gelip geçmesine rağmen hiç ilgilenmeyen ve her sabah manastırın damına çıkıp kâfilelerin geldiği yöne bakarak merakla bir şey bekleyen râhib Bahîra’ya bu defa bir hâl olmuş ve heycanla irkilip yerinden fırlamıştı. Çünkü o, Kureyş kervanı uzaktan göründüğü sırada kervanın üstünde beyaz bir bulutun da onlarla birlikte akıp geldiği ve onların yanına oturduğu ağacın üstünde durduğunu görmüştü. Bu bulut Muhammed aleyhisselâmı gölgelemekte idi. Kervan konunca Muhammed aleyhisselâmın altına oturduğu ağacın dallarının üzerine doğru eğildiğini görerek iyice heyecanlanan râhip, hemen bir sofra hazırlatıp, acele ile bir de dâvetçi göndererek Kureyş kervanında bulunanların hepsini yemeğe dâvet etti. Kervanda bulunanlar Muhammed aleyhisselâmı mallarının yanında gözcü olarak bırakıp râhip Bahîra’nın yanına gittiler. Ona defâlarca buradan gelip geçtikleri hâlde şimdiye kadar kendilerini dâvet etmeyip de bugün dâvet etmesinin sebebini sorarlarken, Bahîra gelenlere dikkatle bakıp; “Ey Kureyş topluluğu, içinizden yemeğe gelmeyen var mı?” diye sordu. “Evet, bir kişi var.” dediler. Râhip Bahîra ısrarla, O’nun da çağrılmasını isteyince gidip çağırdılar. Gelir gelmez dikkatle O’na bakmaya, incelemeye başlayan Bahîra, yemekten sonra hallerine, işlerine dâir birçok soru sordu. Muhammed aleyhisselâm da cevap verdi. Bahîra gördüğü alâmetlerin ve aldığı cevapların hepsinin, âhir zamanda gelecek peygamberin sıfatları hakkında bildiklerine tam uyduğunu gördü. Sonra sırtını açıp nübüvvet mührüne baktı ve Ebû Tâlib’e; “Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Ebû Tâlib; “Oğlum” deyince Bahîra; “Kitaplarda bu çocuğun babasının sağ olmayacağı yazılı, O senin oğlun değildir.” dedi. Bu sefer Ebû Tâlib; “O benim kardeşimin oğludur.” dedi. “Babası ne oldu?” deyince de, O’nun doğumuna yakın öldüğü cevâbını alan Bahîra; “Doğru söyledin, annesi ne oldu?” dedi. Ebû Tâlib; “O da öldü.” deyince yine; “Doğru söyledin.” dedi. Sonra da ısrarla şöyle dedi: “Kardeşinin oğlunu hemen memleketine geri götür. O’nu, hasetçi Yahûdîlerden koru! Vallahi Yahûdîler bu çocuğu görüp, benim fark ettiklerimi fark ederlerse, O’na bir zarar vermeye kalkışırlar. Çünkü kardeşinin oğlunda büyük bir hâl ve şan vardır. Bu, peygamberlerin sonuncusu olacaktır. Getireceği din bütün yeryüzüne yayılsa gerektir. Sakın bu çocuğu Şam’a götürme, mübârek bedenine bir zarar verirler. Bunun hakkında çok ahd ve misak olmuştur.”

Ebû Tâlib “Mîsak nedir?” diye sorunca, Bahîra; “Allahü teâlâ bütün peygamberlerden ve en son da Îsâ aleyhisselâmdan ümmetlerine âhir zaman peygamberinin geleceğini bildirmeleri üzerine söz almıştır.” dedi. Ebû Tâlib, Bahîra’nın bu sözleri üzerine Şam’a gitmekten vazgeçti ve mallarını Busra’da ucuz fiyata satıp Mekke’ye döndü. Ebû Tâlib, Bahîra’dan işittikleri şeylerden sonra, Muhammed aleyhisselâmı daha da çok sevip ömrü boyunca O’nu korudu ve her işinde O’na yardımcı oldu. Her hâliyle fazîletler ve güzellikler sâhibi müstesnâ bir insan olarak büyüyen Muhammed aleyhisselâm, on yedi yaşına ulaştığı sırada Yemen’e ticâret için giden amcası Zübeyr, ticâretinin bereketli olması için O’nu da yanında götürdü. Bu seferde de nice hârikulade (olağanüstü) halleri görüldü. Mekke’ye döndüklerinde O’nun bu halleri anlatıldı ve Kureyş kabîlesi arasında; “Bunun şânı pek yüce olacak” diye söylenmeye başlandı.
[/toggle] [toggle title=”Efendimizin Gençliği” load=”hide”] Her bakımdan insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, daha gençliğinde Mekke halkı arasında, diğerlerinden farklı olarak, çok sevilmiştir. Güzel ahlâkı, insanlara görülmemiş bir şekil

 

Selahaddin Zerkubi

Konya – Hazreti Mevlana’nın Türbesinin girişinde sağ tarafta

Aslen Konya’ya bağlı Kamile denilen köyden olup doğum tarihi bilinmemekle beraber Mevlana Celaleddin Rumi’den daha önce doğduğu sanılmaktadır. Konya’da kuyumculukla meşgul olduğundan dolayı Zerkub=Kuyumcu diye şöhret bulmuştur. 629/1231 yılında Konya’ya gelen Seyyid Burhaneddin Tirmiz’ye Mevlana Celaleddin gibi o da mürid olmuştur.

Seyyid Burhaneddin ‘in Kayseri ‘ye gelip orada vefat etmesinden haylıi sonra da 647 yılı civarında Mevlana’nın halifesi ve has müridi olmuş, tam on yıl onun sohbetinde bulunduktan sonra nihayet 65 7/1258 yılında vefat etmiştir. Konya’da Sultanü’l-Ulema’nın türbesi medfundur. Onun Seyyid Burhaneddin ve Mevlana Celaleddin’e mürid olduğu Menakıbü’l-Arifin’deki bir hikayede anlatılmaktadır.
Hikaye’ye göre: Şeyh Selahaddin Zerkub, anası ve babası Konya civarında bir göl kenarında bulunan Kamile ismindeki köyden idiler. Bu gölden balık avlamakla geçinirlerdi. Seyyid Burhaneddin Konya’dan ”Daru’l-Fetih” denilen Kayseri’ye gidip orada vefat ettiği zaman, Şeyh Selahaddin de ana ve babasını görmek için doğum yeri olan Kamile’ye gitmişti. Köye vardığında Selahaddin’i evlendirdiler. Şeyh Selahaddin bir müddet köyde hanımının, anne-babasının yanında kaldı. Artık bu hayata iyice alışmıştı. Günlerden bir gün Konya’ya geldi ve Ehü’l-Fazl Mescidi’nde Cuma namazında bulundu. O gün Mevlana Celaleddin vaaz ediyor ve büyük coşkunluklar gösteriyor ve Seyyid Burhaneddin hakkında birçok şeyler anlatıyordu. Birdenbire Seyyid Burhaneddin ‘in halleri Mevlana Celaleddin’in zatında büyük bir nur gibi Şeyh Selahaddin’e tecelli etti. Selahaddin hemen ayağa kalkıp Mevlana’nın vaaz ettiği minberin altına gelerek baş koyup, Mevlana Celaleddin ‘in ayaklarına yüzlerini ve gözlerini sürdü. Bunun üzerine Mevlana Celaleddin Hz.leri iltifatlarda bulunarak:

– Nerede idin? diye sordu. Şeyh Selahaddin de:
– “Evlendim, sizden ve sohbetinizden mahrum kaldım diyerek özür diledi. Mevlana Celaleddin ise:
– “Hayır, hayır sen bizdensin. Bizim canımızsın diyerek elinden tuttu ve (onu) kendisine sohbet arkadaşı yaptı.”

Kaynak ;  Kayseri İlmiye Tarihinde Meşhur Mutasavvıflar , Ali Rıza Karabulut , Seyyid Burhaneddin Vakfı

Mevlana Celaleddin Rumi

Konya – Mevlana Müzesi içerisindeki Türbesinde

Asıl adı Muhammed olan Mevlana Celaleddin-i Rumi (do­ğumu 30.09.1207/ ölümü 17.12.1273), Bahaeddin Veled‘in oğlu­dur. Lakabı Celaleddin’dir. ”Efendimiz” anlamındaki “Mevlana”  ünvanı onu yüceltmek maksadıyla söylenmiştir. “Sultan” ma­ nasına gelen Farsça “Hüdavendigar” ünvanı Mevlana’ya babası tarafından verilmiştir. Aynca doğduğu şehre nisbetle “Belhi”, daha sonraki hayabnı sürdürdüğü Anadolu’ya nisbetle de “Rumi” ünvanları ile anılmaktadır. Mevlana 30 Eylül 1207 tari­hinde babasının memleketi olan Belh’te doğdu.

Mevlana‘nın babası, Bahaeddin Veled, Horasan ve Anadolu tasavvuf tarihinin önemli simalanndan biridir. 1151 yılında Belh’te doğan Bahaeddin Veled‘in annesi Harzemşahlar hanedanına mensup bir hanım, babası ise Belh şehrinin büyük alimlerinden Celaleddin Hüseyin Hatıbidir. Babasını küçük yaşta kaybeden Bahaeddin Veled, çocukluğunda öğrenme merakından dolayı önce dini ilimleri daha sonra da tasavvufi ilimleri tahsil etti ve her iki alanda da kemal derecesine ulaştı. Tasavvufi ilimleri tahsil ederken, Kübreviliğin kurucusu Necmeddin Kübra‘nın halifelerinden biri oldu. Sonra Kübrevilik tarikatının, Harezm bölgesinde yayılmasında gösterdiği gayretten dolayı, bölgenin şöhretli mutasavvıflardan biri haline geldi. Onun İslami ilimler ve tasavvuftaki şöhreti arttıkça, halkın da ona ilgisi ve rağbeti artıyordu. Bundan dolayı ona, Hz. Peygamber tarafından rüya­ sında, “Sultanu’l-ulema” ünvanı verildi.

Bahaeddin Veled, Harezm’in ünlü alim mutasavvıfların­dan biri olarak, medresede ders veriyor ve dini yönden halkı irşad ediyordu. Onun meclisine devrin bütün ileri gelenlerinin yanı sıra, bazen devrin hükümdarı Harezmşah Alaeddin Mu­ hammed Tekiş de gelirdi. Bahaeddin Veled, halkı irşad vaazla­ rında zaman zaman, Yunan felsefesini benimsedikleri için devrin önemli bilginleri Fahreddin Razi, Kadı Zeyn-i Ferazi gibi filo­zofları ağır şekilde eleştirir, Harezmşah Alaeddin Muhammed’i (1200-1220) de onların görüşlerine uymakla tenkit ederdi. Bu ten­kitler, sultanla aralarının açılmasına neden oldu. Bunu fırsat bi­len Bahaeddin Veled karşıtları, rekabet ve çekememezlik yüzün­den, onun taraftarlarıyla siyasi isyan hazırlığı içinde olduğunu ileri sürdüler. Bunun üzerine, devrin hükümdarı Harezmşah Alaeddin Muhammed, ondan ülkeyi terk etmesini istedi. O da ailesi ile birlikte Belh’ten ayrılmak zorunda kaldı.

Bahaeddin Veled, ailesi ile birlikte ilk önce Semerkant’a gitti. Onun Belh’ten ilk ayrılışı 1212-1213 yıllarında idi. Mevlana bu sırada muhtemelen beş yaşındaydı. Ancak, Semerkant’ın Ha­ rezmşah Muhammed’in eline geçmesinden sonra tekrar Belh’e döndü. Belh’ten Semerkant’a dönen Bahaeddin Veled’in bir süre orada ikamet ettiği ve asıl göç yolculuğuna bundan sonra başladığı tahmin edilmektedir.

Bahaeddin Veled, ikinci kez Belh’ten ayrıldığında (muhte­ melen 1219 yılında) ailesi ve müridleri ile birlikte Nişabur’a gitti. Bahaeddin Veled Nişabur’da, İslam klasiklerinden Mantıku’t­ tayr adlı eserin yazan ünlü mutasavvıf şair Feridüddin Attar ile görüştü. Feridüddin Attar, bu ziyaret sırasında yaklaşık on üç yaşında olan Mevlana’ya, daha sonraki yıllarda onda derin izler bırakacak Esrarname adlı tasavvufi mesnevisini hediye etti ve Bahaeddin Veled’e: “Çabuk ol, bu senin oğlun çok zaman geçmeyecek, alemde yüreği yanıkların yüreğine ateşler sala­caktır.” dedi

Bahaeddin Veled ve ailesi, Nişabur’dan sonra Bağdat’a gitti. Bağdat’ta ünlü İşraki düşünür, Sühreverdilik tarikatının kurucusu Şehabeddin Sühreverdi tarafından karşılandı. Daha sonra Kufe üzerinden Hicaz (Mekke-Medine)’a gitti. Hicaz’dan dönerken Şam’a uğradı. Oradan Anadolu’ya gelen Bahaeddin Veled ve ailesi önce Malatya’ya, sonra Erzincan’a daha sonra da Akşehir’e ulaştı. Akşehir’de bir müddet ikamet eden Sultanu’l­ filema Bahaeddin Veled, Mengücükoğulları’ndan Fahreddin Behram Şah’ın hanımı İsmet Hatun’un yaptırdığı medresede (hangahta) (bir veya dört yıl) ders okuttu. Sonra Larende’ye (Karaman) giderek burada kendi adına yaptırılan medresede en az yedi yıl müderrislik yaptı. Daha sonra Türkiye Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat’ın daveti üzerine Konya’ya yer­leşti. Mevlana on yedi veya on sekiz yaşında iken Larende’de Semerkant’lı alim Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun‘la ev­lendi. Bu evlilikten 1226’da Sultan Veled, bir yıl sonra da di­ğer oğlu Alaeddin dünyaya geldi. Yine onlar Larende’de iken Bahaeddin Veled’in hanımı ve Mevlana’nın annesi Mümine Hatun vefat etti. Onu defnettikleri yere daha sonra Karaman Mevlevihanesi kuruldu.

Nihayet, Selçuklu başkenti Konya’ya yerleşen Bahaeddin Veled‘in şöhreti, kısa zamanda bütün ülkede yayıldı. Onun dini irşad faaliyetlerine halkın ilgisi giderek artıyordu. Konya’da, ünlü devlet adamları, emirler, vezirler hatta Selçuklu sultanı Alaeddin Keykubad bile kendisine mürid oldu. Sultanu’l-ulema hem medresede öğrencilere ders veriyor hem de vaazlar vere­rek halkı irşad ediyordu.

Bahaeddin Veled, Altunapa Medresesi’nde iki yıl mü­derrislik yaptıktan sonra 23 Şubat 1231’de (18 Rebiulahir 628) Konya’da vefat etti.

Mevlana, babası öldüğünde yirmi dört yaşında idi. Yeterli ilmi olgunluğa ulaşmıştı. Babası Bahaeddin Veled’in ders ver­diği medresede ders vermeye başladı. Babasının vefatında bir yıl sonra, Bahaeddin Veled’in müridlerinden Seyyid Burhaneddin Muhakkık-i Tirmizi (Seyyid-i sırdan) şeyhini ziyaret etmek için Konya’ya geldi. Seyyid Burhaneddin’in Konya’ya geliş amacı, çocukluğu sırasında terbiyesiyle meşgul olduğu Mevlana’yı manevi terbiyesine almaktı. Muhtemelen Bahaeddin Veled onu bu vazife ile görevlendirmişti.

Seyyid Burhaneddin, Mevlana’nın manevi terbiyesini ik­mal etmek için Konya’ya gelince, o sırada Larende’de bulu­nan Mevlana’ya bir mektup yazarak onu Konya’ya çağırdı. Mevlana’ya, “kamil insan olabilmek için, zahiri ilimlerde elde ettiği üstün dereceyi, hal (tasavvuf) ilimlerinde de kazanması gerektiğini” söyledi. Mevlana artık onun manevi terbiyesi altına girdi ve dokuz yıl mürid olup ona hizmet etti. Daha sonra Seyyid Burhaneddin, Mevlana’yı, zahiri ilimlerde ilerlemesi için bir ara Şam’a gönderdi. Şam’da değişik ulemadan ders alan Mevlana, oradan Haleb’e gitti ve Halaviyye Medresesi’nde Kemaleddin İbnü’l-Adim‘den ders aldı. Sonra tekrar Şam’a döndü ve Mukadderniyye Medresesi’ne yerleşerek ilim tahsiline devam etti. Muhtemelen Suriye’de dört yıl kaldıktan sonra tekrar Kayseri’ye döndü.

Mevlana, Şam’daki eğitimi sırasında tefsir, fıkıh, hadis, Arap dili ve edebiyat başta olmak üzere akli ve nakli ilimlerde bilgi­sini artırıp icazet alırken; Muhyiddin İbnü’l-Arabi, Saadeddin Hamevi, Osman-ı Rumi, Evhadüddın-i Kirmanı ve Sadreddin Konevi gibi bilgin ve mutasavvıflarla görüşüp sohbet etme fır­satını buldu.

Mevlana, Kayseri’ye döndükten sonra hocası Seyyid Burhaneddin’in teşvikiyle, ledün ilminde tecrübe kazanmak amacıyla kendisi için hazırlanan bir hücrede halvete girdi. Bu­rada peş peşe üç bin erbain çıkardı. Böylece manevi eğitimini ik­mal yolunda önemli bir tecrübe yaşayan Mevlana, bir süre sonra hocasından irşad için icazet aldı ve Konya’ya döndü.

İlk hanımı Gevher Hatun’un ölümü üzerine Mevlana, Konya’lı İzzeddin Ali’nin kızı Kira Hatun’la evlendi. Bu ha­nımından Emir Muzaferrüddin Alim Çelebi ve Melike Hatun adında iki çocuğu dünyaya geldi.

Mevlana’ya manevi yolda rehberlik eden; o sade bir mü­derris iken, onu halkın gözünde bir veli-yi kamile dönüştüren şeyhi Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi yaklaşık 1241 yı­lında Kayseri’de öldü. Seyyid Burhaneddın, ahlaki olgunluğa sa­hip, sufilerin seyir ve sülvakıf, manevi makamlara ulaş­mış kamil bir bilgin idi.

Seyyid Burhaneddin’in ölümünden sonra Mevlana tek ba­şına kaldı ve daha çok marifetullaha yöneldi. Beş yıl daha ri­yazet çekerek manevi olgunluğunu tamamlamaya çalıştı. Bu arada çoğu ulema sınıfından ve yöneticilerden olan müridle­rine ve halka vaaz ve fıkıh dersleri vererek ilmi faaliyetlerini sürdürdü. Onun derslerine devam edip vaazlarını dinleyenler ve gösterdiği kerametleri müşahede edenler arasında sevenle­rinin sayısı gittikçe artıyordu.

Mevlana, Seyyid Burhaneddin’in vefatından beş yıl sonra, marifetullaha ulaşma yolunda kendisine yarenlik edecek, Şems-i Tebrizi ile karşılaştı. Bu karşılaşma Mevlana’nın hayatında yeni bir dönemin başlangıcı oldu.

Şems-i Tebrizi’nin kimliği, hayatı ve eğitimi hakkında pek fazla şey bilmiyoruz. Muahhar kaynaklarda onun kimliği ile il­gili çelişkili bilgiler bulunmaktadır. Dönemin pirleri tarafından “Tebrizli Kamil” olarak isimlendirilen Şems, birçok yer dolaş­tığı için “Şems-i Perende” (uçan Şems) diye anılıyordu. Melami ve Kalender meşrebe mensup olan Şems-i Tebrizi, birçok ünlü mutasavvıf ile sohbet etmiş, bazı sırlara vakıf olmuş meczup bir tabiata sahipti. Şems, 1244 yılı Kasım ayı sonlarında Konya’ya geldi.

Şems-i Tebrizi bu sırada altmış, Mevlana ise otuz yedi ya­şında idi. Şems-i Tebrizi’nin sözlerinden oluşan Makalat’ta anlatıldığına göre, bir gün Şems ”beni veli kullarınla tanıştır” diye rabbine niyaz eder. Rüyasında kendisine “seni bir veliye yoldaş edelim” denir ve o velinin Anadolu’da bulunduğu söylenir. Bunun üzerine Şems-i Tebrizi, Mevlana ile tanışmak için Konya’ya gelir.

Şems ile Mevlana’nın ilk karşılaşmalarıyla ilgili Sipehsalar Risalesi’nde, Eflaki’nin Menakıb’ında, Devletşah’ın Tezkire’sinde, Abdülkadir el-Kureşi’nin, el-Cevahirü’l-mudiyye’sinde ve İbn Batuta’nın Seyahatname’sinde farklı anlatımlar vardır. Bu konu ile ilgili Sipehsalar’da ve Eflaki’de geçen rivayeti nakletmekle yetineceğiz.

Sipehsalar Risalesi’nde anlatıldığına göre; Şems-i Tebrizi Konya’ya Mevlana ile tanışmak için geldiğinde Pirinç­ciler Harnı’na yerleşir. Ertesi gün hanın önündeki sedirin, üzerine oturur ve Mevlana’nın geçmesini bekler. Biraz sonra Mevlana oradan geçerken Şems ile göz göze gelir. Bu bakış, Mevlana ile Şems arasında ilk manevi etkileşimdir. Sonra Mevlana, Şems’in kar­şısındaki sedire oturur ve uzun müddet hiç konuşmadan bir­ birlerine bakarlar. Şems söze başlar: “Bayezid-i Bistami, Hz. Peygarnber’in kavunu nasıl yediğini bilmediği için ömrü bo­yunca hiç kavun yemediği halde, “Kendimi tesbih ederim, şa­nım ne yücedir” veya “Cübbemin içinde Allah’tan başka kimse yoktur” gibi sözler söylemiştir. Hz. Muhammed (sav) ise; “Ba­zen gönlüm bulanır da o sebeple Allah’a her gün yetmiş defa istiğfar ederim” demiştir, bu sözleri nasıl yorumlamak gerekir, diye sorar. Mevlana: “Bayezid kamil velilerden olmakla birlikte çıktığı tevhid makamının yüceliği kendisine gösterilince bunu bu sözlerle ifade etmiştir. Hz. Muhammed (sav) ise, her gün yetmiş makam geçerdi ve ulaştığı makamın yüceliği yanında bir ön­ceki makamın küçüklüğünü görünce, daha önce o kadarla ye­tindiğinden dolayı istiğfar ederdi” diye cevap verir. Bu cevabı çok beğenen Şems ayağa kalkarak Mevlana’yı kucaklar ve ikisi arasında büyük bir dostluk başlar. Birlikte Mevlana’nın ders verdiği medreseye giderler.

Eflaki’nin rivayetine göre ise; Şems-i Tebrizi Konya’ya gel­diğinde Şekerciler Hanı’na yerleşir. Mevlana bu sırada, Pamuk­çular Medresesi’nde öğrencilerine ders vermektedir. Bir gün öğrencileri ile birlikte medreseden ayrılıp katır sırtında evine giderken, Şems aniden önüne çıkar ve katırın yularından tuta­ rak: “Ey dünya ve mana vakitlerinin sarrafı! Muhammed (sav) hazretleri mi büyüktür, yoksa Bayezid-i Bestami mi? diye so­rar. Mevlana : “Muhammed Mustafa (sav) bütün peygamber­lerin ve velilerin başıdır” diye cevap verir. Şems: “Ama Muhammed (sav), ‘seni tesbih ederim rab­bim, biz seni layıkıyla bilemedik’ dediği halde, Bayezid ‘benim şanım ne yücedir, ben sultanlar sultanıyım’ diyor” der. Bunun üzerine Mevlana : “Bayezid’in susuzluğu az olduğu için bir yu­dum su ile kandı, idrak bardağı hemen doluverdi. Halbuki Hz. Muhammed(sav)’in susuzluğu arttıkça artıyordu. Onun göğsü Allah tarafından açılmıştı. Sürekli susuzluğunu dile getiriyor, her gün Allah’a daha yakın olmak istiyordu” diye cevap verdi. Şems bu cevabı işitince kendinden geçer ve Mevlana ile birlikte medreseye giderler.

Mevlana, Şems-i Tebrizi ile tanıştıktan sonra halkla alaka­sını tamamen kesmiş medresedeki dersleri ve müridleri irşad etme işini bir yana bırakıp bütün zamanını Şems ile sohbet ede­rek geçirmeye başlamıştı. Bu durum, müridlerin şeyhlerini ken­dilerinden ayıranın, kim olduğunu bilmedikleri Şems’e karşı kin beslemelerine neden oldu.

Mevlana’nın vaazlarından mahrum kalan halk arasında da çeşitli dedikodular yayılmaya başladı. Bunun üzerine Şems Konya’yı gizlice terk etti. Şems bu ilk gelişinde Konya’da, Kasım 1244’ten Mart 1246’ya kadar, yaklaşık on altı ay kadar kaldı. Mevlana’yı çok fazla üzen bu olayın ardından, durumun daha da kötüleştiğini fark eden müridler, ondan özür dilediler. Bir süre sonra Mevlana, Şems’in Şam’da olduğunu öğrenmiş ve ona dönmesi için gazel tarzında manzum mektuplar yazmıştır.

Eflaki, Mevlana’nın bu ayrılık sırasında matem tutanların giydiği, ”hindibari” denilen kumaştan bir hırka yaptırdığını ve başına bal rengi yünden bir külah geçirip üzerine sarık sardığını yazar. Ayrıca bu olaydan sonra sema meclislerini başlattığını söyler. Yine Sipehsalar’da, Mevlana’yı sema yapmaya Şems’in teşvik ettiği ifade edilmektedir.

Mevlana, o sırada Şam’da bulunan Şems’in tekrar Konya’ya dönmesi için mektuplar yazdı ve oğlu Sultan Veled’i Şam’a gön­derdi,. Bu ısrarlı davet üzerine Şems ve Sultan Veled birlikte Konya’ya geldiler (1247). Sultan Veled İbtidaname adlı eserinde, Mevlana ile Şems arasındaki arkadaşlığı Hz. Musa ile Hızır ara­sındaki ilişkiye benzetir. “Nasıl ki Hz. Musa bir peygamber ol­masına rağmen Hızır’ı ısrarla aramıştır, bunun gibi Mevlana da Şems’i aradı”, der.

Şems Konya’ya döndükten sonra Mevlana’nın ders okuttuğu medresedeki bir hücrede, Mevlana ile altı ay boyunca marife­tullaha dair sohbet ettiler. Yanlarına yalnızca Şeyh Selahaddin-i Zerkub ve Sultan Veled girebiliyordu. Bu arada Şems-i Tebrizi, Mevlana’nın evlatlığı Kimya Hatun’la evlendirildi. Bir süre sonra müridler ve halk Mevlana’nın kendilerini terk ettiğini düşünerek tekrar dedikodu yapmaya başladılar.

Şems, halkın kendisini Mevlana’dan ayırmak istediğini söyleye­rek ikinci defa ortadan kayboldu (1247). Eflakive Sipehsalar’da farklı şekilde anlatılan bu olayla ilgili, Şems’e suikast düzenlen­diği ve onun bu sırada yaralandığı, şeklinde ifadeler yer almak­tadır. Şems aldığı yaranın tesiri ile ortadan kaybolmuş bir daha onu hiç kimse görmemiştir.

Eflaki, Şems-i Tebrizi’yi hiç bir yerde bulamayan Mevlana’nın bu ayrılıktan dolayı kırk gün sonra başına beyaz sarık yerine duman renginde bir sarık sardığını, Yemen ve Hint kumaşın­dan bir giysi yaptırarak ömrünün sonuna kadar bu kıyafeti giy­diğini söyler. Sultan Veled ise, Şems’in ikinci kez kayboluşun­dan sonra Mevlana’nın aşkla şiirler söylemeye başladığını ve gece gündüz hiç ara vermeden sema yaptığını yazar. Mevlana, Şems’in ayrılmasından sonra tam dört kez Şam’a gitmiş fakat onu bulamadan geri dönmüştür.

Mevlana’nın, Şems-i Tebrizi ile karşılaşması, onun hayatında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Şems’in Konya’ya gelmesin­den sonra Mevlana, vaazlarını, medresedeki derslerini, mürid­leri irşad görevini bir tarafa bırakmış yeniden marifetullahı keşif sohbetlerine dalmıştır. Sanki bu, yağmurun toprağa kavuşması, gecenin aydınlığa çıkması gibi bir buluşmadır. Bu sohbetlerde ilahi aşk ve vecdi terennüm eden Mevlana, önceleri aşkı takva­sında gizlerken, artık takvası aşkında gizlenmiştir. Dünya şiiri­nin zirvelerinden sayılan Divan-ı Kebir’ deki şiirlerin büyük kıs­mını bu devrede söylemiştir. Bu yüzden Divan-ı Kebir’e, Divan-ı Şems-i Tebrizi adı da verilir. Şems gelince, Mevlana için söz bit­miş aşk başlamıştır. Divan-ı Kebir aşığın, kendini sevgiliye an­lattığı şiirlerden oluşmuştur. Daha sonra Mevlana, oğlu Sultan Veled’i yanına çağırarak, Şems’ten sonra Selahaddin-i Zerkub’a tabi olmalarını, kendisi­nin şeyhlik sevdasında olmadığını söyler. Kuyumcukla meşgul olan Selahaddin, gençliğinde Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi’ye ardından Mevlana’ya intisab etmiş, Şems-i Tebrizi geldikten sonra da onun sohbetlerine katılmıştır. Şems’ten sonra Mevlana, Selahaddin-i Zerkub ile sohbet etmeye başladı.

Mevlana’nın, Selahaddin-i Zerkub ile marifetullaha dair sohbeti, müridleri arasında, Selahadin’in yeteri kadar ilim sa­hibi olmadığı ve şeyhlik için ehil olmadığı söylentilerine ve de­dikodulara neden oldu. Bu arada Mevlana, oğlu Sultan Veled’i, Selahaddin-i Zerkub’un kızı Fatma Hatun ile evlendirdi. Böy­lece, Selahaddin-i Zerkub’un ailesiyle yakın akrabalık bağları kurdu.

Selahaddin-i Zerkub’un vefatından (Aralık 1258) sonra Mevlana hilafet makamına müridlerinden Urmiyeli Hüsameddin Çelebi’yi geçirdi. Sultan Veled, babasının Şems-i Tebrizi‘yi gü­neşe, Selahaddin-i Zerkub‘u aya, Hüsameddin Çelebi‘yi de yıl­dıza benzettiğini ve onu meleklerle aynı mertebede gördü­ğünü yazar. Mevlana’nın en muhteşem eseri olan Mesnevi, işte bu Hüsameddin Çelebi’nin teşviki ile yazıya geçirilmiştir. Mesnevi İslam tasavvuf düşüncesinin bütün konularını içeren bir baş yapıttır ve İslam kültürünün önemli eserleri arasında sayılmaktadır.

Mevlana, Hüsameddin Çelebi’nin hilafet makamına geçi­şinden dokuz veya on yıl sonra 17 Aralık 1273 tarihinde hasta­lanarak vefat etti. Cenazesini ünlü mutasavvıf Sadreddin Konevi kıldırdı. Mevlana’nın ölüm gününü, sevgiliye kavuşma vakti olarak tanımlaması nedeniyle “şeb-i arus” (düğün gecesi) den-
miş ve ölüm yıldönümleri bu adla anıla gelmiştir. Sultan Ve­led, Mevlana’nın cenazesine, her din ve mezhepten, kalabalık insan topluluklarının katıldığını, söyler. Müslümanlar onu Hz. Muhammed (sav)’in nuru ve sırrı, Hristiyanlar kendilerinin İsa (as)’sı, Yahudiler de kendilerinin Musa(as)’sı gibi gördüklerini söylediler, der.

Mevlana’nın ardından on yıl daha Hüsameddin Çelebi hilafet görevini sürdürmüş, onun vefatından sonra yerine Mevlana’nın oğlu Sultan Veled geçmiştir (1283).

Mevlana’nın Eserleri

Mevlana’nın günümüze gelen eserleri şunlardır:

1- Mecalis-i Seb’a (Yedi Meclis), Mevlana’nın ilk eseridir. Henüz aşk yolculuğu başlamadan önce, babasının ölümünden sonraki dönemde mü­derrislik ve vaizlik görevindeyken verdiği vaaz ve sohbetlerdeki konuşmalarından oluşmaktadır. Bu konuşmalarda konuyla ilgili ayet ve hadislerin açıklanmasının yanı sıra Senai ve Attar gibi şairlerin şiirlerine, Mesnevi’de anlatılan bazı hikayelere ve Divan-ı Kebir’ den şiirlere de yer verilmiştir. Divan-ı Kebir ve Mesnevi gibi eserlerin habercisi sayılabilir.

2- Divan-ı Kebir (Büyük Divan), Mevlana bu eserini Şems-i Tebrizi ile tanıştıktan sonra yazmıştır. Mevlana hayatını üç devreye ayırır. “Hamdım, piştim, yandım”. Divan-ı Kebir bu yanma günlerinin eseridir ve aşığın, kendini sevgiliye anlattığı şiirlerden oluşmaktadır. Mevlana’nın tasavvufi yolculukta hissettiği coşkuların dışa vurumu yani sözlü ifadesidir. Divan-ı Kebir’ de Mevlana kendi adını yahut mahlasını kullanmaz, aşk yolculuğunda arkadaşları olan Şems, Selahaddin, ya da Hamuş adıyla şiirlerini imzalar.

3- Mesnevi, Mevlana’nın olgunluk dönemine ait en büyük şa­heseridir. Mevlana bu dönemde aralıksız akan bir hikmet çeşmesi gibi etrafına öğütler vermektedir. Bir gün Çelebi Hüsameddin, Mevlana’ya bu akıp giden düşüncelerin muhafaza edilmesi ve daha çok müride ulaştırılması gerektiğini söyler. Yazılı eserler­ den örnekler vererek bunun faydalarını anlatır. Bunun üzerine Mevlana, on sekiz beyitlik ilk kısmını bizzat kendisi yazdıktan sonra eserin, Hüsameddin Çelebi tarafından yazılmasına mü­saade eder. Mesnevi, Kur’an’dan ilhamla adeta onun tefsiri olarak yazılmış bir eserdir. Kur’anı’ın zahirindeki anlamlarının altındaki derin manevi anlamları anlatmayı hedefler. Kur’an hakikatlerinin kavranması ve bu hakikatlerin eylem safhasına geçirilerek kişinin ruhunda inkılaplar yaratması murat edilir. Bir eğitim kitabı olan Mesnevi, hakikatin pratiğe dönüşmesini, imanın akıllardan kalplere inmesini hedefler.

4- Fihi ma Fih (İçindeki içindedir), Mevlana’nın sağlığında oğlu Sultan Veled veya bir başka müridi tarafından kaydedilen soh­betlerinin vefatından sonra derlenmesinden meydana gelmiştir. Eser altmıştan fazla bölümden oluşur. Mensur olmakla birlikte son derece veciz bir dil kullanılmıştır. Mevlana’nın eşsiz söz söyleme kudretini ortaya koymaktadır. Aynı zamanda devrin sosyal yapısının, düşünce ortamının ve tarihi şartlarının da bir analizidir.

5- Mektubat (Mektuplar), Mevlana’nın yaşadığı dönem içinde çeşitli kişilere yazdığı yaklaşık yüz elli kadar mektuptan oluş­maktadır. Bu mektuplar daha çok yöneticilere, müridlerine veya kendi aile bireylerine yazılmıştır. ··

Bunların dışında, belli sure ve duaların bir araya getirildiği Evrad-ı Kebir ve Evrad-ı Sağir adında iki zikir kitabı daha vardır. Ona isnad edilen diğer bazı eserlerin ise, Mevlana’ya ait olduğu şüphelidir.

 
Kaynak ; Kaynak ; Eskişehir Mevlevihanesi , Nizamettin Arslan , Kesit Yayınları