Fatih semti İstanbul’un en eski yerleşim yerlerinden biridir. Bizans ve daha öncesinde de bu bölgenin önemli bir yerleşim yeri olduğu kaynaklarda zikredilmektedir. Semte adını veren Fatih Camii; Sultan II. Mehmed (Fatih) tarafından fetihten sonra Havariyyun Kilisesi’nin kalıntıları üzerine inşa edilen ilk selatin camiidir. 1766 İstanbul …
Mezar taşlarında ister yetişkin isterse çocuk olsun her yaştan hanım ve erkek mezar taşları birbirlerinden şekil yönünden ayrılırlar. Osmanlı mezar taşları hakkında günümüze kadar yapılan araştırmalar neticesinde varılan en kesin hüküm, başlıklı hanım ve erkek mezarlarının yapısal farklılığıdır. Hazireye girildiğinde başlıklı taşların hanıma mı yoksa …
Fazıl Çifçi’nin ” Kastamonu Türbeleri ” isimli kitabının 187. sayfasında ” Kastamonu Asarı Kadimesi” ve yine sf107 de ayrıca Paflagonia sf 345 den naklenMüfessir Alaeddin Efendi türbesinde ilginç olaylar yaşandığı , nurlar görüldüğü , oradan çekilen resimlerde de bunun belirgin olduğu belirtilir. Bu konuyla ilgili özel bir çalışma yapan Dr. Gültein Caymaz’ı okuyalım ;
Dr. GÜLTEKİN CAYMAZ fizik tedavi ve Türkiye’nin sayılı akupunktur uzmanlarından biridir. Ayrıca bilinmeyen ve açıklanamayan olayların yorulmak bilmez bir takipçisi ve yorumcusudur. Bütün bu özellikleriyle, sadece Türkiye’de değil, yurtdışında da tanınmaktadır. Dünyanın yarısını dolaşmış, incelemeler yapmıştır. Esrarengiz ışıklar saçan türbenin hikayesini anlatması için ise sözü şimdi ona bırakalım
Türbeyi ziyaret
“1981 yılındaki Anadolu gezimde. Kastamonu yakınlarındaki bir türbenin öyküsü dikkatimi çekti. Türbenin yakınındaki gecekondulara yol açmak için bir buldozer getirtmişler. ‘Türbeyi yıkıp başka bir yere daha iyisini yaparız’ demişler. Buldozerin türbeye her yaklaşışında motor durmuş. Aracı bir türlü çalıştıramamışlar. Ardından
insan gücünü denemişler. Kazmalarla işe girişmişler. Kazmalar toprağa saplanıp kalmış. Bir türlü çıkarılamamış. zorlayınca da sapları kırılmış. Türbenin civarında geceleri garip ışıklar
görülüyormuş. Korkmuşlar ve işi bırakmışlar …
Ben inançlı biri olduğum için gidip orayı ziyaret ettim. Dua okudum … Niyetim türbenin fotoğraflarını çekmek!i. Birçok fotoğraf çektim. Bir de kendimi türbenin önünde çekeyim dedim. O anda birinden yardım istediğim takdirde sanki işin tılsımı bozulacaktı. .. Fotoğraf makinemi ayaklı sehpasına yerleştirdim. Otomatiğe ayarladım. Koşarak türbeyi arkama alacak biçimde makinenin karşısına geçtim.
Ankara’ya döndüğümde film banyo edildi.
Hayretle gördüm ki. kendimi çektiğim fotoğrafta çevremde yaygın bir ışık alanı oluşmuştu (1 no’lu fotoğraf, üstte). Türbenin esrarengiz ışıklar çıkardığı ya da oluşturduğu doğru muydu?. Yoksa ortada başka şeyler mi dönüyordu?. Tekrar oraya gidip fotoğraf çekmeye karar verdim.” Işığın kaynağı
Dr. Caymaz olayı açıklamak ıstıyor. Kastamonu’ya tekrar gidiyor. “İkinci gidişimde hava kararana kadar bekledim. Yine yalnızdım. Fotoğfraf makinemi sehpasına yerleştirdim. Otomatiğe ayarladım. Bu sefer değişiklik olsun diye. türbenin tam köşesinde durdum. Çıkan fotoğraf ta çevremdeki ışığın yine havaya ve yere doğru yayıldığı görülüyordu. Acaba bu ışığın kaynağı ben miydim? Bir başkasını götürüp onun resmini çektim ve aynı ışığın bu defa onun çevresinde yer aldığını gördüm (2 no’lu fotoğraf)
Deneylere devam ettim. 3 no’lu fotoğraf ta görüldüğü gibi. iki ayrı kişiyi aynı şekilde. yine ışıklı olarak görüntüledim. Birinin yerini değiştirdim. Yanına da bir başkasını yerleştirdim. Yine ışık vardı (4 no’lu fotoğraf).
Son fotoğrafi çekerken. fotoğrafinı çektiğim kişiler benim çevremde de bir ışığın olduğunu ve bunu gözle gördüklerini söylediler. Yer değiştirdik. onlar beni bir başkasıyla çektiler.
Hava kararıyordu. yanımdakileri 5 no’ lu fotoğraftaki yere gönderdim. Fotoğrafi çektiğim anda çevrelerinde oluşan parlamayı gördüm. İşte bu fotoğraf en garibiydi … “
Başı kaybolan insan
“Bu çektiğim fotoğraf ta (5 no’lu fotoğraf) gördük ki, fotoğraftakilerin birinin başı yarı yarıya kaybolmuştu, diğerinin, yani gür saçları olan kızın saçlarının bir kısmı yoktu. Ama benfotoğrafi çekerken bu eksiklikleri görememiştim
Daha sonra, aynı yerde, ama daha uzaklardan fotoğraflar çektim. Fakat oradan uzağa gidildikçe ışıklar görünmüyordu. Bu konuyla haftalarca uğraştım ve inanlyorum ki, benim gibi olaya saygıyla bakabilecek her kişi bufotoğrafları çekebilir. Ama gereksiz merak amacıyla bu fotoğraflar elde edilemez … “ Ruhsal ve bedensel enerji
Dr.Caymaz ışıklann kaynağını açıklamaya çalışıyor: “I970′lerde Romanya’da Dr. Joan Florin DumitfE;scu elektronograji dediği bir teknik geliştirdi. Insan vücuduna belli bir yöntemle elektrik yüklüyor ve bu elektrik yüklenmiş vücudun fotoğrafını çekiyordu. Çıkan fotoğraflarda insanların çevrelerinde ışık alanları görülüyordu. Çok basit olarak anlattığım bu teknik olaydan anlaşılmaktadır ki, insanlara dış etkiler tarafından belli dozlarda enerjiler YÜkletilebilir. Aslında bunu her an yaşıyoruz. Evrenden gelen çeşitli ışınlar, atmosferde süzüldükten sonra bizlere ulaşıyorlar.
Türbe olayında da bir enerji vardır ama bu enerjinin han,gi şartlarda ortaya çıktığınl anlayamıyoruz. Insanda da bir enerji var olduğuna göre, bu ruhsal enerjidir. Evliya dediğimiz farklı insanların bedensel enerjileri, belki de mezarlarının çevresinde birikip, bizce anlaşılmayan bir görev yapmaktadırlar … “ Bu ışık ruh mu?
Dr. Caymaz’ın ilginç açıklamalarından ve fotoğraflardan sonra akla bir yığın soru geliyor. Fakat en önemlisi, bu ışığın kaynağının ruh olup olmayacağıdır. Bilim, bizlerin bir tür enerji taşıdığımızı kabul etti, tıpölümden sonra vücutta bir boşalma olduğunu kanıtladı. Bu boşalan şey, adına ruh dediğimiz bir tür enerji olabilir mi? Ama inançlara göre ruhlann başka bir dünyaya gitmeleri gerekmiyor mu? Burası ve Orası aynı yer mi Cevapları almamız çok güç, belki de ola olanaksız. İnsanoğlu kendisini ve yaşadığı ortamı yeni yeni tanımaya başlıyor. Kim bilir daha neler öğreneceğiz veya hatırlayacağız? Insan vücudundaki elektrik enerjisi
İnsan vücudunun belli bir elektriksel enerjiye sahip olduğu bilim tarafından çoktandır kabul ediliyor. Eskiler bu ışığın görülebildiğini, ama görebilmek için uzun bir çalışma döneminden geçmek gerektiğini söyler/erdi. Hatta o devir/erde peygamberler, başlarının e
trafında bir ışık halesi olduğu halde resmedilirdi. Buda’nın böyle çizili birçok kabartma resmi ve heykeli vardır. 50 yıl kadar önce Semyon Kirlian adlı bir Rus, insandan fışkıran enerji alanının fotoğraflarını çekmeyi başardı. Ama bütün bu çalışmalar insandan kaynaklanan bir enerjiyi anlatıyordu. Peki, ölümden sonra ne oluyor? Acaba bu enerji d
ğılıyor mu? Yoksa bir yerde toplanıp kalıyor mu? Ya da yaşayan insanlara bir etki yapıyor mu? Bütün bu sorular cevap bekliyor. ..
Kuran-ı Kerim’de ki ayetlerin işaretleri, Rasullüllah (Sallalllahu Aleyhi ve Sellem)den gelen mütevatir hadislerin açık beyanları ümmetin önceki ve sonraki muteber alimlerin ittifakıyla kabir azabı haktır. Bunu müminlerin günahkarları ve kafirler görürler. Salih müminler ise bundan azad edilirler. Kabir azabının hak olduğunu gösteren delilleri şu şekilde …
‘‘Ashabım Yıldızlar gibidir…” ” Allahım, beni korumak için sabaha kadar uykusuz kalan Ebu Eyyüb’u sen de dünya ve ahirette muhafaza buyur.” ” Ashabımın her biri, vefat ettiği belde halkı için kıyamet günü önder ve nur olarak diriltecektir.”
Peygamber Efendimiz, “Ashabımın her biri, vefat ettiği belde halkı için kıyamet günü önder ve nur olarak diriltilecektir” buyurarak onları, doğdukları bölgelerin değil, vefat ettikleri bölge halkının ahiret önderi olarak tanımlamaktadır. Bu hadîs-i şerifte, sahabe kabrinin bulunduğu bölge mensupları için, çok önemli uyarı ve müjdeler bulunmaktadır. Halkımızın nazarında onlar bu toprakların gerçek sahibidir. Buralara gelmeyi kolay ve sevimli kılan öncülerdir. Ahiret günü kendileri için önder olarak diriltilecek kutlu rehberlerdir. Farklı coğrafyalarda doğdular, İstanbul’da şehit oldular. Asırlardır buradalar, yanımızda, yanı başımızda, Ne sıcak, ne güven veren, insanı rahatlatan bir duygu; var olduklarını bilmek ve hissetmek. Doğdukları yerlerde bir ömür bile kalamayan bu “ahiret önderlerimiz”, yüzyıllardan beri, sosyal ve tarihi kimliğimizin yapıcı unsuru, sosyal hayatımızın en etkili merkezleri olmuşlardır. Merhum Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver bu tesiri şu cümlesıyle ifade etmektedir: “Bunlar İstanbul’un inzibatında ve halkın birle dürüst muamelelerinde büyük birer manevi rol oynamıştır.“
Onlar asırlardır İstanbulludur. İstanbul’u İslamlaştırmanın ilk adımlarını atmışlardır. Onları anlamadan, geliş nedenlerini tefekkür etmeden, fethin anlaşılmasi kolay değildir. Onları tanıtmak, korumak, gelecek nesillere taşımak bir vefa görev olduğu kadar, dini ve milli bir misyondur. Bu topraklarda yaşayanların ruh ve gönül yapılarının oluşumunda onların derin tesirleri olduğu/olacağı muhakkaktır.
Peygamber Efendimiz’in iltifat ettiği Hz. Abdullah b. Ömer, Hz. Abdullah b. Abbas, Hz. Abdullah b. Zübeyr, Hz. Fedale b. Ubeyd gibi tanınmış sahabeler İstanbul’un fethi
Sahabe
seferlerine iştirak etmiş, istanbul önlerine gelmişlerdir. Hatta, İbnü’l-Kesir ve İbni Asakir gibi ünlü İslamtarihçileri Hz. Hüseyin’in de bu seferlere katıldığını belirtmektedir. Bazı kaynaklarda, çok sayıda sahabenin sefere iştirak ettiği ve sur önlerindeki çatışmalarda yüzlercesinin belki de binlercesinin şehit olduğu, vaktiyle sadece Toklu Dede Haziresi’ne ( Ayvansaray’daki Hz. Ebu Şeybe El Hudri – Hz. Kab (r.a.) ve Hz. Hamdullah El Ensari ‘nin kabirlerinin bulunduğu yer.) 1000’den fazla sahabenin defnedildiği kaydedilmektedir. Bu katılımlar. Peygamber Efendimiz’in ve arkadaşlarının İstanbul’un fethine ne kadar önem verdiğinin ve Müslümanlar için bu şehrin fethinin ne kadar önemli olduğunun ifadesidir. Bu sebeple bu türbe ve makamlar çok değerlidir ve hala ne yazıkki gerektiği kadar araştırılmamıştır.
İstanbul’da medfun bulunan Sahabelerin kabir ve makamlarıyla ilgili yapılan çalışmada ; Bazı türbe sahipleri hakkında yeterli bilgi bulunamamıştır. Adına türbe yapılan bazı sahabenin de İstanbul’a gelmedikleri ve burada vefat etmedikleri tespit edilmiştir.Bu durum sahabe kabir/makamlarıyla ilgili farklı yorumlara neden olmaktadır. Adına türbe yapılmasına rağmen o isimde bir sahabe olmadığı ya da, ismine makam yapılanların İstanbul’a hiç gelmediği gibi kesin iddialarda bulunmak yerine, ihtiyatlı bir tavır takınmak daha makul görünmektedir. İsim benzerlikleri, zaman içinde isimlerde değişiklik olabileceği,bütün kaynakların günümüze ulaşmadığı, ulaşanların tamamen incelenmediği, henüz on binlerce sahabenin hayatının ayrıntılarına, hatta bir kısmının isimlerine bile vakıf olunamadığı, İstanbul’a gelen sahabelerin bile tespit edilmediği gibi hususlar dikkate alınmalıdır. Mesela, Hz. Cabir makamıyla ilgili değerlendirmelerde, umumiyetle, meşhur ‘sahabe Cabir b. Abdullah hazretlerinin, bazen de Cabir b. Semüre hazretlerinin hayatı esas alınmaktadır. Halbuki, Cabir isminde 14 sahabe vardır ve bunlardan üçünün ismi Cabir b. Abdullah olup hayatları hakkında da bilgi bulunmamaktadır. Bu makamın ismi de Hz. Cabir b. Abdullah değil, Hz. Cabir makamıdır. Diğer sahabelerin hayatları hakkında bilgi bulunduğu takdirde, belki de, Hz. Cabir makamıyla ilgili daha farklı sonuçlar ortaya çıkabilecektir.
İstanbul ilk kuşatmadan yaklaşık 785 sene sonra İslam toprağına dönüşmüştür. Hıristiyan Bizans halkı, kabir/makamlarla ilgili bilgilerini nesilden nesile aktarırken bu isimlerin değişmiş olabileceği, bu yüzden haklarında bilgi bulunamaması da muhtemeldir. Bu değişikliklerin tespiti durumunda da farklı neticelere ulaşmak mümkün olabilecektir.
Bu türbelerin neden/nasıl ortaya çıktığı, niçin bu isimler adına yapıldığı, Osmanlı halkının ve ulemasının niçin bu kabir/makamları öne çıkardığı, kuşatmaya katılan sahabe adına değil de, katılmadığı tarihen sabit olan meşhur sahabe adına makamlar yapıldığıdır. Devrin ulemasının bizim ulaşamadığımız bazı kaynaklara vukufıyeti bu işte etkili olmuş mudur? Bu yaklaşımlarda, fetihten sonra Hıristiyan Bizans halkının, mezar yerleri hakkında , atalarından kendilerine ulaşan bilgileri Müslümanlara aktarmaları müessir midir? Sahabe kabir/makamlanmn sözlü tarih kaynağının olması da mümkündür. Mesela, Halid b. Zeyd Ebü Eyyüb el-Ensarî hazretlerinin mezarının keşfi anlatılırken, kaynaklar buraya Hıristiyanların da önem verdiğini nakletmektedir. Benzeri durum aynı boyutta olmasa bile diğer kabirler için de geçerli olamaz mı? Bilindiği gibi, tarih araştırmalarmda, halk arasındaki inanışlar ve rivayetler.de, kaynak eksikliği durumunda dikkate alınmaktadır. Bu metodu sahabe kabir/makamlan için kullanmak yanlış değildir.
Bu türbelerden bazıları daha Fatih Sultan Mehmed döneminde yapılmıştır. Bir kısmına II. Bayezid dönemi vakıflarından gelir tahsis edilmiştir. Devrin sultanları, şeyhülislamları, velîleri, devlet adamları, düşünürleri buraların korunması için özel alaka göstermiş, bu türbelerin etrafına defnedilmelerini vasiyet etmiştir. Bu yaklaşımlar, bizim buralara nasıl bakmamız gerektiğini de ortaya koymaktadır. Maksadımız, bir “fikri sabit” ispat değildir. Bazı ihtimalleri de dikkate alarak düşünülmesini sağlamaya katkıda bulunmaktır.
İstanbul’da sahabe kabir/makamlarmın hepsi günümüze ulaşmamıştır. Mesela, Üsküdar Dereboyu’nda (veya Dere Karyesi) Abdulvehhap isminde bir sahabe kabrinden bahsedilmektedir. Tarihçi Ahmed Rifat, Sünbül Efendi Dergahı’nda Hz. Hüseyin makamından söz etmektedir. Bir buçuk asır önce bulunan bir kitabede, bir zamanlar, Kasımpaşa’da yeni havuzun (Havz-ı cedîd) arkasında ashab-ı kiram’ın makam-ı şerifleri olduğu ifade edilmektedir: “İşbu mahalde vaki mescid-i şerif derünunda Emevî Devleti tarafından Kostantiniye gazası için Mesleme hazretleri maiyyetiyle teşrif eden ashab-ı güzîn ve tabiîni hazretlerinin bazıları da harap kalmışlardır. Der-i Aliyye’ye teşrifleri sene hicrî 64, miladî 683.” Bu ve benzeri kayıtlardan günümüze ulaşmayan sahabe makam/kabirlerinin bulunduğu anlaşılmaktadır.
Yakın tarihimizin iki döneminde sahabe kabir/makamlarının onarımlarına resmi düzeyde önem verilmiştir. Birincisi, Sultan II. Mahmud devridir. İkinci resmi onarım çalısması da 1994’ten sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafmdan yapılmıştır. Bu türbelere halk yakın alaka göstermiştir. Gönüllü etkinlikler olmasa, bu türbelerin büyük çoğunluğu, sokak aralarındaki tarihi eserlerin akibetinden kurtulamazdı. Ancak, korumak maksadıyla bilinçsiz müdahaleler de ciddi tahribatlara neden olmuştur.
Gelişigüzel boyanıp tamir edildiklerinden, türbelerin hem estetik, hem de tarihi özellikleri gün geçtikçe kaybolmaktadır. İç tefrişatları, sandukalar üzerine yerleştirilen eşyalar, bir ilginin ürünü olmakla birlikte, tarihi bilinçsizlik ve ilgisizliğin yansıması olarak değerlendirilebilir. Türbelerin büyük bir kısmına, sahabe komşusu hane sahiplerinin ziline basılarak, onlardan anahtar temin edilerek girilebilmesi ciddi bir eksikliktir. Bu eksikliği tamamlayan en önemli problemlerden birisi de, aynı haziredeki sahabe isimlerinin kanştırılması, çoğunda doğru dürüst tanıtıcı bir levhanın bulunmamasıdır.
İyi niyetli girişimler elbette her türlü takdire değer faaliyetlerdir.Sahabe türbeleri, ciddi bir program dahilinde düzenlenmeyi, korunmayı ve ziyarete açılmayı hak eden önemli mekanlardır. Bu her şeyden önce Sevgili Peygamberimiz ve onun kutlu arkadaş larına bir vefa borcudur. Merhum Ünver’in dediği gibi, “Buraların böyle perişan bırakılmasına karşı kayıtsız kalmak adeta bir insanın babasmı inkar ve ona hürmet etmemesi gibi bir his yaratmaktadır.”
Sahabeyi görüp. Peygamber Efendimiz’i göremedikleri için “tabiîn” olarak isimlendirdiğimiz büyük şahsiyetler de İstanbul seferlerine katılmış ve burada şehit olmuşlardır. Az da olsa, bunların bazıları adina kabir/makam yapılmıştır. Hz. Süfyan b. Uyeyne ile Hz. Kerîmeteyn, adına kabir/makam yapılan tabiîndendir. Fakat bunlar da bazı eserlerde ve sahabe listelerinde sahabeyle karıştırılmaktadır.
Kaynak ;
İstanbullu Sahabeler , Necdet Yılmaz ve Çoşkun Yılmaz , Bilge Kitab ,2013
a) Insana ölümü ve ahireti hatırlatır ve ahireti için ibret almayı sağlar (Müslim, Cenâiz, 108; Tirmizî, Cenâiz, 59; Ibn Mâce, Cenâiz, 47-48; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 145).
b) Insanı zühd ve takvaya yöneltir. Aşırı dünya hırsını ve haram işlemeyi engeller. Kişiyi iyilik yapmaya yöneltir (Ibn Mâce, Cenâiz, 47).
c) Salih kişilerin kabirlerini, özellikle Hz. Peygamber’in kabrini ziyaret, ruhlara ferahlık sağlar ve yüce duyguların oluşmasına yardım eder. Hz. Peygamber’in ve Allah’ın veli kullarının kabirlerini ziyaret için yolculuğa çıkmak menduptur. Bir hadis-i şerifte; “Kim, beni öldükten sonra ziyaret ederse, sanki hayatımda iken ziyaret etmiş gibi olur” buyurulmuştur. (Mansur Ali Nasif, et- Tâc, el-Câmiu’l-Usûl, II, 190).
d) Ziyaret; insanın geçmişi, dinî kültürü ve tarihi ile bağlarının güçlenmesine yardımcı olur.
Ziyaretin Ölüye Faydası
a) Özellikle anne, baba diğer akraba ve dostların kabirleri, ruhları için Allah’a dua ve istiğfar etmek amacıyla ziyaret edilir. Ölüler adına yapılan hayır ve hasenâtın sevabının onlara ulaşacağı sahih hadis ve icmâ delili ile sabittir. Ölüler ziyaret edilirken, onların ruhları için Allah’a dua edilir, Kur’an okunur, yapılan iyiliklerin sevabı bağışlanır. Kabre ağaç dikmek sevabtır. Dikilen ağaç ve bitkinin ölünün ruhundan azabın hafifletilmesine sebep olacağına dair hadisler vardır. Hristiyanların yaptığı gibi kabre çelenk götürmek mekruhtur.
Dua ve istiğfarın ölülerin ruhları için faydalı olacağına şu ayet-i kerime de delâlet eder: “Ey Rabbimiz, bizi ve iman ile bizden önce geçmiş olanları yarlığa. Iman etmiş olanlar için kalbimizde bir kin bırakma” (el-Haşr, 59/10). Bu konuda varid olan pek çok hadis vardır (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 509; VI, 252; Ibn Mâce, Edeb,
b) Ölünün dirileri işitmesi. Kabir ziyareti sırasında konuşulanları kabirdeki kişinin duyduğu ve verilen selâmı aldığı hadislerle sabittir.
Abdullah b. Ömer (r.a)’den nakledildiğine göre Hz. Peygamber Bedir gazvesinden sonra yerde yatan Kureyş büyüklerinin cesetlerine karşı: “Rabbinizin va’dettiği azabın doğru olduğunu anladınız mı?” diye seslenmişti. Hz. Ömer’in: “Ey Allah’ın Resulu! Bu duygusuz cesetlere mi hitap ediyorsunuz?” demesi üzerine, Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmuştur: “Siz bunlardan daha fazla işitici değilsiniz. Fakat bunlar cevap veremezler” buyurmuştur (Ahmed b. Hanbel, II, 121). Bu konuda Hz. Aişe’den, ölülerin işitmesi yerine, Resulullah’ın; “Gerçeği ölünce şimdi daha iyi anlarlar. Nitekim Cenâb-ı Hak’da: “Habibim sen, sözünü ölülere duyuramazsın ” hadisi nakledilmiştir. Ancak çoğunluk Islâm bilginleri bu konuda Hz. Âîşe’ye muhalefet etmişler, başka rivayetlere uygun düştüğü için yukarıda zikrettiğimiz Abdullah b. Ömer’in hadisini esas almışlardır (bk. ez-Zebîdi, Tecrid-i Sarıh Terc. Kâmil Miras, Ankara 1985, IV, 580).
Ziyaretçi mezarlığa varınca yüzünü mezarlara döndürerek Peygamberimizin dediği gibi şöyle selâm verir: “Ey müminler ve müslümanlar diyarının ahalisi, sizlere selâm olsun. Inşaallah, biz de sizlere katılacağız. Allah’tan bize ve size âf yet dilerim” (Müslim, Cenâiz, 104; Ibn Mâce, Cenâiz, 36).
Hz. Âîşe’nin rivayetinde anlam aynı olduğu halde ifade biraz farklıdır. Tirmizi’nin Ibn Abbâs’tan rivayetinde Resulullah bir defasında Medine mezarlığına uğradı ve onlardan tarafa dönerek şöyle dedi:
“Ey kabirler ahâlisi, size selâm olsun! Allah bizi ve sizi mağfiret eylesin. Sizler, bizden önce gittiniz, biz de sizin ardınızdan (geleceğiz)” (Tirmizi, Cenâiz, 58, 59). Kişi, tanıdığı bir kimseye kabrinin başından geçerken selâm verirse, ölü selâmını alır ve onu tanır. Tanımadığı bir kimsenin kabrinin yanından geçerken selam verirse, ölü, selâmını alır(Gazzâli, Ihyau Ulûmi’d-din, IV, Ziyâretü’l-Kubur bahsi).
Kabir ziyareti sırasında mezarda namaz kılınmaz. Kabirler asla mescid edinilmez. Kabre karşı da namaz kılmak mekruhtur. Kabirlere mum dikmek ve yakmak caiz değildir (Müslim, Cenâiz, 98; Ebû Dâvud, Salât, 24; Tirmizî, Salât, 236).
Boş yere para harcandığı için, ya da kabirlere tazim için buralarda mum yakılmasını Hz. Peygamber yasaklamıştır. Kabrin üzerine oturmak ve mezarları çiğnemek mekruhtur (Müslim, Cenâiz, 33; Tirmizi, Cenâiz, 56).
Kabirde ziyaretle bağdaşmayan edep dışı ve boş söz söylemekten, kibirlenip çalım satarak yürümekten sakınmak ve mütevâzi bir durumda bulunmak gerekir (Nesâî, Cenaiz, 100; Tirmizî, Cenaiz, 46). Kabirlere, küçük ve büyük abdest bozmaktan sakınmak gerekir. (Nesaî, Cenâiz, 100; ibn Mâce, Cenâiz, 46). Kabristanın yaş ot ve ağaçlarını kesmek mekruhtur. Kabir yanında kurban kesmek Allah için kesilse bile mekruhtur. Hele ölünün rızasını kazanmak ve yardımını elde etmek için kesilmesi kesinlikle haramdır. Bunun şirk olduğunu söyleyenler de vardır. Çünkü kurban kesmek ibadettir; ibadet ise yalnız Allah’a mahsustur. Kabirler Kâbe tavaf edilir gibi dolaşılıp tavaf edilmez. Ölülerden yardım istemek ve bunun için mezar taşlarına bez, mendil ve paçavra bağlamak kişiye yarar sağlamaz. Bazı kabir ve türbelerin hastalıklara şifalı geldiğine inanmak ve bunların taş, toprak ve ağaçlarını kutsal saymak Islam’ın tevhit inancı ile bağdaşmaz.
Diri veya ölü olsun salih kimseleri Allah’tan bir şey istemek için aracı kılmaya “tevessül”* denilir. Kabirde kişinin başkasına bizzat bir fayda vermeye veya bir zararı gidermeye gücü yetmez. ibn Teymiyye ve taraftarlarına göre Allah’tan bir şey isterken peygamber bile olsa salih kulları aracı kılmak haram, hatta şirktir. Çoğunluk Islâm âlimlerine göre ise Allah’tan bir şey isterken salih zatları aracı vesile kılmak ve bunun için onların kabirlerini ziyaret etmek caizdir. Meselâ “Hz Muhammed hakkı için, onun hürmetine, ya Rabbi onunla sana dua ediyorum, şu isteğimi yerine getir” demek duaların kabulüne vesile olur. Hanefi ve Malikilere göre kabir ziyaretini cuma ve bunun iki yanındaki perşembe ve cumartesi günleri yapmak daha faziletlidir. Şafiîler, perşembe gününün ikindi vaktinden başlamak üzere cumartesi sabahına kadar ziyaretin daha uygun olacağını söylemişlerdir. Hanbeliler, ziyaret için belli bir gün tahsis etmenin doğru olmadığını belirtmişlerdir. Sonuç olarak cuma günü ziyaret daha faziletli ise de diğer günlerde ziyaret de mümkün ve caizdir (Abdurrahman el-Ceziri, el-Fıkh ale’l-Mezâhibi’l-Erbea, I, 540).
62. İyi bil ki Allah’ın dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.
63. Onlar imân edip de takvaya ermiş olanlardır.
64. Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir.
“İyi bil ki” dikkat edin ve bilin ki “Allah’ın dostlarına” yani Allah’ın sevgilisi ve nefislerinin düşmanı olanlara, demektir. Çünkü velilik, Allah’ı ve kendi nefislerini marifet (bilip tanımak) demektir. Allah’ı marifet O’nu muhabbet nazarıyla görmektir. Nefsini marifet ise nefsin halleri ve özellikleri üzerindeki perde açıldığında onu düşman nazarıyla görmektir. Nefsi gereği gibi tanıyıp onun Allah’ın da senin de düşmanın olduğunu anladığın, sabırla ve sıkıntılara aldırmadan onu tedavi ettiğin zaman nefsin hile ve tuzaklarından emin olursun. Ona şefkat ve rahmet nazarıyla bakmazsın et-Te’vîlâtü’n-Necmiyye’de böyle denilmektedir.
Ebu’s-suûd Efendi şöyle der: “Sözlükte velî, yakın demektir. Allah’ın velilerinden maksat ise Allah’a ruhanî olarak yakın olan hâlis mü’minlerdir.”
Çünkü onlar Allah’a itaat ederek O’nun velisi olurlar. Yani Allah’a müstağrak olarak O’na yaklaşırlar. Öyle ki gördükleri zaman O’nun kudretinin delillerini görürler, işittikleri zaman O’nun âyetlerini işitirler, konuştukları zaman O’nu överek konuşurlar, hareket ettiklerinde O’na hizmet için hareket ederler, gayret ettikleri zaman O’na tâat etmeye çalışırlar.
Allah’ın velilerine iki cihanda da herhangi bir istenmeyen durumun başlarına gelmesi ile ilgili bir “korku yoktur.” Korku, istenmeyen bir durumun ileride gerçekleşmesi endişesinden kaynaklanır “ve onlar” bir isteklerinin elden kaçması hâlinde “üzülmeyeceklerdir.”
Üzülme, geçmişte kötü gördüğü bir şeyin gerçekleşmesinden ya da yine geçmişte sevdiği bir şeyi elinden kaçırmaktan kaynaklanır. Yani üzülmelerini gerektirecek şeyler başlarına gelmeyecektir. Gelecek olsa bile endişelenmeyecekler, korkmayacaklardır. Bilâkis, dâimi bir sevinç ve neşe içerisinde olacaklardır.
Nasıl böyle olmasın ki, Allah Teâlâ’nın celâl ve heybetini yüceltmek, sadece kulluk haklarını yerine getirmek için korku ve haşyet hissetmek, havas ve mukarreblerin özelliklerindendir.
Bu sebepledir ki, el-Kevâşf’de şöyle denilmektedir: “Onlara” ahirette “korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” Yoksa Allah’ın velileri dünyada korku ve üzüntü bakımından diğerlerinden çok daha ileridedirler.”
Onlara bu hallerin arız olması şu yüzdendir: Çünkü onların gayesi sadece Allah’a tâatte bulunmak ve O’nun rızâsına nail olmaktır. Bu gayenin gerçekleşmesi, Allah katında değerli olmayı ve yakınlığı da peşinden getirecektir. Cenab-ı Hak’ın vaadi gereği bunun gerçekleşmesinde, hiçbir şüphe yoktur ve elden kaçırılma ihtimalide bulunmaz. Bunun haricinde olup da bazen elde edilen bazen de elden kaçırılan dünyevî işler ise onların maksatları arasında değildirler. Dolayısıyla ister olsunlar, ister olmasınlar fark etmez. Bu gibi şeylerin zararından endişe edip, sağlayacağı yararı kaçırmaktan dolayı üzülmezler. Nitekim el-îrşâd’da böyle geçmektedir.
İşin aslı şudur: Allah dostları hüviyyet-i ahadiyyette fânî oldukları için ulaştıkları mertebenin ötesinde bir gayeleri ve düşünceleri kalmaz ki korkup üzülsünler. Hz. Hüdâyî k.s.’in Nefâisü’l-mecâlis’inde böyle geçmektedir.
63 “Onlar îmân edip de takvaya ermiş olanlardır.”
“Onlar İmân edip de takvaya ermiş olanlardır.” Bu ifâde şöyle düşünülebilecek bir soruya cevaptır: “Onlar kimdir, bu kıymetli mertebeyi elde etmelerinin sebebi nedir?” İşte bu soruya cevaben şöyle denildi: “Onlar, bütün hayırlara ulaştıran ve bütün serlerden alıkoyan takva ile Allah’tan gelen her şeye îmân etmeyi kendilerinde toplayan kimselerdir.”
Allâme şeyhimiz Osman Fazlı Efendi der ki: “Allah’ın velileri, şeriat ve tarikat mertebesinde kendilerinden kötü amel ve huyların sâdır olması, marifet ve hakikat mertebesinde ise kendilerinden gaflet ve telvînât hallerinin ortaya çıkması konusunda Allah’tan sakınırlardı. Çünkü onlar tabiatlarını şeriat, nefislerini tarikat, kalplerini marifet, ruhlarını ve sırlarını da hakikat yardımıyla ıslâh ederlerdi. Şu halde şüphe yok ki onlar Allah dışındaki tüm varlıklardan (mâsivâ) sakınırlar.”
Fakir (Bursevî) şöyle der: “Şeyhimiz bu sözleriyle buradaki takvadan kast edilenin, bu mertebelerin üçüncüsü olduğuna işaret etmektedir. Bu üçüncü mertebe insanoğlunun sırrını Hak’tan ve tamâmiyle O’na yönelmekten alıkoyan her şeyden uzaklaşmasıdır. Bu mertebe, aynı zamanda daha aşağıda yer alan îmânın ifâde ettiği şirkten korunma mertebesini ve günah görülen bütün fiil ve terklerden kaçınma mertebesini içine alan bir mertebedir. Veliler Allah’a yönelme ve masivadan kaçınma konusunda istîdât derecelerinin farklılığına göre farklı derecelere sahiptirler. Bu derecelerin en ilerisi, peygamberlerin himmetlerinin ulaştığı derecedir. Peygamberler, nübüvvet ve velilik riyasetlerini bir arada bulundurmaktadırlar. Maddî âleme dâir bilgilerle ilgilenmeleri, onları ruhlar âlemine yükselmekten alıkoymaz. Kudsî kuvvetle desteklenmiş tertemiz nefisleri son derece istîdâtlı olduğu için mahlûkatın maslahatına olan şeylerle ilgilenmeleri, onları hakkânî hâllere dalmaktan geri koymaz.”
İşte buradan Peygamber Efendimiz s.a.v.’in, Hz. İsâ a.s.’dan üstün oluşunun hikmeti anlaşılmış olmaktadır. Çünkü İsa a.s.ın dördüncü kata yükselmesi, Hz. Peygamber s.a.v.’in Arş’a ve Arş’ın üstüne miracından daha değerli değildir. Zira İsa a.s.’ın bu dünya ile alâkası sadece annesi yönünden olduğu halde, Hz. Peygamber s.a.v.’in alâkası hem anne hem de baba yönündendir. Böyle olmasına rağmen dünya ile alâkası ona engel olmamış, unsuriyyât âleminin sonlarına ve tabîiyyât âleminin zirvelerine ulaşabilmiştir. Yüce nurlarla devamlı olarak alâkayı sürdürmek mümkündür.
Nitekim bu durum çokça ibâdet ve tâatte bulunan bir zattan nakledilmiştir. Bu mümkün olmasa bile bu hâl, o kişinin bir melekesi hâline getirilir. Artık onun için beden bazen giydiği bazen çıkardığı bir elbise gibi olur. Görmez misin ki harcama gücü olan kimse her acıktığında dilediğini yiyip karnını doyurma imkanına sahiptir. İşte manevî rızkı ve bu rızkın menbaı’na yükselmeyi de buna kıyas et. Hatta bu, öncekinden çok daha evlâ bir durumdur. Çünkü bir vâsıta ve sebebe muhtaç değildir. İsteyenle istenen arasında mesafe yoktur.
Hz. Ali r.a.’den rivayet edilen sözlerden biri şöyledir; “Allah dostları, yüzleri uykusuzluktan sapsarı, ağlamaktan gözlerinin feri gitmiş, açlıktan karnı sırtına yapışmış, susuzluktan dudakları kurumuş kimselerdir.”
Saîd bin Cübeyr’den rivayet edilir ki: Hz. Peygamber s.a.v.’e “Allah dostları kimlerdir?” diye sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Onlar görüldükleri zaman Allah’ın hatırlandığı kişilerdir.” Yani Allah’ın özelliklerini, Allah’a karşı olan saygılarını, itminanlarını övdüğü kişilerdir. Bu tıpkı “onların nişanları, yüzlerindeki secde izidir.” (el-Feth, 48/29) âyetinde anlatıldığı gibidir.
Büyüklerden birisi şöyle der: “Velilerin alâmeti, himmetlerinin Allah’la beraber, meşguliyetlerinin Allah’la ve kaçışlarının Allah’a olmasıdır. Sahiplerini müşahedede bakî; kendi hallerinde fâni olurlar. Böylece velayet nurları onların üzerine yağar da yağar. Kendi nefislerinden hiç haberleri olmaz, Allah’tan başka bir varlıkta da kararları kalmaz. Onlar, birbirlerini sırf Allah için sevenlerdir.
Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz Allah’ın öyle kullan vardır ki peygamber ve şehit olmadıkları halde kıyamet gününde Allah katındaki mevkilerinden dolayı peygamberler ve şehitler onlara imrenir.” Sahabiler: “Yâ Rasûlallah, onlar kimdir? Onların amelleri nedir? Belki onları biz de severiz.” dediler. Efendimiz şöyle buyurdu: “Onlar aralarında akrabalık bağı bulunmadığı ve alıp verdikleri malları olmadığı halde birbirlerini sırf Allah için severler. Allah’a yemin ederim ki onların yüzü nurdur, nurdan minberler üzerinde bulunacaklardır. İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, insanlar üzülürken onlar üzülmezler.” (54, Suyuti ed-dürril mensur IV 370-371, 55,Müsned V343)
Hz. Peygamber s.a.v’in: “Peygamberler onlara imrenir” sözü, temsil yoluyla onların hallerinin güzelliğini tasvirdir. El-Kevâşıâ der ki: “Bu ifâde mübalâğadır ve şöyle anlaşılmalıdır: “Bu özellikte bir topluluğun var olduğu farz edilseydi onlar bu kimseler olurdu. Yoksa peygamber olmayan bir kimsenin peygamber mertebesine ulaşması mümkün değildir.”
Fenârî’nin Tefsiru’l-Fâtiha’sında şöyle denilir: “Peygamberler, Allah’ın kendilerini mahlûkât için şefkat hissi ile yarattığı ümmetleri adına endişelenip korkarlar. Kıyamet günü: “Allah’ım kurtar, kurtar!” derler. Ümmetleri için son derece büyük bir korkuya kapılırlar. Ümmetler de kendileri için korkuya düşerler. Kendilerinden emin olanlara gelince içinde bulundukları bu emin durumdan dolayı peygamberler onlara gıpta eder. Çünkü onlar her ne kadar kendileri için emin iseler de ümmetleri için korku duymaktadırlar.”
Fakir (Bursevî) der ki: “Bu bölümü yazmayı bitirdiğim sırada hatırıma başka bir izah daha geldi: Mezkûr hadis, Allah için sevmek konusunu anlatmaktadır. Muhabbet (Allah’ın habîbi olmak) da diğer peygamberler ve veliler arasında sadece Hz. Peygamber s.a.v.’e has bir makamdır. Bu ma-kam O’nun s.a.v. getirdiği hakikatlere vâris olanlar arasında da kâmil insanların çıkabilmesine zıt düşmez. Çünkü tabî olanların kemâli, tabî oldukları zâtın kemâline bağlıdır. Bu bakımdan Hz. Peygamberin vârislerinin de bu makama ulaşması ve bu sayede bazı peygamberlerin bu zâtlara imrenmesi, caiz şeylerdendir.”
Şöyle bir hadis vârid olmuştur: “Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğulları’nın peygamberleri gibidir.” Böyle olmaları o peygamberlerin mertebesine ulaşmış olmalarını ve mutlak mânâda onlardan üstün tutulmala¬rını gerektirmez. Şurası kesindir ki, üstün olan bir kimse, başka bir yön¬den başkasından aşağı olabilir. Bunun aksi de geçerlidir. Görmez misin ki Hz. Peygamber s.a.v. “Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz.” Buyurmuştur. Marifet derecelerinin sonu yoktur. Her şeyin sonu ancak Allah’a varır.” (Acluni II 83 Müslim Fedail 140)
Bayezid k.s. der ki: “Allah’ın velileri gelinler gibidir. Gelinleri de sadece mahremleri görebilir. Mahrem olmayanlar ise göremez. Veliler O’nun katında üns perdesiyle gizlenmişlerdir. Onları hiç kimse ne dünyada ne de âhirette görebilir.”
Sehl k.s. de der ki: “Allah’ın velilerini ancak onlara denk olanlar ya da Allah’ın onlardan kendilerini faydalandırmak istediği kimseler tanıyabilir. Allah onları insanlar tanıyacak kadar tanıtsaydı onlar bu insanların aleyhine bir delil olurdu. Onları tanıdıktan sonra karşı gelenler küfre düşerler, onların emirlerini yerine getirmeyenler de yoldan çıkardı.”
Şeyh Ebü’l-Abbas k.s. şöyle der: “Veliyi tanımak Allah’ı tanımaktan daha zordur. Çünkü Allah Teâlâ, kemali ve cemali ile tanınır. Ama bir mahluk kendisi gibi yiyen, kendisi gibi içen birisini nasıl tanıyabilir? Allah dostlarının zahiri şeriat hükümleriyle müzeyyen, bâtını ise fakr nurlarıyla meşguldür.”
”Mü’minler için Allah’tan mağfiret dile, çünkü Allah mağfiret edicidir, merhametlidir. ’‘Sure-i Nur, Âyet 62:
Hadis-i Şerif ; ( “Rasulullah (Sallallâhu aleyhi vesellem) gecenin sonunda Medine-i Münevvere deki Baki kabristanına çıkar ve şöyle derdi: Esselâmu aleykum Ey Mü’minler yurdunun sakinleri! Yarın vaki olacak diye vaadolunan şey sizlere geldi. Sizler, ölüm ile yeniden dirilme arasında bekliyorsunuz. Biz de inşaallah size kavuşacağız. Ey Allah’ım! Baki’ul-Garkad (Cennet’ül Bâki) ahalisine mağfiret eyle.” (Müslim, Cenâiz, 102 (974); Nesâî, Cenâiz, 103)
Beyhaki’nin naklettiği Hadis-i Şerif’te Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) efendimiz şöyle buyuruyor: “Dirilerin yemeğe içmeğe ihtiyacından, ölülerin duaya ihtiyacı daha fazladır. Çünkü dua ölü için faydalıdır. Cenabı Hakk Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor “Onlardan sonra gelenler, Ey Rabbimiz! Bizi ve imanda bizi geçmiş olan kardeşlerimizi bağışla, derler.” (Sure-i Haşr, Âyet 10) “Bir kimse ebeveyninin (ana-babasının) veya onlardan birinin cum’a günü kabrini ziyaret edip Yasîn-i Şerif okursa küçük günahları bağışlanır.” (Kenzü’l-îrfan, Hadîs No: 962; İhya’u Ulumi’d-Dîn, Cild 4, Hadîs No: 605)
İkincisi kabir ziyaretindeki amaç ise kendisi için, bilinen büyük zatları vesile ederek Allah’u Teala’ya ihtiyaçlarını arzetmektir. Sure-i Maide, Âyet 35 : “Ey Mü’minler Allah’tan korkunuz. O Hakk Celle ve Alâ Hazretlerine yakınlık için vesile arayınız ve onunla da mücahede yolunda çalışınız ki, felah bulasınız (kurtuluşa eresiniz).”
Ugbete’bn-i Gazvân (Radiyallahu anhu)’dan Resûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Biriniz herhangi bir yerde yolunuzu, şaşırırsanız bir şeyde yahut yardımcı, muhafaza edici arayıp bulamadığınız zaman, hiç kimsenin size yoldaş, arkadaş olmadığı, nâçar (çaresiz) kaldığınız yerde deyiniz ki: Ey Allah’u Teâlâ’nın has kulları! Beni muhafaza ediniz. Ey Allah’u Teâlâ’nın has kulları! Bana yardım ediniz. Çünkü Allah’u Teâlâ’nın öyle kulları var ki onlara yardıma gelirler, görünmezler.” (Taberani Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 13737; Râmûzu’l-Ehâdîs, Hadîs No: 394)
Bu şöyledir; Bir adamın başına bir mühim belâ gelir. Her taraftan ümidi kesilir. Naçar kalır, artık mahvolacağını anlar. İşte o zaman belli bir zatın kabrini ziyaret eder: “Ey Allah’u Teâlâ’nın sevgili kulu! Allah’u Teâlâ’ya senin sözün geçer kabüldür. Benim için yalvar. Allah’u Teâlâ, benim başımdaki belâyı senin hürmetine kurtarsın. Senin hürmetine beni affetsin,” der. Biraz sadaka verir, hayrat yapar. İki rek’at Allah için namaz kılar. Hasıl olan sevapları kabir sahibinin ruhuna bağışlar. Belki de bir kurban keser, kurbanı şöyle keser: - Allah rızası için ve Allah’u Teâlâ için kurban; eti mü’minlere, canı Allah’a, sevabı kabir sahibine diyerek kıbleye çevirir ve “Bismillahi Allah’u Ekber” deyip keser. (Sûre-i Maide, Ayet 4; Sahîh-i Buhâri Tecrîd-i Sarîh, Cild 3, s. 172) Bismillahi Allah’u Ekber deyip kesmedikten sonra Kâbe’nin içinde de kesse yine haramdır. Vehhabiler kabir ziyaretini inkar ederler. Ziyarette kurban kesmek küfürdür derler. Eski putperestler gibi kurbanı kabirden tarafa dönderip kabir sahibinin ismine bıçak çalınırsa haram olur. Elhamdülillah bu millet müslümandır, bunu okuma yazma bilmeyen bir insan dahi bilir. Herkes kurbanını kıbleye çevirerek “Bismillahi Allahu Ekber” der, Allah rızası için keserse niçin haram olsun? İşte Hadis-i Şerif’te “kabir ehlinden yardım isteyiniz,” dediği budur.
Cenâb-ı Hakk: “Allâmül Guyuptur” yani herkesin niyetini bilir, muradını verir. Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) hastaya okuduğunda: “Allah’ın yardımı ve izni ile bizim toprağımız bazımızın tükrüğü ile şifa bulur,” (Zübdetü’l-Buhari, Hadîs No: 1301) buyurdu. Bu Hadis-i Şerif’e göre, Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem)’in benim halifelerim dediği büyük zatların hayattayken Kur’an-ı Kerim okuyarak hastaya üfürmesi ve tükürmesi caizdir, şifadır. Aynı şekilde o zatın vefatından sonra kabirlerine gidilmesi ve orada onları vesile ederek, Allah’u Teala’dan şifa istemesi ve oradan toprak alarak rahatsız olduğu yerlerine ilaç gibi sürmesinde bir mahsur yoktur.
Hasan (Radiyallahu anhu)‘dan Resûl-i Ekrem (Sallallahu aleyhi vesellem) dedi ki: “Allah‘u Teâlâ‘nın rahmeti benim halifelerime olsun. (Sahabe-i Kiram): Ya Resûlullah! Senin halifelerin kimlerdir? dediklerine buyurdu ki: Sünnetimi ihya eder ve nâsa da öğretirler.” (Muhtarü’l-Ehâdîsîn Nebeviyye, Hadîs No: 250, s. 186. Râmûzu’l-Ehâdis, Hadîs No: 3633)
Hadis-i Şerif: “Ashabımdan herhangi biri bir yerde ölürse, o kıyamette öldüğü yerin ehline şefaat edecektir.” (Râmûz-ul Ehâdîs, Hadîs No: 5535; 2159; Kütüb-i Sitte, Cild 12, Hadîs No: 4367) Oranın halkı kabrini ziyaret eder, o da Allah’u Teâlâ’ya “bunlar benim kabrimde taş topraktan başka hiç bir şey görmüyordu. Geldi beni ziyaret etti, bunun imanına şahidim” der, şefaat eder. “Her sey için bir sebeb vardır.” (Sure-i Kehf, Ayet 84) Allah’la senin arana sebebte odur. Düşünürsen her şeyi yapan, yaptıran yine Allah’u Teâlâ’dır. Sure-i Bakara, Âyet 25. “Allah’u Teâlâ’ya karşı kimse kimseye şefaat edemez, Yalnız Allah’u Teâlâ’nın izin verdiği kimseler şefaat eder. Hz. Osman (Radiyallahu anhu)’dan Resûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu: “Kıyamet gününde en evvel şefaat eden Peygamberlerdir, sonra ulemalardır, sonra şehidlerdir.” (Muhtar’ül Ehâdîsîn Nebeviyye, Hadîs No: 1392, s. 642; Kenzü’l-İrfan, Hadîs No: 327, 331 ) İbn-i Abbas (Radiyallahu anhumâ)’dan Resûlulah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Alim ve abidler sırat köprüsüne geldikleri zaman abide: - Haydi yaptığın ibadetlerin karşılığı olarak cennete gir ve nimetleriyle nimetlen, denilir. Alime de denilir ki: - Sen burada dur, sevdiğin kimselere şefaat et. (onlar senden dünya da iken şefaat umarlardı). Çünkü senin şefaatın büyüktür. Kime şefaat edersen şefaatın kabul edilecek ve bu şekilde onlar peygamber makamında olacaklardır.” (Ramuzul-Ehadis, Hadis No: 258)
Alimleri sağlığında veya vefat edince kabrini ziyaret etmek Allah’u Teala’ya olan sevgiden dolayıdır. Ümmü Seleme (Radiyallahu anhâ) rivâyeti ile Resûlulah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Her kim alimi severse beni sevdi. Beni seven Allah’u Teâlâ’yı sevdi (yeri cennettir).” (Taberani Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 19343)
Ebû Hüreyre (Radiyallahu Anhu)’dan Resûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) buyurdu ki: “Şüpesiz Allah bir kulu sevdiği vakit Cebrail’i çağırır ben felanı seviyorum onu sende sev der. Bunun üzerine semada aynı şekilde nida edilir. Sonra yer ehline de onun sevgisi indirilir. Yer ehli de o kimseyi sevmeye başlarlar. Bu olayı şu ayet ifade etmektedir: - İman edip salih amel işleyenleri, Rahman olan Allah sevgili kılacaktır. (Sure-i Maide, Ayet, 96) - Allah bir kula buğz ettiği zaman da Cebrail’e ben felana buğz ettim sende ona buğz et der ve aynı şekilde bu semada da nida edilir ve sema ehlide o kimseye buğz ederler. Sonra yer ehline o kimsenin buğzu indirilir. Artık yer ehli de o kimseyi sevmezler.” (Sahihi Buhari, Hadis No: 5580; Sünen-i Tirmizi, Hadis No: 3085; Ahmed Bin Hanbel, Müsned, Hadis No: 8144, 10206)
Enes İbn-i Mâlik (Radiyallahu anhu)’dan rivayetle Resûl-i Ekrem (Sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz buyurdu ki: “Şeyhlere tazim ve hürmet edin. Çünkü şeyhlere yapılan Allah’u Teâlâya’dır, Her kim şeyhlere tazim ve hürmet etmezse benden değildir.” (Râmûzu’l-Ehâdîs, Hadîs No: 3043; Muhtar’ül Ehâdîsîn Nebeviyye, Hadîs No: 222, s. 174) Mezhebimizin itikadına göre kabir ehli, ziyaretine gelenleri aynen sağlığındaki gibi görürler ve tanırlar. Yarın mahşerde şahitlik ederler. Bu adam mü’mindir, ben şahidim, benim kabrimi ziyarete geldi, mü’min olmasa gelmezdi, der. Halbuki benim kabrimde taştan, topraktan başka bir şey görülmüyordu. Maneviyatta Allah’u Teâlâ’ya olan imanının kuvveti ile geldi, ben şahidim. Bu adam mü’mindir, diyerek şahitlik eder, kurtarır.
Ebu Saîd’il Hudri (Radiyallahu anhu) rivâyet eder, Resûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) “Bir ölü kim onu yıkadı bilir, kim onu kefene sardı bilir ve kim onu kabre koydu, onu da bilir,” (Taberânî, Mu’cemu’l-Kebir, Hadis No: 7651; Râmûzu’l-Ehâdîs, Hadîs No:1486) buyurmuştur.
Hadîs-i Şerif: “Kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabir ziyareti ahiretinizi andırır (hatırlatır). Ahiret tarafına düşünceniz artar. Varacağınız yeri görünce kalbiniz yumuşar,” demektir. (Süneni İbn-i Mace, Hadis No: 1558; Kenzü’l-İrfan, Hadîs No: 963; Sünen-i Tirmizî, Cild 2, Hadîs No: 1060)
Günümüzde ehl-i sünnet görüşünün dışında olan bazı batıl mezhepler, özellikle de Vahhabiler; müslümanlara, çok rahat bir şekilde en basit bir olayda dahi sen şunu yaptın şirktesin, bunu yaptın şirktesin, küfre girdin gibi sözler söylemektedirler. Mesela: Kabir ziyaretini inkar ederler ve bunu yapanlarında da şirke düşdüklerini söylerler. Hatta Ravza-i Mutahhara da Rasululullah (Sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin kabrine dönerek dua edecek olsan dahi bu yaptığın şirktir diyerek müdahale ederler ve bunu kesinlikle yaptırmazlar. Hacc Mekke şehrinde yapıldığı halde Ravza-ı Mutahharayı hacılar ne için ziyaret eder? Bu müslümanların hepsi şirke mi giriyor? Burayı ziyaret eden müslümanların amacı Rasulullah (Sallallahu aleyhi vesellem) efendimizin mübarek kabrini ziyaret etmek değil mi? Kabirleri, türbeleri ziyaret etmek şirkse bu müslümanların hepsi haşa şirke mi düşüyor? Yukarıda geçen bir çok Hadis-i Şerif kabir ziyaretini yapmayı emredip büyük mükafatının olduğunu söylüyor. Ehl-i sünnet alimleride bu sebepten kabir ziyaretinin yapılmasında “hiç bir mahzuru yoktur” diye fetva vermişlerdir. Ehl-i sünnet inancına göre bu müslümanlar şirke girmeyip küfür üzere de olmadığına göre, o zaman bu sözü söyleyen vahhabilerin kendileri aşağıdaki Hadis-i Şerife gore açık bir şekilde kafir oluyorlar. İbni Ömer (Radıyallahu anhumâ)’dan rivayet edildiğine göre Resûlullah (Sallallahu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu: “Bir adam din kardeşine, ey kâfir derse, bu söz ikisinden birine döner. Eğer böyle denilen kişi söylenildiği gibi ise söz doğrudur; söz yerini bulmuş olur. Aksi takdirde bu sözü söyleyen kimse kafir olur.” (Buhârî, Edeb 73; Müslim, Îmân 111. Ayrıca bk. Tirmizî, Îmân 16)