Ana Sayfa>(Sayfa 53)

Kazancı Baba

Ankara – Kalecik ‘de Kalecik kalesi eteklerinde

Kalecik ilçe merkezinde türbesi bulunan Şeyh Baba Nahhasi Ankaravi (k.s.) hazretleri halk arasında “Ka­zancı Baba” ve ”Kazgancı Baba” olarak bilinmektedir. Kaynaklara göre asıl adı “Bedreddin”dir. ‘Nahhasi” Arapça bir kelime olup bakırcı anlamına gelmektedir. Baba Nahhas Ankaravi, Hacı Bayram-ı Veli hazretlerine intisab ederek kemale eri­şen velilerdendir.

Mehmed Mecdi Efendi, “Şakayiki Numaniye”de Şeyh Baba Nahhas’ın Hacı Bayram-ı Velin’in halifelerinden olduğunu zikreder; Arif-i billah Şeyh Baba Nahhasi-i Ankaravi rahimehullah, Şeyh Bedreddin (Kı­zılca Bedreddin) gibi bunlar dahi Hacı Bayram Sultan’ın eshabından idi. Ol haz­retin bedrika-i irşadının imdadiyle tarik-ı tasavvufun müntehasına vasıl ve nail oldu. Misi-vücudunu şeyhin cevher-i irşadiyle zer-i halis edüb kimya-yı saadete zafer buldu. Kaddesallahu sırrehu’l-aziz.  Mecdi Efedi’nin ifadesinden Baba Nahhas Ankaravi’nin, Hacı Bayram-ı Veli (k.s.)’nin halifelerinden olduğunu, O’nun irşadıyla tasavvufi sırları öğ­renerek kemale ulaştığını, vücudunun bakırını Hacı Bayram-ı Veli’nin irşad cevheriyle saf altın yaparak, ilahi sırlara ulaştığı anlaşılmaktadır.

Mehmed Süreyya, “Sicill-i Osmani”de asıl adının “Bedreddin” olduğunu zikreder: Bedreddin (Baba Nahhasi), Bayramidir. II. Mehmed (Fatih) devri (1451-1481) başlarında vefat etti.

Evliya Çelebi, “Seyahatname”sinde Kalecik’e geldiğinde Kazancı Baba Sultan ziyaretini anlatır: ”Kazancı Baba Sultan ziyareti: Kalenin ancak bir sarp yolu vardır. Batı tarafına bakar kapısına gidecek çetin yolun aşağısında çarşıya yakın bir ufak tefek yerde medfundur. Allah sırrını aziz eylesin.”

Kazancı Baba Türbesi:
Kalecik ilçe merkezinde ve Kalecik Kalesi’nin kuzeydoğu eteğinde, Ahi Kemal (Şenyurt) Mahallesi’nde ve bir bahçe içinde bulunan Kazancı Baba Türbesi, meyilli bir arazide bulunmaktadır. Kazancı Baba Türbesi, doğu cephesine yapılan betonarme ve düz damlı bir oda ve kuzey cephesine yapılan beton duvar ve çevresindeki bahçe ile ku­şatılmıştır. Sonradan yapılan gayri ciddi onarımlarla da özgün mimari özel­liğini kaybetmiştir. Giriş kapısının sağında Türkçe yazılmış kitabe ise bir yanlışlar manzumesidir: Kaçkancı Baba, 300 sene önce Evliya Çelebi’nin Kaleciğe geldiğinde bu türbe­den bahsetmiş erek bahis iderek sirre kadem basmış denilmektedir. Türbe ha­rap olduğundan 1969 yılında hükümetçe tamir edilmiştir.
Kitabede yazılı “kaçkancı” kelimesi arabacı anlamına gelir. Kazancı Baba ise bakırcı ustasıdır. Ayrıca Evliya Çelebi, “kuddise sırrehü’-l-aziz” (Allah kut­lu sırlarını aziz etsin) ifadesini kullanmıştır. “Sirre kadem basmış” ise “sırra kadem basmak”, yani gözden kaybolmak anlamında kullanılır.

Kare planlı, kübik bir gövde üzerinde çokgen kasnaklı ve piramidal kü­lahlı bir yapı olan türbenin temelinde ve duvarlarda moloz taş, kubbe kas­nağında kesme taş ve tuğla, kubbede ise sadece tuğla kullanılmıştır. Beden duvarları üzerinde, pandantifle sağlanan geçitle, çokgen (ongen) bir kasnak oturmaktadır. Kubbe kasnağının güney, kuzey ve doğusunda, aynı üslupta, birer pencere görülür. Türbenin gövdesi ile taş ve tuğladan örülmüş kas­nağının bazı kısımları sonradan sıvanarak, özgün duvar gizlenmiştir. Kirpi saçakla biten yüksek kasnaktan sonra türbenin üzeri kiremit kaplı bir çatı örtülmüştür. Mevcut haliyle türbenin dış cepheleri bakımsız bir haldedir. Türbeye doğu cephesinde bulunan ve sonradan ilave edilen betonarme bir odadan girilir. Bazı onarımlar gördüğü açıkça belli olan bu giriş kapısını, alınlıktan sonra bir sivri kemer çerçevelemektedir. Kapı dikdörtgen ve ze­ minden yüksekcedir. İki ahşap kanatlı kapı, geometrik motiflerle işlenmiş ve kısmen de bozulmuş, sonradan yeşil renk yağlı boya ile de boyanmıştır. Türbe içi sade ve sıvalıdır. Sanduka sonradan sıvandığı için yapı malze­mesi görülmemektedir. Sandukanın başucunda taştan yapılan büyük bir sarık vardır. Güney duvarında dikdörtgen bir nişle “hacet/ dualık” penceresi açılmış­tır. Ayrıca türbe içinde geyik boynuzları görülür. Duvar 1318/1900-1901 ta­rihli bir hat levhada “Ya Hazret-i Baba Kazgani kuddise sırreh “yazılıdır.

Kaynak ; Manevi Mimarlarıyla Ankara , Abdülkerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir Belediyesi Yayınları
Ankara Velileri I-II , Abdülkerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir Belediyesi Yayınları

Gazi Gündüzalp

Ankara -Beypazarı – Hırkatepe köyünde

Beypazarı ilçesi Hırka tepe Köyü’nde türbesi bulunan Gazi Gün­düz Alp, yazılı kaynaklara gore Osman Beyin dedesi ve Ertuğrul Gazi’nin babasıdır. Hırkatepe, Beypazarı ilçe merkezine 24 km uzaklıktadır. Uyku Dağı’ ın kuzeybatı yamacında ve Aladağ Çayı’na karışan Bağlarbaşı Deresi vadisinde bulunan Hırkatepe, eski adıyla “Hırka” Köyü, 1530 tarih­li Hüdavendigar Livası Tahrir Defteri’nde Beğ-bazarı kazasına bağlı bir köy olup Mir-liva hassı ve 18 hanedir. Tarihi kaynaklarda ise Hırka Köyü’nün adı “Kızılcasaray/Kızılsaray” olarak yazılmıştır.

Tarihçiler, Ertuğrul Gazi’nin babasının ismi konusunda iki ayrı görüş ileri sürmüşlerdir. Birinci görüşe göre, Ertuğrul Gazi’nin babası Caber Kalesi’nde türbesi bulunan “Süleyman Şah”tır. İkinci görüşe göre ise Ertuğrul Gazi’nin babası “Gündüz Alp”tir. Günümüz tarihçileri tarafından ikinci görüş genel ka­bul görerek, Gündüz Alp’in Ertuğrul Gazi’nin babası olduğu kabul edilmiştir.

 

Alışoğlu Türbesi

Ankara – Kalecik ilçesinde Kale mahallesinde

Ankara’nın Kalecik İlçesinde, Kale Mahallesi cami altı semtindedir. Türbede Horasan’dan gelen ve bir Nakşibendî Şeyhi olan Alışoğlu Ali Efendi, annesi ve kızı yatmaktadır. Türbe 1231 yılında kendisi tarafından yaptırılmış ve vasiyeti üzerine oraya defnedilmiştir. Türbe Dikdörtgen plânlı basit bir yapıdır. Kerpiçten yapılmış Türbe ahşap olup çatısı kiremitle kaplıdır. İki tane odası vardır. İkinci odada üç tane Sanduka bulunmaktadır.

Müstemilatında; bahçe, avlu, konaklama odası, çeşme ve tuvaleti mevcuttur. Türbe her türlü hastalık için bilhassa bel, yel ve romatizma ağrıları için ziyaret edilmektedir. Şifa için burada yatılıp uyunmakta ve şifa bulu narak gidilmektedir. Eğitimini Horasan’da yaparak gelmiştir. Mesleği askeri hakimlikmiş, Hacı Bayram Veliallah ‘ın akrabalarından olup, Kayseri’de hakim iken Hacı Bayram Veli tarafından Kalecik’de hakim olması uygun görülmüştür. Burada vazife yapıp yerleşmiş ölünce de buraya defnedilmiştir. Yılda 1.500 kadar ziyaretçisi olan türbenin bakım ve temizliğini Fevziye Yıldız isimli bir vatandaş tarafından yapılmaktadır.

Ahi Şerafeddin

Ankara – Altındağ ilçesindeki Aslanhane Cami ( Ahi Şerafettin cami) yanında

Ankara’da yaşayan “tımar” sahibi “ahi” büyüklerindendir. Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivi’nde bulunan ve daha önce Ahi Şerafeddin (Aslanhane) Camii’nde muhafaza edilmiş olan 692 hicri/1293 miladi tarihli şecere (soy kütüğü), 12.21 metre uzunluğunda 0.21 metre genişliğindedir. Samani aharlı kağıt üzerine bölüm başları ve asıl isimler sülüs, diğer isim ve bilgiler nesih ile yazılmış, dışına mumlu bez yapıştırılmıştır. Bu şecere Bursa Mebusu Tahir Bey’in tavsiyesi üzerine, 1910 yılında Tarih-i Osmani Encümeni adına İstanbul’a götürülmüş, merhum Ahmet Tevhid Bey tarafından kopya edilerek aslı Vakıflar Genel Müdürlüğüne iade edilmiştir.

Şeceredeki bilgilere göre Ahi Şerafeddin, Hazreti Ali’nin oğlu Hazreti Hüseyin soyundandır. Atalarından Muhammed Caferi oğlu Hasan, Huy şehrinde kalmış ve orada “fütüvvet” libasını giymiştir. Arapların “Ahi Ali Bessak” dedikleri şahsiyettir. Ahi Şerafeddin sülalesinde ahilik buradan başlar.

Ahi Şerafeddin‘in ecdadı Il. Kılıçarslan zamanında Ankara’ya yerleşir. Ahi Şerafeddin‘in altı batın yukarı dedesi olan Abdullah oğlu Süleyman ve onu takiben ecdadından İbrahim oğlu ishak, Seyit Ali, ishak oğlu Seyit Hüsam, Alaeddin ishak oğlu Ali ve Ahi Şerafeddin’in babası Ahi Hüsameddin Hüseyin, dedesi Seyit Şemseddin Ahi Yusuf, amcası Ahi Kemaleddin Hasan’ın kabirlerinin Ankara’da olduğu şecerede zikredilir.

“Bu şecere Allah’ın zayıf ve aciz kulu Mehmed bin Ahı Hüsam el Hüseyni’nin şeceresidir.”

Ahi Muhammed, Ahi Şerafeddin diye bilinir. Babaları Mehmed bin Ahi Hüsameddin, Hüseyin bin Seyyid Şemseddin oğlu Ahı Fethuddin Hüseyin ve oğulları Mehmed, Ahmed ve İbrahim. Ahi Yusuf bin Ahı ishak bin İsmail bin Seyyid Ali bin Abdullah ve çocukları Ali, Hasan ve Hüseyin. Seyyid Ali bin Abdullah oğlu Ali’nin oğulları Mehmed, Ahmed, İbrahim. Seyyid Ali bin Abdullah oğlu Hüseyin, ondan Ali ve oğulları Yusuf, Cafer ve Mahmud bin Muhammed bin el-Hasen el­ Caferi bin Muhammed bin el-Hüseyni bin Ali bin Muhammed bin Ali bin Musa er-Rıza bin el-imam el-Cafer es-Sadık bin el-İmam el-Muhammed el-Bakır bin el-imam Zeynelabidin Ali bin emiru’l-mü’minıni’I muhsinın bin el-imami’l-müslimın ve emiru’l-mü’minın Ali bin Ebutalib.

Ahi Muhammed (Ahi Şerafeddin)’in evlatları Hüseyin, Hasan ve Yusuftur. Ahi Şerafeddin’in oğlu Hüseyin’den es-Seyyid Hüsam, ondan es-Seyyid Paşa, ondan es-Seyyid Hüseyin, ondan es­ Seyyid Hüseyin ve oğulları Hüseyin, Yahya’dır.

Ahi Şerafeddin’in oğlu Hasan’dan Paşa, ondan Hüseyin, ondan Seyyid Cafer ve oğulları Hıdır, İhsan, Tayyib’dir. Ahi Şerafeddin’in Ankara Etnoğrafya Müzesi’nde teşhirde bulunan ahşap sandukasında vefat tarihi H. 751 – M. 1350’dir.
Bir sanat şaheseri olan ahşap sandukada şu ibare yazılıdır:· “Cömertlerin babası, müslümanların, İslamın ışığı, Hakk’ın ve dinin övdüğü, ahilerin büyüğü, mürüwet ve fütüwet sahi­bi, sultanın delili, iftihar-ı ali Resulullah, seçilmiş, es-seyyid, eş-şehid, yarlıganmış, rahmete kavuşmuş Hüsameddin oğlu Muhammed. Allah onların kabirlerini nurlandırsın, yerlerini cennet kılsın ve onlardan razı olsun. Cuma günü namaz vaktinde, Receb ayının yirmiyedisinde yediyüzellibir yılında vefat etti.”

Türbesi, Ankara Atpazarı semtindedir. Türbenin güney cephesindeki pencere üzerinde mermer bir kitabe vardır. Kitabenin Türkçe metninde: “Bu imaretin; lütüfkar Rabbinin rahmetine muhtaç olan zayıf kul Ahı Hüsameddin el-Hüseyni oğlu Muhammed -Allah Hz. Hüseyin, onun kardeşi, ceddi. babası, annesi ve evladı hürmetine- onun dünyada ve ahirette kalbini nurlandırsın. 731 ( 1331 ) yılında yapılmasına çalıştı.”
Bu kitabe metninden zaviyenin M. 1331 yılında yapımına başlandığı anlaşılmaktadır. Vakıf kayıtlarında, Ahi Şerafeddin Zaviyesi vakfı mevcut olup, Ankara’nın değişik yerlerinde vakıf arazileri olduğu zikredilir.
Ahi Şerafeddin Türbesinin içinde, kızı Devlet Hatun’a ait bir mezar vardır. Devlet Hatun‘un mezar taşında aşağıdaki ibareler yazılıdır: “Emirlerin büyüğü, seçilmiş Mehmed oğlu Hüsameddin oğlu Ahı Şerafeddin kızı Devlet Hatun 773 ( 1372) yılında vefat etti. Allah kabrini nurlandırsın.” Türbede bulunan kitabesiz ikinci kabri de de “Ahi Muhammed Şerafeddin oğlu Ahı Hüseyin” olarak okumuştur. 1720 tarihli Sultan Üçüncü Ahmed’in bir fermanında: “Emirlerin emiri, soyu temiz, itibar şahibi, ululanmış, hürmet ve kadir sahibi, sabırlı ve_ haşmetli, ….” ifadeleri Ahi Şerafeddin için kullanılmaktadır. Ankara’nın gerek yönetiminde gerekse imarında birçok hizmetleri olmuştur.

Kaynak ; Manevi Mimarlarıyla Ankara , Abdülkerim Erdoğan , Ankara Büyükşehir Belediyesi Yayınları

Abdulhakim Arvasi (k.s.)

Ankara – Bağlum Kabristanında

Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kamil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim ve ruh bilgilerinin mütehassısı büyük velidir. Babası Seyyid Mustafa Efendidir. 1865 yılında Van’ın Başkale kazasında doğdu. 1943‘de Ankara’da vefat etti. Kabirleri Ankara’nın Bağlum nahiyesindedir.

Babası Seyyid Mustafa Efendi ve bütün dedeleri, zamanlarının âlim ve fadılları idiler. İmam-ı Ali Rıza bin Musa Kazım soyundan olup, seyyid oldukları Irak’taki şer’i mahkeme defterlerinde yazılıdır. Arvasi ailesi, altı yüz seneden beri ilim yaymakla ve en üstün insanlık meziyetlerinde numune olmakla tanınmış ve halk arasındaki ayrılıkları gidermekte, milli birliği sağlamakta büyük vazifeler üstlenmiş ve bunları devam ettiregelmişlerdir.

İlk tahsilini babasının huzurunda gördü. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri Nehri’de gördüğü bir rüya üzerine tahsiline daha büyük ehemmiyet verdi. Bu rüyayı şöyle anlatmaktadır:

Nehri isimli kasabada din ve fen ilimleri üzerine tahsil görüyordum. Ramazan ayını ailemle birlikte geçirmek üzere memleketime döndüm. Henüz ilk mektep kitaplarını tahsil ettiğim zamanlardı. Ramazan ayının on beşinci Salı gecesi, rüyada Allah’ın Resulünü gördüm. Yüce bir taht üzerinde risalet makamında oturmuşlardı. Onun heybet ve celali karşısında dehşete düşmüş, yere bakarken, arkamdan bir kimse yavaş yavaş sağ tarafıma yanaştı. Göz ucuyla kendisine baktım. Kısaya yakın orta boylu, top sakallı, aydınlık alınlı bir zat… Bu zat sağ kulağıma işitilmeyecek kadar hafif bir sesle, fıkıh ilminin hayz meselelerinden bir sual sordu: “Hayz zamanında bir kadının, camiye girmesi uygun değilken, iki kapılı bir caminin bir kapısından girip öbür kapısından çıkmakta şer’an serbest midir?” Allah Resulünün heybetlerinden büzülmüştüm. Suali tekrar sormaması için gayet yavaşça ve alçak bir sesle; “Dinin sahibi hazırdır, buradadır” diye cevap verdim. Maksadım, onun huzurunda kimsenin din meselelerine el atamayacağını anlatmaktı. Resulullah efendimiz, ses işitilemeyecek bir mesafede bulunmalarına rağmen cevabımı duydular. Durmadan;”Cevap veriniz!” diye üst üste iki defa emir buyurdular.

Ertesi gün, öğle namazı vaktinde pederimin camiye geliş yolları üzerinde durdum. Kendilerine bir şeyi arz edeceğimi hissederek yanıma geldiler. Rüyamı anlattım. Yüzlerine büyük bir sevinç dalgası yayılırken; “Seni müjdelerim! Âlemin Fahri seni mezun ve din bilgilerini tebliğe memur buyurdular. İnşâallah âlim olursun! Bütün gücünle çalış” diyerek rüyamı tabir etti. Babama; “Kâinatın efendisi huzurunda, bunca din meselesi dururken bana hayz bahsinden sual açılmasının ve cevabının tarafımdan verilmesi hakkındaki Resulullahın emrinin hikmeti nedir?” diye sordum şu cevabı verdi:
“Hayz, fıkıh bilgilerinin en zoru olduğu için, böyle bir sual, senin ileride din ilimleri bakımından çok yükseleceğine işarettir.”

Bu rüyadan sonra, on sene müddetle, Cuma gecelerinden başka hiç bir geceyi yorgan altında geçirdiğimi hatırlamıyorum. Sabahlara kadar dersle uğraşıp insanlık icâbı uykuyu kitap üzerinde geçirdim. İnsan gücünün üstünde denilebilecek bir gayret ve istekle çalıştım.

Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, öğrendiği fıkıh, tefsir gibi ilimlerin yanında kendisini mânevi yoldan yetiştirecek bir rehbere kavuşma arzusu ile yanıyordu. Diğer taraftan Seyyid Tâhâ-i Hakkâri’nin halifesi Seyyid Fehim-i Arvasi, rüyasında Allahü teâlânın Resulünü gördü. Peygamber efendimiz kendisine; “Abdülhakim’in terbiyesini sana ısmarladım” buyurmuştu.

Nihayet Seyyid Abdülhakim Arvasi, 1878 (H.1295) yılında Seyyid Fehim-i Arvasi hazretlerinin huzuruna kavuştu. Yüksek tahsilini zamanın en büyük âlim ve evliyası Seyyid Fehim Arvasi hazretlerinin huzurunda tamamladı. 1300 hicri sene başında ilm-i sarf, nahv, mantık, münazara, vad’, beyan, meani, bedi’, belagat, kelâm, usul-i fıkıh, tefsir, tasavvuf, ulum-i hikemiyye yani hikmet-i tabi’iyye (fizik, biyoloji), hikmet-i ilahiyye, riyaziyye (yani matematik, geometri), hey’et (astronomi) gibi zahir ilimlerde icazet (diploma); tasavvufun Nakşibendiyye, Kadiriyye, Kübreviyye, Sühreverdiyye ve Çeştiyye yollarından hilafet aldı. Başkale’de otuz yıl kadar tedris ve irşad ile meşgul oldu. Yani ders okuttu ve insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlattı.

1914 (H. 1332)te Birinci Dünya Harbi çıkıp Ruslar Doğu Anadolu’yu işgal edince, Başkale’den hicret edip, Irak’a, oradan Adana, Eskişehir ve 1919 (H. 1337)da İstanbul’a geldi. Eyüp Sultan’da önce yazılı medreseye, sonra Gümüşsuyu Tepesindeki Mürteza Efendi Dergahına yerleşti ve Kaşgari Hanekahı meşihatına tayin olundu. İslam halifelerinin ve Osmanlı Sultanlarının sonuncusu olan Sultan Vahideddin tarafından Medrese-i mütehassısin denilen İlahiyat Fakültesinde tasavvuf müderrisi yani ordinaryüs profesörü olarak 8 Zilkade 1919 (H. 1337) tarihli ferman ile tayin edildi.

Anadolu’da çarpışan Kuvay-ı Milliyenin galip gelmesi için para, mal ve dua ile yardım edilmesi, eli silah tutanların onlara katılmaları için milleti teşvik ederek çok kimseyi Anadolu’ya gönderdi. Çok yardım yapılmasına sebep oldu. Uzun zaman irşad, vaaz ve tedris ile meşgul olup hayatının sonuna doğru İzmir’e gönderildi. Zor şartlar altında İzmir’de kaldığı sırada ihtiyarlığın da verdiği takatsizlikle hastalandı. Ankara’ya getirildi. Ankara’ya geldikten birkaç gün sonra 27 Kasım 1943 (H. 1362) tarihinde sıkıntılarla dolu dünyadan ahirete intikal etti. Ankara’nın kuzeyinde bulunan Bağlum nahiyesinde defnolundu. Kabri ziyaret edilmekte, huzurunda yapılan dualar kabul olunmaktadır.

Seyyid Abdülhakim Arvasi vücutça gayet mutedil ve kusursuzdu. Buğday tenliydi. Alnı geniş ve açıktı. Kaşları birer hilal gibi olup, kabarık ince ve ölçülüydü. Nur bakışlı gözleri iriceydi. Burnu ahenkli ve normalden büyükçeydi. Yüzü zayıfça olup sakalı sıktı. Bedeni iri yapılı olup, insana mutlak surette hürmet telkin edici bir vakar ve heybeti vardı. Her hâli ve hareketi ile İslamiyet’e uyardı. Çok mütevazı olup; “Ben” dediği işitilmemişti. Çok heybetli ve temkin sahibiydi. Çok misafir severdi. Yardım yapmaktan hoşlanırdı. Ziyaretlere gider, davetlere icabet ederdi.

Seyyid Abdülhakim Arvasi din bilgilerinde ve tasavvufun ince marifetlerinde derin bir derya idi. Üniversite mensupları, fen ve devlet adamları, çözülemez sandıkları güç bilgileri sormaya gelir; sohbetinde, dersinde bir saat kadar oturunca, cevabını alır; sormaya lüzum kalmadan o bilgi ile doymuş olarak geri dönerdi. Teveccühünü, sevgisini kazananlar, sayısız kerametlerini görürdü. Çok mütevazı, pek alçak gönüllüydü. Eyüp Sultan, Fatih, Bayezid, Bakırköy, Kadıköy, Beyoğlu’nda Ağa Cami-i şerifleri kürsilerinde senelerce ilim neşretmiştir. Sultan Selim Cami-i şerifi yanındaki Süleymaniyye Medresesinde, tasavvuf müderrisi (profesörü) iken Er-Riyad-üt-Tasavvufiyye kitabını yazmıştır. Tasavvuf hakkında risale büyüklüğünde müteaddid mektupları vardır. Mevlid okunmasının ve tesbih kullanmanın başlangıç ve meşruiyeti hakkında bir risale, Rabıta-i Şerife Risalesi, Sahâbe-i Kirâm ve Ecdad-ı Peygamberi risaleleri, İslam Hukuku, Keşkul ve Sefer-i Ahiret isimli eserleri, Arabi, Farisi ve Türkçe şiirleri pek kıymetlidir.

Kıymetli sözleri
“Her peygamber, kendi zamanında, kendi mekanında, kendi kavminin hepsinden, her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselam ise her zamanda her memlekette, yani dünya yaratıldığı günden kıyamet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek, bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiç kimse, hiçbir bakımdan Onun üstünde değildir. Bu olamayacak bir şey değildir. Dilediğini yapan, her istediğini yaratan, Onu böyle yaratmıştır. Hiçbir insanın Onu methedecek gücü yoktur. Hiçbir insanın Onu tenkit edecek iktidarı yoktur.”

“Hak teâlânın hakimliğini tanıdığınız, emaneti ve emniyeti bozmayarak çalıştığınız zaman, birbirinizi ne kadar sevecek, birbirinize ne kadar bağlı kardeşler olacaksınız. Sizin o kardeşliğinizden Allah’ın merhameti neler yaratacaktır. Kavuştuğunuz her nimet, hep Hakk’a imanın hasıl ettiği kardeşliğin neticesi ve Allahü teâlânın merhamet ve ihsanıdır. Gördüğünüz her musibet ve felaket de; hep kızgınlığın, nefretin ve düşmanlığın neticesidir. Bunlar ise hakkı tanımamanın, zulüm ve haksızlık etmenin cezasıdır.”

“Büyüklerin sözü, sözlerin büyüğüdür.”

“Evliyanın sözünde rabbani tesir vardır.”

“İnsanı kaplayan sıkıntıların birinci sebebi, Hakk’a karşı şirk ve müşrikliktir. İlim ve fen ilerlediği halde, insanlığın ufuklarını sarmış olan fesat karanlığı hep şirkin, imansızlığın, vahdetsizliğin ve sevişmezliğin neticesidir. Beşeriyet ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevip sevilmedikçe, ızdırap ve felaketten kurtulamaz. Hakk’ı tanımadıkça, Hakk’ı sevmedikçe, Hak teâlâyı hakim bilip, Ona kulluk etmedikçe, insanlar, birbiri ile sevişemez. Hak’dan ve Hak yolundan başka her ne düşünülse, hepsi ayrılık ve perişanlık yoludur.”

“Müslümanların öğrenmesi lazım olan bilgilere Ulum-i İslamiyye (Müslümanlık Bilgileri) denir. İslam dininin emrettiği bu bilgileri Resulullah aleyhisselam ikiye ayırmıştır. Biri, “ulum-i nakliyye”, yani din bilgileri; diğeri “ulum-i akliyye” yani fen bilgileridir, buyurmuştur. Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.

Bunlar da ikiye ayrılır: “Ulum-i aliyye” yani yüksek din bilgileri ve “ulum-i ibtidaiyye” yani alet ilimleri. İslam ilimlerinin ikinci kısmı olan akıl bilgilerinin yani tecrübi ilimlerin iyi öğrenilmesi, ince ve derin din bilgilerinin kolay ve açık anlaşılmasına yardım eder. Riyazi fizik öğrenmek, din bilgilerini kuvvetlendirir. Astronomi, aritmetik ve geometri, dine yardımcı bilgilerdir. Tecrübi fizikteki (tecrübe ve isbat edilenlere esasen uymayan) birkaç yanlış teori ve hipotezden başka hepsi dine uymakta, imanı kuvvetlendirmektedir. İlahi fizik (metafizik) bilgilerinden, çürük, bozuk olanları dine uymaz. Bu ilimler öğrenilince, din bilgilerinin akli ilimlere uyan ve akli bilgilerle çözülmeyen yerleri ve sebepleri meydana çıkar ve akla uygun sanılmayan, aklın erişemediği meselelerin inkâr edilemeyeceği anlaşılır.”

“Kur’an-ı kerimden ve Resul aleyhisselamın hadis-i şeriflerinden sonra en kıymetli kitap, İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabıdır. Hanefi mezhebinde en mükemmel ve en kıymetli fıkıh kitabı, İbni Abidin’in Dürrül-Muhtar haşiyesidir. Şafii’de Tuhfet-ül-Muhtac kitabıdır.”

“İslam dini, Allahü teâlânın, Cebrail ismindeki melek vasıtası ile, sevgili Peygamberi Muhammed aleyhisselama gönderdiği, insanların, dünyada ve ahirette rahat ve mesut olmalarını sağlayan, usul ve kaidelerdir. Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, İslamiyet’in içindedir. Eski dinlerin görünür görünmez bütün iyiliklerini, İslamiyet, kendinde toplamıştır. Bütün saadetler, muvaffakiyetler ondadır. Yanılmayan, şaşırmayan, akılların kabul edeceği esaslardan ve ahlaktan ibarettir. Yaradılışında kusursuz olanlar onu reddetmez ve nefret etmez, İslamiyet’in içinde hiçbir zarar yoktur. İslamiyet’in dışında hiçbir menfaat yoktur ve olamaz.”

“Son zamanlarda, tekkeler cahillerin eline düştü. Dinden, imandan haberi olmayanlara şeyh denildi. Din düşmanları da, bu şeyhlerin sözlerini, oyunlarını ele alarak dine hurafeler karışmıştır, dedi. Halbuki bozuk tarikatçıların sözlerini, işlerini din sanmak, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmak, çok yanlıştır. Dini bilmemek, anlamamaktır. Dinde söz sahibi olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerini tanımak, o büyüklerin kitaplarını okuyup, iyi anlayabilmek ve bildiğini yapmak lazımdır. Böyle bir âlim bulunmazsa, din düşmanları, meydanı boş bulup, din adamı şekline girer. Vaazları ile, kitapları ile, gençlerin imanını çalarak millet ve memleketi felakete götürürler.”

“Temiz ve yeni elbise giyiniz. Gittiğiniz yerlerde, ahlakınızla, sözlerinizle, İslam’ın vakarını, kıymetini gösterdiğiniz gibi, giyiminizle de saygı ve ilgi toplayınız.”

“Çeşitli, lezzetli yemeklerle ve tatlı, soğuk şerbetlerle bedenlerinizi rahat ve hoş tutunuz.”

“Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ sevdiği insanlara iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için bunlara, âdetini bozarak sebepsiz şeyler yaratıyor.”

“Tek vakit namazımı kaçırmaktansa, bin kere ölmeyi tercih ederim.”

“Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın.”

“En büyük edep, ilahi hududu muhafazadır, gözetmektir.”

“Allahü teâlâ bir kuluna iman vermişse ona daha ne vermemiştir. İman vermemişse ona daha ne vermiştir!”

“Bizim meclisimizde bulunanlar, sükut içinde otursalar ve sükuttan başka bir şey görmeseler bile, din bahsinde âlim geçinenlerin hatalarını keşfederler, bir bir çıkarırlar.”

“Kur’an-ı kerim şifadır. Fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbidir. Pis borudan şifa gelmez.”

“Gerçek keramet, kerametin gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velinin irade ve ihtiyarı ile değildir. İlahi hikmet öyle gerektiriyor demektir.”

“Allahü teâlâ sırrını eminine verir. Bilen söylemez, söyleyen bilmez.”

“Ahmaklık, hatada ısrar etmektir.”

“Din bilgileri, dünyada ve ahirette, huzuru, saadeti kazandıran bilgilerdir.”

“Allahü teâlâ dilediğini yapar. İster sebepli ister sebepsiz, dilediği gibi azap veya lütfeder. Güzel ve doğru Onun dilediğidir.”

“Allahü teâlâ bize rahmetiyle muamele etsin. Adaletiyle muamele ederse yanarız.”

“Riya olmasın diye cemaatten kaçanlar ayrı bir riya içindedirler.”

“İlim cehli izale eder, yok eder, ahmaklığı değil.”

“Cemiyetteki ruh hastalıklarının sebebi, iman eksikliğidir.”

Menkıbeleri 
Talebelerinden Hâfız Hüseyin Efendi anlatır:
Tahsilimi İstanbul’da yaptım. Arabi ve Farisi’yi iyi bilirdim. Her toplulukta söz sahibiydim. Bir gün beni Abdülhakim Arvasi hazretlerine götürdüler. Maksadım orada da söz sahibi olmaktı. Kendisine çok yakın bir sandalyeye oturdum. Sohbete başladı. Hemen sonra sandalyede oturmaktan haya edip, yere indim. Sohbette, hiç bilmediğim, duymadığım şeyleri anlatıyordu. Yakınında yere oturmaktan da haya edip biraz geri çekildim. Biraz daha biraz daha derken nihayet kendimi kapının önünde buldum. Nerede ise kapıdan dışarı çıkacak hâle gelmiştim. Ben yıllarca şeyhlik postunda oturmuş talebeleri olan biriydim. Seyyid Abdülhakimi görünce ancak talebe olacağımı anladım ve talebelerime:
“Seyyid Abdülhakim Efendiyi görünce, tanıyınca şeyhliğin ne olduğunu anladım, eteğine yapışmaktan başka işim kalmadı” dedim. O büyük zata talebe olmakla şereflendim.

Otuz yıl boyunca yanından ayrılmayan yakını Şakir Efendi anlatır:
Bir sabah dergahın mescidinde namaz kılıyorduk. Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imam yaptılar. Mescidin giriş kısmı baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve dua bitince, sofaya geçtik. Gördük ki semaverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu cevabı aldım: “Hayret! Arkanızda büyük bir cemaat vardı. Şimdi dağılmış.”

Talebelerinden İlyas Efendi anlatır:
Bir gün yaşlı bir kadın marangoz dükkanıma gelip; “Bir odalı evim var. İkinci bir oda yaptırıyorum. Kiraya verip onunla geçineceğim. Bedelini kira parasından vermek üzere, bana bir kapı ve pencere yapar mısın?” dedi. Yarın gel, konuşuruz dedim. Maksadım, Seyyid Abdülhakim Efendi’ye gidip danışmaktı. İkindi vakti dergâhlarına gittim. Hâlimi sordular. “Müşteri geliyor mu?” dediler. “Geliyor” dedim. Fakat sormak için gittiğim kadını unutmuştum. “Sipariş veren oluyor mu?” dediler. “Bugün yok” dedim. “Kadın müşterileriniz oluyor mu?” buyurdular. Gene hatırlamadım. Bunun üzerine; “Bugün gelen kadının işini gör!” buyurdular. Ancak o zaman hatırlayabildim.

Bir gün Bayezid Camiinde vaaz verirlerken konu ile hiç ilgisi olmadığı halde; “Sizden biriniz, eve gidip, çocuğunu çatıya kiremitler üzerine çıkmış, güvercin kovalar görürse, bağırmadan, güzellikle, yavrum bak sana neler getirdim, şeker aldım, desin, onu tutup içeri aldıktan sonra azarlasın” buyurdu. Vaazı dinleyen Akhisarlı bir zat içinden şimdi bunun da ne ilgisi var diye geçirdi. Vaazdan sonra evine gidince baktı ki çocuğu evin damına çıkmış, kiremitler üzerinde güvercin yakalamak peşinde, nerede ise kenardan düşecek halde. Çocuk küçük olup üç-dört yaşındaydı. Hemen Abdülhakim Efendinin nasihatlerini hatırladı ve öyle yaptı. Çocuk düşmekten kurtuldu.

Necib Fazıl Kısakürek anlatır:
Sene 1941… Almanlar sınırımızda. Ben, bir gazetede çıkan yazılarımda da üstüne bastığım gibi, İkinci Dünya Harbine girmemizin bir an meselesi olduğuna kâniim. Bu meseleyi huzurlarında savunuyorum. Lütfen dinliyorlar. Etraflarında yakınlarından birkaç kişi ve avukat Mahmud Veziroğlu isminde kendisini sevenlerden bir zat… Harbe sürüklenmek mecburiyetimizi riyazi bir vâkıa hâlinde gösteriyor ve anlatıyorum. Sonuna kadar dinledikten sonra buyurdular ki: “Harbe girilmez. Yalnız Birinci Cihan Harbinde olduğu gibi pahalılık olmasa, vesika usulü çıkmasa.” Buyurdukları gibi oldu. Harbe girmedik. Fakat pahalılık, vesika usulü milleti kavurdu. Mahmud Bey, bana bu kerameti sık sık tekrar eder ve; “Müthiş, müthiş!.. herkes harbi beklerken; “Harbe girilmez” ve kimse vesika usulünü beklemezken “O olacak” buyurmaları büyük keramet” derdi.

Faruk Bey anlatır:
Bundan yıllarca evvel, oğlum Nevzad, o zamanlar oturduğumuz apartman katının balkonundan aşağıya, beton bir zemin üzerine düştü. Çocuğu koma hâlinde bir hastaneye yetiştirdik. Ayıldı. Fakat akli melekelerini kaybetmiş haldeydi. İstanbul’a götürdük. Bütün mütehassıs sinir ve akıl doktorlarına gösterdik. Hemen hepsi ümit göremediklerini söylediler. Bir Rum doktor erken bunama teşhisini koydu ve şifası yok hükmünü bastı. Büluğ çağındaki çocuğumu, büyük amcası Abdülhakim Efendinin kollarına teslim ettim. Çocuk tekkede kırk gün kaldı. Bu müddet içinde, onu nazarlarından ayırmadılar. Sadece; “Mahzunum, mahzunum!” diye içlenerek işi, Allahü teâlâya havale ettiler. Kırk gün sonra Nevzad, hiç bir zaman sahip olmadığı maddi ve manevi bir sıhhate kavuştu. Hukuk Fakültesini bitirdi. Uzun yıllar DSİ’de avukatlık yaptı, oradan emekli oldu. Abdülhakim Efendi, biraderzadeleri olan Faruk Işık Efendiyi çok severdi. Birisini methetmek isteseydi; “Faruk hariç hepimizden iyidir” derdi. Kabri, Abdülhakim Arvasi’nin ayak ucundadır.

Bayezid Camiinde; Erzincan zelzele felaketinden bir hafta kadar önce: “Allahü teâlâ, zinanın aşikâr olduğu yerlere zelzele ile ceza verir. Erzincan gibi” buyurmuşlar. Kimse o esnada bu manayı anlayamamış, ama bir hafta sonra, duyanlar bu büyük bir kerametti, anlayamadık demişlerdir.

Talebelerinden Tahir Efendi anlatır:
Abdülhakim Efendi hazretleri buyurdular ki: “Evliyanın huzuruna dolu giden boş, boş giden dolu döner.” Bir gün bana; “Tahir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden çıkar, başkalarına ver” buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım. Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım. Abdülhakim Efendiyi gördüm. “Tahir, kitapları evden çıkardın mı?” buyurdular. Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım. Abdülhakim Efendi geldi. “Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?” buyurup, celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için, kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek için bu yolu seçmişlerdi.

Ne zaman Abdülhakim Efendi hazretlerine gitsem, Ziya Bey yanında otururdu. Ziya Beye bir kitap verir, okuturlar ve izah ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziya Beye kitap okutup, kendileri izah ediyordu. İçimden, benim Arabi ve Farisim Ziya Beyden iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece rüyada Abdülhakim Efendinin huzurunda idim. Gene Ziya Beye bir kitap vermişler, okutuyorlardı. Ama Ziya Beyi sarıklı, âlim kıyafetinde gördüm. Abdülhakim Efendi, Ziya Beyi bana gösterip; “Biz, boşuna emek vermeyiz” buyurdular. Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.

Bir gün Abdülhakim Efendiye gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakim Efendiye arz edeyim, evliyalıkta yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selam verip ellerini öptüm. Yüzüme bakıp; “Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?” buyurdu. “Manolya” dedim. “Şu nedir?” buyurdu. “Gül” dedim. “Ya Tahir, bunların suyu bir, havası bir, toprağı bir de, niçin boyları farklıdır? Mesela şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir mi, gül de, manolya kadar büyür mü?” buyurdu. “Hayır efendim” dedim. “Demek ki, farklılık istidatlarından kabiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi, gül de manolya gibi olmaz!” buyurup tekrar bana baktılar. “Kusurumu bağışlayın efendim” dedim.

Diş hekimi emekli albay Sabri Bey anlatır:
Abdülhakim Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefatından otuz sene sonra, ellerimde yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın dediler. Üç sene teyemmümle yani onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek namaz kılmak zorunda kaldım.

Halid Turhan Bey anlatır:
Bir gün ziyaretlerine gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; “Buyurun, okuyun!” buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; “Türkçeye çevirin!” buyurdular. Takıldığım çok ibareler oldu. Yardım ettiler, hatta kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphane müdürlüğü için, Ankara’da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim Efendinin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık kerametini görünce hüngür hüngür ağladım.

Yusuf Hakiki Baba

Aksaray – Melendiz Çayı yakınında 3302 sokakta

Hakîkî Yûsuf’un ne zaman ve nerede doğduğu hakkında elde kesin bir bilgi yoktur. Ölüm tarihi 1487 olmalıdır. Tasavvuf yolunda ilk ve temel bilgileri kuvvetli bir ihtimalle babası Şeyh Hâmid-i Velî’den alan Hakîkî Yûsuf’un nerelerde ilim tahsil ettiği konusunda rivayetler şöyledir: Evliya Çelebi’ye göre El-Hac Bayram Velî’nin talebesi olup Ankara’da ledün ilmini tamamlamış ve Aksaray’da Bayramiye Tarikatinin öncüsü olmuştur. Babasıyla beraber bir müddet Bursa’da bulunmuş, ancak Bursa’da babasının karşılaştığı o meşhur olaydan sonra veya biraz önce Aksaray’a dönmüştür.

Çeşitli kaynaklarda Baba Yûsuf, Yûsuf Hakîkî Baba, Baba Yûsuf Hakikî, Şeyh Yûsuf, halk arasında ise Hakîkî Baba ve Gül Baba olarak bilinen Hakîkî Yûsuf, Dîvân’ında (Hakîkî Dîvânı) ailesinden bahseder.

Anlatılan meşhur bir kıssaya göre, Hakîkî Yûsuf, babası Şeyh Hâmid-i Velî hazretlerinin halifesi olmak ister. Ancak onun bu teklifi babasınca uygun görülmez. Emanetin ehline verilmesi gerektiğini söyleyerek halifeliği Hacı Bayram-ı Velî (1352-1430) Hazretlerine bırakır. Babasından uzun bir nasihat dinleyen Hakîkî Yûsuf, ikna olarak Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin müridi olur.

Hakîkî Yûsuf, Fatih Sultan Mehmet zamanında, Mâlik Mahmud Gazi hankâhının başındaydı. Aksaray’ın Osmanlılar’a geçtiği tarihlerde de (1476) yine bu hankâhın şeyhiydi. II. Bayezid adına 1500-1501 yıllarında Aksaray vakıflarını tespit eden defterde, Hâmidü’d-dîn-zâde Baba Yûsuf’un evlat vakfı yer alır. Bu vakfiyede Evhadü’d-dîn ve Şeyh Safiyü’d-dîn adlarında iki oğlu olduğu ve evlatlarına vakfettiği yerler tafsilatlı bir şekilde yazılmıştır. Sultan II. Murat adına yazılan 1584 tarihli defterde de Şeyh Hâmid-i Velî Mahallesi nüfusu yazılırken buradaki nüfusa 15 mükellef erkeğin Şeyh Hâmid-i Velî’nin torunları olduğu babalarının adlarıyla gösterilmiştir. Hayatının geri kalan kısmını Aksaray’da şeyhlik yaparak geçiren Hakîkî Yûsuf’un türbesi Aksaray’da Şeyh Hamid Mahallesi’ndedir. Aynı mahallede Şeyh Hamid Camii ve hankâh bulunmaktadır. Söz konusu hankâh, Şeyh Hâmid-i Velî ve Hakîkî Yûsuf’un şeyhlik yaptıkları tekkedir. Yûsuf-ı Hakîkî’nin, yedi eseri bulunmaktadır80. Bunlar Hakîkî-nâme adıyla anılan divanı, Mahabbet-nâme isimli tasavvuf ve ahlâka dair olan mesnevisi, Tasavvuf Risâlesi isimli tasavvufa dair mensur eseri, babasının Hadîs-i Erbaîn’ine yazdığı bir şerh, tercüme bir eser olan Metâli‘u’l-İman, ayrıca et-Tesnîm ve er-Rahîk el-Mahtum isimli eserlerdir. Son ikisi Kahire’de Hidiviye Kütüphanesi’nde bulunmaktadır.

Yusuf Hakiki Baba türbesi ve mescidi, şehrin kuzeydoğusunda Şeyh Hamid Mahallesindedir. Türbe ve mescide ulaşım Eğri Minarenin bulunduğu yol üzerinden sağlanmaktadır. Mescid ve türbe taşla çevrilmiş bir avlu içerisinde yer almaktadır. Büyük avluya giriş kapısı taştan yapılmış olup sağında ve solunda ve iç kısımlarında dört adet mihrapcık bulunmaktadır. Avlu içindeki su kanalı bir küçük kemer köprü kurularak geçirilmiştir.

Mescid kısmına girişte sağ kısımda kütüphane, abdesthane kısımları konulmuştur. Plan itibariyle komplex L şeklinde yapılmıştır. Sol tarafta yer alan mescid kapısı demirden yapılmıştır. Mescid kısmı yeniden inşa edilmiştir. Kubbeli taş yapının içi günümüzde sıva ile sıvanmış, üst kısımları boyanmış, alt kısımlar lambiri tahta ile kaplanmıştır. Sağ kısımda hutbe okunması amacıyla ağaçtan minber vardır. Güney kısmında sonradan yapılmış olan tahta mihrap yer almaktadır. Mihrabın her iki tarafında mescidin aydınlanması amacıyla kalın duvar içinde dıştan iki adet pencere yapılmıştır. Yapı 1990 yılında yeniden tamir görmüştür.

Kaynaklar ; Aksaray Evliyaları , Abdulhalim Durma

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Fotoğraflar için Şehit Mehmet Cambaz Bey’e teşekkür ederiz. Mevla Habibine komşu eylesin.
[/toggle]

Yanar Fırına Giren Hacı Gazali Başer

Aksaray – Ervah Kabristanında ( Somuncu Baba Türbesi yakınında)

Hacı Gazali Başer Hazretleri’nin türbesi Ervah Mezarlığında Şeyh Hamza Baba türbesinin yanındadır. Mezarında yazdığına göre Hacı İsmail Oğlu Yanan Fırına Giren Hacı Gazali’dir. Rufai tarikatındandır. Türbenin üstü açıktır.

Somuncu Baba – Aksaray

Aksaray – Ervah Kabristanındaki türbesinde

Asıl adının Abdullah olduğu anlaşılan Şeyh Hamîdüddin kaynakların pek çoğunda Kayserili diye gösterilir. Atalarının Türkistan’dan geldiği rivayet edilen Hamîdüddin Aksarâyî, ilk tasavvufî eğitimini babası Şeyh Şemseddin Mûsâ’nın yanında aldıktan sonra Dımaşk’a giderek zâhirî ilimleri öğrenir. Onun Dımaşk’ta Bâyezîdiyye Hankahı’nda uzun yıllar bir şeyhe hizmet ettiği, Bâyezîd-i Bistâmî’nin ruhaniyetiyle terbiye edildiği ve Üveysî olduğu kaydedilir. Diğer taraftan, asıl şeyhinin Safeviyye tarikatının pîri Safiyyüddin Erdebîlî’nin torunu Alâeddin Erdebîlî (ö. 1429) olduğu vurgulanmaktadır. Bu kaynaklarda, Hamîdüddin’in Dımaşk’ta iken aradığı iç huzuru bir türlü bulamayıp mürşid aramak için yola çıktığı, Tebriz yakınlarındaki Hoy şehrinde yaşayan Şeyh Alâeddin Erdebîlî’nin yanına gittiği, zikir meclisine katıldığı ve ona intisap edip tasavvuf yolunda büyük ilerlemeler kaydettiği belirtilmektedir.

Hamîdüddin Aksarâyî, Erdebil Tekkesi’nde seyrü sülûkünü tamamladıktan ve bir süre inziva hayatı yaşadıktan sonra şeyhinin emriyle Anadolu’ya dönüp Bursa’ya yerleşir. Sarı Abdullah Efendi, Alâeddin Erdebîlî’nin Somuncu Baba’ya hilâfet verip Anadolu’ya gönderirken yanındakilere, “Diyâr-ı Acem’de emanet olarak bulunan esrâr-ı ilâhiyye onunla birlikte diyâr-ı Rûm’a intikal etti” dediğini rivayet eder. Somuncu Baba’nın Bursa’ya geldiği ilk yıllarda pek ön plana çıkmadığı ve kendini halktan gizlemeyi tercih ettiği anlaşılmaktadır. Bu dönemde onun eşeğiyle ormandan odun getirip bu odunlarla ekmek pişirdiği ve ekmekleri sırtına yüklenerek sokak sokak dolaşıp “somunlar, müminler!” diyerek halka dağıttığı rivayet edilir. Kendisine Etmekçi Koca veya Somuncu Baba lakabının verilmesi de bundan dolayıdır.

Somuncu Baba, bu şekilde halk içine karışıp melâmî meşrep bir hayat sürmekte iken Ulucami’nin açılışı sırasında Emîr Sultan tarafından hükümdarla (Yıldırım Bayezid) tanıştırılır. Hükümdarın damadı olan Emîr Sultan kendisine yapılan hutbe okuma teklifini, “Gavs-ı a‘zam şu anda bu şehirdedir, onların mübarek varlığı varken halka nasihat ve hitap etmeyi bize teklif etmek münasip değildir”, diyerek reddetmiş ve bu görevin Somuncu Baba’ya verilmesini tavsiye etmiştir. Bunun üzerine Yıldırım Bayezid, cuma namazını kıldırma ve hutbe okuma görevini Somuncu Baba’ya tevcih edince o da mecburen hutbeye çıkmak zorunda kalır, namazdan sonra verdiği vaazda Fâtiha sûresini yedi farklı şekilde tefsir ederek Molla Fenârî’nin karşılaşmış olduğu bir güçlüğü de halleder. Somuncu Baba’nın başta padişah olmak üzere herkesi etkilediği, hatta bu olaydan sonra Molla Fenârî’nin kendisine mürid olduğu rivayet edilir.

Bu olayın ardından sırrının açığa çıkması, halk ve iktidar nezdinde tanınan bir şahsiyet haline gelmesi, kendisine yönelik ilginin gitgide artması, halkın arasına karışıp sakin bir hayat sürmeyi daha çok tercih eden Somuncu Baba’yı bunaltır ve çareyi Bursa’dan ayrılmakta bulur. Onun Bursa’dan ayrıldıktan sonra Adana’da Ceyhan ırmağının kenarında bulunan Sîs Kalesi’nin dağ tarafındaki bir köyde Nebî Sûfî adında birinin evine yerleştiği, Hacı Bayrâm-ı Velî’nin buraya gelip kendisini ziyaret ettiği söylenir.

Nebî Sûfî’nin evinde bir süre kaldıktan sonra önce Dımaşk’a giden, buradan Mekke’ye geçerek haccını eda eden Somuncu Baba hac dönüşü tekrar Sîs’e gelir, yanına Nebî Sûfî’yi de alarak Aksaray’a gidip yerleşir. Ömrünün geri kalan kısmını bu şehirde müridlerinin eğitimiyle meşgul olarak geçirdiği, Aksaray’da vefat edip orada defnedildiği ileri sürülür.

Sonraki dönemlerde yapılan bazı çalışmalarda Somuncu Baba’nın asıl kabrinin Malatya’nın Darende ilçesinde bulunduğu konusunda farklı bazı görüşler öne sürülmüştür. Buna göre Somuncu Baba, adı geçen ilçenin Hıdırlık adı verilen bölgesinde oğlu Halil Taybî ile birlikte gömülüdür. Bu görüşün kaynağı olarak Somuncu Baba’nın soyundan geldiği söylenen Osman Hulûsi Ateş’in aile arşivindeki bazı belgelerle geç dönemlere ait bazı arşiv belgeleri gösterilmektedir.

Somuncu Baba’nın Yûsuf Hakîkî adında bir oğlu olduğu anlaşılmaktadır. Babasının ölümünden sonra Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisap eden Yûsuf Hakîkî tasavvufa dair bazı eserler kaleme almıştır. Geç döneme ait arşiv kayıtlarında Halil Taybî isimli bir oğlunun daha varlığından söz edilmektedir. Darende’de yaşadığı anlaşılan Halil Taybî’nin hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır.

Türk tasavvuf tarihinde Safevî-Erdebîlî geleneğini Anadolu’ya taşıyan bir mutasavvıf olarak önemli bir yere sahip bulunan Somuncu Baba’nın benimsemiş olduğu tasavvuf düşüncesinde melâmetî anlayış ön plana çıkar. Onun en önemli halifesi ve kendisinden sonra fikirlerinin Anadolu coğrafyasına yayılmasını sağlayan şahsiyet Akşemseddin ve Bıçakçı Ömer Dede gibi iki farklı meşrebe ve karaktere sahip şahsiyeti yetiştiren, II. Murad devri Anadolu sûfîliğine damgasını vurmuş Hacı Bayrâm-ı Velî’dir. Hacı Bayrâm-ı Velî, Bursa’da iken tanıştığı Somuncu Baba’ya intisap ederek tasavvuf yoluna girmiş, onunla birlikte Adana’ya, Dımaşk’a, Mekke’ye ve nihayet Aksaray’a gitmiş, bir süre sonra şeyhinin izniyle yaklaşık 1403-1405 yıllarında Ankara’ya yerleşmiş, vefatında yanında bulunmuştur. Somuncu Baba’nın diğer müridleri arasında Şeyh Şücâüddin Karamânî (Edirne’de vefât etti ve bu şehirde Debbağlar Mahallesindeki mescidi ve dergâhının bulunduğu yerde defnedildi), Şeyh Muzaffer Lârendevî ve Molla Fenârî’nin isimleri sayılmaktadır. Ayrıca daha sonraki dönemde Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisap eden Kızılca Bedreddin’in de başlangıçta Acem diyarından Anadolu’ya birlikte geldiği Somuncu Baba’ya bağlı olduğu rivayet edilir.

Onun döneminin diğer sûfîleriyle de yakın dostluklar kurduğu bilinmektedir. Yıldırım Bayezid’e kendisini “gavs-ı a‘zam” olarak tanıtan Emîr Sultan ve 1404-1405 yıllarına tekabül eden hac dönüşü Aksaray’a kadar giderek kendisini ziyaret eden Şeyh Bedreddin (1359-1420) bunlar arasında zikredilebilir. Somuncu Baba’nın Şerh-i Hadîs-i Erbâin, Zikir Risâlesi ve Silâhu’l-mürîdîn adlı üç eseri olduğu ileri sürülmektedir. Ancak kaynaklarda onun eser yazdığına dair bilgi bulunmaması, bu eserlerin eldeki nüshalarının oldukça geç tarihli olması bunların ona aidiyeti konusunda şüphe uyandırmaktadır.

Anlatılır ki, Alaeddin-i Erdebili, bir gün Hamid-i Veli’ye, “Artık bizden öğrendiğin ilmi, Allahü tealanın dinini, insanlara öğretmek üzere Anadolu’ya git!”, buyurdu. Ona böylece, insanları yetiştirmek için icazet verdi. Hocasının bu sözleri, bazı anlayışı kıt, hasetçi kimselerin, içlerinden Hamid-i Veli’ye buğz etmelerine sebeb oldu. Hace Alaeddin, Hamid-i Veli’yi bütün talebeleriyle birlikte, “Şemseddin-i Tebrizi Makamı.” denilen yere kadar uğurladı. Veda edip yanlarından ayrılınca, hased edenlerin de bulunduğu topluluğa dönerek, “Hamidüddin’in arkasından, gözden kayboluncaya kadar bakınız. Eğer dönüp bizden tarafa bakarsa, Anadolu’da onun ilminden istifade ederler. Şayet bakmazsa, onun ilminden hiçkimse istifade edemez.”, buyurdu. Orada bulunanlar merakla Hamidüddin’in arkasından bakmaya başladılar. Bu hali cenab-ı Hakkın izniyle anlayan Hamid-i Veli, gözden kaybolmadan önce iki defa arkasına baktı. Böylece onların hasedlerini giderdi. Türbesi Aksaray kabristanının ortalarındadır. 1980 (H.1400) senesinden itibaren, Aksaraylı Şahin Başer Beyin gayretleriyle türbesi yeniden onarılarak bugünkü hale gelmiştir. Hamid-i Aksarayi Hazretlerinin okuduğu kasideler, Aksaraylıların dillerinde dolaşmaktadır.

Aksaray’da 2011’de Uluslararası Somuncu Baba ve Kültür Çevresi adı altında Sempozyum düzenlenir. 2014’te türbesi yanına külliye yaptırılır. Valilik, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ve Belediye tarafından 2016 Ekiminde Anma Haftası düzenlenir.

Kaynaklar ; Aksaray Evliyaları , Abdulhalim Durma

El Hac Abdurrahman Efendi

Aksaray – Ervah Kabristanında ( Somuncu Baba Türbesi’nin yakınında)

El Hac Abdurrahman Hazretlerinin (v. 1900) türbesi Ervah Mezarlığında Şeyh Hamid-i Veli Hazretlerinin mescidinin ilerisindedir106. Abdurrahman Ruhi Hazretleri Talas’ta dünyaya gelir. Kadiri şeyhi Ahmed Kuddûsi Hazretleri’nin 1849’da vefat etmesinden sonra oğullarından Abdurrahman Rûhi babasının yerine geçmiş ve vefatına kadar irşad vazifesine devam etmiştir. Abdurrahman Rûhi’nin cenazesi Aksaray’da Somuncu Baba türbesi yanındaki kabre defnedilmiştir. Şeyh Abdurrahman Rûhi’nin farklı eşlerden olma Ali ve İbrahim isimlerindeki iki oğlundan biri olan Ali Efendi, babasının irşad hizmetinde halefi olmuş, 1938’de vefat etmesi üzerine ise altı oğlundan biri olan Ahmed Efendi, mensupların tensip ve tasvipleriyle babasının yerine geçirilmiştir.

Türbenin üstü açıktır ve etrafı kesme taştan duvarla çevrilidir. Türbede İsmail Baba’nın (Ayak Taşı kırılan) mezarı da bulunmaktadır. Halk tarafından hayır duası için ve değişik dilekler için ziyaret edilmektedir. Türbenin içine dikilen asma yedi yıl üzüm vermez. Aşılanmak için kesilmesine karar verilir ve o yıl çok güzel üzüm vermeye başlar.

Kaynaklar ; Aksaray Evliyaları , Abdulhalim Durma