Azerbaycan – Nahçıvan’da şehrin en eski kalesi olan Köhne Kala’da
…..
Evliya, Sahabe, Peygamber Kabirleri
Evliya ve Sahabe









Seyyid Yahya Şirvani Hazretleri’nin Türbesi ; Azerbaycan – Bakü’de Şirvanşahlar Saray Külliyesinde
Seyyid Yahya b. Celaleddin b. Bahaeddin el-Baku’i (Bakuvi) es-Sufi el-Halveti eş Şirvani” isim ve nisbetleri ile maruf olan “Şeyh hazretleri, Halveti tarikati’nin ikinci pir’i olarak bilinmektedir. Halveti tarikati müntesibleri arasında “pir-i sani” olduğunda ittifak vardır . Halveti usulünde klasik isnad şeceresinde “Seyyidü’t-taife” (ta’ifenin efendisi) ünvanı ile maruf Şeyh Cüneyd-i Bağdadi kanalı ile Selman-ı Farisi (r.a.) halkası ile Hz. Ali b. Ebi Talib (k.v.) hazretlerine ulaşır.
Hz. Ali (k.v.) Efendimiz “Halvet” ve “Celvet” usulünün, “Kesret’de vahdet ve vahdetde vahdet” tariklerininin “imamı” olduğunda sufiyye literatüründe ittifak vardır. Bu nedenle Cehriyye yolunda “Ehl-i beyt” sevgi ve saygısı aşk ve cezbe hali galibdir. Cehri yolun seçkin mürşidlerinden olup, neseben de evlad-ı Resul’e müntesib bulunması sebebiyle, Seyyid Yahya Hazretlerinin tasavvuf tarihinde seçkin bir yeri vardır. Seyyid Yahya Hazretleri, aslen Azerbaycan’ın “Şirvan” vilayetinin “Şemmahı (Şemahi)” kasabasında doğmuştur.
Seyyid Yahya’nın babası “Seyyid Bahaeddin Efendi”, İmameyn’den 7. İmam “Musa Kasım”ın torunlarındandır, Azerbaycan vilayetinin “Nakibü’l-Eşraf”ı idi. Seyyid Yahya, gençliğinde Akkoyunlu Türkmen Devleti Sultanı Uzun Hasan Bey’in “Nakibü’l-Eşraf”lığını ve vezirliğini yaptığını öğreniyoruz. Yine rivayetlere göre, daha çok küçük yaşlardan itibaren güzel bir çehreye (simaya) ve akranına üstün bir zekaya ve edebe sahip bulunan küçük Yahya, tahsil hayatı ve oyun arkadaşları arasında bile derhal seçilirdi. Kendisinden zahiri ilimler tahsil ettiği hocaşı “Şirvanlı Pirzade”nin de dikkatlerini üzerine çekmişti. Yine hace’sinin telkin ve tesiri ile tasawuf ve tarikate meyi ederek, Pirzade’nin kaimpederi ve şeyhi, “Halvetiyye Usulü”nün seçkin Pirlerinden Şeyh Sadreddin el-Halveti” ye intisab etmişti.
Bu olay, “Hulvi”nin “Lemezat” ında şöyle nakledilir: Küçük Yahya, bir gün akranı çocuklarla, topla, “Cevgan” (cuygan} adı verilen bir oyun oynuyordu. Oradan geçen Şeyh Sadreddin, damadı Pirzade ve bazı seçkin müridlerinin önüne doğru yuvarlanan top’un peşinden koşan Yahya, onları görünce; onların önünden geçmeyip, yolun kenarına çekilmiş, kendilerine edeble selam vermişti. Ancak Pirzade geçip gittikden sonra topunu alarak, tekrar oynamaya gitmişti. Küçük Yahya’nın bu edebi, Pirzade’ye hoş gelip, Seyyid’e dua kılarak, dervişlerine hitaben: “Gelin siz amin deyin, ben dua edeyim. Allah Teala bu sülaleyi Seyyid-i Alem aba u ecdadı yolunun saliki kılsın, esrar-ı Murtazavi’ye ve esrar-ı Mustafavı’ye müyesser ola” dedi. Sonra hayır dua etti. Allah’ın hikmetiyle kabul buldu. Pirzade bu hal ile evine döndü . Seyyid Yahya ve dostları evlerine geldiklerinde, gece uykuya varıp, rüyalarında Peygamberimiz (s.a.v)’i müşahede etti, Efendimiz (s.a.v.) ona nasihat edip, Şeyh Sadreddin’i göstererek: “Bu senin manevi babandır. Bunun yanına var. Bizim ruhaniyyetimizin sırrı ve cehri tarikatin kurucusu Murtaza (Hz. Ali kv) halkası ile bize bağlıdırlar. Sadreddin de senin ceddin gibi Hayderi’dir” diyerek, Yahya’yı ona teslim ederler. Bu rüya’nın heyecanı ile uyanan genç Yahya, ertesi gün seherle hocası Pirzade’ye gitti. Rüyasını ona anlatmadan önce, onun isteği üzerine birlikte Şeyh Sadreddin‘in huzuruna gittiler. Şeyh’le mülakat esnasında Şeyh hazretleri bu rüyayı keşfederek; “Bu manevi bir işarettir. Acaba biz size rüyada gösterilen mürşidinize benziyormuyuz?” diye sordu. Yahya, ağlıyarak, hıçkırıklarla şeyhinin ellerinden öpüp kendisine hemen oracıkta bi’at etti. Şeyh Sadreddin’in uzun süre hizmetinde bulunup, mücahede ve nice hizmetlerde bulundular. Hatta bazan Seyyid Yahya, üst üste halvet ve erba’inlere girerek, halvethanesinden çıktığında, mücahedesinin nuru yüzünde parlar, kimseler o halde yüzüne ve gözlerine bakamazlardı.
Yine bir gün halvetten çıkıp, ana ve babasını ziyarete giderken, yolda bazı genç sufilerle oturup, sohbet ettiğinden bazı kötü sözler söylenir olmuştu. Bu dedikoducu cahil nadanlar Seyyid’i görünce, edepsizce sözler söylediler. onun gönlü çok incindi. Bu üzüntü ile evine gitmeyip, zaviye’deki hücresine kapandı. Şeyhinin daveti üzerine huzuruna vardığında, şeyhi : “Oğul niçin üzülüyorsun? Muhyiddin İbn Arabi‘nin yaptığı gibi yap. Bir kağıda usulünce “Ya Kahhar” ism-i celalini yazıp, o kağıdı ister ateşe, ister suya at”dedi. Seyyid de usulü ile yapıp, kağıdı küçük parçalara ayırarak, yok etti. Rivayete görü: O dedikoducular uykularında öldürülmüş bulundular. Bu hal halk arasında Seyyid’e karşı büyük bir korku ve hürmetin doğmasına sebep oldu. Ayrıca onların ona karşı olan itikadlarınıda kuvvetlendirdi.
Seyyid’in bu hallerinden, aslen ulema’dan olan babası Hace Seyyid Bahaeddin Efendi hiç memnun değildi. Hatta oğlunun şeyhi olan Şeyh Sadreddin’i kötü niyetli bir kişi olarak görüyor ve velayetini de inkar ediyordu. Oğlu Yahya’yı imtihan için; “Oğlum Yahya, Ekinlerimiz ve hayvanlarımız susuzluktan harab oldular. Yağmur için bir dua etseniz de tarlalarımız sulansa” deyince, Seyyid: “A babacağım, var git dua eyle ve oğlum Seyyid’in Seninle olan muamelesi hürmetine bize yağmur Ver” de, inşeallah evliyanın sırrına mülaki olursun” dedi. Babası Bahaeddin Efendi; “Ey Rabbim, oğlumla aranızdaki dostluk hürmetine benim tarlama yağmur nasib et” diye dua eder etmez, sadece onun tarlasına sağnak halinde yağmur yağıp, diğer tarlalara bir damla bile rahmet düşmedi. Oğluna gelerek: “Ey oğul, bizim tarlalara yağdı amma diğerleri mahzun oldular. Onalar da yağsaydı olmaz mıydı?” deyince, Seyyid: “Babacığım, Siz şayet duayı adabı ile yapıp, halkı da ansa idiniz, onlarında muradı olurdu” dedi ve dediği gibi de oldu.
Yine babası Bahaeddin Efendi, oğlunun sufilerle oturup kalkmasını ve onlarla halvetlere girmesini hazmedemiyor, Seyyid’e: “Senin şeyhin Sadreddin, senin hastalığında evimize kapıdan gireceğine bacadan girmişti” diyerek: “Sen, pirin için müteşşeri bir kimsedir dersin. Amma Şeyh’in hayırlı bir adam olsa idi, kapıyı bırakıp da bacadan girmezdi. Biz ebeveyninin iznini almadan böyle bir iş etmezdi” dedi. Bunun üzerine Şeyyid babasına: “Babacığım, senin yüzünün nefret ateşleri ve gazabı. Şeyhim Sadreddin’in kapıdan değil de, bacadan yanıma gelmesine sebeb olmuştur” diye cevap vermişti. Bunun üzerine, babası Bahaeddin Efendi bu sözlerin tesirinde kaldı. Sözler onun kalbine tesir etti. Gönlü yumuşayarak, tarikate meyil etti. Sonra oğluna: “Oğul, Bana delalet eyle” diye rica ederek, Şeyh Sadreddin’e intisab etti, Fena mertebelerini kısa zamanda aşıp, baka makamlarının halleri ile kemal buldu. Şeyh Sadreddin, onu, nefsinin tedib ve tezkiyesi için, bir süre oğlu Seyyid Yahya‘nın hizmetine verdi. Bir yıl tamamlanınca, yine Şeyh tarafından Yahya’ya: “Eskisi gibi baba-oğul normal muamelesi üzere olması ve babasına hizmet etmesi” emir edildi.
Seyyid Yahya, şeyhi Sadreddin’e vefatına kadar candan hizmet etti. Asla yanından ayrılmadı. Şeyhinin vefatı üzerine, onun postuna oturdu. Şeyh Sadreddin de vefat edeceğini anlayınca, dervişlerini etrafında topluvarak, kendisinden sonra “Seyyid Yahya”ya bi’at etmelerini vasiyet etmişti. Fakat damadı Pirzade, Şeyhlik postuna oturmak isteyince, dervişler arasında anlaşmazlık çıktı. Yörenin hakimlerinin mesele de, Pirzade lehinde karar vermeleri üzerine gücenen Seyyid, postu Pirzade’ye terk ederek, “Sırr-ı esma ve hilafet-i uzma” ile halkı ve talibleri irşad etmek üzere “Şirvan’ın “Şemmahi” (Şemahi) kasabasına gitti. Bir süre orada irşadda bulunduktan sonra, Bakü’de hüküm süren Şirvanşahlar Sultanı’nın daveti ile “Baku” şehrine yerleşti.
Bakü’deki irşad faaliyetleri o derece yoğundu ki, rivayete göre on binden ziyade müridi, üçyüz altmış’a yakın halifesi “Esma’ullah”a mazhar olup, bir çok icazet vermişti. Rumeli, Mısır ve Afrika’daki kırk küsur Halveti tarikati kol ve şubeleri Seyyid Yahya hazretlerinden kaynaklanmıştır.
Menkıbeleri
Seyyid’in nakl edilen menkıbelerinden biride şöyledir: Bir gün Seyyid, bağında pınar başında zikr üzere iken, kedisinden geçmiş bir halde, cezbe halinde istiğrak için de iken, o sırada bir avcı pınar başına gelip, su içmek ister. Şeyh’i tanımadığından O’na: “Bre eşek, şu tasa bir su koy da içelim” dedi. Fakat şeyh o sırada istiğrak halinde bulunduğundan, onu duyup görmemişti. Avcı bu hale öfkelenip hışım gibi atından aşağı inerek, elindeki yayla şeyhin başına vurup, onu yaraladı. Şeyh salve gelip, o halden sıyrılınca, gayretullaha gelip, ona bir kerre firaset nazarı ile bakmasıyla, avcı yere düşüp debelenmeye başladı. Şeyh: “Hey bre kan içici ne oldun?” dedi. Avcı Şeyh’in halini anlayıp, özürler dilediği, pınardan su içmek isteyince, kabına doldurduğu pınar suyunun kan haline dönüştüğünü, tasını üç kerre doldurup her seferinde aynı hali gördüğünü, göz yaşları ile şeyhin ellerine sarılıp, hemen oracıkta kendisine bi’at eylediği nalk edilir:
Seyyid Yahya, yazları “Şirvan” sahrasına çıkarak, ”Gilan”a kadar uzanarak, çok sıcak bir temmuz gününde, susuz ve yemeksiz, eğersiz bir çıplak deveye binerek, “Erba’in”e girdi. Burada devamlı “Halvet” ve itikaf üzere bulunurdu. Halvet sırasında yirmi bir günde bir “Erba’in”e girerdi. Halifelerinden “Şeyh Mansur”un rivayetine göre: “Seyyid yine böyle bir günde erba’in’e girmiş ve on iki günde bir abdest alıp, üç gün de bir iftar eder hale gelmişti.
Seyyid Yahya, ömrünün sonlarına doğru altı ay süre ile kendini bütünü ile halvete verip, tüm varlığını Hakk’a tahsis etmişti. Bu süre içinde ne yemiş ve ne de içmişti. Bu süre içinde daimi olarak huzurda idi. Oğullarından “Emir Keke” babasına: “Sultanım, ne olur biraz yemek yeseydiniz. Cesediniz biraz kuvvet bulup, ibadetlerinize kolaylık sağlasaydı?” deyince, Şeyh hazretleri oğluna: “Oğul, bizim ibadetimiz için cesedim izdeki kuvvet yeme içmeden ve cesed kuvvetinden değildir. Amma sizin hatırınız için bir şirdenden (Azerbaycan yöresinde· çok meşhur olan işkembe şirdeninden yapılan bir pilav yemeği) olsaydı biraz yerdik” dedi. Derhal nefis bir şirdenli pilav yapılarak, önüne konuldu. Dervişleri ile birlikte sofraya oturunca, dervişleri yerken, o elinde bir dolu kaşıkla öylece durup, onlara bakıp, tefekkür eder, müridlerinin yediğinden zevk ve lezzet alırdı. Sonra aynı kaşığı tabağa geri kordu. Durumun farkına varan oğlu Emir Keke: “Niçin yemiyorsun?” deyince, “Lokman Hekim nice yıllar bu halka içine koyduğu terkible yetinip gıdalanmıştır. Bizim için böyle cezbedici güzel yemekler yemek hatadır” diye buyurmuşlardı.
Sözleri
“Şeyh olan zat, mücaz dervişleri her ne kadar olursa olsun hakim olanı üçtür: 1. Perverde olanlar, 2. Ka’im-i makam’a ehl-i medar olanlar, 3. Esrara vasıl olan kişi ki, bir tanedir. Bu zat onların arasında olup, belli olmaz. Şeyh hayatta iken bu böyledir. Şeyh’in vefatı ile “Esraru’llah” zahir olup, tevhid nurları apaçık ortaya çıkar. Hakikat de sahib-i İrşad olur. Diğerleri ise, telkin, tevhid, tabir ve teselli eylerler. Esmanın bereketiyle cezbe bahş ederler. Talibleri teselliye mazhar edemezler” diye buyururlardı. ·
Seyyid Yahya eş-Şirvani hazretleri, “Osmanlı Müellifleri”ne göre: “Canişin-i cennet” terkibine delalet eden ebcedle (862h./1457m.) tarihinde vefat etmiştir. Hocazade’ye göre ise (869h.) tarihinde vefat etmiştir. Yine “Lemezat” müellifi Hulvi Efendi ve “Sicil-i Osmani” müellifine göre ise (869h.) de vefat etmiştir. “Lugat-ı Tarihiyye” müellifi Rif’at Efendi, Mehmed Mecdi Efendi’nin “Şeka’ik Tercümesi”ne dayanarak Seyyid’in (868 h./1463 m.) tarihinde vefat ettiğini ileri sürmektedirler.(22)
Seyyid Yahya hazretlerinin kabri “Baku”da “Hisariçi” mevkiinde “Şirinmezdak” adı verilen yerdedir.
Seyyid Yahya hazretlerinin sayısız halifelerinden en ünlü ve içtihad sahibi Hulvt’nin “Lemezat”ında zikredilmektedir; Bunlar sırasıyla:
İstanbul – Üsküdar – Küçük Selimiye camii avlusu
istanbul – üsküdar – küçük selimiye camii karşısında.
Şair, aşık. Yaman dede‘nin kim olduğunu herkes bilmez. O ismi gibi yaman bir insan. Milyonda bir nadir bulunan bir dede!… Onun için birkaç kelime ile kendisinden bahsetmek istiyorum. Hayatında ibretler var!
“Yaman Dede” ve ”Yanar Dede” lakablarıyla anılan şairimizin asıl adı “Diyamandi” dir. Kayseri Rumlarından iplik tüccarı Yuvan’ ın oğludur. Anasının adı ise Afurani’dir. Diyamandi, 1887’de Talas’da doğdu. Henüz on aylık bir çocuk iken ailesi Kayseri’den Kastamonu’ya göç etmişti.
İlk tahsilini Rum Ortodoks mektebinde yapan Diyamandi, 1901’de Kastamonu Lisesine girdi. Yedi senelik liseyi birincilikle bitirdi. Lisede okuduğu yıllarda, duruş, davranış ve hareketlerinden dolayı, Diyamandi, “Yamandi Molla” diye anılıyordu.
Yamandi Molla’nın yaratılışında var olan İslamiyet, onu Kastamonu Lisesinde dürtmeye başlamıştı. Bu sebeple liseyi bitirince iki yıl da medreseye devam etmişti. 1909’da İstanbul Hukuk Fakültesi’ne başlayan Yamandi Molla, 1913’te Hukuk’u bitirdi. Avukatlık yapmaya başladı. Bir taraftan da, Galatı Mesnevihanesi’nde bulunan Ahmed Celaleddin ve Ahmet Remzi dedelerden Mesnevi dersleri okudu.
Ahmed Remzi Dede, Yamandi Molla’nın içinde parlayan İslamiyet’ine bakarak ona “Yaman Dede” adını verdi ve ona hep bu isimle hitab ederdi.
20 sene kadar avukatlık yapan Yaman Dede, daha sonraları avukatlığı bırakarak öğretmenliğe başladı. İlk öğretmenliği 1931’de Üsküdar Rum Karma İlkokulu’nda Türkçe Kültür dersleri ile başlar. 1942’li yıllara kadar, çeşitli Rum ortaokul ve liselerinde Türkçe-Edebiyat dersleri okutmuştur.
Müslüman Olduğunu Açıklaması
Yaradılışında, özünde var olan ve uzun yıllar gizli gizli yaşadığı Müslümanlığını 1942’lerde resmen açıkladıktan sonra Mehmed Abdülkadir Keçeoğlu adını almıştı. 1902 yıllarında Kastamonu Lisesinde başlayan hidayet nuru, onu bir Müslüman hayatı içerisinde, uzun yıllar sessiz, kapalı bir volkan gibi kaynatıp durmuştu. Müslümanlığını açıklayınca Yaman Dede, ailesi, dost-ahbap, Kilise ve çevresi tarafından dışlandı. Sokakta yalnız kaldı. Müslümanlar, İstanbul’un mütedeyyin ve münevver kişileri ona sahip çıktı. Kendisine ev aldılar, everdiler ve onore ettiler.
Görev Yaptığı Yerler
Ondan sonra da, Türk okullarında Türkçe-Edebiyat ve Farsça dersleri öğretmenliği ölümüne kadar devam etmişti. Çamlıca Kız Lisesi’nde din dersleri ve Türkçe, İstanbul imam-Hatip okulu’nda Türkçe, Farsça, İstanbul Yüksek İslam Ensititüsü’nde edebiyat ve Farsça öğretmenliği yapan Yaman dede, İstanbul imam-Hatip Lisesi’nde de, Yüksek lslam Enstitüsü’nde de bize Farsça derslerine gelmişti. Yanıp kavrulmuş, volkanlar gibi kaynayan aşık bir insandı. Resulüllah· (s.a.v.) dediği zaman gözlerinden yaşlar boşanırdı. Aşıktı Resulüllah’a …
Hukukçuluğu, öğretmenliği, ilmi, irfanı ve aşık oluşu yanında bir de iyi bir şairliği vardı. Avukatlığı bıraktığı, Müslümanlığını resmen açıkladığı ve kendisini tamamen eğitime adadığı zamanlar gayet güzel manzumeler, na’tlar ve gazeller yazmıştır.
Vefatı
Yaman Dede, 3 Mayıs 1962 Perşembe günü saat 02.15’te Çamlıca’daki evinde Hakk’a yürümüştür. Merhum Yaman Dede, Karacaahmet Mezarlığında, Küçük Selimeye, Çiçekçi Camii’nin karşısında medfundur. Yeri Cennet, makamı ali olsun! Amin. Şefaatlerini dileriz.
Kaynak ; Yolumuzu Aydınlatanlar -1 , Yahya Kutluoğlu , İbb Yayınları
İstanbul – üsküdar bestekar selhattin pınar sokak



İstanbul – Üsküdar – Çiçekci camii haziresinde
Şeyh Muhyiddin Efendi’nin 1020 (1611) tarihinden evvel yaptırmış olduğu tekkesinin Salı Sokağına acılan cümle kapısının sağ tarafında idi. 1930 tarihlerinde harap olan ahşap türbede onbir ahşap sanduka vardı. Bunlardan bilinen üç tanesi şu zevata aittir:
– 1020 (1611) tarihinde vefat eden Halveti tarikatinin büyüklerinden Bezcizade Şeyh Mehmed Muhyiddin Efendi.
– 1095 (1684) tarihinde vefat eden, Bayramiye’den Hazreti Pir Himmet Efendi.
– 1122 (1710)’da vefat eden Himmetzade Şeyh Abdullah Efendi.
Türbe kapısı üzerinde, güzel bir hat ile yazılmış, iki başı yarım daire şeklinde ve üç sıra halinde hazırlanmış u mermer kitabe bulunuyordu:
Kutb-ı alem Bezcizade rıhlet itdi dünyadan
Kıldı ca mülk-i bekada rahmet-ullahi aleyh
Hakk Teala dilerim seyrini takdis eyliye
Diyelim subh u mesada rahmet-ullahi aleyh
Kaldı asarı cevami’de avize tevhidle
Penc-vakt farzı edada rahmet-ullahi aleyh
Hiç kesi yok namını yad idub itmeye du’a
Cümle yad u aşinada rahmet-ullahi aleyh
Zikr u tevhid olduğu yerde el acub taliban
Yad idub dirler du’ada rahmet-ullahi aleyh
Ol fena-fillah azizin Safi tarihin didi
Fani-i Hu Bezcizade rahmet-ullahi aleyh
Bu kitabe, türbe ve içindekilerin Çicekci Camii avlusuna nakli sırasında, avlu kapısının sağ tarafındaki ikinci pencere ile üçüncü pencere arasındaki duvara yerleştirilmiş ve önüne de
türbede medfun olanların kemikleri, mermer pehleleri altına gömülmüştür.
İstanbul – Üsküdar – Salih efendi camii
istanbul -üsküdar – Nasuh Mehmet efendi camii girişi

İstanbul – Kuzguncuk – Nakkaş Baba Mezarlığı
Türbe, Nakkaş Baba Mezarlığının caddeye açılan üç kapısından, Beylerbeyi tarafındaki merdivenli kapıdan girildiğinde, merdivenler bitmeden sol tarafta bir servinin gölgesindedir. Bu açık türbenin etrafını alçak bir duvar çevirmiştir. İnce, silindir şeklindeki baş ve ayak şahidelerinde yazı yoktur. Baş taşı üzerine altı parçalı bir sikke yerleştirilmiştir ki, bu tip serpuş başka hiç bir yerde mevcut değildir.
Duvar uzerindeki demir korkuluğa:
“Yavuz Sultan Selim ricalinden Nakkaş Baba ” diye bir levha asılmıştır. Bu tarihte yol genişletilmiş ve merdivenler yapıldığı gibi mezarlık duvarı da geri alınmıştır.
Üstünde Fatih Sultan Mehmet’in altınlı ve etrafı yazılı tuğrası olan Safer 880 (Haziran 1475) tarihli Arapça bir vakfiyeden oğrendiğimize göre, Baba Nakkaş, Fatih devri (1446- 1481) sanatkarlarından bir zat olup “üstad-ı muazzam, Hazreti padişahın yakınlarından” idi. ismi, “Mehemmed ibni Şeyh Bayezidu’ş şehir bi-Baba Nakkaş” yani Baba Nakkaş diye anılan ve Şeyh Bayezid’in oğlu olan Mehmed’dir. Yine aynı vakfiyeye gore Fatih, ‘Kutlubey’ denen ve Çatalca yakınlarında bulunan bir köyü arpalık olarak 870 (1465-66) tarihinde bu zata vermiştir. Bundan on sene sonra Baba Nakkaş bu köye bir cami yaptırarak burasını vakfetmiş ve köy bundan sonra onun adı ile anılmaya başlanmıştır. Bu köy bugün de mevcut olup Büyük Çekmece Gölü ile Terkos Gölü arasında ve Hadımköy’ün kuzey batısındadır.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)











İstanbul – Üsküdar – Küçük Selimiye camii