Ana Sayfa>Yollar(Sayfa 8)

Şeyh Yahya Munis ( Dirşevi) (k.s.)

Şırnak Cizre Sax ( Çağlayan) köyü ile Ziyaret köyü arasındaki Kürsü denilen mevkii deki kabristanda (hebler – hisar köyü yakınında)

Şeyh Yahya Munis (Dirşevi) Hazretleri’nin Silsile-i Şerifi

Hz. Şeyh Yahya, Cezire-ı İbn Ömer (Cizre) de hicri 1309 yılının zilkade ayında (Mart 1891) dünyaya geldi. Arabi ilimleri (halasının oğlu) Şeyh Sirac bin Hz. Şeyh Ömer Zengani’nin yanında okudu. Çünkü Şeyh Sirac, dayısı Şeyh Abdulhakim’in vefatından sonra ailenin ve medresenin müderrisi olmuştu. O (Hz. Şeyh Yahya) tasavuffen de Babası Hz. Şeyh Abdulhakim ve amcası olan Hz. Şeyh Muhammed Nurinin terbiyesinde yetişti. Hz. “Şeyh Muhammed Nuri, ağabeyi olan Hz. Şeyh Abdulhakim’in vefatından sonra bölgenin irşad şeyhi ve postnişini olmuştu. Hz. Şeyh Yahya bu iki zatın ilmi ve irfani eğitiminden geçtikten sonra, büyük bir alim, mürşid-i kamil, veli, muttaki ve zahit bir sofi oldu. “Daha doğrusu sıra dışı bir şeyh oldu.” Onunla haşir neşir olan ve onu tanıyan herkes buna şahitlik eder. Hatta yöre insanının tümü kendisini bu yönleri ile bilir ve tanırlar.(El Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir)

“ Bundan dolayı, yöre halkı; Şeyh Yahya’yı son yüzyılda yaşamış Cizre’nin sıra dışı âlim ve mutasavvıfı olarak kabul ederler. Şeyh, yaşamında mürşidi kâmil ve güvenilir bir hakem olarak kabul edildiği halde, ölümünden sonra da, yöre halkı tarafından bu rolüyle kabul etmiştir. Özellikle mal alışverişi, hırsızlık gibi anlaşmazlıklarda; başına veya türbesin de yemin edilerek kişiler arasında bir uzlaşı sağlanılan mekânların başında gelmektedir. Türbenin ikinci bir fonksiyonu da bir emanet yeri olarak kabul edilmesidir. Türbeye bırakılan eşyalar türbenin çarpacağı korkusu ve çevrede duyulan saygıdan dolayı eşyaların sahibi onu almayana kadar aylarca beklese bile kimse dokunmamıştır, dokunmuyor…”

Hz. Şeyh Yahya, ilim tahsilini bitirince, Botan beylerinin sayfiye (yazlık) köyü olan Şax (çağlayan) köyünde ikamet etmeye başladı. Geçmişi yüz yıllara dayanan meşhur medresesinde ders vermeye başladı. Babası da bu meşhur medresede uzun yıllar ilim okutmuştu. Tasavvufi hayatında kendini o kadar zühde vermişti ki , bir yumuşak yatak dahi edinmedi. Taşların üzerine serili olan birkaç tahta üzerinde yatardı. Tahtaların üzerinde incecik bir hasır ve tek bir seccade vardı. Seccadesi yabani dağ keçisinin dersindendi. Çünkü o her hal ve hareketiyle Hz. Muhammed’i (s.a.v) örnek alıyordu. Hz. Peygamberin (s.a.v) yatağı da içi kuru hurma dallarıyla dolu olan bir deriden ibaretti. Bazen üzerinde oturduğu hasır mübarek bedeninde iz bırakırdı. Hz. Muhammed (s.a.v) rahat bir yatak edinmedi, böyle bir teklifi de hiç kabul etmedi.

Haram maldan son derece sakınırdı. Malı şüpheli olan birine misafir olduğunda onların sofrasından yemez, talebelerine de yedirmezdi. Böyle durumlarda beraberinde getirdiği azıktan yerlerdi. Örneğin; Bir defa, hac yolculuğuna çıkarken; Suriye’de bulunan ve aşiret reisi olan meşhur Haco Ağaya misafir olmuştu. Bu şahıs Hevêrka aşiretinin lideriydi. Şeyh efendi üç gün boyunca onun konağında misafir kaldığı halde, ağzına yemeklerinden tek lokma bile almadı. Yanında getirdiği yolculuk azığından yerdi. Halbuki hac için gerekli olan pasaportun alınmasında Fransız yetkililere Haco Ağa aracı olmuştu. Şeyh efendinin onun yemeklerini yememesine Haco Ağa içerledi. Ama, sonradan bu aile fertlerinin ağaların sofralarından takvaları gereği yemek yemediklerini öğrenince kızgınlığı kalktı.

Hz. Şeyh Yahya (r.a.) Son asırda yetişen, zahir ve batın ilimlerinde kâmil ve dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim olmanın yanı sıra o sofiliğin, ruh ve bende temizliğinin felsefesini yapan büyük meşayihlerdendir.(El Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir)

Medresesi ve Talebeleri Eğitmesi
“Şiddetli böbrek ağrısına rağmen medresesinde talebelerine ders vermeyi, onları ilmi olarak eğitmeyi terk etmedi. Arabi ve dini ilimlerin yasak edildiği cumhuriyettin İlk yıllarında (Atatürk ve tek partili dönemlerinde) bile bu hizmetine ara vermedi. Medresesinden ilim ve irfanla donanmış birçok alim yetişti. Hoca talebenin örnek aldığı şahsiyettir.

Hilafeti ve İrşad faaliyetleri
Hz. Şeyh Yahya halifeliği Şeyh İbrahim Hakkı’dan aldı. Hilafet ona hayırlı olsun mübarek olsun. Çünkü hakkıyla elde etti. Kendisi buna layıktı. Çünkü kal’den çok hal ile mürşid idi. Çok fazla mürid edinmezdi. Sanki kendisine Mevlana Halid Zülcenaheyn’in şu sözünü düstur edinmişti: Biliniz ki sizlerden en fazla değer verdiklerim müritleri tabileri ehli dünya ile alakaları az, dünyaca yükleri en hafif olanlardır, fıkıhla hadisle çok ilgilenenlerdir. “bazı hadislerde şöyle rivayet edilmiştir: “Kişi, sultana ne kadar yaklaşırsa Allah’tan (cc) o nispette uzaklaşır.” Tabiileri arttığı oranda şeytanları da artar. Kıyametteki hesabı da daha ağır olur. Madem ki durum bundan ibarettir, bu sınıflarlarla (sultanlarla, ağalarla, beylerle ve erkanlarıyla) yakınlaşma arzusu mal ve para hırsından, şöhret olma arzusundan, makam-mevki sevgisinden ileri geliyor. Tüm bu niyetlerin de fesat ve kötülük içerdiği alenidir.

Hicreti ve Memleketinden Göç Etmesi
Cumhuriyettin İlk yıllarında (Atatürk döneminde) akrabaları hicri 1344’te şaban ayında (10 Şubat 1926) Irak’a, var olan baskılardan dolayı göç edince Cizre’nin bazı ileri gelenleri şeyh efendiye Şax (Çağlayan) köyünden Cizre’ye daha yakın olan Serdahl (Bağlarbaşı) köyüne taşınmasını tavsiye ettiler. Çünkü devlet, tüm aile fertlerinin Serdahl ve Hoser köylerinden göç ettiklerini haber almıştı.

Hz. Şeyh Yahya da o zamanki yönetime duyulan endişelerden dolayı bir süre sarp dağlarda, rutubetli mağaralarda saklanmıştı. Yerinin bilinmemesi için sürekli yer değiştiriyordu. Kış mevsimi olduğundan dolayı şiddetli soğuklara maruz kalıyordu. Bu zor şartlarda bile teheccüd dahil tüm ibadetlerini yerine getiriyordu. Soğuklar, rutubetli mağaralar onun böbreklerinin iltihaplanmasına neden oldu. Zaten sonraki yıllarda da (elli bir yaşında) bu hastalıktan dolayı vefat etti. Akraba ailelerin bazıları Eylül 1928’de ilan edilen genel aftan sonra Türkiye’ye tekrar dönünce o da tekrar Çağlayan köyüne taşındı.

Türkiye’de alimlere, din adamlarına yapılan baskıların sona ermemesi üzerine, akrabaları 1933 yılında (h.1352) Suriye’ye tekrar hicret edince o da onlarla beraber hicret etti. Orada aşağı Mezri köyünde ikamet etti, bilahare Dérka Beravé köyüne taşındı. Daha sonraları İngiliz askerleri Suriye’ye girince Türkiye’ye dönüp tekrar Çağlayan köyüne yerleşti. Bir süre sonra bu köye yakın olan Ziyaret köyüne taşındı. Bu esnada böbrek ağrıları daha da artmış, tahammül edilemez bir düzeye gelmişti. Buna rağmen ibadetlerine (günlük zikir ve evratlarına) devam ediyordu. O zamanlar tedavisi o bölgede bulunmayan bu ağır hastalığına sabrederdi.

Vefatı ; Şırnak Cizre Sax ( Çağlayan) köyü ile Ziyaret köyü arasındaki Kürsü denilen mevkii deki kabristanda Hz. Şeyh Yahya hicri 1361 yılında (miladi 1942) vefat etti. Şax (Çağlayan) köyünün Cudi dağının eteğinde yer alan, ziyaret köyüne yakın olan Kürsü denilen mevkideki kabristanda defnedildi. Sonradan üzerine inşa edilen kubbesi bölge halkı arasında ziyaretgahtır. Allah’ın (cc) rahmeti üzerine olsun, mekanı cennet olsun.

[toggle title=”Şeyh Yahya Munis ( Dirşevi ) hazretlerinin menkıbeleri” load=”hide”] Menıkebeleri

Yine bu hac yolculuğu sırasında, Suriye’de bulunan Aşitilerin Beyazi köyünde bir süre kaldılar. Köyün muhtarı onları davet etti ve büyük bir sofra hazırladı. Yalnız Hz. Şeyh Yahya o sofraya el sürmedi. Arkadaşlarına da yememelerini söyledi. Dedi ki: “Bu yemekler haramdır. Haram yolla kazanılmış mallardandır. İrin ve necaset kokuyorlar.” Bunun üzerine muhtar o sofrayı kaldırdı.
Şeyh efendi zalimlere ve zorbalara karşı çok şiddetli idi ve onlara perva etmezdi. Onların masum insanlara uyguladıkları zulüm ve ceberutlarına karşı çıkar ve gururlarını kibirlerini kırardı. Ta ki onların izzeti nefisleri kırılıp ıslah olsunlar. Bir zalim, bir zorba müritlerinden birine bir haksızlık ettiğinde onu uyarır ve şöyle derdi : “Ona haksızlık etmeyi bırak. Yoksa, ALLAH’IN izni ile perişan olanlardan olacaksın” Aklı ve şansı olan o zulmü ve haksızlığı yapmayı bırakırdı. Aksi durumda o zalim ( manevi darbeler ve ilahi tokatlar) hak ettiği cezayı alırdı. Zor bir duruma düşünce başına bir gaile gelince şeyh efendiler şöyle istimdat ederdi: “Yardıma gelin yoksa sizin hatminizi artık okumam” bu tarz yakarışın (manevi nazın) ardından kısa sürede yardım gelir bu sıkıntısı kalkardı.” (El Kutup El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir)

Hz. Şeyh Yahya’nın bu vasıflarına istinaden tevatür derecesinde kendilerine yakın müntesiplerinden nakil edilen çokça anaktodlerden bir kaçını buraya almak isterim:
1- Kendisinin talebesi ve müntesibi olan, halk arasında da doğruluğu ve müttekiliğinden şüphe edilmeyen Şeyh Hamdi şöyle dedi: “ Şah köyünün medrese camisinde Hz. Şeyh Yahya ile namaz kıldıktan sonra, ondan önce camiden çıktım. Latif bey (Bedirhanilerdendir), elinde çok güzel bir baston olduğu halde caminin önünde durduğunu gördüm. Kendisine; “ elindeki baston ne kadar güzeldir. Bana verirmisin” dedim. Oda; “Şeyhindir” dedi. Şeyh çıkınca Latif bey Şeyh’in elini öpüp; “efendim Batüyan aşiretine gitmiştim. Aşiret ağası Emerê Temer’in size çok selamları var. “Biliyorum ki, Hz. Şeyh Yahya, ne haram mala ne de şüpheli malada el sürmez. Kaldı ki, benim gibi birisinin… Fakat Allah şahittir ki; hiç kimsenin emeği olmadan ve hiç kimsenin mülkü olmayan bir dağda, bu bastonun değneğini kendi elimle kesip baston yapmışım. Bunda haram bir emek yoktur. Yani bu baston tamamıyla helaldir. Şeyh den istirham ediyorum. Bu hediyemi kabul edip, bana dua buyursunlar.”

Şeyh bastona el sürmeden şöyle bir baktı ve şöyle dedi; “Gerçekten bastonu çok güzeldir. Fakat Emer ağa benimle dostluk kurmak amacıyla bu bastonu bana göndermiştir. Ben, ne onun dostluğunu kabul ederim, ne de bastonunu… Çünkü o zalim bir insandır. Ben ise Zulme ve zalimlere başkaldıran biriyim. Bu bastonu kabul edecek olursam ve o otoritesine güvenip bir zulüm de bulunduğunda ona karşı çıkarım. Ama ne de olsa o hediye edilen bastonun kalbimde bir etkisi olacaktır. Bundan dolayı kalbimde en ufak bir iz ve şüphe bile bırakacak bir hediyeyi kabul etmem. Tekrardan onu bastonunu ona gönderin.” Dedi ve baston tekrardan ona iade edildi.

2 – Şu anda Munis ( Türkiye’de ki Eddêrşevi ) ailesinin tarikat postnişinliğini yapan Şeyh Ahmet Hilmi Munis Hazretlerinin anlattığına göre; “ Bir gün birkaç kişi ile beraber Şeyh Yahya Hazretlerinin Şax (Şah) köyüne bağlı Ziyaret mezrasında bulunan evinde misafirdik. Sohbet ediyorduk. Şeyhin küçük çocuğu Muhammed Tevfik dışarıda çocuklarla oynarken su içmek için içeri girdi. Babasına seslenerek “baba, dışarıda bir adam seni ziyaret etmek istediğini söylüyor.” Dedi. Hiç birimizin adamı görmediğimiz gibi şeyhin de adamı görmediği kanaatim kesindir.
Bunun üzerine Şeyh oğluna dönerek; “ oğlum git ona söyle -babam müsait değildir-. Güle güle gitsin. Bunun üzerine oğlu ev içinde biraz dolanıp suyunu içtikten sonra tekrardan dışarı gitti. Bizde sohbetimize devam ettik. Uzun bir müddet sonra Şeyhin oğlu Mehmet Tevfik tekrardan susamış olacaktı ki, içeri girdi. Tekrar babasına seslendi; “ Baba ayni adam seninle görüşmek için hala kapıda bekliyor. “Babana, onu ziyaret etmeden gitmeyeceğimi söyle.” diyor. ”Bunun üzerine Hz. Şeyh Yahya bana dönerek “Ahmed’im görünen o ki, Muhammed Tevfik bu işi beceremeyecek. Kalk, sen git o adama de ki; Vallahi! O kişi üç gün, üç gece o kapıda beklese dahi ben bu evden çıkmayacağım ve onunla görüşmeyeceğim. Elimi, onun eline vermeyeceğim.” Bunun üzerine hepimiz donduk kaldık. Ben de Şeyh hazretlerinin emrini o kişiye iletmek üzere; kalkıp dışarı çıktım. Giyim ve kuşamıyla O kişinin, laelel tayin (sıradan) bir insan olmadığı ve her halinden aristokrat birisi olduğu anlaşılıyordu. Kendisine “belli ki, Şeyh hazretleri dışarı çıkmadan ve seni görmeden de senin kim olduğunu bilmiş olacak. Şeyh hazretlerinin bana söylediği sözleri aynen kendisine aktardım. Çok üzüldüğünü belli ederek: ”Allah fesatçıların belasını versin. Böyle mübarek kapıları da bize kapattılar.” Deyip, gitti. Fakat ben merak ettim ve arkasından kendisine seslendim; “kusura bakma, ama seni merak ettim. Kimsiniz acaba?” deyince; ben Agid’éSıléman Ağayım.” Dedi. Şuanda Şırnak’taki Tatarların atası oluyor. Şirnak Eski Millet vekili Mehmet Tatar’ın dedesidir.

3 – Yine, Şeyh Ahmet Hilmi Munis Hazretleri anlatıyor. “Bilindiği gibi Tayan(kerevan) aşireti Hz. Şeyh Yahya Hazretlerine çok bağlıdırlar. Ki, bu aşiret Botan bölgesinin en şerrar, aksi ve saldırgan aşireti olarak bilinir. Bir gün; aşiretin ağalarından Ahmedê Kerevan’a( Kendisi Hz. Şeyh Yahya’ya sevgı ve muhabbet ile bağlı idi) sordum. Sizi bu kadar Şeyh Yahya Hazretlerine bağlayan sebep nedir acaba? Şunu anlattı: “ Hz. Şeyh Yahya, vakti zamanın da ağalarımızdan olan TemerAğa ile bir (Silopili) köylü arasında bir davası oluyor. Şeriata göre davalarını hal etmek için yörenin bir çok imamına şeriata gidiyorlar. Korkudan mıdır nedendir bilinmez ( köylü kendisini yeteri kadar ifade etmemiş olacak ki ) ama hemen hemen çoğu Temer Ağa’ya hak veriyorlar. Fakat köylü adam haklı olduğuna inandığı davasının hal edilmesi konusunda hiç birinden tatmin olmuyor. Hep içinde haklı olduğuna kanaatini taşıyor. Bir gün bu durumunu etrafındakilere anlatırken, onlardan birisi ” bu davasını Şah köyünde bulunan Hz. Şeyh Yahya’ya götürmesini ve olsa olsa bu davasını adaletli bir şekilde ancak O hal edeceğini söylüyor. Çünkü Şeyh Hazretleri söz konusu adalet olunca, ağa falan takmazdı. Adalet ve Şeriat ilkelerinden taviz vermez. Dini hukuk neyi emrediyorsa; kendisi onu söyler ve söylediklerini de tatbik ettirir. Senin davanı da ancak O, hal edebilir.” O da tekrardan Temer Ağaya gelir. Son bir defa bu davayı Hz. Şeyh Yahya’ya götürmek istediğini kendisine aktarır. Temer Ağa da evvelden yöre hocalarının kendisini haklı görmesine de güvenerek teklifi kabul eder.
Ağa atına binerek, köylü de yayan olarak una eşlik ederek Şah köyü’nün yolunu tutarlar. Hz. Şeyhin yanına vardıkları zaman, Hz. Şeyhi talebelerine (feqelerine) ders verirken görürler. Dersin bitmesini beklerler. Ders bittikten sonra hal hatır sorma safhasına geçilir. Hoş beşten sonra Temer Ağa; geliş sebeplerini Şeyhe aktarmaya çalışır. Der ki; “Efendim bu köylü ile bir davamız var. Bu davamızı sizin yanınızda şeriata göre hal etmek istiyoruz, deyince. Hz. Şeyh köylüye bakarak, köylünün kim olduğunu sorar. Köylüyü tanıdıktan sonra ağaya dönerek şunu söyler: “Temer Ağa bence işi fazla zorlaştırmadan sizi örfü olarak uzlaştıralım. Şeriata göre bunu dava konusu yapmayalım. Bu davayı da böylece kapatırız, olur biter. Şeriata göre yargılamaya gerek kalmasın.” buyurdu. Evvelden, yaptıkları dava girişimlerinde kendisinin hep haklı çıkarıldığına güvenerek; Ağa tereddüt etmez ve der ki.“ Şeyhim, şeriat varken örfe ne gerek var ki…” Der. Bunun üzerine Şeyh örfle çözme önerisini ısrarla hem de üç defa tekrarlar. Her defasında Ağa şeriat istediğini ısrar eder. Bunun üzerine Şeyh Hazretleri hiddetlenerek Ağa’ya dönerek şöyle buyurur:”Temer Ağa Temer Ağa, şeriat Hükümlerinin kıymetini sen mi bana anlatacaksın. Şeriat yaparak senin olası bir itirazınla küfre düşmene mani olmaya çalışıyorum. Senin kâfir olmanı istemem,” Deyince, Ağa kedinden emin bir şekilde; “Şeyhim, neden kâfir olacakmışım? Şeriat kime düşerse onun olsun.” Bunun üzerine Şeyh Hazretleri; “ Temer Ağa! Birincisi; bu zevali köylünün sana haksızlık yapacağını akıl kabul etmez. İkincisi de, şimdi biz şeriat ile davanıza bakarsak ve davan senin lehine sonuçlanmazsa; muhtemelen sen bunu kabul etmeyeceksin. Sen bu duruma İtiraz edeceksin. Bilmeni isterim ki; şeriatı kabul etmemek insanı küfre götürür. Onun için senin kâfir olmanı istemediğim için davanızı örfen hal edelim dedim. Fakat mademki, sen şeriat ile davanın görülmesinde ısrar ediyorsun. O zaman tamam!.. Her ikinizde yan yana durun davanızı hiçbir etki ve korku altında kalmadan sırayla anlatın bakalım.” Her ikisi de davalarını anlatıyorlar. Şeyh hazretler kararı köylünün lehinde verir vermez, Ağadan itirazın gelmesi gecikmez. Der ki; “ Ama efendim biz filan filan hocalara gittik. Hepside beni haklı gördüler. Onları şeriatı başka, senin şeratın başkamıdır ki?..” diye sorunca, Şeyh hazretleri der ki; “Yok! Hâşâ Allahın hükmü her yerde ve herkes için aynıdır.” Fakat orada köylü senin etkisinde kalarak muhtemelen kendisini iyi ifade etmediği için, hocalarda ifadeye göre karar verdiklerin den dolayı olsa ki;seni haklı görmüş olabilirler. Yoksa şeriatın ayrı oluşundan değildir.”
Buna rağmen Ağa, kararı kabul etmeyince; Şeyh hazretleri ile Temer Ağa arasında münakaşa çıkar. Şeyh, elindeki ( sıke-yere basan kısmı sivri demirli olan ) bastonu ile Ağayı dövmeye başlar. Şeyh, Ağayı dövünce; dava sahibi olan köylü, ağanın kendisine daha sonra vereceği zarardan dolayı korkarak, davasından vaz geçtiğini söyleyerek Şeyh’e yalvarıyor. Bunun üzerine; Şeyh hazretleri, köylüye dönerek şöyle der: “Bu dava artık senden çıktı. Artık dava şeriatın ve adaletin uygulama safhasına girdi. Sen otur ve bu işe sakın karışma.” Deyince, köylü artık bir kenara çekilerek korkuyla titremeye başlıyor.

Ağa ise, aldığı darbelerden dolayı baygın halde yere seriliyor. Herkes tedirgin bir halde ne yapacağını bilmez haldeyken Şeyh Talebelerden birisine “Ağa’nın atını getirin bakalım!  Der. Ağanın atını getiriyorlar. Şeyh’in talimatıyla Ağayı atın üzerine iple iyice bağlıyorlar. Bir talebesine de talimat vererek; “bu atının yularını çek. Ağanın kabilesinin olduğu obaya götür. Fakat kabilenin içine kadar götürme. Kabilenin çadırlarına daha epey mesafe varken falan tepeye vardığında, Atı çadırları görecek bir pozisyona getirdikten sonra, yoları boynuna dolandır. Atı salıver.  Daha kimse seni görmeden atı bırak. Sen, Atı bırakır bırakmaz,  Geri kaçarak buraya gel. Yoksa aşiret sakinleri Ağayı bu halde görseller seni öldürürler. Talebesi emredildiği şekilde gereğini yaparak, Şeyh Hazretlerinin yanına geri döner.

Bu olaydan dolayı tüm Şax köyü halkı tedirginlik içinde aşiretin tepkisini beklerler. Tabii ki, Ağayla davalı olan köylüde korkudan dolayı geri dönemediği için Şeyh hazretlerinin yanın da kalır.
At, alışık olduğu üzere; salıverildiği gibi direkt çadırlara doğru gidiyor. Fakat aşiret fertleri uzaktan atın süvarisiz geldiğini görünce bir tuhaf oluyorlar. At çadırların içerisine varıp, halk Ağanın at üzerinde baygın ve bağlı bir vaziyette görünce feryat-u figanlar başlıyor. Durumun ne olduğunu anlamaları için, Ağanın ayıklanmasını bekliyorlar. O zamanlarda doktor filan da olmadığı için, kabilede bulunan yerel hekimi çağırıyorlar. Hekim Ağayı muayene ettikten sonra Ağanın almış olduğu darbelerden dolayı tüm vücudunun ezikler içerisin de olduğunu görür. Bir hayvanı keserler. Derisini tolum olarak çıkarırlar. Tolum daha yaş iken Ağanın elbiselerini çıkarıp olduğu gibi tolumun içerisine koyarlar. 24 saat bu tulumun içerisinde beklettir. Ağa kendine geldikten sonra kendisine sorarlar. “Ne oldu sana ağam? Bunu, sana kim yaptı?..”

Ağa olayı baştan sona kadar hepsini olduğu gibi aile fertlerine ve aşiretine anlatır. Ağa anlatır anlatmaz, aile fertleri ile beraber aşiret mensupları; “hemen Ağanın öcünü almak için Şax (Şah) köyünü basmak isterler. Fakat Ağa, buna müsaade etmez. “Hiç kimse bir yere gitmeyecek. Ben iyileşince kararı kendim vereceğim” der.

Bir müddet sonra Ağa iyileşiyor. Fakat bu nekahet döneminde Ağa birkaç rüya görüyor. Bu rüyalarından dolayı ciddi bir şekilde tedirgin oluyor. İyileştikten sonra aşiret fertleri yanına gelerek “ne yapalım? İntikamınızı almaya gidelim mi?” diye kendilerine sorduklarında, “hayır hiç biriniz bir yere gitmeyeceksiniz.”
Hanımını çağırıyor. “Atımın yolarını getir.” “Atı da getirelim mi?” Hayır” der.
Hanımı atın yolarını getiriyor. “Yürü. Sadece benle sen Şeyh Hazretlerine gideceğiz. Der. Köye vardığımızda bu yoları başıma geçirip, yoları çekerek beni Değerli Şeyhimin huzuruna götüreceksin.” Bunu deyince aile fertleri ile beraber aşiret mensupları da hayretler içerisn de kalarak itiraz ederler. Fakat Ağa itirazlarına kulak asmaz. Dediğini uygulamaya koyar. Aynen dediği gibi hanımı ile beraber Şeyh Yahya Hazretlerinin dergâhına varır, affını ister. Böylelikle tövbe ederek Şeyh Hazretlerine intisap eder. Böylece Tayan aşireti O günden günümüze kadar Şeyh Yahya Hazretlerine bağlanmış olurlar. Halen de bağlılıkları ciddi bir şekilde devam etmektedir. Şu anda da aşiret mensupları tümüne yakını, halen de Allah ve Peygamberden sonra manevi olarak en fazla Ona saygı ve bağlılığını göstermekten çekinmezler. Tüm Cizre ve Silopi halkı buna şahittir.

4 – Şırnak’ta Tatar ailesin den başka iki büyük aile olarak “Mala Ağayê Sor” olarak bilinen Abdurrahmanê Mıstê Ağadır.Abdurrahman Ağa, İstiklal Savaşı esnasında Mustafa Kemal’in kendisinden yardım isteyip mektuplaştığı bir şahsiyettir. Mıstê Abdurrahman onun oğludur.
Bir gün Mıstê Abdurrahman ağa bir heyetle bir iş için Şah köyüne gelip Şeyh Yahya Hazretlerin Medrese Camisinde huzurunda bulunurlar. Mıstê Ağa, Camide Şeyhin huzurunda (Şeyh de dahil ) zikir ve vaiz hürmetine her kes dizlerinin üzerinde büyük bir vakar ile dururken; Mıstê Ağa kibirli bir şekilde kıbleye doğru ayağını uzatarak oturur. Şeyh Hazretleri, bir müddet bunu, ani ve kısa dönem bir rahatsızlığına bağlar. Toparlaması için kendisine bir zaman vermek ister. Fakat rahatsızlıktan değil de, kibirliğinden yaptığını fark edince toparlanmasını ister. Fakat, Şeyhin ikazına rağmen, toparlanmaz. Kibirli bir şekilde laubaliliğini devam ettirir. Bunun özerini Şeyh Yahya Hazretleri tüm cemaatin önünde onun kibrini kırmak için ucu demir olan (sıke) bastonuyla onu dövüp camiden kovar. Bir müddet sonra kendisi gelip Şeyh’ten kedisi için bu hatasından dolayı af edilmesini ister. Şeyhin vefatından çok uzun bir zaman geçtikten sonra Şeyhin oğlu Şeyh Muhammed Tevfik bir gün av için kendisine birkaç paket mavzer silahı için mermi göndermesi için bir elçi gönderir. Mıstê Ağa, mermi yerine kendinse bir kuran gönderir ve elçiye şunu söyler: “ Değerli Şeyhim Şeyh Yahya’nın oğlu olan Şeyh Muhammed Tevfik’e çok çok selamlarımı söyle. Onun babasının dayağını unutmuş değilim. O dayakla beni hidayete erdirdi. O babası gibi olmalıdır. Onun için ona lazım olan mermi değil de Kuran dır. Avdan vaz geçsin, babasının yolunu tutup Kuranını okusun” Bu olay bütün köylülerin huzurunda olmasıyla, Bunu bizzat Şeyh Muhammed Tevfik’ten de doymuşum)

5 – Şair ve Bilge olan Cigerxwun, olukça Kürtler arasında büyük bir üne sahip olup, modern ve milli Kürt şiirin öncüsüdür.. Kürtler, kendisin milli şair olarak kabul eder. Yazdığı şiirleriyle ve yaptığı faaliyetlerle Kürt Milli duyguların oluşmasında ana aktörlerin başından gelmektedir. Kendisinin asıl ismi Mele İsmail olmasına rağmen, Kürt milli davasının hasretinden dolayı ismi Cegexwun (Bu dava uğrunda Ciğerinin kan kusan manasına gelmektedir) olarak bilinmektedir. Cegerxwun gençliğinde Hz. Şeyh Yahya’nın medresesinde okumuştur. Siyasi mücadelesinde sol felsefi kulvarda yer almasına rağmen Hz. Şeyh Yahya’nın müstesna terbiye ve yaşantısının tanığı olduğu için ömür boyu Şeyh Yahya Hazretlerine olan hayranlığını gizlemeden devam ettirmiştir. Nitekim 1950’li yıllarda Irak Kürdistan’ın Zaho kentinde bulunduğu bir zamanda. Bir iş için Zaho’ya giden Şeyh Yahya’nın oğlu Şeyh Muhammed Tevfik arasında ilginç bir diyalog yaşanır.
Olayı Şeyh Muhammed Tevfik’ten dinleyelim: “Ben daha genç yaşımdaydım. Silopi’nin Gırkundan köyünde ikamet ediyordum. İki adet katırım çalınmıştı. Katırların Zaho’ya götürüldüğünü haberini aldık. Bulmak için, ben de Zaho’ya gittim. Tanıdıklara misafir oldum. Birkaç gün orada kalınca Cegerxwun’nun benden haberi oldu. Birkaç arkadaşıyla beraber yanıma geldi. Benimle çok ilgilendi. Bu ilgiden dolayı arkadaşlarının dikkatlerini çekmiş olacak ki kendisine sormadan edemediler.“ Değerli hocam, bu kadar ilgilendiğin genç kimdir? Sizin yanında çok değerli biri olmalı ki, bu kadar ilgi gösteriyorsun.” O da, “bu genç benim çok değer ve hürmet gösterdiğim değerli hocam Şeyh Yahya Hazretlerinin oğludur.” deyince, tüm cemaat şaşırırmış bir vaziyette şöyle der:“ Hocam siz bırakın şu an mevcut Şeyhlere, siz Şeyh Abdulkadir Geylani’ye bile saygı ve bağlılık göstermezken nasıl oluyor da Şeyh Yahya’ya bu kadar sevgi, saygı ve bağlılığını gösteriyorsun.” Deyince; Cegerxwun şu tarihi ifadeyi kullanıyor: “Eğer tarikat ve Şeyhlik Şeyh Yahya gibi ise ben mürüdüm. Yok, eğer mevcut (…) durumdan  kişilerinki gibiyse, Ben Cegexwun’im.” Cegerxwun “Hayat hikayem”adlı eserinde; Şeyh Yahya’yı ziyaret ettiğini anlatır. Şeyh Yahya’nın sevgi dolu bir insan olduğunu, yaşantısında züht ve takvayla ruh terbiyesinin felsefesini yatığını” söyleyerek Şeyhe hayranlığı açığa vurmaktan çekinmiyor.

Son bir anı; Muhammed Baki Seyda([21]) anlatıyor: “ Siirt Xesxêr (Pervari)in Xınuk Köyünde Yaşayan Mevla’yi Zişan’a şükürler olsun günümüze kadar hayatta kalmış olan çok değerli alim mutasavvıf Şeyh Muşerref (ÖZCAN) 04/11/200 tarihinde yeğenlerinin trafik kazasında vefatlarından dolayı köylerinde taziye dolaysıyla ziyaret ettiğimizde anlatılar ki Cizre’de Şeyh Seyda EL-Cezerinin Yanındaydık ve bu arada Cizre’nin Şah(Çağlayan) Köyünde ikamet eden ikinci Postnişin Şeyh Abdulhakim Eddirşevi hazretlerinin büyük mahdumu Şeyh Yahya efendiyi medresesinde talebe eğitiyor diye devlet nezdinde şikayet eden Esatbeg adında bir köylünün, şikayeti özerine devlet, Şeyh Yahya’yı mahkemeye çağırır ancak bu şikayet haberini alan Şeyh Seyda hazretleri, dayınsın oğlu olan Şeyh Yahya efendinin mahkemeye bile gitmesini istemez ve karşı çıkar mahkeme hakimi ise haber yollar derki sadece Şeyh Yahya efendi mahkemenin kapısına bile gelmesi de yeter bunun özerine Şeyh Seyda Hazretleri hakime haber yollar derki dayımın oğlu Şeyh Yahya mahkemeye giderse bende gelirim
mahkemeye asla Şeyh Yahya’nın mahkemeye gitmesine razı olmaz, bunun özerine akıllı ve dirayetli olan Mahkeme hakimi bu işi daha fazla büyütmeden Şeyh Yahya’yı Mahkemeye gelmeden bu işi bitirir böylece bu iş de bir sıkıntıya sebep vermeden kapanmış olur. Ancak Şeyh Seyda hazretleri dayısının oğlu şeyh Yahya’nın gönlünü almak için Şeyh Yahya’yı şikâyet eden Esatbey adındaki şahsıda yanına alarak beraberce de Şeyh Yahya’nın bulunduğu, Cizre’nin ŞAH (Çağlayan)köyüne giderek Şeyh Yahya’nın misafiri olurlar ve Şeyh Seyda hazretleri ayni köyden olan müştekiye derki ESATBEG senin sayende Dayımın oğlunu Şeyh Yahya efendiyi bu seferde ziyareti nasip oldu bundan dolayı da sana minnettarız diye de Köyün Beylerinden sayılan Esatbegi de hem utandırır hem de onura etmiş olur zira Esatbeg’de Şeyh Yahya’dan özür dilemek için Şeyh Seydayi kırmayarak onunla beraber Şeyh Yahya ya giderek yaptığı haksız ve incitici şikâyetinden dolayı özür dilemiş idi.”

BİR KISIM KERAMETLERİ
Talebesi ve hicret yolculuklarında ona yol arkadaşlığı yapan Molla Ramazan Ervahi şöyle anlatır:
Şeyh efendi bir gece Şax köyünden Serdahl’e[23]  giderken ben de onunla beraberdim. Bizimle birlikte Faki İsmail Zivingoki de vardı. Yolda Dicle Nehri’nin kenarında yatsı namazını kıldık. Şeyh efendi hatme-i Haceganı okudu. Gökte parlayan Ay, Dicle Nehri’nin duru suları üzerine çok güzel yansıyordu. Dalgalanan nehir sularının üzerinde onlarca Ay yansıması oluşunca harika bir görüntü ortaya çıkıyordu. (Tek parti döneminin baskı ve aramalarından dolayı) kalplerimiz tedirginlik ve ürperti ile doluydu. Maalesef; bu güzel manzaraya rağmen tedirgin olduğumuzdan dolayı tam huzurlu değildik.
Şeyh efendi karşı kıyıya geçmek için iyi yüzme bilip bilmediğimizi sordu. Çünkü daha o zamanlar da Dicle Nehri üzerinde herhangi bir köprü yoktu. Dedim ki: “Hayır, iyi yüzme bilmiyoruz, az biliyoruz.”
Ben önlerden gitmeye başlayarak, yüzerek ilerliyordum. Nehrin ortasına varınca çok yoruldum, adeta elden ayaktan kesildim. Şeyh efendiye içinde bulunduğum zor durumumu arz ettim.
Şeyh efendi dedi ki: “Kalk ve yürü!”
Halbuki orası yürünmeyecek kadar çok derindi.  Ben kalkıp yürümeye başladım, ayaklarımın altı adeta sert bir zemindi. Arkadaşım Faki İsmail durumumu görünce karşı kıyıya vardığımızı zannederek yürümek istedi. Yüzmeyi bırakıp kalkmaya kalkışınca derin sulara gömüldü. Bedenine sardığı elbiseleri başına dolandı. Allah’ın (cc) inayeti yetişmeseydi, az daha boğulacaktı. Şeyh efendi onu uyardı. Kendisine sormadan, ayağa kalkmamasını söyledi. “ O da  fakat Molla Ramazan yürüyebildi, deyince; Şeyh hazretleri; o ruhsat onun içindi senin için değildi.”

İKİNCİ KERAMET
Şax (Çağlayan) köyünden bir grup insan Irak’ın Zaho kentine alışveriş için giderler. O mıntıka Irak sınırına yakındır. Dönüşte göçebe Tayi aşiretinden bazı hırsızlar, haydutlar yollarını kesip bu insanların yanlarında getirdikleri tüm eşyaları zorla onlardan alırlar. Onlara “Bizler Hz. Şeyh Yahya’nın köylüleriyiz. Bir kısım eşyalar da onundur. Yapmayın bunu dediler. ”Ama onlar buna aldırış etmediler. Köylüler umutsuzca köye dönerler, Şeyh efendiye olanları anlatırlar. Şeyh efendi hırsızlara sabaha kadar mühlet tanıdı. “Onların helak vakti sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi ki” (Ayet-i kerime)
Tüm köylüler evlerine giderler ve şeyh efendinin manevi tehdidinin sonuçlarını beklerler. Sanki onların hali ünlü şair Ümmül Kays’ın şu şiirinde ifade ediliyordu:
Ela eyyuhelleylu’ttavilu elenceli
Bi subhin vemel isbahu minke bi emseli
(Ey uzun gece artık bit, aydınlığa çık. Ama senin sabahın gelmeyecek gibi)
Sabah olur güneş yükselir. Gözler açılmış, kulaklar bir haber bekler gibi sanki dinlemedeler. Bir süre sonra köyün semalarında ağlama, yakarış ve çığlık sesleri yükselir. “Ey Hz. Şeyh Yahya bizi affet, bizi bu felaketlerden kurtar” sesleri duyulur. Gelenler o hırsız gruptur. Çünkü o gece onlardan bir ikisi can vermiş, bir kısmı delirmiş, bazısı da kör olmuşlardır. Bazı akrabalarıyla beraber şeyh efendi hazretleri ne gelmişler. Gasp ettikleri tüm malları da getirmişlerdi. Tövbe ve pişmanlık arz ederek Şeyh efendi hazretlerinin kendilerini affetmelerini dilemekteydiler. Pişman olmalarından dolayı Şeyh Efendi hazretleri şifa bulmaları için dua eder fakat  manevi darbelere maruz kalanlar şifa bulmazlar.
Şeyh efendi hazretleri onlara sorar:
“Çaldığınız tüm malları getirdiniz mi?” yemin ederek “Evet” derler.
Şeyh efendi hazretleri olay mahalline birini gönderir. O kişi gidince olay yerinde parçalanmış bir çanta bulur, onu alır getirir. Son parça da getirilince hepsi iyileşir, gözleri kör olanların gözleri açılır, delirenler iyileşirler. Bu olaydan sonra tüm o hırsızlar ve aşiretleri Şeyh efendi hazretlerine mürit olurlar. Çapulculukla meşhur olanlar, hırsızlığı, yol kesmeyi bırakırlar. Bu şekilde o mıntıka huzura kavuşur.

Çocuklarının Durumu
Hz. Şeyh Yahya’nın kızı Rukiyye Hz. Şeyh Ömer Zengani’nin torunu Şeyh Selahaddin bin şeyh Muhyeddin ile evlendi. Fakat bu evlilikten kısa bir süre sonra şeyh Selahaddin vefat etti. Rukiye hatun daha sonraları Hz. Şeyh İbrahim Hakkı ile evlendi. Bu evlilikten Sebat adlı bir kızı doğdu.

Şeyh Yahya hazretleri’nin oğlu Şeyh Muhammed Tevfik

Şeyh Muhammed Tevfik 1929 Ağustosunda (H. rebiulevel, 1348) Şax köyünde (Cizre’ye bağlı Çağlayan köyü) doğdu. Büyüyünce amcası Şeyh M. Emin ve bölgenin diğer âlimleri yanında ilim okumaya başladı. Yetim kalıp ailenin geçim yükünü de yüklendiğinden memleketimizdeki usule göre müfredata göre eğitimini tamamlayamadı.Ancak, gösterdiği azim ve gayret ile ilim ve irfanda kendisini çok iyi yetiştirdi.

Kendisi takva ehli ve faziletli bir zat idi. Züht ve takva temelleri üzerine kurulu olan babasının hanesinde yetişmişti. Bazen Silopi ovasındaki bazı köylerde, bazen de Şax (Çağlayan) köyünde ikamet ederdi. Daha sonraları Cezire-ı ibn Ömere (Cizre) yerleşti. Burada vefat etti.

Şeyh Muhammed Tevfik, Şeyh Celaleddin bin Şeyh Hüseyin Basreti’nin kızı olan Heybet hatun ile evlendi. Bu hanımından şu çocukları dünyaya geldi. Rahmet, Aişete, Yahya, Rukiye ve Layıka. Daha sonraları Cifane köyünden olan Şeyh Feyzullah’ın kızı Makbule hanımla evlendi. Şeyh Feyzullah’ın babası Hz. Şeyh Yahya’nın talebelerindendir. Bu hanımdan da şu çocukları oldu: Zeynep, Ronahi, Fatime, Memduh ve Mürşid ve isimlerini hatırlayamadığım bir-iki tanesi daha var. (ismini hatırlayamadıkları küçük yaşta vefat eden çocuklardır)

NOT: Bu yazı Şeyh M. Nuri bin şeyh M. Reşid Ed-Dirşevinin “EL-KUTUF EL-CENİYYE” adlı Arapça eserinden tercüme edilmiştir. Şeyh M. Nuri, Dirşevi ailesinden olup, Suriye’de ikamet ederdi. Anılan kitabı aile büyükleri ve akrabalarının Botanda ve Suriye’deki ilmi ve irfani çalışmaları hakkında kaleme almıştır.

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”] http://yahyamunis.blogspot.com/2013/05/munis-el-dersevi-ailesi.html
(El Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir).
[/toggle]

Şeyh Muhammed Nuri Derşevi (k.s.)

[toggle title=”Şeyh Abdulhakim Dirşevi Hazretleri’nin Silsile-i Şerifi” load=”hide”]1. Hz. Seyyid-i Kâinât Muhammed-i Mustafa (sas.)
2. Hz. Ebû Bekir (ra.)
3. Hz. Selmân-ı Fârisî (ra.)
4. Hz. Kasım İbni Muhammed (ks.)
5. Hz. Câfer-i Sâdık (ks.)
6. Hz. Bâyezid-i Bistâmî (ks.)
7. Hz. Ebu’l-Hasen-i Harakânî (ks.)
8. Hz. Ebû Ali-i Fâremedî (ks.)
9. Hz. Yusuf-ı Hemedânî (ks.)
10. Hz. Abdülhâlık-ı Gücdüvânî (ks.)
11. Hz. Ârif-i Rivgerî (ks.)
12. Hz. Mahmud İncir-i Fağnevî (ks.)
13. Hz. Ali-i Râmitenî (ks.)
14. Hz. Muhammed Baba-ı Semmâsî (ks.)
15. Hz. Emir Külâl (ks.)
16. Hz. Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn (ks.)
17. Hz. Alâeddîn-i Attar (ks.)
18. Hz. Yakub-ı Çerhî (ks.)
19. Hz. Ubeydullâh-ı Ahrâr (ks.)
20. Hz. Muhammed Zâhid (ks.)
21. Hz. Muhammed Derviş (ks.)
22. Hz. Hâcegi-i Emkenegî (ks.)
23. Hz. Muhammed Bâkî (ks.)
24. Hz. İmam Rabbânî Ahmed Fâruk es-Serhendî (ks.)
25. Hz. Muhammed Ma’sûm (ks.)
26. Hz. Şeyh Seyfüddin (ks.)
27. Hz. Seyyid Nur Muhammed-i Bedvânî (ks.)
28. Hz. Şemsüddin Cân-ı Cânân-ı Mazhar (ks.)
29. Hz. Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî (ks.)
30. Hz. Mevlânâ Ziyâüddin Hâlid-i Bağdâdî (ks.)
31. Hz. Şeyh Halid-i Cezeri (ks.)
32. Hz. Şeyh Salih Sıpki (ks.)
33. Hz. Şeyh Muhammed Ayni (ks.)
34. Hz. Şeyh Halid Zibari (ks.)
35. Hz. Şeyh Ömer Zengani (ks.)
36. Hz. Şeyh Abdülhakim Dirşevi (ks.)
[/toggle]

Cizre’nin Hoser (Düzova) Köyünde h.1279/m.1868 tarihinde dünyaya gelmiş olup, h. 8 Zilkade 1342/m. 10 Haziran 1924’de Hoser Köyünde vefat etmiştir. Mübarek cenazesi Cizre’ye getirilerek abisi ikinci postnişin Şeyh Abdulhakim Dirşevi (k.s.) Hazretleri ve üçüncü postnişin Şeyh Muhyiddin Cezerî (k.s.) Hazretlerinin de metfun oldukları Büyük Kubbe’nin güney tarafından bir no’lu sandukada defnedilmiştir. Bu tarihten itibaren Büyük Kubbeye, Şeyh Muhammed Nuri Kubbesi denilmiştir. Enişte ve hocaları Şeyh Ömer Zengânî (k.s) Hazretleri hayatta iken Şeyh Muhammed Nuri Dirşevi Hazretleri de büyük abisi gibi tüm ilmi ve tasavvufi hayat basamaklarını onun yanında geçirmiş ve onun rahleyi tedrisinde bulunmuştur. Ancak Şeyh Ömer Hazretlerinin vefatları üzerine yarıda kalan medrese tahsilini, h. 5 Zilhicce Pazartesi 1310/m.19 Haziran 1893’te abisi ikinci postnişin Şeyh Abdulhakim Dirşevî Hazretlerinin yanında ikmal edip ondan ilim icazetini almışlardır. Tarikat ve tasavvuftaki hilafet icazetini ise h. Rebiulahir1324/m.1906’da Şeyh Ömer Zengânî Hazretlerinin büyük mahdumu üçüncü postnişin ve aynı zamanda Şeyh Muhammed Nuri hazretlerin yeğeni olan yani Halime hatun adındaki ablasının mahdumu olan Şeyh Muhyuddin Cezerî (k.s.) Hazretlerinden almışlardır.

Şeyh Muhyuddin Hazretlerinin h.1333, Miladi 1914 te vefatından sonra da onun vasiyeti üzerine Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî Hazretleri, dergâhın dördüncü postnişin olarak irşat makamını üstlenmiştir. Zamanında namı tüm çevreye yayılmış olup her yerden müritler intisap etmek ve onun zikir halkalarına katılmak için günlerce yol kat ediyorlardı. Çalkantılı bir dönem yaşadıklarından dolayı medresenin müderrislik görevini, ablasının ve aynı zamanda Şeyh Ömer Zengânî’nin ortanca mahdumları Şeyh Siracuddin’e tevdi etmişlerdir. Kendileri ancak tarikat ve memleketin sosyal hizmetleriyle meşgul olabiliyordu.

Şeyh Siracuddin Hazretlerinin h.1339/m.1920’de vefatları üzerine bu kez medresenin müderrisliğini Şeyh Siracuddin’in küçük kardeşi, ilimdeki tek mucazı ve bu mektubatların da sahibi olan Şeyh Muhammed Said Seyda el-Cezerî (k.s.) Hazretleri üstlenmişlerdir. Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî (k.s.) Hazretleri yeğeni, müderrisi ve aynı zamanda halifesi olan Şeyh Muhammed Said Seyda el-Cezerî ile kızı Rabia Hatunu evlendirerek; şeyh-mürit, dayı-yeğen ilişkilerine ilaveten kayınpeder-damat bağını da ilave etmiştir.

Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî (k.s.) Hazretleri, abisi Şeyh Abdulhakim Dirşevî Hazretlerinden medrese ilim icazetini almış olmasına rağmen medrese müderrisliği yapmayıp, bu görevi ablasının son iki mahdumuna tevdi etmiş, kendisi sadece halkın manevi ve ahval-ı ruhiyeleri ile meşgul olmuşlardı. Her hafta bir aşirete gidip aralarındaki dargınlıklarını gidermeye, camisi olmayan köye cami inşa etmeye, kervanların ve yolcuların su ihtiyacı için uzun yollar arasında “sarnıç”denilen yeraltı su depoları yapmaya, halkının manevi eğitimleri için gereken eğitim ve öğretime ehemmiyet veriyordu.

Onun döneminde, bir taraftan kıtlık ve yoksulluğun olması, öbür taraftan da Bolşevizm’in dünyaya hızlı bir şekilde yayılmasının yanı sıra; Birinci Dünya Savaşı sebebiyle Müslüman toprakları İngilizlerin istilasına, Fransızların işgaline maruz kalmıştır. Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî (k.s.) Hazretlerinin bulunduğu mıntıkanın çevresi, ya tamamen işgal edilmesi ya da kuşatılması sebebiyle bölgeyi epey daraltmıştı.İngilizler, güney doğusu bölge uzantısında Cizre’ye birkaç kilometreye yakın bir mesafeye kadar işgal etmişlerdi. İşgal ettikleri yerlere yapay bir Irak devleti kurmaya çalışırlarken; Fransızlar da boş durmayarak bölgenin güney batısını işgal etmek suretiyle yapay bir Suriye devleti ikame etme çabası içine girmişlerdi. Nihayet Cizre’nin güney tarafına en yakın köy olan “Ayindivere” kadar gelmişler. Ayindivere Cizre’ye bir mahalle mesabesinde olup, tepeden Cizre’ye bakan hakim bir konumdadır. İşgali daha fazla ilerletme amacıyla Fransızlar buraya kadar gelerek, bir karargâh kurmuşlardı. İmkânsızlıklar içinde bocalayan halk, çaresizlikler içinde devletsiz, askersiz ve sahipsiz ne yapacağını bilemiyordu. Böyle bir dönem ve mıntıkada yaşayan Şeyh Muhammed Nuri (k.s) Hazretleri, halkın sosyal, ruhi ve manevi inançlarını geliştirmek ve en azından sahip olduğu değerleri korumasını sağlamakla iştigal ediyordu. Bazen de su sorunu ve benzeri diğer insani sorunları yardımlaşma usulü ile gidermeye çalışıyordu.

Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî (k.s) Hazretleri Cizre ve çevresinde, irşat ve ıslah çalışmalarını yürütürken, işgalciler de Cizre’ye göz dikerek her gün onu nasıl işgal edebileceklerinin planını yapıyordu. Kendilerine karşı koyacak bir gücün olmadığını düşünen işgalci Fransızlar, kendilerinden sadece bir km uzaklıkta olan Cizre’yi kuşatmak için bir heyetle beraber tel örgü yollamışlardır. Heyet Cizre’ye geldiğinde Cizre halkı onları ( o zaman en büyük nüfus sahibi olan ) Şeyh Muhammed Nuri Hazretleri‘ne yönlendirirler. Heyet Şeyhe geldiklerinde, isteklerini iletirler. Savaşsız teslim olmadıkları takdirde, askeri yöntemle Cizre’yi işgal edeceklerini Şeyh Muhammed Nuri Hazretlerine aktarırlar. Şeyh de bu işgale karşı koyacaklarını onlara bildiriler. Heyet Cizre’den ayrıldıktan sonra, Şeyh Hazretleri, Yeğeni Şeyh Yahya’yı çağırıp, Fransa işgaline karşı koymak için kendisinden, halkı toplayıp örgütlemesi ister. Şey Yahya da bir heyetle halkı bilgilendirip örgütlemek için mıntıkayı gezer. O zamanın nüfusuna göre 59 bin insan isim yazdırır. Halk toplandıktan sonra, Şey Muhammed Nuri Hazretleri milis kuvvetini örgütleyip başına geçer. Hudutta çapraz tüfekle oturup nöbet tutarlar. Ancak tek silahları, canları ve bir de bazı aşiretler efradının elinde bulunan birkaç tane “tıfekâ kırmancî” yani ilkel kırmanci tüfeği idi. Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî (k.s.)’nin emri altında savaşabilecek herkes ya bir hançer edinerek ya da bir sopa yaparak, beklenen Cizre işgaline karşı hazır duruma girmişlerdi.

Fransızlar, halkın yediden yetmişe silahlanıp ölümü göze aldıklarını görünce saldırma fikrinden vazgeçerler.Böylelikle Cumhuriyet kurulduktan sonra Cizre, Türkiye’nin sınırları içinde kalmıştır.

Bu güzel teşkilatlanmayı doyan Mustafa Kemal,.daha sonra Kolordu yolu ile Şeyh Muhammed Nuri’ye bir beraatla beraber bir aba ile takdir ve hürmetlerini içeren bir mektup yollamıştır. Alındı belgesinde şöyle yazar: “Hükümetin hediyesi olan bir adet Maşlah ve beratı, altıncı Alay yaveri Mülazımı evvel Zekai efendi’den aldım. 7 Kanun-ı evvel 1336( 1920)” Bu aba ve berat yazısı şu anda da Şeyh’in turunu olan Şeyh Muhammed Munis’te bulunmaktadır.

Ne yazık ki, bu olaydan 6 yıl sonra, Hükümet tarafından, Botan bölgesinin ( Oran- Munis ve Seyda ) ailelerin fermanı çıkarılır. Canlarını kurtarmak için tüm aile fertleriyle beraber ( İngiliz ve Fransa işgalin de bulunan ) Irak ve Suriye’ye sığınmak mecburiyetin de kalırlar.

Şeyh Muhammed Nuri (k.s) Hazretlerini, son irşat seferindeyken, şu an İdil’e bağlı Ayser (Pınarbaşı) Köyünde apandisit –yörede “kolıncâ tırki” denilen sancısı tutmuştur. Son irşat seferine başından sonuna kadar iştirak eden –sofilik mertebesine erişen– müridanların, bu sefer ile ilgili olarak –çoğu kez şahit olduğumuz rivayetlerinde– şöyle demişlerdir: “Şeyh Muhammed Nuri (k.s) Hazretleri, irşat için toplanan sofi ve müridanları Ayser Köyünde evlerine dönmeleri için izin verdikten sonra, kendisiyle beraber kalan en yakın akraba ve çevresindeki sadık müridanlarını da alarak Cizre’nin Hoser Köyüne –hasta haliyle– dönmeye karar verdi. Mema Aşiretinin Saklan Çayından itibaren yol, sağa sapılarak Cizre’ye ve sola sapılarak Hoser Köyü’ne gitmek suretiyle ikiye ayrılmaktadır. Tam bu yol ayrımında, yeğeni ve halifesi olan Şeyh Muhammed Said Seyda’yı, Cizre’ye medresenin başına gitmesini emretti. Kendisi ve beraberindekilerle Hoser Köyü yoluna girmeden önce tüm cemaatin önünde şu sözleri sarf ettiler : ‘Bundan böyle elinize demirden bir baston, ayağınıza kurşundan bir çarık giyerek dünyayı dolaşıp, beni ararsanız, demir asadan sadece tutacak yer, kurşun çarıktan sadece topuk kalsa bir daha beni bulamazsınız!’ daha sonra parmağıyla Şeyh Muhammed Said Seyda’yı işaret ederek : ‘Bundan sonrada şeyhiniz ve irşat makamındaki postnişin bu şahıstır, benden sonra ondan ders alınız!’ Bu mübarek tayin kararını bildirdikten sonra herkes yolculuk edeceği istikamete doğru yol aldı.” Büyük bir acı çeken Şeyh Muhammed Nuri (k.s) Hazretleri, seçkin bazı müridanları ile sabah vakti Hoser Köyüne vardığında şöyle dua etmişlerdir : “Ya Rabbi! Sabah namazımı eda edecek kadar bana ömür ver!”. Nihayet duası kabul edilmiş ve sabah namazını kıldıktan sonra acısı arttığı bir sırada cemaate, “Benden sonra şeyhiniz ŞeyhSeyda’dır!” diye seslenmiştir. Hoser Köyünde bu son sözlerini sarf eden Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî (k.s) Hazretlerinin huzurunda olup, olayı ayrıntılarına kadar hatırlayarak 1980’lere kadar yaşayan adı geçen iki müride ilaveten aynı köyden “Nımet ê Hoserî” diye bilinen ve diğer bazı yaşlı şahıslardan hadiseyi detaylarıyla birkaç kez dinlemişizdir. Sabah namazlarını kılan Şeyh Muhammed Nuri Dirşevî (k.s) Hazretleri daha sonra ruhunu Allah’a teslim ederek 8 Zilkade 1324 h./ 10 Haziran. Salı günü dar-ı bekaya irtihal ediyor. Mübarek cenazesi sofi ve beraberlerinde bulunan bazı akrabaların omuzlarında ve Cizrede bulnan Şeyh Muhammed Said Seyda El Cezeri ve öteki aile efradları ile Şeyh Muhammed Nuri Hazretlerinin vefatlarını öğrenmiş cenaze ve cenazeyi taşıyan kalabalığı karşılamak özere cenazenin getirildiği Hoser köyüne doğru yola çıkarlar ve Cizreden giden Şeyh Muhammed Said Seyda el cezeri ile öteki aile efradları ve beraberlerindeki kalabalık, Şeyh Muhammed Nuri dirşevi hazretlerinin cenazelerini taşıyan kalabalıkla MILA QOBÊ denilen iki yamaç arası olan bir düzlükte karşılaşıyorlar,orada halkın omuzları üzerinde olan mübarek cenaze indiriliyor Şeyh Muhammed Said Seyda ve öteki aile efradları Mübarek cenazeyi orada son kez ziyaret ederek tekrar beraberce Şeyh Muhammed Nuri hazretlerinin mübarek cenazeleri ile beraber Cizre ye doğru yola koyuluyorlar , Şeyh Muhammed Nuri hazretlerin cenazeleri için orada mola verildiği içinde artık o iki yamaç arası düzlüğe de “MILA QOBÊ/KUBBE YAMACI” diye ad veriliyor. Mübarek cenazeleri, Cizre ye ulaştırıldığında Hicri 1324/8/zilkade Miladi 1924/10/ Haziran Salı günüde vefa ettiği aynı gün büyük Qubbe/kubbe girişinin Güney tarafından 1 numaralı sandukada defin edilmişlerdir.

Türbe-i Şerifi ;
Cizre merkezde yer alan ve Arka Kubbe/İlk Kubbe’ye çok sonradan “Şeyh Muhammed Nuri Kubbesi” denilmiştir. Kubbenin içindeki zatlar şunlardır :
1-Şeyh Abdulhekim ed-Dirşevi Hazretleri
2-Şeyh Muhyuddin el-Cezeri Hazretleri : Şeyh Ömer ez-Zengani Hazretlerin büyük mahdumu (m.1914/h.1333) de ayni Kubbenin içinde ve binanın sonunda solda defin edilmiştir.
3-Şeyh Siracuddin el-Cezeri : Şeyh Ömer ez-Zengani Hazretlerinin ortanca mahdumu (m.1920/h.1339) de aynı Kubbede binanın sonunda sağda defin edilmiştir.
4- Şeyh Muhammed Nuri ed-Dirşevi Hazretleri :
5-Şeyh Muhammed Nuri ed-Dirşevi Hazretlerinin büyük mahdumu Şeyh Abdullah Efendi (m.1943/1362) de aynı Kubbede pederi ve amcası arasındaki boşlukta ilk girişte sağda defnedilmiştir.
6-Aişe Hatun : Şeyh Abdulhekim Hazretlerinin zevcesi, Şeyh Abdullah Efendinin solunda ve Şeyh Abdulhekim Hazretlerinin arasında yatmaktadır.
7-Şeyh Muhammed : Şeyh Abdulhekim Hazretlerinin oğlu, Kubbenin içinde sağda babası ile Kubbenin duvarı arasındaki boşluğa defnedilmiştir.
8- Zeliha Hatun : Şeyh Muhyuddin Cezeri’nin zevcelerinden ve Şeyh Hüseyinê Basreti’nin kerimesi, zevcinin solunda defin edilmiştir.
9-Ömer ve Salih : Şeyh Muhammed Seydayê Cezeri ve eşi Rabia Hatunun çok küçük yaşlarda ölen iki çocuğu, Zeliha Hatun ile Şeyh Siracuddinê Cezeri’nin arasında yatmaktadır.

Mezkûr Kubbenin avlusundaki kabirlerde ise her üç aileye mensup şahıslar yatmaktadır. Şeyh Ömer ez-Zengâni Hazretlerinin kerimesi Amine Hatun ve bazı torunları, Şeyh Reşid ed-Dirşevi Hazretlerinin evlat ve bazı torunları ve Şeyh Hüseyin el-Basreti’nin bazı evlat ve torunları bu büyük veya arka Kubbe denilen aile mezarlığının avlusunda defnedilmişlerdir.

Şeyh Muhammed Nuri (k.s) Hazretleri, geride üç erkek ve üç kerime olmak üzere altı çocuk bırakmış ve Ahmed (Yiğit)ağanın kızı Şerife hatundan olan kerimesi Rabia Hatun, babasının sağlığında Şeyh Muhammed Said Seyda el-Cezerî ile evlenmiştir. Allah (celle celaluhu) hepsinden razı olsun. Allahu taâla celle şenuhu Şeyh Muhammed Nuri Dirşevi hazretlerine çok lütüf ederek kerametler bahş etmiş bir evliyaullah idi.

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]http://yahyamunis.blogspot.com/2013/05/munis-el-dersevi-ailesi.html
(El Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir).
[/toggle]

Şeyh Abdulhakim Dirşevi (k.s.)

 

Şeyh Abdulhakim Dirşevi Hazretleri’nin Silsile-i Şerifi

1890 yılında Şeyh Ömer Zengânî’nin vefatı üzerine kendisinin yerine vasi, halifesi Şeyh Abdulhakim Dêrşevî Hazretleri postnişinolmuştur. Artık Şeyh Abdulhakim Dêrşevî, bundan böyle hem Cizre dergahının postnişini hem müderrisi hem de ailelerinin başı olmuştur.

Şeyh Abdulhakim Cizre’nin Hoser (Düzova) Köyünde m.1856,h.1272’de doğmuştur. Babası Şeyh Reşid Dêrşevî Hazretleri, anası Mele Ali Meydini’nin kerimesi Fâtime Hatundur. Kendisi daha küçük yaştayken, babası Şeyh Reşid ed-Dêrşevî Hazretlerinin Mekke-i Mükerreme’de hac farizasından sonra bu yolculukta vefat ederek. Haticetu’l-Kübra (r.a)’nın da metfun olduğu “Cennetu’l-Mualla” denilen meşhur mezarlıkta defnedilmiştir. Yetim kalan Şeyh Abdulhakim ed-Dêrşevî Hazretleri, büyük ablası Halime Hatunun beyi olan Şeyh Ömer Zengânî Hazretlerinin himayelerinde büyümüş, onun verdiği terbiyeyi almış, ilminin tüm merhalelerini ve hayatının tüm basamaklarının onun gözetiminde ve rahle-i tedrisinde geçirmiş bir allamedir. Nitekim hocası Şeyh Ömer Hazretleri onun hakkında şöyle demişti : “Buradan –yani Cizre’den– ta Mısır’a kadar Abdulhakim kadar âlim birisinin olabileceğini düşünemiyorum.” Buna benzer bir sözün Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleri de Şeyh Abdulhakim hazretleri içinde söylediği rivayet olunur. Şöyle ki: Bediuzzaman Said Nursi Hazretleri Cizre’ye bir ziyaretinde mürşit ve müderris olan Şeyh Abdulhakim Dirşevi’nin ve talib seviyesinde olan talebesi ve ablasının oğlu Şeyh Siracuddin Cezirî’yi dergâh ve medreselerinde ziyaret ederek sohbet etmişlerdir. Üstat Bediuzzaman Said Nursî’ye o vakit Molla Said Meşhur deniliyormuş. Şeyh Abdulhakim’i nasıl buldunuz diye sorulduğunda Üstat: “Mürşitliği çok hoşuma gitti” diye cevap vermiş. Bediuzzaman Hazretleri ikisinin de ilmini takdir ederek Şeyh Abdulhakim Dirşevi için Kürtçede bir tabir ile “Bê xweyî-yu çi melakî başe! (sahipsizkalasıca ne büyük bir âlimdir!)” demiş. Taliblik seviyesinde olan Şeyh Siracuddin için ise“Bê xweyî-yu çi talibik başe(sahipsiz kalasıca ne iyi bir talibtir!)”demişti.

Şeyh Abdulhakim Hazretleri ile beraber dayısının oğlu Molla Abdurrahman Hoserî ve Fındıkli Seyyid Hasan Fındıkî de, makul ve menkul ilimlerinin bölümleri olan nahiv, sarf, bedi’, beyan, meânî, belagat, münazara, tefsir, hadis, fıkıh ve usulleri ve son olarak da felekiyat (astronomi) ilmine kadar olan bütün bu ilimleri Şeyh Ömer Zengânî’nin yanında bitirerek, hocaları onlara bu ilimlerde icazet vermiştir.

Şeyh Abdulhakim Hazretleri bazı eserler bırakmıştır. En tanınmış eseri istiare ilmindeki ”Sutûr” kitabıdır. Bu kitap medrese müfredatında ders kitabı olarak da okutulmaktadır.

Kendisi sadece bir halife bırakmış olup, bu halife de hocası Şeyh Ömer Zengânî’nin ve aynı zamanda ablası Halime Hatunun büyük oğlu Şeyh Muhyuddin Cezerî’dir. Şeyh Muhyuddin Hazretleri, sadece halifelik icazetini değil, aynı zamanda ilim icazetini de dayısı ve hocası olan Şeyh Abdulhakim Dêrşevî Hazretlerinden almıştır. Medrese usulünde tüm ilmi çalışmasını bitirip ders verme istidadında olup fetva verebilecek kabiliyete ve gerçek ilim ve alim ahlakına haiz talebeye verilene yazılı ve sözlü belgeye ilim icazeti denilir. Şeyh Abdulhakimê Dêrşevî Hazretleri, ilimde ise sayılı kimselere icazet vermiş birisi, Şeyh Muhyuddin Cezerî, ikincisi de onun kardeşi yani Şeyh Ömer Zengânî Hazretlerinin ortanca mahdumu olan Şeyh Siracuddin Hazretleri ve üçüncüsü kendi kardeşi Şeyh Muhammed Nuri el-dêrşevi hazretleridir. Özet olarak Şeyh Abdulhakim Hazretlerinin tarikatta bir halifesi ve ilimde birkaç mucazı vardı.

Şeyh Abdulhakim Derşevi hazretleri miladi 1905 yılında, bahar mevsiminin son günlerinde vefat etti. Şeyh Abdulhakim Hazretleri gerisinde, Şeyh Yahya MUNİS(1891 – 1942 defin edildiği yer Cizre’nin Şah/çağlayan köyü ziyaret denilen mezarlıktadır) ve Şeyh Muhammed Emin (MUNİS) Efendi adında (1902-1972 defin edildiği yer Cizre aile mezarlığ büyük kubbenin kuzey tarafı) iki erkek çocuk bırakmıştır.

 

Türbe-i Şerifi ;
Cizre merkezde yer alan ve Arka Kubbe/İlk Kubbe’ye çok sonradan “Şeyh Muhammed Nuri Kubbesi” denilmiştir. Kubbenin içindeki zatlar şunlardır :
1-Şeyh Abdulhekim ed-Dirşevi Hazretleri
2-Şeyh Muhyuddin el-Cezeri Hazretleri : Şeyh Ömer ez-Zengani Hazretlerin büyük mahdumu (m.1914/h.1333) de ayni Kubbenin içinde ve binanın sonunda solda defin edilmiştir.
3-Şeyh Siracuddin el-Cezeri : Şeyh Ömer ez-Zengani Hazretlerinin ortanca mahdumu (m.1920/h.1339) de aynı Kubbede binanın sonunda sağda defin edilmiştir.
4- Şeyh Muhammed Nuri ed-Dirşevi Hazretleri : Şeyh Reşid ed-Dirşevi Hazretlerinin küçük mahdumu (m.1924/h.1342 ) aynı Kubbede ilk girişte solda defnedilmiştir.
5-Şeyh Muhammed Nuri ed-Dirşevi Hazretlerinin büyük mahdumu Şeyh Abdullah Efendi (m.1943/1362) de aynı Kubbede pederi ve amcası arasındaki boşlukta ilk girişte sağda defnedilmiştir.
6-Aişe Hatun : Şeyh Abdulhekim Hazretlerinin zevcesi, Şeyh Abdullah Efendinin solunda ve Şeyh Abdulhekim Hazretlerinin arasında yatmaktadır.
7-Şeyh Muhammed : Şeyh Abdulhekim Hazretlerinin oğlu, Kubbenin içinde sağda babası ile Kubbenin duvarı arasındaki boşluğa defnedilmiştir.
8- Zeliha Hatun : Şeyh Muhyuddin Cezeri’nin zevcelerinden ve Şeyh Hüseyinê Basreti’nin kerimesi, zevcinin solunda defin edilmiştir.
9-Ömer ve Salih : Şeyh Muhammed Seydayê Cezeri ve eşi Rabia Hatunun çok küçük yaşlarda ölen iki çocuğu, Zeliha Hatun ile Şeyh Siracuddinê Cezeri’nin arasında yatmaktadır.

Mezkûr Kubbenin avlusundaki kabirlerde ise her üç aileye mensup şahıslar yatmaktadır. Şeyh Ömer ez-Zengâni Hazretlerinin kerimesi Amine Hatun ve bazı torunları, Şeyh Reşid ed-Dirşevi Hazretlerinin evlat ve bazı torunları ve Şeyh Hüseyin el-Basreti’nin bazı evlat ve torunları bu büyük veya arka Kubbe denilen aile mezarlığının avlusunda defnedilmişlerdir.

 

“BİR KERAMETİ”
Şeyh Ömer zengani’nin oğlu Hz. Şeyh Siraceddin anlatıyor:
Kubbede dayım Şeyh Abdulhakim’in kabrinin yanında Kur’an hıfzediyordum. O zamanlar kubbede yalnız onun kabri vardı. O esnada kabrinden bir ses işittim, yaptığım bazı kıraat hatalarını hatırlatıyordu. Bu durum karşısında beni bir ürperti ve korku sardı. Sonra dayıma şöyle hitap ettim:
Burada kabrine de rahmet insin diye kur’an ezberliyorum. Şayet tekrar benimle konuşup ikaz edersen giderim.
Şeyh Siraceddin dedi ki: “Bundan sonra şeyh efendinin sesini bir daha işitmedim.”(El Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir)

“Şeyh Abdulhakim’in vefatından sonra yerine kardeşi ve aynı zamanında halifesi olan Şeyh Muhammed Nuri ( Munis ) Hazretleri tarikatın başına geçer. Tarikatı ve irşad mekanizmasını başarıyla yönetmiştir.”

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]http://yahyamunis.blogspot.com/2013/05/munis-el-dersevi-ailesi.html
(El Kutuf El-Cenniye) adlı eserden tercüme edilmiştir).
[/toggle]

Şeyh Seyda Muhammed Nurullah Cezeri (k.s.)

Şırnak – Cizre’de Şeyh Seyda camii yakınındaki aile  kabristanında.Şeyh Seyda Muhammed Said Hazretlerinin yanında

Seyda Muhammed Nurullah El-Cezeri hazretlerinin Silsile-i Şerifi

 

Muhammed Nurullah Seyda el-Cezerî, 1949/1368 yılında Sefer ayında Cizre’de dünyaya gelmiştir. 1985’te de Cizre’de vefat etmiştir. Şeceresi Hz.Ebubekir’e dayanmaktadır. Küçük yaşından itibaren zekâ, akıl, edep ve irfanın sembolü olmuştur. İlk eğitimini babasından alan el-Cezerî, onaltı yaşına gelince büyük bir ilme sahip olmuş kendini birçok alanda geliştirmiş Arapça, Farsça kısmen İngilizceyi de öğrenmiştir. Evlenmiş yedi erkek ve üç kız evladı dünyaya gelmiştir.

12 Mayıs 1985 tarihinde geçirdiği bir trafik kazasın sonucu vefat etmiş ve Cizre’de babasının mezarı yanında defnedilmiştir. Kısa ömrünün içine fıkıhtan, tefsire, hadisten kelama ve tasavvufa dair 13 eser sığdıran el-Cezerî, özellikle bir yandan medrese eğitimi ve diğer yandan tasavvuf eğitimi alanlarında pek çok talebe yetiştirmiş, onları başta Doğu, Güneydoğu Anadolu bölgesi olmak üzere Suriye ve Irak bölgelerinde de ilim irfan ve maneviyat dünyasına kazandırmıştır.

Küçüklüğünü ve ilk ilmi öğrenimini ailesinden almıştır. Daha küçüklüğünden itibaren babası onu gözden ırak tutmamıştır. Bazen kendisi bazen de bölgesinin değişik yerlerindeki mümtaz hocaları nezaretinde eğitim ve terbiyesine son derece önem vermiştir. Onun hocalarından birisi de Mela Abdurrahman Erzeni’dir. Hocası Nurullah Seyda el-Cezerî’nin yetişmesi için gayret ve ihtimamı göstermekte geri durmamıştır. Kendisi oldukça zeki ve kabiliyetli olduğundan kısa bir zaman içerisinde kendisini yetiştirdi.

Nurullah Seyda el-Cezerî’nin şahsiyetine bakıldığında onun oturuşu, kalkışı, yürüyüşü hep kontrollüydü. İnsanlarla konuşması, görüşmesi, onlara karşı ilgisi, tepkisi, latifesi ölçülüydü. Bir konuyu izah ederken insanları sıkmazdı, konuya girer ve kısa sürede mevzuda hâkim olur, sınırlarını belirler az ve öz şekilde anlatırdı. Sadece dini konularda değil, tarihi, iktisadi, beşeri münasebetler ve diğer sosyal hususlarda da tatminkâr ve doyurucu izahlar yapardı. İlhamını, uhdesinde bütün güzellikleri barından asil kaynağından almıştı. Çünkü arazinin güzel ürün vermesi tohumun iyiliğine bağlıdır. Kader yavaş yavaş bu edip şahsiyeti aslının adabını öğrenmeye müsait hale getirmiştir. Akranlarının bir mesafe kat ettiği konularda o birkaç merhaleyi kat edecek yetenekte idi.

Kısa sürede ilmi yeteneklerini ispatlayıp ilmi icazetini babasının halifesi olan Batman’lı Şeyh Fahreddin’den aldı. Tarikat hilafetini ise babasından aldı. Babasının vefatından sonra henüz yaşı 19–20 olmasına rağmen irşad tahtına geçmiştir. Şeyh Seyda: “Benden sonra şeyhiniz Nurullah’tır. Çünkü onu hem zahiri ve hem de batında imtihan ettim. İmtihanı başarıyla kazandı.” İfadesiyle de işaret buyurdukları Şeyh Muhammed Nurullah Seyda hazretleri irşad tahtına oturmuş ve bu mukaddes vazifeyi ifa etmeye başlamıştır. Yaşının henüz genç olması bazı ihtilaflara yol açtıysa da daha sonra ondaki ilmi kudret ve edebi güzellik müntesipleri arasında onu her geçen gün yüceltti. O iyi bir nasihatçi, kötü ve çirkin bid’atleri kaldırıcı, münazaralarda barıştırıcı, sulük ve riyazette irşad edici, vakitlerini ilimle değerlendirici olarak seyrine devam etti. Davranışları, meziyetleri babasını aratmayacak güzellikteydi.

Onun yanında birçok canlı birer kaynak olan âlim yetişmiştir. İslâm’a hizmet ve sünneti ihya bakımından merhum babasının yolunu takip etti. İlmi icazet verdiği pek çok şahsiyetlerden bazıları şunlardır: Silopi’li Mela Abdulhamit, İdil’li Seyyid Ahmet, Midyat’lı Mela Hacı gibiler. Tasavvufi icazet verdikleri ise: Batman’lı Mela İsmet, İdil’li Şeyh Muhammed, Suruç’lu Şeyh Mustafa gibi zatlar onun yanında okuyup yetişen kıymetli şahsiyetlerden bazılarıdır.

Şeyh Muhammed Nurullah Seyda hazretlerinin ilimde icazet verdikleri

Pederi Şeyh Seydâ-i Cezerî’nin halîfesi Şeyh Fahruddin-i Arnâsî-i Batmanî’den ilim icâzet aldıktan bir gün sonra kendisi başkalarına ilim icâzetleri vermeye başlar, vefâtına kadar çok sayıda medrese ilim icâzeti verir. Şeyh Muhammed Nurullah Seydâ (k.s) Hz.lerinin rahle-i tedrîsinde tahsil görerek, az-çok ondan ders okuyup sadece ilim icâzeti alan bazı şahısların isimleri, memleketleri ve icâzet tarihleri:
1- İkinci Molla Abdülhakîm (ATAÇ), Pederinin halîfesi ve kendisinin hocalarından Şeyh Beşîr-i Halilî (Kılavuz) yê Baseyî’nin oğlu,
2- Molla Abdulaziz (TANRIVERDİ), İdil/Bafê (Sulaklı)’li Molla Necimin oğlu,
Şeyh Muhammed Nurullah (k.s) Hz.leri ilim icâzeti aldıktan bir gün sonra bu ilk ikisine kendisi ilim icâzetlerini vermişlerdir.
3- Molla Hikmetullah (ATAN), Pederinin halîfelerinden Şeyh Musa el-‘Umerî’nin oğlu, Kızıltepe/Mardin, h. 10 Muharrem 1388/m. 8 Nisan 1968 Pazartesi,
Bu zâta daha sonra 7. postnişîn Şeyh Ömer Faruk (k.s) Hz.leri tarafından tarîkat hilâfeti verilmiştir.
4- Molla Muhyiddin-i Cezerî (ÜLPER),
Bu zâta daha sonra 7. postnişîn Şeyh Ömer Faruk (k.s) Hz.leri tarafından tarîkat hilâfeti verilmiştir.
5- Molla Abdulhamit Cezerî/Şahî (Çağlayan Şah Köyü) (rh. a),
6- Molla Muhammed (YÜKSEL), pederinin halîfelerinden Şeyh Fahruddin-i Diyarbekirî-yi Hıdırilaysî’nin oğlu,
7- Seyyid Molla Muhammed Şefik (AKSOY), Pederinin halîfelerinden Şeyh Seyyid Halil Serdêfî yi Bêcirmanî’nin oğlu,
8- Molla Bahauddin (AYYILDIZ), pederinin has talebesi ve hizmetçisi Diyarbakır/Eğil Beylerinden.
Bu zâta daha sonra 7. postnişîn Şeyh Ömer Faruk (k.s) Hz.leri tarafından tarîkat hilâfeti verilmiştir.
9- Molla Masum (BAYAR), Molla Süleyman-i Hoserî’nin oğlu,
10- Molla Fâdıl (AŞAN/BEDİRHANOĞLU), Bedirhan Paşa (rh.a.)’nın yeğeninin torunlarından Lütfi Beyin oğlu Cizre’nin Çağlayan Şah Köyünden,
11- Molla Beşîr (MALKAÇ), pederinin fedakâr hizmetçisi ve komşusu Hacı Muhammed-i Bozê’nin oğlu, 30 Nisan 1973 m./28 Rabiulevvel 1393 h. Pazartesi,
12- Molla Beşîr, Molla Hüseyin-i Davrikî’nin oğlu, m. 30 Nisan 1973/h. 28 Rabiulevvel 1393 Pazartesi,
13- Molla Abdurrahaman-i Koçer, (İNAN) m. 30 Nisan 1973/h. 28 Rabiulevvel 1393 Pazartesi,
14- Molla Haci-yi İvanî, (ÇELİK) Dargeçit,
15- Mola Ahmed-i Koçer-i Dudêrî yê Davudî (ASLAN) (Ağben),
16- Seyyid Molla Yusuf (DÜZGÜN) İdil,
17- Molla Tahir-i Kiveğî, Botân, 18 Aralık 1972,
18- Molla Seyyid Muhammed Can-i Basurk (Kayabal)’î Batmanî, (İBİN)
19- Molla Abdussamed-i Kerhî,
20- Molla Tahir-i Halilî (BAPUR) (Kılavuz Köyü),
21- Molla Osman (ÜNAL), Hors (Bulmuşlar) Köyü-Botan/Cizre, 1975,
22- Molla Abdulhamid-i Sanuhî/Pervari,
23- Molla Sirac-i Zercelî, (Danalı Köyü-Beşiri/Batman) (BOZYİĞİT) Molla Ali-i Zercelî’nin oğlu,
24- Molla Hanefi Bingolî, (BALLI)
25- Molla Seyyid Muhammed Kartminî, (DENİZ)
26- Molla Sâlih-i Heskal (KISA) (Kaşıkçı Köyü/İdil)’î h. 8 Zilhicce 1389,
27- Molla İbrahim Hoser (BAVLİ) (Düzova Köyü)’î, Cizre, 13 Nisan 1975,
28- Molla Muhammed Naim (BİLİR) Navyan (Güneyçam/Şırnak)’î, 1970,
29- Molla Seyyid Ramazan-i Torî yê Bazgur (ÜZÜMCÜ) (Kentli/İdil)’î, h. 27 Muharrem 1391/m. 24 Mart 1971,
30- Molla İbrahim-i Danêr (Duru Köyü/İdil)’î, h. 27 Muharrem 1391/ m. 24 Mart 1971,
31- Molla Muhammed-i Reyhanik (TAY) (Bostancı Köyü/Silopi)’î, Tillolu Şeyh Mustafa’nın oğlu,
32- Molla Seyyid Necmuddin-i Kartminî (DENİZ) Midyat,
33- Molla İzzet, Diyarbakır,
34- Molla Seyyid Muhammed (ERZEN), Fındık’lı Seyyid Necmuddin’in oğlu, h. Cemadulevvel 1393/m.1973,
35- Molla Beşîr, Molla Hüseyin-i Davrikî’nin oğlu, m. 1 haziran1973/ h. 28 Rabiulevvel 1393 Pazartesi,
36- Molla Muhammed-i Dudırî, (GERÇİN) İdil, 1976,
37- Molla İsmail Delavêkasrî (OĞRAK) (Aliyan Köyü/İdil),
38- Molla İbrahim-i Meranî Dargeçit/Mardin,
39- Molla Muhammed Kasım (ELARSLAN), Fındıklı Hacı Adıl’ın oğlu, h. 7 Zilhicce 1389/m. 13 Şubat 1970.
40- Seyyid Sabri Yıldız. (Batmanlı Seyyid Şeyh Faruddin Yıldız Hz.lerinin ortanca mahdumları) H. Rebiulahir 1398/m. Nisan 1978

Şeyh Muhammed Nurullah Seydâ el-Cezerî (k.s) Hz.leri tarîkat icâzetini yani halîfeliği sadece dokuz kişiye vermiştir. Bunlar:
1- Şeyh Ömer Faruk Seydâ el-Cezerî (k.s), kardeşi, ilimde mücâzı ve ondan sonraki postnişîni, m.1972,
2- Seyyid Şeyh Ma’rûf (rh.a), Suriye,
3- Seyyid Şeyh Muhammed (DÜZGÜN) (rh.a), pederinin halîfesi Seyyid Şeyh Muhammed Beşîr-i Alakamişî’nin büyük mahdumu, İdil,
4- Şeyh İsmetullah Batmanî Bışêrî, ilimde de mücâzı,
5- Şeyh Muhammed Ali (ASLAN), ilimde de mücâzı,
6- Şeyh Ali (BİRTANE), Gevaş/Van,
7- Şeyh Hatip (YÜKSEL), pederinin halîfesi Diyarbakırlı Şeyh Fahruddin-i Hıdırilyasi’nin mahdumu,
8- Şeyh Recep Efendi (rh.a), ilimde de mücâzı Nizip/Gaziantep, h. 1 Rabiulevvel 1390/m. 6 Mayıs 1970,
9- Şeyh Mustafa (ÇETİNKAYA) (rh.a), Suruç/Şanlıurfa.

Nurullah Seyda hazretleri , ilmi, edebi ve tasavvufi calışmalarıyla temayüz ederek risaleler şeklinde ön dört eser kaleme almıştır. Seyda’nın Cem’u’l-Cevâmi’ adlı eserini kaleme aldığında henüz on yedi yaşında olduğu bildirilmektedir. Yine Seyda, yirmi yaşlarında iken tasavvuf alanında kaleme aldığı Esrâru’t-Tasavvuf isimli eseri ile de öne çıkmıştır. Bu calışmalar Seyda’nın daha erken yaşlarda dikkat çeken önemli bir alim olduğunu gostermektedir.

Seyda’nın yazdığı eserleri, onun bir tarikat büyüğü olarak irşad faaliyetlerini yürütürken İslami ilimleri okutmayı ve bu alanlarla meşgul olmayı ihmal etmediğini de göstermektedir. Seyda’nın kaleme aldığı çalışmalardan anlaşılmaktadır; ki onun gibi medrese hocaları, İslam dunyasındaki ilmi inkişaf ve yönelişlerden uzak kalmamış, medreselerdeki eğitim sistemini bu yönelişler ışığında gözden geçirmeye çalışmışlardır.

Başta Cizre olmak üzere bölgede birçok ailenin cocuklarına “Muhammed Nurullah”, “Mehmet Nurullah” veya sadece “Nurullah” şeklinde isim vermiş olmaları Seyda’nın toplumun değişik kesimleriyle kurduğu güçlü diyaloğu göstermektedir.

Vefatı
Şeyh Muhammed Nurullah 1985 Mayıs ayında Nusaybin Kızıltepe yolu üzerinde geçirdiği trafik kazası sonucu 36 yaşında hakkın rahmetine kavuşmuş, on binlerce seveninin katılımıyla kılınan cenaze namazının ardından naaşı babası Şeyh Seyda’nın yanına defnedilmiştir Vefatına sebep olan bu
olayın kaza süsü verilmiş suikast olup Şeyh’in hizmetlerini hazmedemeyen güçler tarafından gerçekleştirildiği de düşünülmektedir Şeyh, vefat etmeden önce bir yakınına taziye için yazdığı mektupta ölüme şöyle yaklaşmaktaydı “Allah’a ve O’nun takdirine iman eden, manevi âleme, yepyeni ve ebedi bir hayata gidiş sırasını bekleyen gönülden sizlere selam olsun Beklenilen o manevi belde öyle bir yerdir ki; bu üzgün kalbin en sevdiği, en değer verdiği kişiler, dedeleri, hocaları, üstadları ve dostları hep oraya gittiler Eğer önümüzde o manevi âlem olmasaydı, yemin ederim ki bu zavallı kalbim özlem ve iniltiler içinde helak olurdu” Allah onu rahmetine ğarketsin (Âmin)

Seyda Muhammed Nurullah Hazretlerinin eserleri
Seyda’nın eserleri şunlardır:
1- Hizbu’l-Hakâikı’l-İrşâdiyye: Dua ve zikir konularından bahseder.

2- es-Sâihu’l-Mutefekkir: Akaid ile meselelere değinir.

3- Cem’u’l-Cevâmi’: Fıkıh Usulu, Tefsir Usulu ve Hadis Usulu risalelerini icerir. Bu esere de üçüncü sahife ismini vermiştir. Risale, Sahîfetul-İrşâdi’s-Sâlise fi’l-Usûli’s- Selâse adıyla 1389/1969’da Kamışlı’da bulunan Rafideyn Matbaasında basılmıştır. Ayrıca bu risale Türkçe’ye de kazandırılmıştır.

4- Hulâsatu’t-Telhîs: Kalemu’l-Me‘anî ve Kalemu’l-Bedî‘ risalelerinden oluşan Hulâsatu’t-telhîs, Hatîb el-Kazvînî’nin (o. 739/1338) Telhîsu’l-Miftâh adlı kitabı ile karşılaştırıldığında Telhîs’ın me‘ani ve bedi‘ ilimlerinin özetini teşkil ettiği görülecektir.İfade etmek gerekir ki el-Kazvînî de, Ebu Yakub Yusuf es-Sekkaki’nin (o. 626/1229) kaleme aldığı Miftâhu’l-Ulûm’un belağatla ilgili kısmını Telhîsu’l-Miftâh adıyla ihtisar etmiştir. Dördüncü sahife olarak adlandırılan Hulâsatu’t-Telhîs risalesi, Sahîfetul İrşâdi’s-Sâlise fi’l-Usûli’s-Selâse adıyla 1389/1969’da Kamışlı’daki Rafideyn Matbaasında basılmıştır.

5- Sahîfetu’l-İctihâd: Fıkhi meselelerden içtihad konusunu ele alan bir çalışmadır. Beşinci sahife ismini almıştır. Sadece ismi zikredilen bu calışmanın herhangi bir nushasına ulaşılamamıştır.

6- Esrâru’t-Tasavvuf: Tasavvuf, bey’at, murşid-i kamilin ozellikleri, müridin kendi nefsine karşı görevleri, tevbe, zuhd, şeriat-tarikat-hakikat-marifet kavramları üzerinde durmuştur. Bu kitaba da altıncı sahife adını vermiştir. Fatih Yayınevi Matbaası tarafından 1979’da İstanbul’da basılmıştır. Tasavvufun Sırları adıyla Elvan Ajans tarafından da basılmıştır.

7- el-Akâid: İnanç mevzularını ele almakta olup kainatı yaratanın varlığına delalet eden kat’i delilleri serdeder. Bu risale, yedinci sahife olarak isimlendirilmiştir. Sadece ismi zikredilen bu çalışmanın herhangi bir nushasına ulaşılamamıştır.

8- el-Berâhîn Alâ haşri’l-İnsan ve Vücûdi Âlemîn Âhar: İnsanların tekrar dirileceğine ve başka bir alemin varlığına dair delilleri ele alır. Bu çalışmaya da sekizinci sahife demiştir. Sadece ismi zikredilen bu çalışmanın herhangi bir nushasına ulaşılamamıştır.

9- ed-Delâilu’l-Kâtı’a alâ Risâleti Seyyidinâ Muhammed ve İ’câzi’l-Kur’ân: Hz. Muhammed’in (sas) peygamberliğine ve Kur’an’ın i’cazına delalet eden kat’i delilleri ihtiva etmektedir. Bu da dokuzuncu sahifesidir. Sadece ismi zikredilen bu çalışmanın herhangi bir nushasına ulaşılamamıştır.

10- Sahîfetu’l-Ma’rife: Marifetle alakalıdır. Seyda’nın Esrâru’t-Tasavvuf adlı risalesini tercüme eden Özturk, bu risalenin basıldığını ifade etmesine rağmen her hangi bir nushasına ulaşılamamıştır.

11- Tanînu’t-Tabîa: Seyda, bu eserinde tabiatı esas alarak Allah’ın sıfatları, Allah’ın varlığının ispatı, din-şeriat-bilim ilişkisi konularını işlemiştir. Seyda, gaye ve nizam delilinden hareketle Allah’ın varlığı ve sıfatları konusunu ele almış, bilme ve anlama sürecinde akıl ve kalp birlikteliğini zorunlu görmüştür. Seyda, kullandığı yöntem açısından tasavvuf ve kelam arasında durmaktadır.

Bu risale, Abdurrahman Erzen tarafından 1983 yılında Tabiat Çınlıyor adıyla Türkçeye tercüme edilmiştir. Emekli Muftu Celal Yıldız, bu risaleye yazdığı takrizde risalenin hasta kalplere şifa mahiyetinde bulunduğunu zikretmiş ve insanlık için tavsiyeler içerdiğini ifade etmiştir.

12- Dîvân: Arapca ve Kürtçe şiirlerden oluşmaktadır. Matbu değildir.

13- Büzûr ve Hakâik: İnsanın manevi yapısını felsefi ve mantıki perspektifle ele alan bir calışmadır. Kitap, 54 sayfadan oluşmakta olup Fatih Yayınevi Matbaası tarafından 1979’da İstanbul’da basılmıştır. Bu risale, Abdullah Yucel tarafından Çekirdekler ve Gerçekler adıyla Turkceye kazandırılmıştır.

14- el-Evrâk: Medreselerde okutulan meşhur Hallu’l-Meâkıd adlı eserin mukaddimesini beyan, belağat, meani, sarf ve nahiv ilimleri acısından değerlendiren kısa bir haşiyesidir. Hallu’l-Meâkıd, Ebu’s-Sena Ahmed b. Muhammed’in, İbn Hişam’in (o. 762/1361) el-İ’râb an kavâidi’l-İ’râb adlı risalesine yazmış olduğu şerhtir. Bu şerh medreselerde Sadini’den sonra okunan sıra kitabıdır.

 

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]Kaynaklar ;
1- ”Hadis Usulu Konularına Dair Bir Risale; Muhammed Nurullah Seyda’nın es-Sahifetü’s-Salise Fi Usuli’l – hadis ” , Nurullah Agitoğlu , Şırnak Üniversitesi , İlahiyat Fakültesi Dergisi 2016/2 .
2- Şark Medreselerinin İhya Teşebbüslerinde Muhammed Nurullah Seyda El Cezeri ve ” Usulu’t-tefsir” adlı risalesi , Yrd.Doç. Dr. Mehmet Nurullah Aktaş
3- Güneydoğuda Bir İrfan Merkezi : Serdahl Tekkesi ve Külliyesi , İbrahim Baz , Şırnak Üniversitesi İlahiyat fakültesi Dergisi 2011/2 yıl :2 cilt:II sayı :2
4- İbrahim Halil ER – http://www.ibrahimhaliler.com/2016/04/22/tanidigim-bir-allah-dostu/
[/toggle]

Şeyh Seyda Muhammed Said El Cezeri (k.s.)

”Ay yüzlü Seyda”

Şırnak – Cizre’de Şeyh Seyda camii yakınındaki aile  kabristanında.

Seyda Muhammed Said El-Cezeri hazretlerinin Silsile-i Şerifi

Son asır Anadolu velîlerinden. İsmi Muhammed Saîd olup Şeyh Seydâ diye meşhûr olmuştur. Babası Şeyh Ömer Zengânî, annesi Halîme Hâtundur. 1889 (H. 1309) senesinde Cizre’de doğdu. 1968 (H. 1387) senesinde Cizre’de vefât etti. Kabri oradadır.   

Muhammed Saîd henüz bir yaşındayken, babası Ömer ez-Zengânî hac yolculuğu sırasında 1890 senesinde Cidde’de vefât etti. Küçük yaşta yetim kalan Muhammed Saîd, yedi yaşına kadar konuşmadı ve yürümedi. Yedi yaşından sonra yavaş yavaş konuşan MuhammedSaîd Efendi ilim öğrenmeye başladı. Ağabeyi Şeyh Sirâceddîn Efendiden ilim tahsil etti. İlim tahsil ettiği müddetçe hiç evine gitmez, medresede kalırdı. Medresede kaldığı zaman geceleri bir hasırın içine sarınarak uyurdu. Annesi Halîme Hâtun oğlunu çok özler, hasretliğine dayanamayarak ağlardı. Muhammed Saîd Efendi annesinin isteği sebebiyle bâzan eve giderek ziyâret ederdi. 17 yaşına geldiği zaman ilim tahsilini tamamlayarak ağabeyi Şeyh Sirâcüddîn Efendiden icâzet aldı. Genç yaşta müderrisliğe başlayıp talebe okuttu. 23 yaşına geldiğinde medrese tamamen kendisine kaldı.

İlim ve fazîlette emsâllerini geçip zamânın ileri gelenleri arasına girdi. Dayısı Şeyh Muhammed Nûrî Dirşevî’nin sohbetlerinde bulundu. Tasavvuf yolunda ilerledi. Dayısı onu irşâd için gittiği yerlere beraberinde götürdü. 30 yaşına gelince dayısı ve hocası Şeyh Muhammed Nûrî’nin kızıyla evlendi. Nihâyet bir müddet sonra Şeyh Muhammed Nûrî hazretleri ölüm döşeğinde yatarken oğullarını ve halîfelerini yanına çağırarak; “Artık bundan sonra Şeyhiniz Seydâ’dır. buyurarak Muhammed Saîd Efendiyi yerine vazifelendirdi. (1929).

Şeyh Seydâ bu sırada 40 yaşında bulunuyordu. Medresede talebe okutmasının yanı sıra, hizmetinde bulunanlara ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak onların iki cihan saâdetine kavuşmaları için gayret ediyordu. Kendisinden icâzet almış, 150’ye yakın talebesi ve ayrıca 100 kadar halîfesi vardı. Talebeleri ve halifelerini Sûriye, Irak, Arabistan gibi memleketlere gönderdi.

Şeyh Seydâ hazretleri tasavvuf yolunda zaman zaman Cezbeye kapılırdı. Bu cezbe sırasında bâzan kışın dondurucu soğuğunda Dicle’ye iner nehrin buzlarını kırarak içeri sarkar ve saatlerce öyle kalırdı. Bâzan da yazın kavurucu sıcağında soba yaktırırdı.

Şeyh Seydâ hazretlerinin vücûdu çok yumuşaktı. Elini öpenler sanki ellerinde hiç kemik yok zannederlerdi. Orta boylu ve şişmanca idi. Küçüklüğünden beri kimse yüzüne bakamazdı. Şeyh Seydânın yüzüne bakan kimse anlayamadığı bir hisle ürperir ve vücudunu bir titreme kaplardı.

Kaba ve sert darvanışlardan şiddetle sakınan Şeyh Seydâ yumuşak davranırdı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatma yolunda çeşitli sıkıntılara ve hakâretlere mârûz kaldığı halde, onlara tatlı bir dille ve yumuşak bir edâyla muâmele ederdi. Nitekim kendisini tutuklamağa gelen askerleri hoş davranışıyla yola getirmiş ve nicelerinin de kendisine talebe olmasını sağlamıştı. Allahü teâlâ ona olgunluk ve cemâl yâni yüz güzelliği ihsân etmişti. Sohbetinde bulunan herkes onun cemâline bakmaktan sohbetinden ayrılmak istemezdi. Onun üstünlüğünü duyan herkes kâfile kâfile ziyâretine gelir, Şeyh Seydâ onları şefkat ve merhametle karşılar, bağrına basardı.

Şeyh Seydâ hazretleri fakirlere karşı gayet merhametli ve şefkatli davranırdı. Onlara dâimâ yardım ederdi. Birgün bir köyün ileri gelenlerinden biri gelerek; “Şu işim olursa, falanca arâziyi sana hibe edeceğim.” dedi. Şeyh Seydâ hazretlerinin duâsı bereketiyle işi oldu. O kimse, vâdettiği arâziyi Seydâ’ya bağışladı. Şeyh Seydâ hazretleri de arâziyi Cizre’nin fakirlerine paylaştırdı.

Şeyh Seydâ’nın asıl gâyesi talebe toplamak olmayıp insanlara yol göstermek ve onları ıslâh etmeye çalışmaktı. Onun için önemli olan insanların ıslâh olmalarıydı. Bu hususta şöyle buyururdu: “Zamânımızın bâzı şeyhleri, köy ağalarının etbâ (tâbi olan kimseler) toplamaya çalıştığı gibi, talebe toplamaya çalışıyorlar. Halbuki gâye, mürîd (talebe) toplamak değil insanları ıslâh etmek, onların nefsin ve şeytanın kötülüklerinden kurtulmalarına yardımcı olmaktır.”

Şeyh Seydâ hazretleri cömert ve ihsân sâhibi olup, ziyâretine gelen binlerce insana yemekler yedirir, fakir zengin ayırd etmeden herkese aynı ilgiyi gösterirdi. Ayrıca devamlı dergâhında bulunan yüzden fazla âmâ, sakat, çaresiz ve düşkünlere yemek yedirir, onların kalblerini aslâ kırmaz ve incitmezdi. Kendisine eziyet edenleri affeder, kimseye kin beslemezdi. Çünkü o her hareketiyle ve davranışıyla Resûlullah’ı sallallahü aleyhi ve sellem örnek alırdı. Hattâ hakkında konuşan kimselere duâ ederdi. Sabır ve tevâzû sâhibi olan Şeyh Seydâ, nefsini herkesten aşağı görür ve onlardan duâ isterdi. Hemen herkese; “Siz benim büyüğümsünüz. Ben ise sizin küçüğünüzüm” derdi. Fakir ve düşkün kimselerle oturur, onlarla yemek yer ve herkese de böyle yapmalarını tavsiye ederdi. Bir gün üstü başı dağınık bir kıyâfetle ziyâretine gelen bir hamalın yük taşımak için sırtında gezdirdiği ipi öperek helâl kazancın ehemmiyetine ve teşvikine işâret etti ve; “Allah için tevâzû edeni Allahü teâlâ yükseltir.” hadîs-i şerîfini okudu.

Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmeye, öğretmeye, insanlara anlatıp onların dünya ve âhirette kurtuluşa ermelerine sarfeden Şeyh Seydâ hazretleri ömrünün sonuna doğru etrafında kendisine tâbî binlerce insanı görebiliyordu. 1968 (H. 1387) senesi Ramazan bayramında binlerce kişi onun ziyâretine gelip, bayramını tebrik etti. Şeyh Seydâ da gelen binlerce insana sevinçle, muhabbetle ve tâzimle mukâbelede bulundu.
Bayramın birinci günü câmiye çıktı, öğle namazını kıldırdıktan sonra câmide kaldı. Ziyâretçilerle bayramlaşıp ikindiye kadar onlarla sohbet etti. Kalabalık bir cemâate ikindi namazını kıldırdıktan sonra evine döndü. Yedi gün sonra pazar gecesi evlatlarına vasiyette bulundu. “Benden sonra şeyhiniz Nûrullah’tır. Çünkü onu hem zâhir ve hem de bâtında imtihan ettim. İmtihanı başarıyla kazandı.” buyurdu. Yanında bulunan Hacı Muhammed Bûzî’ye evine gitmesi için izin verdi. Yanında yalnızca Hacı Kâsım vardı. Kıbleye karşı namaz kılıyormuş gibi oturdu. Kendisinde hiç ölüm alâmeti yoktu. Birden bire ağzını açtı yumdu ve sustu. Hacı Kâsım dokunduğunda Şeyh Seydâ hazretlerinin vefat ettiğini anladı ve âilesine bildirdi. Ertesi sabah MollaSüleymân el-Hüseynî gasl ve tekfin işlerini yürüttü. Sonra binlerce insanın iştirâkiyle cenâze namazı kılındı ve evine defnedildi. Tâziyesine yakın ve uzak yerlerden kar, tipi ve şiddetli soğuğa rağmen, halifelerinden, talebelerinden onbinlerce insan geldi.

Şeyh Seydâ’nın yerine oğlu Şeyh Muhammed Nûrullah geçti ve vazifesini ifâ etmeye başladı.


KERÂMET ve MENKÎBELERİ

– Devlet adamları dahi onun üstünlüğünü kabûl ederlerdi. Birgün Cizre kaymakamı, belediye başkanı, hâkim ve diğer vazîfelilerden bâzıları anlaşarak Şeyh Seydâ’yı ziyârete karar verdiler. Serhadlı köyüne ziyârete gittiler. Yolda giderken; “Eğer bu kimse hakîkaten velî ise bize şunu şunu yedirsin.” diye her birisi ayrı ayrı şeyler istediler. Öğleden sonra köye ulaştılar. Şeyh Seydâ’nın evine gittiler. Oturup sohbet etmeye başladılar. Bu sırada yemekler geldi. İstedikleri yemekler geldikçe orada bulunanlar biribirlerinin gözüne bakmaya başladılar. Yemekler yendikten sonra ikindi vakti girdi. Şeyh Seydâ ziyârete gelenlerden biri hâriç diğerlerine; “Haydi abdest alın namaz kılalım.” dedi. Ayağında çizme olan misâfire ise; “Sen dur, senin çizmelerini çıkarman zor olur.” dedi. Namaz kılındıktan sonra misâfirler müsâde istediler ve oradan ayrıldılar. Yolda giderken namaz kılmayan misâfir dedi ki: “Ben pis idim. Şeyh Efendi, benim durumumu anladı. Bana onun için “Sen dur.” dedi. Yoksa çizmelerimi çıkarıp giymek zor değildir.” Ekseriya bu şekilde gezmeyi âdet edinen o şahıs, bu hâdiseden sonra kötü hareketini terk etti.

– İbrâhim Ay adındaki bir kimse şöyle anlattı: “Ben Şeyh Seydâ’yı ziyârete ilk gittiğimde Pakistan’dan bir zengin gelmiş, dört gün beklediği halde Şeyh Seydâ’yı görememişti. Akşam vakti varmıştım. Sabah oldu. Şeyh Seydâ, erkenden İzmit Kağıt Fabrikasının Müdürünü çağırdı. İki memuru ile birlikte onlar içeri girince ben kapıda bekledim. İsmimle çağırılmadıkça girmemek düşüncesindeydim. İsmimi kimseye de söylememiştim. Baktım Şeyh Seydâ’nın oğlu Şeyh Muhammed Nûrullah ile beni; “İbrâhim Adıyamânî de gelsin!” diye çağırtmış. İçeri girdim. Beni karşısına oturttu. Sağımda İzmit Kâğıt Fabrikası Müdürü, solumda da iki memuru vardı. Bize bîat verdi yâni talebeliğe kabûl etti. Yapacağımız vazifeleri anlattı. Ben kendi kendime; “Önceden duydum ki bu zât Nakşî, Kâdirî ve Rufâî yollarının üçünden de bîat veriyor. Bu nasıl olur?” diye düşündüm. Başımı kaldırıp yüzüne doğru bakınca, bana bakarak “Evet biz kök olarak Nakşî’yiz. Fakat hem Kâdirî, hem de Rufâîliği vermekle vazîfeliyiz.” buyurarak benim zihnimden geçen soruya cevap verdi.

– Bir defâsında Dicle Nehri taşmış, Cizre şehrini bir çember içerisine almıştı. Şeyh Seydâ’nın Dergâhının duvarından içeriye su akıyordu. Durumu Şeyh Seydâ hazretlerine bildirdiler ve yardım istediler. Seydâ hazretleri de parmağındaki yüzüğünü çıkararak; “Benden bir yüzük istiyor.” buyurdu ve yüzüğünü nehre attı. Nehir derhal yatağına çekildi. Yine bir defasındaCizre’yi Dicle Nehri basmış, her tarafı su kaplamıştı. Kaymakam ve belediye reisi gelerek Seydâ hazretlerinden duâ istediler. Şeyh Seydâ duâ ettikten sonra onlara seccâdesini verdi ve; “Seccâdeyi alın gidin. Uğradığınız her yerde nehir önünüzden kaçıp gidecektir.” buyurdu. Kaymakam ve belediye reisi seccâdeyi alarak şehrin her tarafını gezdiler. Hakikaten uğradıkları her yerde, nehir önlerinden çekilip, yatağına gitti.

– Molla Muhammed adında bir kimse, Şeyh Seydâ hazretlerine; “Kurban! Allahü teâlânın rızâsına nasıl erebiliriz?” dedi. Şeyh Seydâ hazretleri; “Cenâb-ı Allah lutf ederse erersin.” buyurdu. O kimse aynı soruyu ikinci ve üçüncü defa sorunca aynı cevâbı aldı. Dördüncü defa sorunca Şeyh Seydâ hazretleri; “Bana bak MollaMuhammed! Kalbinin üzerindeki paraları ne zaman yakarsan, işte o zaman Allah’a erersin.” buyurdu. Görünüşte mütteki bir insan olan Molla Muhammed, parayı çok seviyormuş. Onun kalbindekileri kerâmet olarak bilip bu şekilde cevap verdi.

– Şeyh Seydâ’nın talebelerinden bir çoban vardı. Bir gün sürüsünü otlatırken bir ayının kendine doğru hızla geldiğini gördü. Korkusundan hiçbir yere kaçamadı. Ayı tam yanına geldi ve arka ayaklarının üstüne kalktı, pençelerini kaldırdı. O anda çoban; “Medet yâ Şeyhim.” diye Şeyh Seydâ’dan imdâd istedi. Baktı ki ayı sanki taş kesildi. Hiç kıpırdamıyordu. Ayının bu durumunu gören çoban, sürüyü alıp oradan uzaklaştı.

Sohbetlerinden

Şeyh Seydâ hazretleri, teheccüd (gece) namazlarına devam ederdi. Güzel sözleri ve örnek ahlâkıyla insanlara yol gösterirdi. Sohbetinde bulunan en âsî insanlar dahi onun duâsı bereketiyle, hallerine pişman olup hidâyete kavuşurlardı. Bir sohbeti sırasında buyurdu ki: “Dil ve kalbin bozukluğuna sebep olan cehâleti terk ederek ilim ile meşgûl olunuz. Takvâ (haramlardan sakınma) ile bu ilminizi aydınlatarak ay ve güneş gibi parlayınız. İlmin zamanı ve erbâbı geçmiştir demeyiniz. İlmi sâlih amellerle tamamlarsanız elde ettiğiniz nurla şark ve garbı aydınlatırsınız. Nerede altın sâhipleri! Nerede altın ve gümüşü toplayanlar. Onların hepsi gittiler. Nerede dünyâ malı için çalışıp çabalayanlar? Ey kardeşlerim gözlerinizi açıp ibretle bakınız! Altın gümüş toplamak ve dünyâ malı elde etmek için didinenler, yanakları çürüten toprağa girdiler. Nerede seslerini yükseltenler ve hak dâvâ uğruna kan akıtanlar? Ay ve güneş gibi safâda bulunanlar. Nerede gece gündüz çalışıp süslü köşkler yapanlar. Nerede onlar! Hiç bir göz onları görmüyor. Onlar tamamiyle öldüler.

Sevgili kardeşlerim ibretle bakınız ve hüsrandan kendinizi kurtarınız. Size hak nasihati bildirenleri can kulağıyla dinleyiniz. Tâ ki gözleriniz doysun. Ya Rabbî! Fazlınla, rahmetinle bizi affet. Bizleri başkasına bırakmadan kurtar. Çünkü kurtardığın kişi Cennet’te seâdete kavuşacaktır. Yâ Rabbî kâinâtın Efendisine, âl ve eshâbına salât, selâm ve duâlar olsun. Hamd, kâinâtı yaratan Allahü teâlâya mahsustur”.

 

Şeyh Seydâ hazretlerinin Şeyh Muhammed Nûrullah’tan başka halifeleri şunlardır:
1- Şeyh Fahreddin el-Arnâsî
2- Muhammed Beşir el-Alkemşî
3- Hasan eş-Şeyh Hasenî
4- Halil el-Bacırmânî
5- Yûsuf el-Vezerkî
6- Cemil ed-Danışmânî
7- Cemîl el-Antâkî
8- Seyyid Ali el-Fındıkî
9- İbrâhim el-Karsî
10- Muhammed Emin ed-Diyârbekrî
11- Abdullah el-Filfilî
12- Mustafa ed-Doğubeyazıtî
13- Muhammed Üveys el-Mardînî
14- Abdurrahman es-Sarûhî

Eserleri:
1) Kitabü Ahkâmü’l-Envât, 2) Ed-Dâbıta fir-Râbıta, 3) Et-Te’lif fit-Te’lif, 4) Et-Tasavvuf, 5) Manzumeler, 6) Tenbîhü’l-Müsterşidî, 7) El-Mecmeu’s-Sağîr.

 

Şeyh Muhyiddin Basreti (k.s.)

Siirt – Merkez’de bulunan Şeyh Hüseyin hasreti Kur’an Kursu binasının yanındaki türbesinde

Şeyh Muhyiddin 1932 yılında Basret köyünde doğdu. Aile ortamında ilimle iştigal ederek büyüdü. Henüz on dört yaşında iken  babasından tarikat dersi aldı. Babasından hilafet aldığı gibi Basretilerin Suriye kolu olan Şeyh İbrahim Hakkı Basreti’nin oğlu Şeyh Ulvan’dan da icazet aldı. Siirt merkezde büyük bir medrese yaptırarak tedris ve irşad hizmetlerini birlikte yürüttü. Siirt ve çevresi başta olmak uzere değişik illerde yirmiden fazla camiin yapılmasına vesile oldu. Bolgede kendisine duyulan saygı ve hürmet nedeniyle meydana gelen yüzlerce sorunun çözmüne yardımcı oldu. Vefatından bir hafta önce Suriye’ye geçerek orada amca cocukları Şeyh Adnan Basreti, Şeyh Haşim Basreti ve bazı alimlerle vedalaşmaya gitti. Dönüşten bir hafta sonra 2009 tarihinde Siirt’te vefat etti. “Beni medresenin ve dergahın yanına defnedin, talebelerin sesini duyayım” şeklindeki vasiyeti gereği Siirt merkezde bulunan medresenin bahcesine defnedildi.

 

 

 

Şeyh Muhyiddin Basreti hazretleri’nin Silsile-i Şerifi

 

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Mevlana Halid-i Bağdadi’nin Halifelerinden Şeyh Halid-i Cezeri ve Basret Dergahı , İbrahim Baz , Tasavvuf Dergisi , 2013/2 s.139-167
[/toggle]

Şeyh İbrahim Hakkı Basreti (k.s.)

Suriye – Kamışlı – Hilva köyünde

[toggle title=”Şeyh İbrahim Hakkı Basreti Hazretleri’nin Silsile-i Şerifi” load=”hide”]1. Hz. Seyyid-i Kâinât Muhammed-i Mustafa (sas.)
2. Hz. Ebû Bekir (ra.)
3. Hz. Selmân-ı Fârisî (ra.)
4. Hz. Kasım İbni Muhammed (ks.)
5. Hz. Câfer-i Sâdık (ks.)
6. Hz. Bâyezid-i Bistâmî (ks.)
7. Hz. Ebu’l-Hasen-i Harakânî (ks.)
8. Hz. Ebû Ali-i Fâremedî (ks.)
9. Hz. Yusuf-ı Hemedânî (ks.)
10. Hz. Abdülhâlık-ı Gücdüvânî (ks.)
11. Hz. Ârif-i Rivgerî (ks.)
12. Hz. Mahmud İncir-i Fağnevî (ks.)
13. Hz. Ali-i Râmitenî (ks.)
14. Hz. Muhammed Baba-ı Semmâsî (ks.)
15. Hz. Emir Külâl (ks.)
16. Hz. Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn (ks.)
17. Hz. Alâeddîn-i Attar (ks.)
18. Hz. Yakub-ı Çerhî (ks.)
19. Hz. Ubeydullâh-ı Ahrâr (ks.)
20. Hz. Muhammed Zâhid (ks.)
21. Hz. Muhammed Derviş (ks.)
22. Hz. Hâcegi-i Emkenegî (ks.)
23. Hz. Muhammed Bâkî (ks.)
24. Hz. İmam Rabbânî Ahmed Fâruk es-Serhendî (ks.)
25. Hz. Muhammed Ma’sûm (ks.)
26. Hz. Şeyh Seyfüddin (ks.)
27. Hz. Seyyid Nur Muhammed-i Bedvânî (ks.)
28. Hz. Şemsüddin Cân-ı Cânân-ı Mazhar (ks.)
29. Hz. Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî (ks.)
30. Hz. Mevlânâ Ziyâüddin Hâlid-i Bağdâdî (ks.)
31. Hz. Şeyh Halid-i Cezeri (ks.)
32. Hz. Şeyh Salih Sıpki (ks.)
33. Hz. Şeyh Muhammed Ayni (ks.)
34. Hz. Şeyh Halid Zibari (ks.)
35. Hz. Şeyh Ömer Zengani (ks.)
36. Hz. Şeyh Hüseyin Basreti (ks.)
37. Hz. Şeyh İbrahim Hakkı Basreti (k.s)

[/toggle]

1892 yılında Basret koyunde doğan Şeyh İbrahim Hakkı Basreti , Şeyh Hüseyin Basreti’nin oğludur. İbrahim Hakkı Basreti Şeyh İbrahim Hakkı, babasından ve Şeyh Siraceddin Derşevi, Şeyh Hüseyin Gandeki ve Halidiyye köyünde Molla Hasab Sekin’den ders okudu.

Irak’ın değişik yerlerinde dersler okudu. 1926 yılında ailesiyle birlikte gittiği Irak’tan Suriye’ye geçti ve oraya yerleşti. Turkiye sınırında bulunan Kamışlı iline bağlı 15 km mesafede bulunan Hilva köyüne yerleşti. Orada kurduğu medrese ve dergah ile başlattığı tedris ve irşad hizmetlerini hayatının sonuna kadar yürüttü. 1963 yılında Hilva köyünde vefat etti.

Şeyh İbrahim Hakkı vefat ettikten sonra (1893 – 1963) oğlu Şeyh Muhammed Zeki (1916 – 1971) irşad hizmetlerini yurutmuştur. Daha sonra sırasıyla Şeyh Alvan (1927- 1991), Şeyh Adnan (d. 1931) üstlenmiş ancak kısa süre sonra dergahın postnişinliğini Şeyh Haşi (d. 1937)’e bırakmıştır. Şeyh Haşi, Suriye’de olaylar nedeniyle Turkiye’de yaşamaktır.
Kaynaklar ;

Mevlana Halid-i Bağdadi’nin Halifelerinden Şeyh Halid-i Cezeri ve Basret Dergahı , İbrahim Baz , Tasavvuf Dergisi , 2013/2 s.139-167

Şeyh Hüseyin Basreti (k.s.)

Siirt – Eruh’un Hâlidiyye (Kekliktepe) köyündedir.

Evliyânın meşhurlarından Şeyh Hâlid Zibârî’nin oğludur. Annesi Fâtıma-ı Sâliha, Şeyh Muhammed Aynî’nin kızı ve kerâmet ehliydi. 1914 (H.1333) senesinde vefât etti. Kabri, Eruh’un Hâlidiyye (Kekliktepe) köyündedir.

Babası vefât ettiğinde altı yaşında idi ve sarf ilminden İzzi kitabını okuyordu. Babası vefât ederken onun yetiştirilmesi için halîfelerinden Şeyh Ömer Zenkânî’ye vasiyet etti. Bütün ilimleri öğretmelerini, tasavvufta yetiştirip mürşid-i kâmil olmasını sağlamalarını vasiyet etti.

Bu vasiyet üzerine Şeyh Ömer Zenkânî ona bütün ilimleri okuttu. Sarf, nahiv, mantık, beyan, fıkıh, tefsir, hadîs ilimlerini öğretti. Bu talebeliği on beş sene sürdü. Neticede seçkin bir âlim oldu. Ayrıca Molla Abdülhamîd Raşînî’den de ilim öğrendi. Hocası Şeyh Ömer Zenkânî ona ilimde icâzet verdi. Ancak tasavvufta vermedi. Tasavvufta da, asrın büyük âlimi ve meşhur velîsi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’den naklen aldı. Şöyle ki, Şeyh Hüseyin’in yakınlarından Molla Muhammed onun emriyle Şam’a gidip Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin evini sorup buldu. O sırada vefât etmişti. Evin kapısını çaldı. İhtiyar bir nine çıkıp onu görünce; “Hoş geldin Molla Muhammed!” dedi. Hayret edip; “Beni nereden tanıdınız. Şam’a daha önce hiç gelmedim.” deyince; “Mevlânâ Şeyh Hâlid bana bir gün; “Vefâtımdan sonra Cizre tarafından Molla Muhammed nâmında bir zât gelecek! O takvâ ehli ve âlimdir.” buyurdu. Sonra bana çanta bırakıp, bu çantayı halîfem Şeyh Hâlid Cezîrî’nin halîfesinin oğlu Şeyh Hüseyin’e teslim etsin.” dedi. Anladım ki teslim etmek üzere vereceğim kişi sizsiniz.” dedi. Bunun üzerine emâneti alıp Basret köyüne getirdi. Çantayı açtılar. İçinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin cübbesi, Yesir ağacından yapılmış ve ortasında dördü kırmızı mercandan olan tesbihi, takkesi, seccadesi vardı. Bunları aynen Şeyh Hüseyin hazretlerine teslim etti. Bu emânetler daha sonra oğlu Şeyh İbrâhim Hakkı’ya intikal etti. Kardeşi Şeyh Muhammed Şefîk bunları, İbrâhim Hakkı da defâlarca görmekle şereflendiğini bildirmiştir.

Şeyh Hüseyin Basretî hazretleri bu icâzetten sonra insanları irşâd edip talebe yetiştirdi. Halk ve meşhur kimseler arasında tanındı. Bu hizmeti Mustafa Paşanın ona düşmanlık yapıp, zulme başvurmasına kadar devâm etti. Zulme mâruz kalması sebebiyle âilesini de alıp, 1901 (H.1317) senesinde Diyarbakır’a gitti. Bir müddet sonra oradan Haleb yoluyla Şam’a ulaştı. O göçüp gittikten altı ay sonra kendisine zulmeden ve memleketini terke mecbur bırakan Mustafa Paşa, aşîretler arasında çıkan bir kavga sırasında öldü.

Şeyh Hüseyin Basretî hazretleri dokuz sene memleketinden ayrı kaldı. Aslî vatanı Buhtan’a dönmeyi çok arzu etti. O civardaki insanları irşâd etmek istiyordu. 1913 (H.1329) senesinde memleketine dönüp, Basret köyüne gitti. O havâlide insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatıp, emr-i mâruf yapmak için Basret köyünden diğer köylere de gitti. Bu seferlerinden birinde yolda Allahü teâlâyı zikirle meşgul bir halde giderken yol kenarında büyük bir kayaya nazar etti. Kaya yerinden oynayıp parçalandı. Yanında bulunan talebeleri bu hâli görünce, hayrette kaldılar. Oradan gelip geçtikçe bir bakışı ile parçalanan kayayı görüp kerâmetini hatırladılar.Daha pekçok kerâmetleri görülmüştür.

Yüksek derecede âlim, her ilimde mâhir olup, sünnet-i seniyyeye tam uyardı. Güzel yüzlü tatlı sözlüydü. Son derece yumuşak huylu, din ve dünyâ işlerinde yüksek derecede basîret sâhibi idi. İnsanlara dâimâ yumuşak olmalarını İslâmiyete uymalarını tavsiye ederdi. Dünyâya hiç meyletmez, hep hüzünlü bir hâlde olurdu. Vefâtı sırasında devamlı; “Sübhâneke innî küntü minezzâlimîn.” derdi. Hastalığı şiddetlenince, gözlerinden yaş geldi. Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah, deyip dudaklarını kapatarak vefât etti. Vefâtı bölge ahâlisini çok üzdü. Hâlidiyye köyünde defnedildi. Edep ve ilim ehli olan temiz nesli devâm etmektedir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)

1) Kitâbü Ahvâl-üd-Dürriyye fî Silsilet-iz-Zibâriyye
[/toggle.]

Şeyh Ömer Zengani (k.s.)

Hac yolculuğunda Cidde’de vefat eder.

Şeyh Ömer Zengani, Şeyh Halid-i Zibari’nin halifelerindendir. Ailesi, aslen Mardin iline bağlı Dargecit (Kerboran) ilçesinin Kureyşa mezrasındandır. Arabiye Aşiretine bağlı olan Kureyşa Köyü, bölgede “Pikureyş” (Pir-i Kureyş) olarak bilinen, Zengani’nin dedelerinden seyyid bir zatın yerleşim yeridir. Ömer Zengani bu köyde doğdu.

Şeyh Ömer Zengani’nin babası Mustafa Efendi, dedesi Hamid Efendi’dir. Annesi ise ilim sahibi hafız Hacer Hatun’dur. Ömer Zengani küçük yaşta babasını kaybetti, annesi de başka bir evlilik yapınca yalnız kaldı. Bunun uzerine bolgenin en yaygın geleneklerinin başında gelen medrese tedrisatı icin Gerza aşiretinin bir köyünde medrese eğitimine gonderildi. Tedrise gittiği yıllarda köyü Kereyşa’da yaşanan Kolera salgını nedeniyle toplu ölümler yaşandı ve ailesinden neredeyse kimse kalmadı. Kendisi de anneannesi Asiyye ve teyzesi Ayşe’nin yaşadığı Zengan (Karabayır) köyüne giderek teyzesinin himayesinde yaşamaya başladı. Bir süre Zengan köyünde bulunan camide fakı olarak derslere devam etti. Ancak bu sırada kendisinde görülen kabiliyet ve özel haller nedeniyle daha iyi bir eğitim alması icin hocası ve teyzesi tarafından, Basret köyünde bulunan Nakşbendiyye şeyhi ve büyük bir müderris olan Şeyh Halid-i Zibari’nin yanına gonderildi.

Bu tarihten sonra Ömer Zengani Basret’te yaşamaya başladı. Burada bir yandan medrese eğitimi alırken aynı zamanda tasavvufi eğitime da başladı. Ömer Zengani, Basret medresesinde Molla Cami’yi bitirip mantık ilmine giriş olarak kabul edilen Muğni’t-tullab eserine başlayanlara isim olarak verilen “Talip” seviyesine kadar geldi. Şeyh Halid-i Zibari kendisine büyük değer verdi ve onun eğitimi konusunda ihtimam gosterdi.

Hatta aileden bir birey gibi görmeye başladı ve bunun resmileşmesi için onu halifelerinden Şeyh Reşid-i Derşevi’nin kızlarından Halime Hatun ile evlendirdi. Diğer kızı Safiye ile de kendi oğlu Huseyin’i evlendirdi. Bu evlilikten önce, Ömer Zengani’nin kayınbabası olan Şeyh Reşid-i Derşevi Hac ziyaretine gitmiş ve orada vefat etmişti. Gitmeden önce de Halid-i Zibari’yi çocuklarının vasisi olarak tayin etmişti. Bu yüzden Şeyh Halid-i Zibari, Ömer Zengani’yi vasisi bulunduğu Halima Hatunla ev lendirirken üzerindeki sorumluluğu da şoyle hatırlattı “Ömer! Şeyh Reşid’in kızının mehri, yetim kalmış olan kardeşleri Abdulhakim ve Muhammed Nuri’yi okutmandır.”

Halid-i Zibari, bu vazife ile birlikte Ömer Zengani’yi vefat etmiş olan kayınbabasının medrese ve dergah hizmetlerini yürüttüğü Hoser (Düzova) köyüne, hem muderris hem de tasavvufi hilafet ile gonderdi. Ömer Zengani’nin hocası ve şeyhi Şeyh Halid-i Zibari, 1863 yılında irşad için gelmiş olduğu Cizre’de vefat etti ve şeyhinin şeyhi Şeyh Salih-i Sıpki ve Mevlana Halid-i Bağdadi’nin halifelerinden Şeyh Halid-i Cezeri’nin de medfun bulunduğu Basret’te bölgeden birçok alim ve şeyhin katılımıyla defnedildi. Vefatından once etrafına toplanmış olan muridan ve muhibbanının huzurunda “Ey Şeyh Ömer! Oğlum Huseyin’e senin ona tum ilmini okutup büyüyünceye kadarki sürede dergah ve medreseyi sana emanet ediyorum.” diyerek çocuğu Huseyin’i ona emanet ederken aynı zamanda medresenin baş muderrisliğini ve kendisinden sonra şeyhlik vazifesini tevdi etti.

Bunun üzerine Ömer Zengani, Hoser (Duzova)’daki medreseyi bırakarak talebelik yaptığı Basret Medrese ve Dergahının başına gecti. Ömer Zengani, hocasının vasiyetine büyük bir titizlikle riayet etmiş hem müderrislik hem de şeyhlik vazifesini kamilen yerine getirmiştir. Hocasının oğlu Huseyin’in derslerini bizzat kendisi vererek hocasına karşı vefa ve vicdani sorumluluğunu da yerine getirmiştir. Bu süreçte medreseyi büyüterek Fındık köyünden Abdulkādir-i Geylani hazretlerinin torunlarından Seyyid Hasan-i Fındıki (Erzen) ve Molla Said-i Berreşi gibi bircok alim zatı yetiştirmiştir.

Hocası Şeyh Halid-i Zibari’nin oğlu Huseyin’e medrese icazeti verdi. Hüseyin’e babası tarafından vefatından once yaşı küçük olmasına rağmen hilafet verilmişti. İşte Ömer Zengani, Halid-i Zibari’nin vasiyeti üzerine Huseyin’in hem medrese hem de tasavvufi icazetini göz önünde bulundurarak Basret Dergahı ve medresesini ona bırakarak yedi yıl hizmetinin ardından tekrar Hoser Medresesi’ne döndu. Ancak silsilede yer alan Şeyh Salih-i Sıbki’nin oğlu Yahya, Basret Dergahı ve medresesinin Hüseyin’e devredilmesine itiraz etti. Bunun uzerine Ömer Zengani ertesi gün tekrar Basret köyüne dönerek şeyhinin vasiyetini hatırlattı ve sorunu çözdü. Ardından tekrar Hoser köyüne döndu. Burada da Molla Abdurrahman-ı Hoseri ve medreselerde istiare ilminde kaynak kitap olarak okutulan Sutur kitabının yazarı ve aynı zamanda kayınbiraderi Abdulhakim-i Derşevi gibi alimleri yetiştirdi.

Basret Dergahı’na Şam’dan verilen icazetle birlikte Ömer Zengani’ye de güveni tazeleyen bir icazet daha verildi. Böylece Ömer Zengani hem şeyhi Halid-i Zibari hem de Şam’daki Halidi dergahından çift tarikat icazeti aldı. Hoser koyunde hizmetlerine devam eden Ömer Zengani’ye çok büyük bir teveccuh oldu. Botan ve Tor bölgesinden cok sayıda talebesi ve muridi oldu. Ancak özellikle Cizre’den gelen muridlerinin fazlalığı sebebiyle, Cizre eşrafından Seyyid Hacı Hafız Efendi onu Cizre’ye davet ederek onu kendi evinin yakınlarında bir eve yerleştirdi. Artık Ömer Zengani’nin ailesi kayınbiraderleri Derşevi’lerle birlikte Cizre’de yaşamaya başlarlar ve Cizre’de medrese ve tasavvufi hizmetlerini yürütürler.

Şeyh Ömer Zengani 1889-1890 yılında Hac ziyareti yapmak arzusuyla sevenlerinden Ensari ailesinin büyüğü olan Muhyiddin Ensari, Şeyh Yahya-ı Mızuri’nin torunlarından Şeyh Yahya başta olmak üzere birçok muhip ve muridiyle birlikte hazırlıklara başlar. Eşi Halime Hatun’a bir vasiyet yazarak verir ve oğullarını emanet eder. Ardından medrese ve dergah hizmetleri konusunda kayınbiraderi Molla Abdulhakim-i Derşevi’ye emanet ederek yola çıkar. Bu sırada Ömer Zengani’nin üç çocuğu vardır. Bunlar Muhyiddin, Siracuddin ve Amine’dir. Hac yolculuğuna çıkıldıktan beşaltı ay sonra 1990 yılında Muhammed Said dunyaya gelmiştir.

Ömer Zengani, Hac yolculuğunu tamamladıktan sonra dönüş yolunda Cidde’de 1889-1890 yılında vefat eder ve orada defnedilir. Haber Cizre’ye ulaştıktan sonra taziye icin gelen Ömer Zengani’nin talebesi Şeyh Huseyin Basreti altı aylık bir bebek olan Muhammed Said’i sever ve ona dua ederek; “Bu yavru benim seydamın oğludur ve bu cocuk inşallah seyda olacaktır.” der. İşte o gunden sonra Muhammed Said’e herkes “Seyda” demeye başlar ve doğu universitelerinin bu ilmi unvanı, onun ismi haline gelir.

Ömer Zengani’nin eşi Halime Hatun da kendisi gibi seyyid nesep bir ailedendir. Ömer Zengani, Halime Hatun ile evlenmesiyle yalnız bir şeyh efendinin damadı olmamış, aynı zamanda Gabar Dağı’nın zirvesinde bulunan Derşev (Alkemer) köyünde yaşayan ilim ve irfan ehli, bölge halkının büyük saygı gostermiş olduğu Derşevi ailesi ile cok yakın hatta iç içe denebilecek bir birlikteliği kurmuştur. Bu tarihten sonra Şeyh Ömer Zengani’nin çocukları ile Derşevi ailesinin fertleri medrese ve tasavvufi hizmetleri birlikte yurutmuş, birbirlerinin yetiştirilmesine katkı sağlamışhatta tek aile gibi olmuşlardır.

Şeyh Ömer Zengani Silsile-i Şerifi
[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)

Kaynaklar ;

Mevlana Halid-i Bağdadi’nin Halifelerinden Şeyh Halid-i Cezeri ve Basret Dergahı , İbrahim Baz , Tasavvuf Dergisi , 2013/2 s.139-167
[/toggle]

Şeyh Halid-i Zebari (k.s.)

Şırnak – cizre – Basret Köyü (inceler) camii haziresinde ( Köy 1992 yılında boşlatıldı.)

Anadolu velîlerinden. 1826 (H.1242) senesinde doğdu. Babası Şeyh Hüseyin Efendi, Diyarbakır’da medfundur. 1863 (H.1280) senesinde Şırnak’ın Basret köyünde vefat etti. Türbesi, bu köydeki caminin yanındadır.

İlim tahsiline başlayınca, önce Kur’ân-ı kerimi, kıraat ilmini öğrendi. Sonra diğer ilimlerden bir mikdar babasından okudu. Tahsilini devam ettirmek için çeşitli yerlere gitti. Tanze Medresesinde tahsil gördü. Bu medresede iken Minhac üzerine bir şerh olan Şerh-i Remli kitabından eliyle bir nüsha yazdı sonra Siirt’e gidip, bölgenin kıymetli ve meşhur alimi Molla Halil Siridî’nin medresesinde talebe oldu. Burada tahsilini tamamlayıp Molla Mustafa’dan bütün ilimlerde icazet aldı. Raşine köyündeki amcası Şeyh Abdüsselam’ın yanına döndü. Orada Şeyh Muhammed Ayni’nin keramet sahibi kızı Fatıma-ı Saliha ile evlendi. Kayın babasından tasavvuf yolunda feyz alıp, kemale erdi. Bu hocasının emri ile ona vekil olarak insanları irşâd için Basret köyüne gitti. Ders ve sohbetlerinde pekçok talebe toplanırdı. Pekçok âlim ve sâlih insan yetiştirmiştir.

Talebelerinin meşhurlarından ve halîfesi Şeyh Ömer Zerkanî şöyle anlatmıştır: “Hocam Şeyh Hâlid Zibârî hazretlerinden çeşitli ilimleri öğrenmekte olduğum sıralarda bir gün huzûrunda ders alıyordum. Başımı elimdeki kitaba eğerek, dersle meşgul olduğum sırada, başımı kaldırdım.

Fakat hocamı göremedim.Sağa sola baktım. Ortalıkta görünmüyordu. Fakat ders odasından dışarı çıkmamıştı. Az önce karşımda oturuyordu. Şaşırdım, elindeki kitab da oturduğu yerdeydi. Beni bir titreme, korku ve dehşet kapladı. Ne yapacağımı bilemiyordum. O sırada pencerenin demiri üzerine beyaz bir kuş kondu. Sonra da uçup gitti. Ben bu kuşa bakıp başımı çevirdiğimde hocamı karşımda oturur gördüm. Derse başlayıp bitirdikten sonra bana, kerâmetini gördüğüm için; “Bunu mümkün mertebe hiçbir yerde anlatma!” buyurdu.

Bir defâsında insanları Allahü teâlânın emirlerine uymaları, dünyâya düşkün olmamaları husûsunda irşâd için köyleri dolaştı. Meşhur âlim Molla Muhammed Barşinî’nin köyü Barşa’ya da gitti. Sabah namazından sonra insanlara nasîhat etmek için yüksek bir yere oturdu. Huzûrunda binden fazla insan toplandı. Aralarında pekçok âlim vardı. Bu insanlara gâyet güzel vâz etti. Haramlardan sakınmaları husûsunda uyardı. Fakat insanlar bu güzel ele geçmez nasîhatlerden de etkilenmediler. Bu hâli görünce; “Allahü teâlâya yemin ederim ki, eğer şu ağaca vâzetseydim, Allahü teâlânın azametinden dolayı yanar, yıkılırdı.” diyerek karşısındaki dut ağacını gösterdi ve ağaca baktı. O sırada ağaç büyük bir gürültüyle kökünden sökülüp yere yıkıldı. Etrafa fırtına sesi gibi şiddetli bir ses yayıldı. Orada bulunan insanlar, bu hâli görünce, hayret içinde ağlaşmaya başladılar. Kalpleri uyanıp, hepsi Şeyh Hâlid Zibârî hazretlerinin huzûrunda tövbe ettiler.

Ömrünün sonuna kadar insanları irşâd ile meşgûl oldu. Son olarak insanlara nasîhat için Cizre’ye gittiği sırada hastalandı. Oradan Basret köyüne getirildi. Bir iki gün sonra kırk iki yaşında vefât etti.Şeyh Hüseyin ve Şeyh Muhammed Hâlid onun halîfelerindendir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]

Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)

1) Kitâbu Ahvâl-üd-Dürriyye fî Silsilet-iz-Zibâriyy

[/toggle]

Şeyh Halid-i Zebari Silsile-i Şerifi