Ana Sayfa>Yollar(Sayfa 39)

Ubeydullah Kaşgari (k.s.)

İstanbul Eyüp de ; Eyüp den Piyer lotiye çıkan yokuşun sonunda Murtaza efendi camii’nin içinde(kaşgari dergahında)

Orta Asya’dan neş’et eden ve özellikle Timurlular zamanında Buhara, Türkistan ve Mâverâünnehr’de en parlak devrini yaşayan Nakşiliğin XII/XIX. Asırda İstanbul’daki en önemli temsilcilerinden biri Abdullah Nidâî’dir. Nidâî, Türkistan kökenlidir. Kaynaklarda onun İstanbul’a gelişine kadarki hayatı hakkında bilgiye rastlanmaz. Hayatının bu safhasını,Risale-i Hakkıyye adlı eserinde kendisiyle ilgili bilgi verdiği bölümden öğrenebiliyoruz.

Nidâî, Hakkıyye adlı risalesindeki hayatına ait bahsi şöyle bitiriyor: ”45 yıl şehirden şehre, iklimden iklime Hak ehlini talep ile dolaştım. Bunları söylemekten maksadım övünmek değildir. Hak talipleri bilsinler ki maksada kolay ulaşılmıyor. Bu yolda mertçe yürümek gerek.” Kaynaklarda ismi çoğunlukla Abdullah Kâşgarî veya mahlası ile birlikte Abdullah Nidâî şekliyle zikredilmekte olup bazı kaynaklarda babasının adı ile birlikte Abdullah b. Muhammed el-Kâşgarî, mahlası ise Nidâî olarak zikredilir. Nakşibendî tarikatına mensubiyetinden dolayı Nakşibendî, İstanbul’un Eyüp Sultan semtine yerleşip buradaki irşad faaliyetleriyle tanındığı için Eyyubî lakaplarıyla da kaynaklarda yer almaktadır.

Risalesinde de belirttiği üzere 45 yıl şehir şehir dolaştıktan sonra Kudüs’e gider. Oradan da Mekke-i mükerreme’ye geçer. Burada üç yıl ikamet edip, üç defa hac farizasını yerine getirir. Mekke-i mükerreme’deki’ ikameti sırasında üç kez de Medine-i münevvere’ye giderek Hz. Peygamber’in (s.a.v.) mübarek kabr-i şeriflerini ziyaret eder. Mekke-i mükerreme’den sonra İstanbul’a gelen Nidâî, önce muhtemelen kendisinin Doğu Türkistan kökenli olması sebebi ile aynı bölgeden olan dervişlerin toplandığı Eyüp Sultan civarındaki Lâlî-zâde Abdülbakî Efendi’nin kurduğu Kalenderhâne tekkesinin şeyhi olur.

1743-46 yılları arasında bu tekkede üç yıl şeyhlik yaptıktan sonra, Kalender hayatının katı kurallarına, özellikle de bekârlık erkânına uymak istemediğinden bu görevden ayrılarak Yekçeşm Ahmed Murtezâ Efendi’nin kurduğu tekkeye ilk postnişin olur. Bu tekke, kurucusunun adına nisbetle “Murteza Efendi Tekkesi” veya Nidâî’nin Kâşgarlı olmasına nisbetle “Kâşgarî Tekkesi” olarak adlandırılmaktadır. Tekkeyi kuran Murtezâ Efendi olmasına rağmen ilk şeyhi Nidâî olarak kabul edilmektedir.

Kâşgâri Tekkesi, Nidâî ile birlikte canlılık kazanmış ve önemli fonksiyonlar icra etmiştir. Dr. Güller Nuhoğlu, Abdullah Nidâî-yi Kâşgâri isimli eserinde bu fonksiyonları şöyle sıralar:
“1-Muhtemelen Nidâî’nin Türkistanlı olması sebebiyle Türkistan Hacılarının Mekke ve Medine’ye gitmeden önce bu dergâha uğramaları, dergâhın Türkistanlılar nezdindeki önemini göstermektedir.
2-Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde bulunan Kalenderhânelerde barınan seyyah, şeyh ve dervişler arasında Türkistan’dan gelen Nakşibendîlerin, çoğunlukla Kâsâniyye kolundan olmaları sebebiyle, Tekke bu kolun İstanbul’da yerleşip yayılmasında etkili olmuştur.
3- Kâşgâri dergâhının bazı şeyhlerinin Osmanlı Devleti’nin Orta Asya’daki elçileri gibi hizmet ettikleri söylenebilir. Çünkü 19. asır süresince Osmanlı Devleti ve Buhara arasında müteaddit defalar elçilik teatisinde bulunulmuştur.
4- Kâşgâri Tekkesi, Emîr Buharî Tekkesi ile birlikte Orta Asya Türk kültürünün Nakşibendîlik yolu ile İstanbul’da temsilini sağlamıştır.
Kaynakların ‘ulema ve sulehadan, manevî nüfuz sahibi bir şeyh’ diye niteledikleri Nidâî, Nakşibendiyyeden Ahrâriyye’nin bir kolu olan Kâsâniyye’ye mensup olup diğer birçok Kâsâni şeyhi gibi şiir ve edebiyatı, irşad ve eğitim için gerekli görmüştür. Tekkesinde öğleden sonraları rast makamında Mesnevi okuyup şerh etmesi, dîvanında bazı ünlü Fars şairlerinin şiirlerine tahmisler yapması ve Risale-i Hakkıyye’sinde Ensârî, Câmî, Hâfız ve Mevlâna’dan alıntılarda bulunması, Fars Edebiyatı ile ilgilendiğini ve bu konuda bilgisi olduğunu göstermektedir.”

Kâşgâri Tekkesinin civarı bu tarikata bağlı kişilerin (şeyler, müritleri ve yakınları) mezarlarıyla doludur. Bunların yanı sıra devletin üst kademelerinde görev almış Cemal Paşa (Öl. H.1297), Cami ile İsa Geylani’nin türbesi arasında bulunan Ahmet Bican Paşa gibi devlet adamlarının mezarları vardır. Ahmet Bican Paşa’nın görevleri arasında Hac yolculuğuna çıkanların muhafız komutanlığı da vardır. Yine cami avlusunda bulunan kuyuyu da bu komutan açtırmıştır. Tekkenin ilk şeyhi Kaşgari Abdullah Nidâî-yi ve oğlu Ubeydullah Kaşgari’nin, Öl.1761 Tekke şeyhlerinden İsa Geylani’nin türbesi, Öl. 1781 Tekkeyi yaptıran eski ruznamce-i evvel el-Hac Murtaza Efendi’nin mezarı Öl.1747 ve eşi Fetiye hanımefendi’nin Öl.1747 mezarı da buradadır.

Kâşgâri Tekkesinin son şeyhi Abdülhakim Arvasi’dir. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra, tarikat faaliyetlerine ara veren Şeyh Abdülhakim, dergaha dönüştürdüğü evinde tasavvuf faaliyetlerine devam etmiştir. Medreselerde daha çok tasavvuf ile ilgili dersleri okuttu ve bu konuyla ilgili bazı eserleri kaleme aldı. Şeyh Abdülhakim, İstanbul, Beyoğlu’nda bulunan Ağa Camii ile Beyazıt Camilerinde de dersler vermiştir. Necip Fazıl Kısakürek’in kendisiyle tanışıp, sohbetlerine devam etmesi üstadın hayatında dönüm noktası olmuştur. Necip Fazıl’ın mezarı’nın Kâşgâri Dergahı’nın yanıbaşında bulunması da oldukça manidardır.

Mahmut Esad Çoşan (k.s.)

İstanbul eyüp’de Piyer lotiye çıkan İdris köşkü yokuşunun başında solda

Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi 14.4.1938 tarihinde, Çanakkale’ye bağlı Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde dünyaya geldi. Babası Halil Necati Efendi, annesi Şadiye Hanım’dır. Babası ile annesi üçüncü kuşakta aynı kökte birleşmektedir. Hz. Hüseyin Efendimiz’in soyundan olan dedeleri Buhara’dan gelip Çanakkale’ye yerleşmişlerdir. Büyük dedesi Molla Abdullah Efendi, İstanbul’da ilim tahsilinde bulunmuş ve dönemin ünlü meşâyihinden Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendi’nin yakın bağlıları arasına girmiştir.

Dedesi Molla Mehmed Efendi ise Fatih medreselerinde okuyup icazet aldıktan sonra, Birinci Cihan Harbi’ne iştirak etmiş ve bu savaşta şehit düşmüştür. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi’nin babası Hâfız Halil Necati Efendi 1942 yılında çocuklarının tahsili için İstanbul’a göç etti. Es’ad Coşan Hocaefendi ilk öğrenimini Eminönü Vezneciler İlkokulu’nda, 1950 yılında tamamladı. Bu arada babası vasıtasıyla dönemin âlim ve âriflerinden Serezli Hasib ve Abdülaziz Bekkine Efendilerle tanıştı. Sohbet meclislerine devam etti.

Vefa Lisesi orta kısmından 1953, aynı okulun lise kısmı Fen Kolu’ndan ise 1956 yılında mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi bölümünü 1960 yılında bitirdi. Arap Dili ve Edebiyatı, Fars Dili ve Edebiyatı, Ortaçağ Tarihi ve Türk-İslâm Sanatı sertifikaları aldı. Fakülte son sınıfta iken Mehmed Zâhid (Kotku) Efendi’nin küçük kızı Muhterem Hanımefendi ile evlendi. Fakülte’den mezuniyetini müteakip girdiği imtihanı başarı ile vererek Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Klasik-Dînî Türkçe Metinler Kürsüsü asistanlığını kazandı ve bu suretle de üniversiteye intisap etti.

Fakülte yayın komisyonunda iki yıl sekreterlik yapan Es’ad Coşan Hocaefendi, 1965 yılında XV. Yüzyıl Şairlerinden Hatiboğlu Muhammed ve Eserleri adlı çalışmasıyla “İlâhiyat Doktoru” ünvanını aldı. İlâhiyat Fakültesi öğretim üyeliği yanısıra 1967-68 yıllarında Ankara Yükseliş Mühendislik ve Mimarlık Özel Yüksek Okulu’nda “Türkçe ve Hümaniter Bilgiler” dersi verdi.

Es’ad Coşan hocaefendi 1972 yılında Hacı Bektaş Velî ve Makâlât adlı tezi ile doçent ünvanını aldı. 1971-1972 yıllarında yedek subay olarak askerlik hizmetini yaptı. 1973 yılında aynı fakültesin Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü öğretim üyeliğine, bir yıl sonra da aynı kürsünün başkanlığına atandı. Emekli olduğu 1987 yılına kadar adı geçen kürsünün Anabilim dalı başkanlığını yürüttü.

1977-1980 yılları arasında Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademis’nde Türk Dili ve Hümaniter Bilgiler dersleri verdi. Matbaacı İbrâhim-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiyye adlı takdim teziyle 1982 yılında Profesör unvanını aldı. Üniversiteye intisap etmesinden emekliliğine kadar geçen süre içerisinde Milli Eğitim Bakanlığı ve Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde kurulan çeşitli komisyonlarda üye olarak çalıştı. Aynı zamanda Almanya, Avusturya, Irak, İran, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerde uluslararası toplantı ve konferanslara katıldı, araştırma ve incelemelerde bulundu.

Mensubu bulunduğu fakültede Türk-İslâm Edebiyatı, Osmanlıca, Türkçe-Kompozisyon, Farsça ve Arapça derslerini okuttu. Yedi adet doktora ve çok sayıda lisans tezi yönetti. Mahmud Es’ad Coşan hocaefendi başarılı ve verimli bir öğretim üyeliği hayatı sürdürmekte iken irşad faaliyetleri ile sosyal ve kültürel çalışmalara daha fazla zaman ayırabilmek amacıyla 1987 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Bundan sonra Hocası ve kayınpederi Mehmed Zahid Efendi’den aldığı tebliğ ve irşad görevini daha aktif yerine getirebilmek için faaliyetlere başladı. Seleflerinin başlattığı hadis derslerini Türkiye’nin bir çok ilinde yapmak suretiyle yaygınlaştırdı. Yaygın ve örgün eğitim, kültür, yardımlaşma, sanat ve yayın alanlarında hizmet üretmeleri için dostlarını teşvik etti. Bu alanlarda bir çok çalışmanın başlamasına önayak oldu. Çok sayıda kitap ve makale kaleme aldı.

Sohbetlerine gösterilen ilgiden dolayı hizmet sınırlarını genişletti ve bu gaye ile dünyanın bir çok ülkesine seyahatlerde bulundu. Avrupa, ABD, Orta Asya ve Avustralya’ya defalarca giderek eğitim proğramlarına katıldı. Doğup büyüdüğü vatanından yirmi bin kilometre uzakta bulunan Avustralya’da, bir cami açılışı için yaptığı bir seyahat esnasında elim bir trafik kazası neticesinde Hakk’a yürüdü (4 Şubat 2001). Nâşı Türkiye’ye getirildi. 9 Şubat 2001 tarihinde Fatih Camii’nde Cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazına, yüzbinlerce talebe ve seveni katıldı. Eyüpsultan Mezarlığı’nın Nakşi Tarlası denilen kısmında Hakk’ın rahmetine tevdi edildi.

Baba Haydar Semerkandi (k.s.)

İstanbul Eyüp Nişanca da Baba haydar caddesi üzerinde bulunan Baba Haydar camii nin hemen girişindedir.

Anadolu evliyâsından Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerinin talebelerinin yükseklerinden ve halîfelerindendir. On altıncı yüzyılda yaşamıştır. Baba Haydar Semerkandî diye tanınmıştır. Doğum târihi ve hâl tercümesi hakkında kaynak eserlerde mâlûmât bulunmamaktadır. Baba Haydar hazretleri, küçüklüğünde asıl memleketi olan Semerkand’da Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin derslerinde yetişti. Hâce hazretlerinin yüksek halîfelerinden olarak mezun olduktan sonra, bir ara Mekke-i mükerremeye gitti. Harem-i şerîfte mücâvir, komşu olarak epey müddet kalıp, sonra bir arkadaşı ile berâber İstanbul’a geldi.

İstanbul’da Eyyûb Sultan Câmii civârında kaldı. Kerâmetler ve fazîletler sâhibi, hocasına lâyık olgun bir talebe idi. Birçok güzel hâllerin kendisinde toplandığı yüksek bir velî idi. Baba Haydar hazretlerinin zamânında yaşayan, verâ ve takvâ sâhibi, şüphelilerden kaçıp haramlardan sakınan mübârek bir zât şöyle anlatır: “Bir Ramazân-ı şerîfin son on gününde, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin Câmi-i şerîfinde, Baba Haydar ile ikimiz îtikâf yaptık. Ben îtikâfa girdiğimde, o zâten îtikâf hâlinde idi. Berâber bulunduğumuz on gün içinde, iki bâdemden başka hiçbir şey yemedi. Az yemekte bu kadar ileri, çok yüksek bir zât idi. Onun bu hâlini görünce hayretler içinde kaldım. Bütün zamânını ibâdet ve tâatle geçirir başka şeylerle hiç meşgûl olmaz idi.

1550 (H. 957) senesinin bir sonbahar günü sabaha karşı Baba Haydar vefât etti. Mahalle halkı ona son vazîfelerini yapmak için birbirleri ile yarıştılar. Yaktıkları ateş bir türlü su kazanını ısıtmıyordu. Ne kadar odun attılar ise fayda etmedi. Baba Haydar Efendinin vefâtını duyan Sultan, büyük üzüntü içinde mescide geldi. Mahallenin ileri gelenlerinden biri durumu Sultana anlattı ve:
“Sultanım ne yapacağımızı şaşırdık. Sabah namazından beri kazanın altına odun koyuyoruz. Nerede ise öğle ezânı okunacak, hâlâ su ısınmadı.” demesi üzerine, Sultan gözleri dolu bir şekilde yanındakilere:
“Baba Haydar’ın kulübesinin üzerindeki ağaç dallarından kazanın altına koyun.” diye emir verdi.
Hemen kulübenin üzerindeki ağaç dallarından kırıp kazanın altına koydular. O anda su ısınmaya başladı. Gasil işlemi tamamlandıktan sonra öğle namazını müteâkip kılınan cenâze namazından sonra, kulübesinin olduğu yere defnedildi.

PÂDİŞÂHIM, BABA HAYDAR SİZİ BEKLİYOR!
Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân, bir gece rüyâsında ak sakallı, nûr yüzlü bir ihtiyârın sırtını sıvazladığını gördü. İhtiyâr kendisine:
“Efendimiz, Eyüp’teki BabaHaydar, sizi kulübesinde bekliyor. Onu ziyâret ediniz.” dedi. Pâdişâh uyanınca bu sıcak sesi mânâlândırmaya çalıştı. Kimdi bu Baba Haydar? Devamlı Eyüb’e gitmesine rağmen, Baba Haydar diye birisinden bahsedildiğini hiç duymamıştı. Pâdişâhı ayağına dâvet eden bu zât kimdi? Kânûnî bunları düşünürken Şeyhülislâm huzûra girdi. Pâdişâhı düşünceli görünce; “Bir derdiniz mi var Sultânım?” diye sordu. Pâdişâh da; “Hayrolsun inşâallah. Bu gece rüyâda yaşlı bir zât bana; “Eyüp’te Baba Haydar sizi bekliyor.” dedi. Buna bir mânâ veremedim. Bu dâvete, sen ne dersin?” dedi. Şeyhülislâm; “Hayırdır inşâallah Pâdişâhım! Eyüp’te hiç bu isimde kimsenin bulunduğunu bilmiyorum. Baba Haydar kim acabâ? Sizinle Baba Haydar’ı arayıp bir ziyâret etsek iyi olur.” dedi. Kânûnî bir süre sonra rüyâsını unuttu. Akşam yatınca, yine o ak sakallı ihtiyârı rüyâsında gördü ve yine:
“Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor Pâdişâhım!” dedi. Sabah Pâdişâh, rüyâsını Şeyhülislâma anlatınca, o da; “Bu ziyâret artık mecbûr oldu Pâdişâhım!” dedi. Pâdişâh buna rağmen o gün de Baba Haydar’ın ziyâretine gidemedi. Gece yatınca rüyâsında üçüncü defâ yaşlı zâtı gördü. Pâdişâha dargın dargın bakıp, kırık bir sesle sâdece: “Baba Haydar sizi bekliyor.” dedi. Sabah olunca, Sultan lalasını yanına çağırıp; “Tez davran. Eyüp’ten dâvet aldık gidiyoruz.” dedi. Her ikisi kıyâfet değiştirip, Eyüb’e gittiler. Öğle ezânı okunduğu sıra Eyüb’e vardılar ve namaz kıldıktan sonra cemâatten bâzı kişilere: “Biz uzaktan geldik. Baba Haydar isimli birini arıyoruz. Acaba tanıyor musunuz?” diye sordular. Koca câmide Baba Haydar’ı tanıyan çıkmadı. Sokakta bulunan dükkan sahiplerine de sordular. Onlar da tanımıyordu. Bu sırada küçük bir çocuk: “Siz şu tepede oturan ve kimseyle konuşmayan amcayı mı arıyorsunuz?” diye sordu. Sultan da gayr-i ihtiyârî; “Evet, onu arıyoruz.” deyince, çocuk kendisini tâkib etmelerini istedi. Epeyce gittikten sonra, yapayalnız köhne bir kulübeyi işâret ederek; “O amca bu kulübede yaşar. Ama kimseyle konuşmaz, kimseyi de kulübeye almaz.” dedi. Pâdişâh ve lalası yavaşça kulübeye yaklaşıp, kulübenin önünde tereddüd içinde beklerken içeriden titrek ince bir ses: “Buyurunuz Pâdişâhım!” diyerek dâvet etti. Pâdişâh selâm vererek içeri girdi. Baba Haydar bir postekinin üzerinde oturuyordu. Binlerce sinek her yanını kaplamış onu gizliyordu. Geceleri rüyâsına giren zâtı merak eden Pâdişâh, büyük bir dikkatle Baba Haydar’ın yüzüne bakıyordu. Fakat sineklerden yüzünü seçemiyordu. Bir müddet duran Sultan dayanamayarak; “Hazret! Şu sinekleri kovalasan da yüzünü bir görsek.” dedi. Baba Haydar; “Sultânım! Siz Peygamber efendimizin vekîlisiniz. Şu gücünüzü gösterin de sinekleri siz kovalayın.” buyurunca, Sultan hemen harekete geçti. Ne kadar uğraştı ise sinekleri kovalayamadı. Baba Haydar hazretleri kalkıp, pencereyi açtı ve odaya doğru dönüp; “Haydi bakalım!” deyince, bütün sinekler emir almışçasına odayı hemen boşalttı. Pâdişâh o anda karşısında nûr yüzlü güleç bir ihtiyar zâtın durduğunu gördü. Elini öpmek istedi ise de Baba Haydar elini çekti. Pâdişâh ona: “Efendim! Benden ne dilerseniz dileyin.” dedi. “Senin sağlığından başka hiçbir şey istemem.” deyince, Sultan postekinin altına, altın dolu bir kese bırakmak istedi. Bunu fark eden Baba Haydar, eliyle keseyi iterek: “Mâdem çok istiyorsan, şuraya bir mescid inşâ ettir. Çünkü öyle zannediyorum ki bana komşular gelecek. Eyüp Câmii uzak. Onlar için buraya bir mescit yaptır da gece gündüz ibâdet etsinler.” dedi. Pâdişâh bu isteği hemen yerine getirdi. Câmi kısa zamanda tamamlandı. Câminin açılışında Kânûnî Sultan Süleymân da hazır bulundu ve Baba Haydar’ın yanına giderek: “Efendi hazretleri buyurunuz. Artık mescid sizindir. Orada sizin için de husûsî yer yaptırılmıştır.” dedi.
Baba Haydar, Sultana; “Ben ölünceye kadar mekânım şu gördüğün kulübedir. Öldüğüm zaman bu kulübenin bulunduğu yere gömülmek isterim. Benim başımın ucunda mescid olduktan sonra, üzerime sakın türbe yaptırmayın. Bir mezar taşı bana yeter. Bu bizim sana vasiyetimiz olsun.” dedi. Pâdişâhın bütün ısrarlarına rağmen, mescidde kendisi için hazırlanan odada oturmadı. Baba Haydar, vefât edinceye kadar bu câmide imâmlık yaptı ve insanlara vâz u nasîhatleri ile doğru yolu anlattı.

Muhammed Murad Münzevi (k.s.)

İstanbul eyüp’de Nişanşa mustafa caddesi ile Davutağa caddesinin kesiştiği köşde Şeyh Murat münzevi dergahında

1644 (H.1054) senesinde Buhârâ’da doğdu. Seyyid olup, nesebi şöyledir: Seyyid Muhammed Murâd İbn-i Seyyid Ali İbn-i Seyyid Dâvûd bin İmâm Ekmel Kemâlüddîn bin Ali eş-Şehîr İbn-i Hümâm Sâlihülkâdî bin Muhammed bin Ömer bin Şuayb bin Hud bin Ali bin Muhammed bin Ali bin Mûsâ bin Câfer bin Muhammed bin Ali bin Zeynel Âbidîn ibni Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib radıyallahü anhümâ. 1719 (H.1132) senesinde İstanbul’da vefât etti.

Murâd-ı Münzâvî’nin babası, Semerkand beldesinin Nakîb-ül-eşrâfı (seyyid ve şerîflerin işleriyle ilgilenen makâmın idârecisi) idi. Henüz üç yaşında iken ayakları felç oldu. Kötürüm bir hâlde kaldı. Fakat ayakları sağlam olanlardan daha çok dünyâyı dolaştı. Tahsîl yaşına gelince; ilim, fazîlet ve kemâl elde etmeye başladı. Keşmîr’e gitti. İlim tahsîline devâm edip, din ve fen bilgilerinde olgunlaştı.Sevenlerinin yardımı ile Kâbe-i muazzamayı ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etti. Sonra Hindistan’a gitti. Aklî ve naklî ilimleri, maddî ve mânevî kemâlâtı kendisinde toplayan, yüz kırk bin talebesini vilâyet, velîlik makâmına kavuşturan ve Silsile-i aliyye büyüklerinden olanMuhammed Ma’sûm Fârûkî hazretlerine talebe oldu. Bir müddet onun yanında kaldı. Sohbetleri ve bereketli nazarları ile kemâle geldi. İcâzet, diploma aldı. Mürşid-i kâmil, yetişmiş ve insanları yetiştirebilen zât olarak tekrar Hicaz’a geldi. Hicaz’da üç sene kaldı.Sonra Bağdât’a gitti. Burada büyük zâtları ziyâret etti. Sonra İsfehân’dan Buhârâ’ya gitti. Belh ve Semerkand’daki tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde bulundu. Tekrar Bağdât’a gitti. Oradan üçüncü defâ hacca gitti. Sonra Mısır ve Kâhire’ye buradan da Şam’a geçti. Şam çok hoşlarına gittiği için, uzun müddet burada ikâmet etti ve evlendi. Şam’da pek çok kimse ziyâretine gelip kendisinden ilim ve edeb öğrendiler. Şam halkı kendisini çok sever ve çok hürmet ederlerdi. Şöhreti her yere yayıldı. Sultan Mustafa Hân ona Şam’da bir köy verdi. Bu köy hâlâ onun adıyla meşhûrdur. Murâd-ı Münzâvî’nin bereketiyle zâlimler ıslah olup, Şam halkı pek çok zulümden korundu. Her türlü günah işleyenlerin barındığı bir evi zulmetten kurtarıp, Murâdî Medresesi diye anılan bir ilim yuvası hâline getirdi. Ayrıca Saruca sokakta da bir medrese yaptırdı. Bu medreselerde okuyan talebelerin ihtiyâçları için vakıflar kurdu. 1681 (H. 1092) senesinde otuz sekiz yaşında iken İstanbul’u teşrif etti. Eyyûb Sultan semtinde, Eyyûb Sultan hazretlerinin kabri civârında ikâmet etti. Bu arada dördüncü defâ hacca gitti. Hac dönüşü Şam’a gelip, orada bir seneye yakın kaldıktan sonra, beşinci defâ Hicaz’a gitti. Bir sene kadar Mekke-i mükerremede kaldı. Tâliblere ilim ve edeb öğretti. 1708 (H. 1120) senesinde ikinci defâ İstanbul’u şereflendirdi. Bu defâ Yavuz Selim’de, Bıçaklı Efendi menzilinde ikâmet etti. Halk akın akın sohbetine koştu. Murâd-ı Münzâvî bir ara Bursa’ya gitti. Bir müddet Bursa’da ikâmetten sonra, tekrar İstanbul’a döndü. Eyyûb’de, Reîs-ül-etibbâ Nûh Efendi yalısında kaldı. Eyyûb Sultan ile Edirnekapı arasında Nişancı Mustafa Paşa caddesindeki Şeyh Murâd Dergâhında İstanbul halkına yıllarca ilim ve edep öğretti. Kerâmetleri her tarafa yayıldı. 1719 (H. 1132) senesi Rebîü’l-âhir ayının on ikisinde Salı gecesiİstanbul’da vefât etti. Cenâze namazı Eyüp Sultan Câmiinde büyük bir kalabalık tarafından kılınıp, Edirnekapı dışında, Munzavî Câmii karşısındaki medresenin dershânesine defnedildi. Bu medrese, Birinci Sultan Mahmûd Hanın devri şeyhülislâmlarındanAhmed Ebülhayr Efendi tarafından yaptırılmıştır. Huzûruna gelenler ne kadar münkir, inat ve inkarda olsalar, mutlaka onun feyz ve bereketine kavuşur, başka bir hâl kazanırlardı.

Muhibbî, İbn-i Abdülhâdî diye bilinen Şeyh Muhammed bin Ahmed Ömerî’nin hayâtını anlatırken şöyle der: “İbn-i Abdülhâdî vefât ettiği gün, büyük âlim Murâd-ı Münzâvî, Katîfe denilen yerde bulunuyordu. Arkadaşları ile berâber münâsib bir saatte Şam’a gitmeyi kararlaştırdılar. Ancak bir müddet sonra yola çıkacakları zaman kendisine yolların korkulu ve tehlikeli olduğu, arkadaşsız yola çıkmanın mümkün olmayacağı söylendi. O ise; “Mühim bir şey oldu. Mutlaka ona yetişmem lâzım.” dedi. Bir ata binerek yola koyuldu. Biz de peşine takıldık. Ona, Düme denilen yerde yetişebildik. Burada bize Şeyh Muhammed Abdülhâdî’nin vefât ettiğini haber verdiler. Şam’a vardığımızda Murâd-ı Münzâvî atından inmeden doğrucaEmevî Câmiine gitti. İbn-i Abdülhâdî’nin cenâze namazına yetişti.”

Âriflerden Mustafa Bekrî şöyle anlatır: “Murâd-ı Münzâvî ile birkaç kere görüştüm. Onun simâsında, yüzünde Allah adamlarının alâmetlerini gördüm. Sâlihleri görmek büyük saâdettir. Murâd-ı Münzâvî, Muhammed Ma’sûm’un bir talebesidir. Şeyh Abdülkerîm Kattân bana, Murâd-ı Münzâvî’nin Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine olan bağlılığından çok bahseder, onunla görüşmeye teşvik ederdi. Hattâ Murâd-ı Münzâvî’yi bir gece rüyâmda üç defâ gördüm.”

Mustafa Bekrî şöyle der: “Sohbetinde bulunduğum evliyâdan birisi de hocam Molla Abdürrahîm Hindî’dir. Molla Abdürrahîm, Murâd-ı Münzâvî’ye çok hürmet ederdi.Ona çok bağlıydı. Hattâ, onun ilim ve ameldeki makâmına hayrandı. Molla Abdürrahîm yüksek hâller, dereceler sâhibiydi. Bu sebeble, Murâd-ı Münzâvî’nin derecesini herkesten daha iyi biliyordu. Çünkü o, gözünden mânevî perdelerin kaldırıldığı bir zâttı.
Yine şöyle anlatır: “Şam’ın ileri gelenlerinden birisi, Murâd-ı Münzâvî’yi dâvet etti ve ayrıca gelirken Molla Abdürrahîm’i de berâberinde getirmesini söyledi. Bunun üzerine Murâd-ı Münzâvî ona; “Siz dâvet sâhibisiniz dâveti siz yapınız” buyurdu. Dâvet sâhibi MollaAbdürrahîm’e gidip; “Şeyh Murâd-ı Münzâvî yarın bizim evi teşrif etmenizi istiyor.” dedi. Ertesi gün Murâd-ı Münzâvî ve Molla Abdürrahîm, Şam’ın ileri gelenlerinden olan dâvet sâhibinin evine gittiler. Bir müddet kaldıktan sonra, Molla Abdürrahîm hoşuna gitmeyen bir şeyden dolayı evine döndü ve; “Keşke Şeyh Murâd-ı Münzâvî, ev sâhibine beni çağırttırmasaydı.” dedi. Bir ara uyudu. Bu sırada rüyâsında Murâd-ı Münzâvî’yi gördü. Huzûruna varıp selâm verdi. Münzâvî ona dönüp; “Sizin bize ihtiyâcınız yok.” deyip, onun hâlini beğenmediğini ifâde eden bir tavır takındı. (Çünkü uyumazdan önce Murâd-ı Münzâvî’ye niçin kendisini çağırttığı için sitem etmişti.) MollaAbdürrahîm heyecanla uykudan uyandı. Hemen Murâd-ıMünzâvî’nin evine gitti. Murâd-ı Münzâvî onu görünce: “Geldin mi?” buyurdu. O da; “Evet efendim.” deyip özür diledi. Murâd-ıMünzâvî’nin elini öptü. Bu sırada büyük nîmetlere ve hâllere kavuştu. Onun kapısından bir daha ayrılmadı.”

Muhammed Bedîrî Dimyâtî şöyle anlattı: “Bir kere Murâd-ı Münzâvî’yi ziyâret etmiştim. Huzûruna varınca, Allahü teâlânın vergisi olan ilimlerin diğer ilimlere olan üstünlüğünü uzun uzun anlattı.” Şam ulemâsından ve o beldenin ileri gelenlerinden olan Bekrîzâde Halil Efendi İstanbul’da ilim tahsîli yapıp kâdı olmuştu. Hazret-i Ebû Bekr’in neslinden olduğu için Bekrîzâde denmekle meşhur olan bu zât şöyle nakletmiştir: “Şeyh Murâd Efendi hazretleri İstanbul’da hazret-i Eyyûb el-Ensârî’nin türbesi civârında ikâmet ederdi. Dergâhında bereketli sohbetleriyle insanlara feyz saçardı. Ben de devamlı ziyâretine gider, sohbetini dinlemekle şereflenirdim. Her varışımda benim hazret-i Ebû Bekr soyundan olmam hasebiyle iltifat ve ikrâmda bulunurdu. Âdeti üzere kahve ve tatlı ikrâm eder ve bu ikrâmı her defâsında yapardı. Bâzan da kendine mahsus macun gibi olan ferahlatıcı bir çeşit tatlıdan ikrâm edilmesini emrederek, çok yakın ve samîmi iltifatta bulunurdu. Yine bir gün ziyâretine gidiyordum. Giderken macun şeklindeki husûsî tatlısından yemeyi canım çok istedi. Kendi kendime ben herkese ikrâm edilen tatlıdan istemem. Hususi tatlıdan isterim. Benim bu arzumu keşf ve kerâmetiyle anlayıp ikrâm etseler diye düşündüm. Bu düşünce ile huzûruna vardım. Oturduktan sonra hizmetçisi âdet üzere herkese ikrâm edilen tatlıdan getirip bana ikrâm etti. Hizmetçi o tatlıyı bana verirken Murâd Efendi hazretleri hizmetçiye; “Yok yok! Git bizim macundan getir.” buyurdu. Hizmetçi derviş gidip tatlı macundan getirdi. Bana verdi. Ben de alıp yedim. Şeyh Murâd Efendi bana bakıp tebessüm ederek; “Bir kaşık daha yiyin, arzu ettiğiniz macundandır.” dedi. Ben hayret içinde, mahcub oldum. Sonra sohbet ve nasîhat ederek buyurdu ki: “Siz hazret-i Ebû Bekr’in torunlarındansınız. Bizlere feyz onun tarafından gelmiştir. Mâlûmunuz, keşf ve kerâmet derecesine yükselmek ve harika göstermek sizden umulur, buna siz lâyıksınız. Biz sizlere göre yabancı sayılırız. Hal böyleyken sizin kalkıp bunları bizden beklemeniz lâyık mıdır? Bu garîb bir iş değil midir?”

Murâd-ı Münzâvî hazretleri şöyle anlatmışlardır: “Bir defâsında İstanbul’a gitmiştim. Kalmaya niyetim yoktu. Hemen yola çıkacaktım. Lâkin Ramazân-ı şerîf girdi arkasından da kış başladı. O kış İstanbul’da kaldım. Ordu, bir sefere çıkmak üzereydi. Çok kere bu fakire, adam gönderip duâ isterlerdi. Bir gece yarısı kitaptan bir meseleyi okuyordum. Vezir kethüdâsı geldi dediler, getirin dedim, yanıma gelip oturdu. Okuduğum meseleyi tamamlayıp kitabı kapattım. Hoş geldin AhmedAğa, bu vakitte ne oldu da geldin, deyince; “Acabâ bu vakitte bize duâ etmek Şeyh Efendinin hatırına gelir mi?” diye vezir beni gönderdi. Selâm söyledi.” dedi.Ben de dedim ki: “Biz Ehl-i sünnet vel cemâat mezhebindeniz. Mezhebimiz de şöyledir ki, mübârek vakitlerde ve namazlardan sonra selâtin-i İslâma ve ümerây-ı İslâmiyyeye duâ etmemiz lâzımdır. Fakat mahallî icâbet oldunuz dedim. “Mahalli icâbet” ne demektir dedi. Dedim ki daha önceden bir mazlumun bedduâsını almışsınız. Mazlumun bedduâsı hakkında Resûlullah efendimiz; Allahü teâlâ mazlumun duâsı için; “Bir müddet sonra da olsa elbette sana yardım edeceğim.” buyurduğunu bildirdi, deyince; Ahmed Ağa ağlayıp şimdi bizim işimiz harâb olmuştur, deyip hâlini îtirâf etti.”

Murâd-ı Münzâvî dergâhını yaptıran Şeyhülislâm Minkârizâde Yahyâ Efendinin dâmâdıÇankırılı MustafaEfendi idi. Burası medrese olmak üzere binâ edildi. Vakfeden zâtın oğlu da Ebü’l-Hayr AhmedEfendi olup, 1731 (H.1144) senesinde şeyhülislâm oldu. 1741 senesinde vefât edince, dergâhta pederi yanına defnolundu. SultanMahmûd Hânın şeyhülislâmlarından olan Ebü’l-Hayr AhmedEfendi, Murâd-ı Münzâvî vefât ettiğinde, onu medresenin dershânesine defnettirdi. Medreseyi de dergâha tebdîl ettirdi. Sonraları Murâd-ı Münzâvî’nin mübârek türbesi yıkılmak üzere iken, 1982 (H.1402) senesinde tâmir edildi.

Murâd-ı Münzâvî’nin kabrini ziyâret edenler, orada rûhânî bir zevk ve lezzet duyarlar. Celvetî büyüklerinden İsmâil HakkıBursevî hazretleri, Ahidnâme’sinde; “İlâhî aşk sâhiplerine, Murâd-ı Münzâvî’nin kabrini ziyâret etmek lâzımdır. Bereketi görülen makamlardandır.” buyurmuştur.
Murâd-ı Münzâvî hazretleri buyurdu ki:
Vakti ganîmet bilmek lâzımdır. Vaktin kıymetini bilmemenin âfetlerinden biri nefse hoşgelen isteklerdir. Bütün ayıplar ve kabahatler hevâda toplanır. Fısk, şirk ve küfür gibi. Vaktin kıymetini bilmemenin âfetlerinden biri de lehv ve la’b yâni boş faydasız iştir. Lehv ve la’b öyle bir şeydir ki, kişiyi maksadından alıkor. Kişi lehv ve la’b olan işlerle meşgûl olarak asıl maksadından geri kalır. O halde asıl maksadın dışında kalan her iş lehv ve la’bdır. Biri de abes, lüzumsuz işdir. Abes, insanı maksadından alıkoymaz fakat faydası yoktur. Abesle meşgûl olmak, kişiyi lehv ve la’ba sürükler.

İlim iki kısımdır; biri îtikâda, biri de amele âit ilimdir. Îtikâd ile ilgili olanı, Allahü teâlâyı sıfât-ı subûtiyye ve sıfât-ı selbiyesi ile muttasıf bilmektir. Ameller üç çeşittir: Biri insanın isteyerek yaptığı işlerdir. Biri istemediği halde yaptığı işler. Biri de istediği halde yapamadığı işlerdir. Bu şöyle bir misâlle anlatılır: Bir kimse çarşıdan ekmek almak istese bütün kuvvetleri ve hassaları ile bu işe teşebbüs eder. Ayağı ile yürür, gözü ile görür, kulağı ile işitir, aklı ile bilir. Hâsılı bütün âzâları ve hassaları ile hareket eder. Bunun netîcesi yemektir. Yemek ise tabiî bir iştir. Yemekte hayvanlar ile müştereklik vardır. O halde layık mıdır ki, yemek ve içmek için bu kadar önem verip de asıl maksada isteyerek ve severek tam bir yönelişle bütün gücü ve kuvvetiyle ihtimam, gayret ve cehd olunmasın. Bu dünyâda, insana bitmeyen bir vakit (ömür) verilmemiştir. İnsan için bir ecel (belli bir ömür) vardır. Bu ecel (ömür) de herkese nasîb değildir. Zîrâ büluğ çağına kadar olan zamânı saymadılar. Bir kimse büluğ çağına erse, mâzî geçmiştir. Artık ona hiçbir sûretle ulaşılamaz. İstikbâlin ise geleceği mâlum değildir. Yarına kavuşacağınızı kim kat’î olarak söyleyebilir. O halde hayat, içinde bulunduğumuz andır. Vakit bu nefestir.

Allahü teâlâ insanı kalp ve bedenden meydana gelen bir varlık olarak yaratmıştır. Bedenin ve kalbin kemâle ermesi, Peygamber efendimizde son bulmuştur. Ümmetine ise bu kemâlâttan O’na tâbi oldukları kadar ulaşmıştır. Resûlullah vâsıta olmadan kemâlât gelmez. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Eshâb-ı kirâm bu kemâlâtı Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden almıştır. Tâbiîn ise onlar vâsıtasıyla almışlardır. Bâzıları da daha çok vâsıta ile almışlardır. O halde herkesin zâhirî ve bâtınî kemâlâtı ancak Resûlullah aleyhisselâm vâsıtasıyladır.

Bütün bu olgunluklara kavuşmanın yolu, Allahü teâlâya muhabbettir. Bu muhabbetin ele geçmesi ise Resûlüne tâbi olmakladır. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki: Eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz. Allahü teâlâ, bana tâbi olanları sever.” buyuruyor. (Âl-i İmrân sûresi: 31)

O halde bu kemâlâta, olgunluklara kavuşmanın Resûlullah’a tâbi olmaktan başka yolu yoktur. İttibâ da iki kısımdır. Biri zâhiren, diğeri bâtınen tâbi olmaktır. Zâhiren tâbi olmak âlimlerin yazdıkları bilgilere uymak ile olur. Âlimler Resûlullah’ın emirlerini, sözlerini ve işlerini noksansız ve ilâvesiz aynen yazmışlar ve zaptetmişlerdir. Bunlar fıkıh ilmi, hadîs ilmi ve tefsîr ilminde bildirilmiştir.

Bâtınen tâbi olmak ise Resûlullah’ın beğendiği işleri yapmak, hallerde ve ahlâkta tâbi olmaktır. Bunların bir kısmını ulemâ beyân etmişlerdir. Lâkin tamamını beyân etmeye kelimeler ve ibâreler kâfi değildir. Ancak bâtınen mânâ anlatılabilir. Bu işle de meşâyıh (tasavvufda yetişmiş ve yetiştirebilen rehberler) vazifelidir.”
“Muhabbet kesbî değil (çalışmakla kazanılmaz) vehbîdir. Her kime muhabbet verilirse, bir daha geri almazlar.”
“Tasavvuf yolunda ilerlemek isteyen tâlibe üç şey lâzımdır; taleb, çalışmak, ilim.”
“Kul ile Rabbi arasında olan muâmele, henüz sütten yeni kesilmiş mâsum bir çocuk ile annesi arasında olan muâmele gibi olmalıdır. Mâsum çocuk annesini kaybetmiş, oturmuş ağlar. Annemi isterim, der. Annenin ismi nedir oğul dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. Annenin evi nerededir dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. İşte bu şekildeki çocuğu herkes korur, yardımcı olur.”
“Allahü teâlâ insanın yüreğine rûh âleminden bir gönül yâni kalb yerleştirmiştir. Bu gönülün; bilmek, tanımak, istemek, sevmek gibi husûsiyetleri vardır. Meselâ bu gönüle birbirine zıt iki şeyin sevgisi sığmaz. Bu gönüle; kendisini yaratanı bilmek, O’nu sevmek, rızâsına kavuşmayı arzu etmek, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmanın yolu olan Resûlullah’a her bakımdan tâbi olmak, O’ndan başka her şeyden alâkayı kesmek, bu geçici dünyâda kalb huzûru içinde vakti Allahü teâlâya ibâdetle geçirmek ve Allahü teâlânın rızâsına muvâfık şekilde konuşmak lâyıktır.

Böyle bir gönüle sâhip olmayan bir kimse, insan sûretinde bir mahlûktur. Böyle bir seâdetten mahrûm olan kimse, kat’î olarak hastadır. Bunun ilâcı ise, gafletten uyanıp pişman olmak, af ve magfiret etmesi için Allahü teâlâya yalvarmak, kabûlünü, tevfîkini ve yardımını istemek, üzerinde bulunan Allahü teâlânın ve kulların haklarını ödemek, hak sâhiplerini râzı etmektir. Eğer o anda bu hakları ödemek gücüne sâhip değilse, bunları gücü yettiği zaman ödemeye kat’î karar vermeli, sünnet-i seniyyeye uyup, işlerinde azîmetlere (nefse zor gelen şeylere) sarılmalı, bid’at ve ruhsatlardan sakınmalı, her işinde ve her hâlinde Resûl-i ekreme ve O’nun Eshâb-ı kirâmına tâbi olmalıdır.”
Murâd-ı Münzâvî’nin eserlerinden bâzıları şunlardır: 1) El-Müfredât-il- Kur’âniyyeTefsîri: Çok kıymetli olup, tefsîrler; Arabî, Fârisî ve Türkçe bir aradadır. 2) Silsilet-üz-Zeheb fis-Sülûki vel-Edeb, 3) Risâle fit- Tasavvuf, 4) Mektûbât veMelfûzat, yazma nüshaları İstanbul kütüphânelerinde vardır.

KALB HUZÛRU
Murâd-ı Münzâvî hazretleri buyurdu ki: Îtikâdda ehl-i hak, yâni Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı üzere bulunup, bilinmesi zarûri olan fıkıh bilgilerini öğrenerek onlara uygun amel etmelidir.
Kalbinde Allahü teâlânın rızâsından başka bir şey bulunmaması için, doğruluk ve ihlâsta kemâl sâhibi kimseler ile konuşmalı, onların sohbetinde bulunmalı, dilde ve gönülde dâimâ Allahü teâlâyı anmalı, bunda aslâ gevşeklik göstermemelidir. Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmalıdır. Allahü teâlâdan başkası hatıra geldikçe istigfâr okumalı, mâsivâdan kurtarması içinAllahü teâlâya yalvarmalıdır. Bu şekilde kalb huzûruna kavuşmaya çalışmalı, zorlama ile de olsa mâsivâyı (Allah’tan başka her şeyi) unutmaya gayret etmelidir. Zâhirde halk ile bâtında Hak ile bulunmalı, böylece gönülde Allahü teâlânın rızâsından başkası kalmamalı, mâsivâyı tamâmen unutmalı, nefsi de benlik dâvâsından kurtarıp, kalb huzûru ve rahatlığı ile kulluğa dâir bütün vazifeleri yapmalıdır. BöyleceAllahü teâlânın lütuf ve ihsânı ile fânî-fillah ve bâkî-billah olunur ve Allahü teâlânın pekçok feyz ve mârifetlerine kavuşulur.
Bu mertebeye erişebilmek için, nefy ve isbâtı kendisinde bulunduran Kelime-i tayyibeyi yâni “Lâ ilâhe illallah Muhammedün resûlullah”ı çok söylemelidir… Mânâsı; hak olan mâbûd yalnız Allahü teâlânın zât-ı pâkidir. O’nun rızâsından başka hakîkî bir maksûd yoktur. Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın resûlüdür. O’na tâbi olmak vâcibdir. İşte bu Kelime-i tayyibe ile bahsedilen seâdete kavuşulur.

HANİ SÖZ VERMİŞTİN YA
Mustafa Bekrî şöyle dedi: “Bana da Bedîrî anlattı: “Murâd-ı Münzâvî’ye buğzedip onu kötüleyen birisi ile görüşmüştüm. Bana ona buğzetmeyi îcâbettiren bir şey anlatmıştı. Ben de ona muvâfakat etmiştim. O şahsa da Murâd-ı Münzâvî’nin yanına çok gittiğimi, bundan sonra onun yanına gitmiyeceğimi söyledim. Ertesi gün beni seven âile dostlarımdan birisi geldi ve; “Haydi Murâd-ı Münzâvî’nin ziyâretine gidelim.” dedi. Onu kırmayıp teklifini kabûl ettim. Fakat içimden de bu teklifi çabucak kabûl etmeme hayret ettim. Yine kendi kendime; “Hani sen onun ziyâretine gitmeyeceğine söz vermiştin ya!” dedim. Bu sırada nefsimin çok mahcûb olduğunu gördüm. Buna rağmen Murâd-ıMünzâvî’yi ziyârete gittim. Ancak her zamanki gidişlerimde hemen huzûruna girerdim. Fakat bu sefer bana: “Biraz bekle, Münzâvî’nin bir mâzereti var.” kâbilinden sözler söylediler. Bunun üzerine oturup kendi kendimi kınamaya; “Böyle eşiklerde oturup beklemeye niçin râzı oluyorsun. Hem sen bir daha ziyârete gelmiyeceğine karar vermemiş miydin?” demeye başladım. Bir saat sonra bana ve arkadaşıma izin verildi. Onunla berâber Murâd-ı Münzâvî’nin huzûruna girdik.
Beni yakınına çağırdı ve selâm verdi. Sonra arkadaşıma döndü ve şöyle dedi: “Dün şöyle bir şey oldu. İnsanlardan birisinin yanına başka birisi geldi. İkisi berâber birisine dil uzattılar. Birisi; “O şöyledir.” dedi. Diğeri onu tasdik etti.” diyerek bir gün önce olan şeyleri bir bir saydı. Dünkü zemmedip kötülediğimiz hâli aynen anlattı. Sonra bana döndü; “Bu anlattıklarım oldu mu?” buyurdu. Ben de; “Evet efendim.” diyerek özür diledim. “Hayır olmadı.” diye inkâr etmedim. Sonra; “Şimdi zemden, kötülemekten vazgeçtim. Dünkü zem hâlimiz geçici bir şeydi. Şimdi o hâl geçti. Şeytan aramıza girdi. Allahü teâlâ onu sizin vesîlenizle def eyledi” dedim. Sonra da tasavvuf yoluna dâir bilgiler öğrendim. Bana lüzumlu bilgileri yazdı. Murâd-ı Münzâvî’nin pek yüksek hâlleri vardı.”
1) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.12, s.214
2) Silk-üd-Dürer; c.4, s.129
3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.205

Azizzade Şeyh Abdulbaki Sivasi (k.s.)

İstanbul – Eyüp Nişanca cadesinde Pir Abdulmecid Sivasi tekkesinde

Abdülmecîd-i Sivâsî’nin tesbit edebildiğimiz kadarıyla biri erkek dört çocuğu dünyaya gelmiştir. Bunlardan biri, Abdülbâki Efendi’dir. Diğer çocukları ise kız olup, en küçüğü; Râziye, ortanca kızı; Safiye, büyük kızı ise; Âlime Hatun’dur. Hüseyin Vassâf, Sivâsî’nin kızlarından Raziye Hatun’u 1033/1623 târihinde Abdülehad Nûrî ile evlendirdiğini nakletmektedir.

Abdülbâki Efendi 1023/1614 tarihinde Reisü’l-Küttâb La’li Efendi (ö.1009/veya daha sonra)’nin Abdülmecîd-i Sivâsî’ye hediye ettiği Eyüp Nişanca’da bahçe içinde bulunan bir evde dünyaya gelmiştir.İbtidâ ilimleri babasından tedris eden Abdülbâki Efendi, döneminin muhakkik ve müdakkik üstâdlarından da zâhirî ilimleri tedrîse devâm etmiş, bilâhare Şeyhulislâm Yahyâ Efendi’ye mülâzım (stajyer) olmuştur. Medrese tahsîlinde ilerleyerek Medâris-i Erba’îniyye (Kırk akçe medreseleri)’den mezun olmuş, resmî olarak haric medreselerinden birinde hocalık yapmıştır. Daha sonra Nazmi Efendi’nin ifadesiyle; “
Biz sûfî-i sâfi-dil, ihlâs be-dûşuz.
Biz meclis-i dil-dârda gerçi ki hâmûşuz.
Bir katrasını nûş ideli bâde-i aşkın,
Âlemlere ser-mâyede cûş u hurûşuz.”
rubâîsini vird-i zebân edip, babasına bîat  ederek tasavvuf yoluna intisâb etmiştir. Önceleri zâhirî ilimlere yönelmiş iken bilâhare bâtınî ilimlerde ilerleyerek zamânının seçkin sûfîlerinden birisi olmuştur. Abdülbâki Efendi’nin dönemin seçkin ve muteber sufilerinden oluşunu, Edirne ve civarındaki bazı imaret tesislerinin vakıf gelirlerinin bilanço kayıtlarında zevâid- hor denilen zümrelere tahsis edilen ödenekten günlük sekiz akçenin İstanbul’a Abdülbâki Efendi için gönderildiğine dair kayıtlar da göstermektedir. Bu ödenek Osmanlı döneminde örfen hizmet mukabili olmayarak vakfın gelirinden salah, ilim ve fakr sahiplerine verilmiştir  . Edirne ve vivarındaki imaret tesislerinin Bilaço kayıtlarında Zevâid-hor denilen zümre mensupları arasında İstanbul’da bulunan bazı kadınlara da ödenek gönderildiği anlaşılıyor. Barkan’ın tespit ettiği bilanço kayıtlarında Âlime Hatun (Bülbülzâde’nin eşi), Safiye Hatun ve Raziye Hatun isimleri de geçmektedir ki, bu hanımlar eğer Abdulmecî-i Sivâsî’nin kızları ise yapılan ödeneğin Sivâsî ailesine yönelik olarak olduğu da düşünülebilir.

Abdülbâki Efendi babasının ölümü üzerine onun Yavsi Tekkesi’ndeki makamında post-nişin olmuş ve talibleri irşada devam etmiştir. Yine Sultan Ahmet Câmii’nde babasının yerine Cuma vâizliği, Sultan Mehmed Han Camii (Fâtih Câmii)nin ise Çarşamba günü vâizliği kendilerine tevcîh olunmuştur.

Abdülbâki Efendi’nin eserleri ve görüşleri hakkında bilgi sahibi değiliz. Ancak onun Süleymâniye Ktp. Lala İsmâil, nr. 453/1′de bulunan mecmuanın 19a’da yer alan şu ilâhîsi Hoca-zâde’nin belirttiği hasletlere iştiyakının kendi diliyle ifadesini göstermektedir:
İlâhî sen beni yarlığa lütf et Ledünni ilmine mazhar olam tâ
Ledünnî ilmine mâlik olanlar Ne denlü alçak ise olur a’lâ
Cemi’-i Halvetîler hürmetine Dilim eyle me’ârif ile gûyâ
Budur senden niyâzım gece gündüz Kulun Bâkî’ye ihsan et Hüdâyâ

Abdülbâkî Efendi yetmiş üç yıl ser halka-i Tevhîd ve tezkîrde bulunmuş, kürsülerde hadîs ve tefsîr dersleri vermiştir. Muhammed Nazmî’nin ifâde ettiğine göre O, zâhid, müteşerri’, verâ ehli, kerâmet ve makâm sâhibi birisi olup, pek çok halîfe ve muhibbi vardı. Katında pâdişah ve köle bir olup, halk tarafından da oldukça çok sevilirdi. Aşırı derecede tevâzu ehli birisi olup, yaşı doksana ulaştığı hâlde ziyâretçileri bizzat kendisi kapıda karşılar ve uğurlarmış35. Sivâsî-zâde Abdülbâkî Efendi 1122/1710 senesi Rebiülevvel ayının 15. çarşamba gecesi vefât etmiş, cenâzeleri Eyüp Nişanca’da babasının türbesine defnedilmiştir.Vefâtından sonra Sultan Ahmed Câmii va’ziyesi, Yenibahçe’li Çelebi Şeyh Mehmed Efendi’ye, zâviyeleri (Yavsi Zâviyesi)de kerîme-zâdesi Şeyh Mehmed Efendi(ö.1143/1730)’ye verilmiştir.

Yararlanılan Kaynaklar :
Eyüpte medfun Bir Halveti-sivasi Şeyhi: Sivasizade Abdulbaki efendi ; Yrd. Doç. Dr. Cengiz gündoğdu

Hüseyin Hilmi Işık (k.s.)

Eyüp’den pierre Lotiye giden yokuştan yukarı çıkıyoruz.Kaşgari dergahını geçtikten hemen sonra soldaki merdivenlerden yukarı çıkıyoruz. İhlas çeşmesi yazan çeşmenin arkasında Mavi Parmaklıklı Kabristan Hüseyin Hilmi efendinin aile kabristanıdır.

Son devir İslam âlimi, evliya ve fen adamı. Müsteâr ismi “Sıddîk Gümüş”tür. Bazı kitaplarında bu ismi
kullanmıştır. 8 Mart 1911 tarihinde (H.1329) İstanbul-Eyüp Sultan’da doğdu. Babası Saîd Efendi ve dedesi İbrâhîm Pehlivân, Plevne’nin Lofca kasabası, Tepova köyünden, annesi Âişe hanım ve annesinin babası Hüseyin ağa da, Lofca kasabasından idiler. Babası Said Efendi, Doksanüç Harbi denilen 1877 Osmanlı-Rus Harbinde muhâcir olarak İstanbul’a gelip, Eyyûp Vezirtekke’ye yerleşti. Said Efendi 1929 senesinde vefât etti. Eyüp Sultân kabristânında medfûndur. Annesi Âişe Hanım, 1954’te Ankara’da vefât etti. Bağlum mezarlığındadır.

Okula Başlaması
Hüseyin Hilmi Efendi beş yaşında, Eyyüb Câmii ile Bostan iskelesi arasındaki Mihri Şâh Sultân ilk mektebine başladı. Burada Kur’ânı kerîm’i hatmetti. 1924 senesinde aynı yerdeki Reşadiye numune mektebini birincilikle bitirdi. O sene, Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan, Halıcıoğlu Askerî Lisesi giriş imtihânlarını pekiyi derece ile kazandığı gibi ikinci sınıfa da birincilikle geçti. Her sene takdîrler alarak 1929’da askerî liseyi birincilikle bitirdi ve askerî tıbbiyye mektebine seçildi.Derslerindeki çalışkanlığı ve üstün istidadı hocalarının dikkatini çekiyordu. Lisede iken geometri hocası, her dersi verince Hüseyin Hilmi Efendiye tekrâr ettirirdi. Arkadaşları, “Sen anlatınca dahâ iyi anlıyoruz” derlerdi.Lisede okurken, mukaddesâtına saldıranları görünce, hayâl kırıklığına uğradı. Birkaç sene önce, berâber oruç tuttuğu, namaz kıldığı arkadaşları iftirâlara aldanarak, ibâdetten vazgeçtiler. Namaz kılan oruç tutan tek o kalmıştı. Yalnız kalmak, onu çok üzdü. 1929 senesinde, lise son sınıfta, on sekiz yaşında idi. Kadir Gecesi, okulda yatmışlardı. Uyuyamadı. yatağından fırladı. Düşüncelerinde, îmânda yalnız kalmıştı. Sıkılıyordu, bunalıyordu. Bahçeye çıktı. Gökyüzü yıldızlarla dolu idi. Eyüp Sultân’ın, yâni Hâlid bin Zeyd’in türbesine karşı, Haliç’in ışıklı dalgaları, sanki ona, “üzülme, sen haklısın” diyorlardı. Hıçkırarak ağladı. “Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni, din düşmanlarına aldanmaktan koru!” diye yalvardı. Allahü teâlâ, bu mâsum ve hâlis duâsını kabul buyurdu. Kerâmetler, hârikalar hazînesi, ilim deryâsı Abdülhakîm Arvasi “rahmetullahi aleyh”, önce rüyâda, sonra câmide karşısına çıktı ve onu kendine çekti.

Abdülhakîm Arvasi hazretleri ile karşılaşması
Bir gün dersten çıkmış öğle namazını kılmak için Bâyezîd Câmiine gitmişti. Nur yüzlü bir ihtiyâr, içerde oturmuş, önündeki bir kitaptan anlatıyordu. Güçlükle gidip, arkasına oturup dinledi. (Evliyâ mezârları nasıl
ziyâret edilir?) konusunu işliyordu. Hiç bilmediği, çok merâk ettiği şeylerdi. O sırada câmi içinde ikindi namazı kılınmaya başlandı. Hoca da kitâbı kapayıp, “Bu kitâp Allah rızâsı için bu küçük efendiye hediyem olsun” diyerek arkasına uzattı. Kalkıp namaza başladı. Hoca efendi, kendisini görmemişti. Arkasında küçük efendi olduğunu nereden anlamıştı? Kitâbı alınca, câminin boş yerine koşup namazını kıldı. Kitâbın kapağında “Râbıta-i Şerîfe” ve altında “Abdülhakîm” yazılı idi. Yanındakine sorup, kitâbı verenin Abdülhakîm Efendi olduğunu, Cuma günleri, Eyüp Câmiinde vaaz verdiğini öğrendi. Cuma gününü bekledi. Büyük câmide hocayı aradı. Göremedi. Sordu. “O, başka câmide imâmdır. Orada kılıp, buraya gelir. Dışarıda bekler” dediler. Dayanamadı. Dışarı çıktı. Onu, bir kitâpçı sergisinin yanında duruyor gördü.

Cemâat câmiden çıkmaya başlayınca Abdülhakim Efendi kalktı, câminin yan tarafındaki küçük bölüme girdi. Yerdeki yüksek mindere oturup rahle üstündeki kitaptan anlatmaya başladı. Hüseyin Hilmi Efendi, en önde karşısına oturmuş dikkatle dinliyordu. Hiç işitmemiş olduğu çok merâk ettiği din ve dünyâ bilgilerini zevkle dinledi. Defîne bulmuş fakir gibi, serin suya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idi. Gözlerini Seyyid Abdülhakîm Efendiden hiç ayırmıyor, onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye, söylediği, her biri pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendinden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebini, her şeyi unutmuştu. Kalbinde, tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyor, sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri Hüseyin Hilmi Efendiyi mest etmişti. “Fenâ” denilen ve kavuşmak için uzun seneler çile çekilen nimet, sanki bir derste hâsıl olmuştu.

Ne yazık ki, bir saat geçmiş, ders bitmişti. Bu bir saat, Hüseyin Hilmi Efendiye bir an gibi gelmiş, rüyâdan uyanır gibi, elindeki not defterini cebine koyarak, dışarı çıkmak için kapıdaki kalabalığa karışmıştı. Ayakkabılarının bağcıklarını bağlarken, birisi eğilip, kulağına, “Küçük efendi! Seni çok sevdim. Bizim ev mezârlık arasındadır. Bize gel. Seninle konuşuruz!” dedi. Bu sesin sahibi, Seyyid Abdülhakîm Efendi idi.
O gece, Hilmi Efendi, rüyâsında “Bulutsuz, parlak mâvi bir semâ gördü. Etrâfı, câmi kubbesindeki gibi parmaklıkla çevrilmiş, burada nur yüzlü biri gidiyordu. Başını kaldırıp bakınca, Seyyid Abdülhakîm efendi olduğunu gördü.” Heyecanla uyandı. Birkaç gün sonra, yine rüyâsında, “Hazret-i Hâlid’in türbesinde sandukanın baş tarafına oturmuş bir zat gördü. Yüzü ay gibi parlıyordu. İnsanlar elini öpmek için bekliyordu. Hilmi Efendi de gitti ve sırası geldiğinde elini öperken uyandı.”

Artık sık sık Abdülhakîm Efendinin evine gitmeye başladı. Bâzan sabâh namazından önce gelip, yatsıdan sonra, istemeye istemeye zorla ayrılıyordu. Hatta herşeyi unutup, yeniden görüyormuş gibi oluyordu. Yemekte, namazda, istirâhatte, bir yere gitmekte, Abdülhakîm Efendiden hiç ayrılmıyor, hareketlerine dikkat ediyor ve hep onu dinliyordu. Bir dakîkanın boş geçmemesi için çırpındığı gibi, tatil günlerinde, boş kaldığı zamanlarda da, hep oraya gidiyordu. Câmilerdeki vaazlarını hiç kaçırmıyordu. Abdülhakîm efendi ona önce Türkçe kitaplar, birkaç ay sonra, Arabî ve Farisî okuttu. Emsile, Avâmil, Simâ’î masdarlar. Emâlî kasîdesi, Mevlânâ Hâlid Dîvânı, İsaguci denilen mantık kitâbını ezberletti.Seyyid Abdülhakîm Efendinin Hüseyin Hilmi Efendiye ilk verdiği vazîfe, İmâm-ı Begavî’nin “Kazâ-kader” hakkındaki, birkaç satırının Arabî’den Türkçeye tercümesi oldu. Tercümeyi, yaparak, ertesi gün hocasına götürünce, “Çok iyi, doğru tercüme etmişsin. Hoşuma gitti” buyurdu. (Bu tercüme, Seadet-i Ebediyye kitabının 412. sayfasındadır)

Tıb Fakültesinden eczacılığa geçmesi
Hüseyin Hilmi Efendi, tıbbiye mektebinde ikinci sınıfa birincilikle geçti. Kemik vizesini vermiş, kadavra üzerinde çalışma zamanı gelmişti. O hafta Eyüp’e gitti. Abdülhakîm Efendi ile bahçede başbaşa otururlarken, “Sen doktor olma. Eczâcılığa naklet! Çok iyi olur” buyurdu. Hilmi Efendi, “Ben sınıfın birincisiyim. Eczâclığa geçmek için izin vermezler” deyince: “Sen istida (dilekçe) ver. Allahü teâlâ inşâallah nasîb eder” buyurdu. Dilekçelerden, yazışmalardan sonra, Hilmi Efendi Eczâcı mektebi ikinci sınıfına gecti. Abdülhakîm Efendinin emri ile, Paris’te çıkan Le Matin gazetesine abone olup, Fransızcasını ilerletti. Eczâcı mektebini ve sonra Gülhâne hastahânesinde bir senelik stajını hep birincilikle bitirip, ilk önce, üsteğmen olarak askerî tıbbiye mektebine müzâkereci tâyin edildi.

Yeni bir buluşu
Bu arada yine hocasının emriyle Kimyâ Yüksek Mühendisliğini okumaya başladı. Von Mises’den yüksek matematik, Prager’den mekanik, Dember’den fizik, Goss’dan teknik kimyâ okudu. Kimyâ profesörü Arndt’ın yanında çalıştı. Takdîrlerini kazandı. Arndt’ın yanında altı ay travay yapıp, (Phenyl-cyan-nitromethan’ın nitron-esteri) cisminin sentezini yaptı ve formülünü tesbit etti. Dünyâda ilk olan bu başarılı travayı, fen fakültesi mecmûasında ve Almanya’da çıkan “Zentral Blatt” kimyâ kitâbının 1937 târîh ve 2519 sayısında (H. Hilmi Işık) isminde yazılıdır.
Hüseyin Hilmi Işık, 1936 senesi sonunda 1/1 sayılı Kimyâ Yüksek Mühendisliği diplomasını aldı. O sene Türkiye’de ilk kimyâ yüksek mühendisi olduğu, günlük gazetelerde yazıldı. Bu başarısından dolayı askerî kimyâ sınıfına geçirilerek, Ankara, Mamak’ta zehirli gazlar kimyâgeri yapıldı. Burada on bir sene kalıp, Auer fabrikası genel direktörü Merzbacher ve kimyâ doktoru Goldstein ve optik mütehassısı Neumann ile yıllarca çalıştı. Onlardan Almanca da öğrendi. Harp gazları mütehassısı oldu. Başarılı hizmetler gördü.

Sarf ve nahv mühendisi
Hüseyin Hilmi Işık “rahmetullahi aleyh”, her fırsatta İstanbul’a giderdi. Bu ziyâretleri güçleşince mektup yazarak gönlünü ferahlatırdı. Abdülhakîm Efendi, cevaben bir mektupta şöyle yazmıştır: “Pekçok sevilen Hilmi ve Sedâd! Sevimli mektûbunuzu aldık. Senâ ve şükre bâis oldu. Avâmil’in tercümesini güzel yapmış. Demek ki, anlamış. Hilmi istifâde eder. Sedâd istifâde eder. Avâmil’in bir şerhi, bir de mu’rebi vardır. Bunları bir vâsıta ile gönderirim. Zâten nahiv itibâriyle kâfî olur. Sonra kimyâ mühendisi olduğunuz gibi, bir de sarf ve nahiv mühendisi olursunuz. Diğer mühendisler çoğaldıkça, kıymetten düşerler. Bu mühendislik haddi zâtında makbûl olduğu gibi, nâdir olmuş, azalmış ve bitmiş olduğundan çok makbûl olur. Demek orada bulunmanız, böyle devlet-i azîmeye nâil olmak için olmuş. Selâmlar ve düâlar ederiz.” Başka bir mektupta, “Hilmi, mektûbunuza müteşekkir oldum. Sıhhatinize şükrettim. Din ve dünyânıza en ziyâde yarayan ve dîn-i islâmda misli telîf edilmiş olmayan Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî kitâbını okuyup bâzısını anlamanın çok ziyâde bir fadl ve ihsân olduğunu bilmelisin!…” Hüseyin Hilmi Işık, Mamak’ta iken, İmâm-ı Rabbânî’nin ve oğlu Muhammed Masûm’un üçer cild Mektûbât’larının Müstekımzâde tarafından yapılan Türkçe tercümelerini birkaç kere okuyarak, bu altı cild kitâptan, harf sırası ile özet çıkardı. Üç bin sekiz yüz kırk altı madde hâlinde meydâna gelen bu özeti, İstanbul’a gelince Seyyid Abdülhakîm Efendiye okudu. Hepsini, dikkatle dinledi, çok beğendi. Bu bir kitâp olmuş. İsmini “Kıymetsiz Yazılar” koy, buyurdu. Hüseyin Hilmi Işık’ın şaşırdığını görünce, “Anlamadın mı? Bu yazılara kıymet biçilebilir mi?” dedi. (Bu kitap, Hakikat kitabevi tarafından bastırılmıştır)

Evlenmesi
1940 senesinde, Abdülhakîm Efendinin tavassutu ile Karamürsel Kumaş Fabrikası Müdürü Ziya Beyin kızı Nefise Siret Hanım ile evlendi. Belediye kaydını müteakip, nikahı, Hanefî ve Şâfi’î mezheblerine göre Abdülhakîm Efendi kıydı. Düğün yemeğinde Hilmi Işık’ı yanına oturttu. Yatsıdan sonra kendisine duâ etti ve zevcesine teveccüh buyurarak, “Sen benim hem kızım, hem de gelinimsin” dedi. Böylece Hüseyin Işık’ı manevi oğulluğa kabul ettiği anlaşıldı.

Hocasının vefatı
Hüseyin Hilmi Işık “rahmetullahi aleyh”, 1943 senesi sonbahârında Ankara, Hamamönü’ndeki evinde otururken, Abdülhakîm Efendinin yeğeni Fârûk Beyin oğlu avukat Nevzâd Işık gelip, “Hilmi ağabey! Efendi babam seni istiyor” dedi. Şaşırdı. Efendi hazretlerinin Ankara’da ne işi olabilirdi? Birlikte, Fârûk Beyin Hâcı Bayram’daki evine geldiler. Abdülhakim Efendinin Ankara’da mecburi ikamete tâbi tutulduğunu öğrendi. Yorgunluktan çok zayıf, hâlsiz oturmakta olduğunu gördü. Hilmi Işık, her akşam gelip, koluna girer ve yatak odasına geçirdikten sonra, üstünü örtüp, yüksek sesle “Kul-e’ûzü”leri okuduktan sonra ayrılırdı. Gündüzleri, ziyârete gelenler, karşısındaki sandalyelere otururlar, az sonra giderlerdi. Hilmi Işık’ı her zaman yatağının içine oturtur, hafîfçe bir şeyler söylerdi. Yirmi gün sonra burada vefat etti. Bağlum’da defnedilirken, oğlu Ahmed Mekkî Efendinin emri ile, Hilmi Işık kabre girip, dînî vazifeleri yaptı. Yine Mekki Efendi, “Babam, Hilmi’yi çok severdi. Onun sesini tanır. Telkîni Hilmi okusun!” buyurdu ve bu şerefli vazîfeyi de Hilmi Efendi yerine getirdi. Hüseyin Hilmi Işık “rahmetullahi aleyh”, birkaç sene sonra, İstanbul’da yazdırdığı mermer taşı Bağlum’daki kabre koydurdu. Van’da Seyyid Fehîm hazretlerine de mermer taş yazdırdı. İstanbul’da Abdülfettâh Akri ve Muhammed Emîn Tokâdî’nin kabirlerini de tamîr ettirdi. 1971′de Delhi, Diyobend, Serhend ve sonra Karaşi’yi ziyâret etti; Panipüt şehrinde, Senâullah Dehlevî hazretleri ile Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın zevcesinin kabirlerini tamir ettirerek her iki kabrin muhâfazasını temin etti. Hüseyin Hilmi Işık, ilim güneşi Abdülhakîm Efendinin vefatlarından sonra, mahdûm-i mükerremi, Üsküdar, sonra Kadıköy Müftîsi, fazîletli Seyyid Ahmed Mekkî Efendinin halka-i tedrîsine kabûl buyuruldu. Büyük bir şefkat ve mahâret ile, (fıkh), (tefsîr), (hadîs), ma’kûl ve menkûl, üsûl ve fürû’ ilimlerini tâlim buyurup kendisini, 27 Ramazân-ı mübârek 1953 (H.1373) pazar günü icâzet-i mutlaka ile, tedrîse mezun eyledi.

Öğretmenlik hayatı
Hüseyin Hilmi Işık, 1947′de Bursa Askerî Lisesi’nde kimyâ muallimi, sonra öğretim müdürü oldu. Kuleli ve Erzincan askerî liselerinde uzun seneler kimyâ okutarak yüzlerce subaya hocalık yaptı. 1960′da emekli olduktan sonra, Vefâ Lisesi’nde, Fatih imâm hatîp okulunda, Cağaloğlu ve Bakırköy sanat enstitülerinde matematik ve kimyâ hocalığı yapıp çok sayıda îmânlı genç yetiştirdi. 1962 senesinde Yeşilköy’de Merkez Eczâhânesi’ni satın aldı. Sâhip ve mesûl müdürü olarak, uzun seneler halkın sıhhatine hizmet etti.

“Seâdet-i Ebediyye” yi yazması
HüseyinHilmi Işık “rahmetullahi aleyh”, 1956 senesinde “Seâdet-i Ebediyye” kitâbını neşretti. Seâdet-i Ebediyye kitâbını okuyanların teşvîki ile, ikinci kısmını da hazırladı. Bu da, 1957′de bastırıldı. Bu iki kitâp, temiz gençlikte, İslâmiyete karşı, öyle bir alâka ve câzibe uyandırdı ki, suâl yağmuru altında kaldı. Bu çeşitli soruları cevâplandırmak için, mûteber kitâplardan tercüme ederek yaptığı açıklamalar ve ilâvelerle, üçüncü kısmını da 1960′da bastırdı. Bu üç kitâbı, 1963′de bir araya getirip, “Tam İlmihâl” adını verdi. Devâmlı suâller sebebi ile, kitâbının her baskısına yeni ilâveler yaparak 1248 sayfalık eşsiz bir eser meydana getirdi. Eserin İngilizceye tercümesi yapıldı, “Endless Bliss” ismi verildi ve Hakîkat Kitâbevi tarafından beş cild olarak bastırıldı.

Abdülhakîm-i Arvasi hazretlerinin oğlu derin âlim Ahmet Mekki Efendi, Seâdet-i Ebediyye kitâbına yazdığı takrizde şöyle söylemektedir: “Asrımızın fâdıllarından, zamânımızın bir tânesinin yazmış olduğu Seâdet-i Ebediyye kitâbına göz gezdirdim. Bu kitâpta, kelâm, fıkıh ve tasavvuf bilgilerini buldum. Bunların hepsinin, bilgilerini nübüvvet kaynağından almış olanların kitâplarından toplanmış olduğunu gördüm. Bu kitâpta, Ehl-i sünnet velcemâ’at itikâdına uygun olmayan hiçbir bilgi, hiçbir söz yoktur. Ey Temiz gençler! Dînî ve millî bilgilerinizi, bu latîf, benzeri bulunmayan, belki de, ileride bir benzeri yazılamayacak olan, bu kitâptan alınız!”

İlmi faaliyetleri
Hüseyin Hilmi Işık, 1966 senesinde İstanbul’da Işık Kitâbevi’ni, sonra da Hakîkat Kitâbevi’ni açtı. 1976 yılında, İhlâs Vakfı’nı kurdu. Türkçe, Almanca, Fransızca, İngilizce ve ofset ile hazırladığı Arabî, Fârisî yüzden fazla kitâbı dünyânın her tarafına yaydı. Bütün bu hizmetlerin, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin tasarrufları ve himmetleri ile ve İslâm âlimlerine olan aşırı sevgi ve saygısının bereketi ile olduğunu söylerdi.

Vefatı
Hüseyin Hilmi Işık “rahmetullahi aleyh” 26 Ekim 2001 (H. 9 Şabân 1422)’de vefât etti. Eyüp Camiinde kılınan cenaze namazına binlerce insan katıldı. Eyüp Sultan’da toprağa verildi. Hüseyin Hilmi Işık’ın, bir kızı, bir oğlu olup, oğlu Abdülhakim Bey babasından yedi ay önce Hakk’ın rahmetine kavuştu. Damadı İhlas Holding’in sahibi Enver Ören, torunu A. Mücahid Ören’dir. Bir torunu da Abdülhakim Bey’in oğlu Ferruh Işık Bey’dir.

 

 

 

 

Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.)

Karacaahmet Mezarlığında Kabri şerifi.Karacaahmet 7 bölümden oluştuğu için bulmak biraz karışık olabilir.Karacahamet^in türbesinden Dr eyüp aksoy caddesine doğru iniyoruz yolun solunda 200 m sonra demir kapından içeri giriyoruz. 100 m kadar sonra sağda.

 

Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerinin Silsile-i Şerifi

Daha 30 yaşındayken profesör unvanı alan Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.), hayatının tamamını Kur’an ahlakına ve eğitimine adayarak canla başla çalışırken, zaman geldi ihbarlar ve zorbalıklarla tutuklandı.

Zorlukları görmezden gelerek her fırsatta talebe eğiten Tunahan, hayatının son 9 yılına girdiğinde tutuklanarak elinden alınan vaizlik belgesini geri aldı. İlk kursunu açtı ve binlerce talebeye eğitim vererek bir neslin daha kurtuluşuna vesile oldu. Gerçek bir âlimin akıllara durgunluk veren öyküsü…

MEKTEPLERİN BİRİNCİSİYDİ
Süleyman Hilmi Tunahan, 1888 yılında Bulgaristan’ın Silistre vilayetinin Ferhatlar Köyü’nde dünyaya geldi. İlk tahsilini Silistre’nin Satırlı Medresesi’nde babası Osman Efendi’nin yanında tamamladı. 1916 yılı Eylül ayında Fatih Medresesini 80 üzerinden 76 puan alarak birincilikle bitirdi. Aynı yıl, Medresetü’l-Mütehassisin’in Tefsir-Hadis bölümüne girerek Hafız Ahmet Paşa’dan ders okumaya başladı. 1919 yılı 27 Mayıs’ta Medresetü’l Kuzat’tan devrin tüm ilimlerini öğrenmek için girdiği Süleymaniye Medresesi’nden birincilikle mezun oldu.

30 YAŞINDA PROFESÖR OLDU
1918 yılında İstanbul müderrisliği Dersiâmlığına yükseldi ve bugünün ilim adamlarına verilen en büyük ilmî unvan olan ve ortalama 50’li yaşlara kadar alınamayan ordinaryüs profesörlük unvanının 30 yaşında sahibi oldu. 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile bütün medreseler kapatıldığı için dersiamlar ve müderrislerle beraber Süleyman Efendi’nin de vazifesine son verilerek Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından İstanbul vaizliğine tayin edildi. İstanbul’un bütün camilerinde vaiz olarak ilim ve irşad vazifesini yürüttü. 1936 yılında dini ilimleri öğretmenin yanında manevi ilimleri de öğretmek üzere Silsile-i Sâdât’ın 33 halkası olarak maddeten Selahaddin İbni Mevlana Siracüddin, manen İmam-ı Rabbani’ye bağlı olarak manevi irşad vazifesine başladı.

TUTUKLANDI, GÖREVDEN ALINDI

1939 yılında ilim ve irşad vazifesini çekemeyenler tarafından ihbar edilerek ilk defa tutuklandı. Özellikle hükümet kanadından hapishanelerde de kötü koşullara tabi tutulan Süleyman Hilmi Efendi, burada da kendisini ilim irfan için adayıp durmadan çalıştı. Dışarıda da yapılan tüm baskılara ve takibatlara rağmen ilim öğretmeye devam etti. Vaizlik maaşını talebelere vererek, yüzlerce kişiyi okutup ilim adamı olarak yetişmesini sağladı. 1944 yılında ikinci defa tutuklanarak Birinci Şube tabutluklarında, bu defa 8 günlük bir işkenceye tabi tutuldu. O günkü hükümet tarafından 1946 yılında vaizlik belgesi resmen elinden alındı. 1949 yılında Kur’an kurslarının açılmasına sınırlı da olsa müsaade eden kanun yürürlüğe girdi. Süleyman Efendi’nin ilim öğretme faaliyeti bir nebze rahatladı. Talebelerine büyük önem vererek, onlara değer verdiğini göstermek için, “Sizler benim müsteşarlarımsınız” derdi.

TRENLERDE EĞİTİM VERDİ
1950 yılında hükümet tarafından vaizlik belgesi yeniden iade edilen Tunahan (k.s.); bugün birçok kişiye örnek olurcasına, yaşlı ve hasta haline rağmen, günde 4 vasıta değiştirerek hem talebe okuttu ve hem de İstanbul’un önemli camilerinde resmen vaizlik yaptı. Trenlerde bile birilerine bir nebze de olsa ilmen katkı sağlamak için para vererek ders dinlemesini istiyor, bazen trenden inmeyerek gidiş ve dönüşlerde daha çok öğrenciyi okutuyordu. 1951 Çamlıca’da Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Bey’in tahsis ettiği yerde ilk düzenli Kur’an kursu hizmetleri başladı. Bu kurslardan yetişen binlerce talebe Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açtığı müftü, vaiz, Kur’an kursu öğretmeni, imam ve müezzinlik imtihanlarında başarılı oldular. Tarihinde ilk defa İstanbul’un büyük camilerinin kürsüleri, Süleyman Efendi’nin yetiştirdiği talebeleri sayesinde genç vaizler tarafından dolduruldu. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda 1950’li yıllarda görev yapan yetkililer, yaptığı hizmetlerden dolayı Süleyman Hilmi Tunahan’a büyük ilgi ve sevgi gösterirler. Bu kadar ilim sahibi olmasına rağmen niçin kitap yazmadığını sorduklarında onlara şu cevabı verirdi; “Ben tozlu raflarda duran, kesekâğıdı olarak satılan birçok kitap gördüm. Ben canlı kitaplar yazıyorum. Onlar hiçbir zaman tozlanmayacak, sürekli kendisini okutturacak” derdi. Kendisi tarafından yazılan ve kısa sürede Kur’an-ı Kerim’i okumayı öğreten Elif cüzü büyük ilgi görmektedir.

KARDEŞİNİZE DUA EDİN’ SÖZÜNÜ SUÇ SAYDILAR
1956’da Süleyman Efendi (k.s.), Cezayir halkının Fransız sömürgecilere karşı verdiği özgürlük mücadelesine manevi destek vermek için camilerdeki vaazlarında, “Cezayirli Müslüman kardeşlerimize dua edelim” dediği için, defalarca karakola çağırıldı ve ifade verdi. 1957 yılında Bursa’da gerçekleşen mehdilik hadisesi üzerine iftiraya uğrayarak yine haksız olarak tutuklandı ve Kütahya Hapishanesi’nde 69 yaşında 59 gün tutuklu kaldı. İdam talebiyle yargılandı, mahkeme tarafından suçsuz bulunarak beraat etti.

NAAŞINA TAHAMMÜL EDEMEDİLER
Tunahan’ın en önemli eseri Kur’an–ı Kerim okumayı kısa zamanda öğreten “Elif Cüzü”dür. Tunahan’ın, ömrünün son günlerinde uzun zamandır muzdarip bulunduğu şeker hastalığı ağırlaşmış, kanlarında yükselen şeker, bütün gayretlere rağmen bir türlü düşürülememişti. Süleyman Hilmi Tunahan, 16 Eylül 1959 Çarşamba günü, İstanbul Kısıklı’daki hâne–i şeriflerinde Rahmet–i Rahmân’a kavuştu. 72 yaşında vefat eden Süleyman Hilmi Tunahan’ın naaşı, dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik’in engellemesi sebebiyle Fatih Camii Haziresi yerine Karacaahmet Mezarlığı’nda, polisin gösterdiği mezarda toprağa verildi.

Musa Topbaş Hocaefendi (k.s.)

 

İstanbul – Kadıköy’de Sahrayı cedid mezarlığındadır. İstanbul avrupa yakasından gelenler Boğaz köprüsünü geçtik sonra göztepe sapağından sağa giriyoruz . erenköy tabelalarını takip ederek Sahrayı cedid mezarlığını bulabiliriz. Mezarlık içindeki yeride ;Mezarlığın kapısından girdiğimizde Mezalığın kuzeydoğu köşesinde

Musa Topbaş 1917 (1333) yılında Konya’nın Kadınhanı ilçesinde dünyaya geldi. Tüccârândan Ahmed Hamdi Efendi’nin oğludur. Büyük dedesi Topbaşzâde Ahmed Kudsî Efendi, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî hulefâsındandı. Babasının işi sebebi ile İstanbul’a yerleştikleri için Mûsâ Efendi’nin çocukluğu ve hayatı İstanbul’da geçti.

İlk eğitimine Erenköy’deki Fransız mektebinde başladı, daha sonra Nuruosmaniye’deki İnkılap Lisesinde devam etti. Orada iki yıl kadar okuduktan sonra ayrıldı. Ailesinin dînî bir eğitim almasını istemesi sebebiyle, Elmalılı M. Hamdi Yazır’dan Kur’an ve din dersleri okudu. Bir ara Âyân Meclisi âzâsı Mustafa Âsım Yörük Hoca’dan eski usülde Arapça ve dînî bilgiler aldı. Prof. Angel isimli bir Mûsevî’den dört beş yıl kadar özel Fransızca dersleri gördü. Fransızca’sını bu dilden tercüme yapacak seviyeye getirdi. Nitekim onun imzâsıyla yayınlanmış bir Fransızca kitap da bulunmaktadır. Küçük yaşlardan itibâren güzel sanatlara özellikle hüsn-i hatta meraklıydı. Hattat Hâmid Aytaç’dan hatt dersleri aldı. Hatt ile meşgul olduğu dönemde oluşturduğu zengin hatt koleksiyonunu tasavvuf yoluna girince “kalbimi meşgul etmesin” düşüncesi ile çevresindeki hatt meraklılarına dağıttı. İlim ve hizmet özellikleri ile tanınan Topbaş âilesi, âilenin İstanbul’daki ilk büyüğü Ahmed Hamdi Efendi’den itibâren dînî ve ilmî muhitlerin destekçisi oldu. Elmalılı M. Hamdi Yazır ve Âyân âzâsı Mustafa Âsım Efendi gibi âlimlere maaş tahsis ederek sıkıntılarını gidermeye çalıştı. Daha sonraki dönemlerde ailenin büyükleri İlim Yayma Cemiyetinin kuruluşunda ve hizmetlerinin devâmında müessir rol oynadı.

Mûsâ Efendi gençlik yıllarında Bekir Hâkî Efendi, Ali Yektâ Efendi ve Ömer Nasûhî Bilmen gibi devrin önemli âlimleri ile görüşür, ziyâretlerine giderdi. İstanbul’a geldiği zamanlarda Bediuzzaman Said Nursî’ye de arabasıyla hizmet ettiğini kendisi anlatırdı. Sultanhamamı’nda babası Ahmed Hamdi Efendi ile başladığı ticarî hayâtını, kardeşleri ile sürdürdü. Daha sonra kardeşleri ile tekstil sanayine yöneldi. 1970 yılına kadar fiilen ticaret ve sanayiin içinde bulundu. Tasavvufî ifadesiyle “halvet der-encümen” temel esası çerçevesinde iş hayatı ile mânevî hizmetleri birlikte yürüterek “el kârda, gönül yarda” ilkesini kendi hayatında fiilen gerçekleştirdi. 1970 yılından sonra sanayi ve ticaret işlerini oğullarına devrederek kendisini tamamıyla hizmete verdi. Vâkıa yine de ticarî hayattan bütünüyle kopmadı. Kardeşi ve oğullarının yönettiği fabrikasının üretimi ve ticârî işleri ile yakından ilgilenirdi.

Mûsâ Efendi’nin hayatında en büyük değişiklik Ramazanoğlu M. Sami Efendi’yi tanıdıktan sonra gerçekleşmiştir. Kendisi ile ilk defa 1950 yılında Bursa’da tanıştı. Bu tanışmadan sonra zaman zaman Sami Efendi’nin ziyaretine gitse de esas intisabı 1956 yılındadır. Kendisi manevi tecrübesini ve intisabını şöyle anlatır: “Muhterem Üstâdımızın huzûr-i âlîlerine girdiğimizde tasavvufa dair hiçbir malumatım yoktu. Bize evrad verecekler yapacağız, o kadar sanıyordum. Manevi terakkî gibi şeyleri bilmiyordum. Maneviyatı zâhirî ders gibi telakki ediyordum… Oysa kalbe kuvvetli bir aşk aşısı yapılıyor. Sâlik zeki ve anlayışlı ise onun farkına varıyor, kıymetini biliyor ve o hali muhâfaza ile terakkî ediyormuş”. Sami Efendi’yi tanıdıktan sonra hizmete ve insanlığa bakışı daha derin bir anlam kazanan Musa Efendi 1980 yılında Erkam Yayınlarının kurulmasına öncülük etti. 1986 yılında da Altınoluk dergisinin çıkarılmasına ön ayak olduğu gibi, aynı yıl Üsküdar’da Aziz Mahmûd Hüdayi Vakfının kuruluşuna maddî ve mânevî katkılar sağladı.

Kendisi başlı başına bir müessese ve vakıf gibiydi. Hayır hizmetlerinin her türü için ayrılmış fonu vardı. Kitap, yetimler, hastalar, cami ve okul yapımı için ayrılmış tahsisatı bulunurdu. Bu fonlardan her birini bir seveni vasıtasıyla yürütür ve kendisi de kontrol ederdi. Kitap fonunu kitap almaya mali gücü olmayan, okumaya meraklı kişilerle pek çok insanın istifade edebileceği kütüphaneler için kullandırırdı. Yetimler fonunu ebeveyninden birini kaybetmiş okumaya istidadlı, bilhassa hafız gençler için tahsis ederdi. Nitekim Bosna-Hersek zulmünün devam ettiği günlerde bu savaşta ebeveynlerini kaybeden Boşnak çocukları için bir yetimler yurdu tesisine öncülük etmiş, ancak bürokratik engeller sebebiyle maalesef bu yetimler Türkiye’ye getirilememişti.

Hasta ve ilaç fonunu ise hastanelerde parası olmayan hastalara ilaç, ameliyat ve tedavi masraflarına katkıda bulunmak üzere sarf ettirirdi. Cami ve okul inşaatı için de özel bir fonu bulunur, bunu da camisi ve okulu bulunmayan yer ve yöreler için ayırırdı. Hastalar ve yaşlılar onun merhametini en çok celbeden kesimdi. 1987 yılında evlerinden ve yuvalarından olmuş yaşlı ihtiyarlar için: “Bunlar haklarında Allah’ın üff bile demeyin buyurduğu kimselerdir.” aslında bunları evlerimizde barındırmalıyız. Madem bunu yapamıyoruz, öyleyse onlara yuva sıcaklığında hizmet verecek huzur yurtları kurmalıyız, demiş ve Hüdayi Vakfına bağlı olarak tesis olunan huzur yurdunun kuruluş masraflarını bizzat kendisi ve yeğenleri karşılamıştı. Yoksul hastalar için bir poliklinik ve bir hastane açarak onların acılarını paylaşmak arzusundaydı. Bu maksatla gerçekleştirilen polikliniğin açılışında onun yüzündeki mutluluk ve heyecan herkesi sevindirmişti. Polikliniğin hizmetlerini takib için zaman zaman ziyârete gelmesi ve hizmetleri görmesi ona hazz veriyordu.

İnsanların gençlik çağlarından itibaren güzel alışkanlıklar kazanmasına özen gösterirdi. On beş yıl kadar önce Topbaş âilesinin çocukları için bir özel eğitim başlatmış ve onlara harçlıklarından infâk ve hediye için mutlaka pay ayırmalarını söylemişti. Hattâ onların bu iş için bir defter tutmalarını ve harçlıklarından infâka ayırdıkları miktarı yazıp kendisine göstermelerini çocuk rûhunun anlayıp algılayacağı bir üslûpla öğretmeye çalışmıştı.

Onun şefkat ve merhameti sessiz ve derinden her türlü ehl-i derde ulaşırdı. Şairin dediği gibi: “Dert çok, hemdert yok, düşmen kavî, tâli’ zebun.” düşmanın zalim, derdin çok ve talihin yaver gitmediği zor zamanlarda onun şefkat eli Hızır gibi yetişirdi. Hem de adını vermeyen isimsiz bir kahraman olarak. Yakın dönemlerde Afganistan ıstırabını, Bosna sancısını, Çeçenistan sıkıntısını, Kosova sızısını ve Filistin acısını yüreğinde hissedip himmetini esirgemeyen oydu. Bir sohbet meclisinden sonra Bosna-Hersek’teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkes kendi adına belli bir yardımda bulunduğu sırada o, büyük bir meblağ uzatmış ve: “Bir dostun buraya verilmek üzere fakîre emâneti!” diyerek takdim etmişti. Orada bulunanların çoğunda, verilen bu paranın meclise gelmemiş bir şahsın gönderdiği yardım intibaı uyandı. Ancak onun emanet dediği kendi malı, dost dediği de Allâh’tı…

Endonezya’da ekonomik sıkıntıyı istismar eden Batılı bazı devletlerin misyonerler aracılığıyla oralara girmesi ve kiliseler inşa ederek Hıristiyanlığı yaymaya çalışması söz konusu olduğunda “Şimdi dil bilen insanlar olsa da oralara gönderilebilse..” diyerek teessürünü ifade etmişti. Yaptığı hizmetlerin faili imiş gibi görünmesinden rahatsız olur, maslahat gereği kendisi ile alakalı bir şey anlatacağı zaman daha çok meçhul sîgası kullanırdı. “..şöyle şöyle yapıldı, filan yere gidildi” derdi.

Onun üzerinde çok durduğu meselelerden biri de günümüzün en yaygın hastalığı olan ferdiyetçi yaşamaktı, içtimâîleşme zarûretine verdiği önemdi. Sohbetlerinde dâimâ Hz peygamberin ashab-ı kirama sorduğu “Bugün Allah için bir yetim başı okşadın mı? Bir hasta ziyaretine gittin mi? Bir cenaze teşyiinde bulundun mu?” hadisini sık sık gündeme getirirdi. Her sene örf haline getirdiği toplu düğünlerde birçok gencin mutlu bir aile yuvası kurmasına vesile olur, bu gençlere maddi olarak da yardımda bulunurdu. Ayrıca hem Türkiye’de hem de Medine’de Ramazan aylarında iftar sofraları kurdurur, iftar sevincini Müslümanlarla paylaşırdı.

O, Hakk’ın cemâl sıfatına mazhar bir güzel insandı. Hem surette, hem sirette güzeldi. Hâli, kâli ve ahlâkı ile mükemmeldi. Yaradanına açık gönlünde, herkese yer vardı. Nebatattan hayvanata, oradan insanlara ulaşan bir sevgiydi bu. Her türlü güzelliğin çiçek açtığı gönlünde çiçeklerin ve güzellik timsali güllerin ayrı bir yeri vardı. Onları şefkatle seyreder, sevgi ile büyütürdü. Evinin bahçesindeki kediler ve köpekler bile ayrı bir şefkate mazhardı. Birbirlerinin hasmı olan bu iki cins, ondan gördükleri şefkatle husumeti unutmuşlar, adeta kardeş olmuşlardı. Kedi ile köpeğin birbirlerini yaladıkları onun bahçesinde çok görülmüştür.

Ona göre tasavvuf demek sadece ibadet hayatı manasına gelmezdi. İnsanlığa ve canlılara hizmet onun hem hayatında hem de terbiye sisteminde muazzam bir ehemmiyete sahipti. Fakir fukaranın hasta olanları için açılmasına vesile olduğu Hüdayi kliniğine hastalığı sebebi ile bedenen hizmet edemediği için üzülür: “-Gücüm yerinde olsa, gider hastalara bil-fiil hizmet ederdim.” derdi. Musa Efendi’ye göre tasavvufun gayesi kalbi olgunlaştırmak ve insanı Hakk’a vâsıl eylemektir. “Tasavvuf bir derya, çok dereceleri var. Mesela, kalp, ruh, sır hafi, ahfa diye gidiyor, muhabbetle bitiyor. Ama o kâfî mi? Hayır kafî değil. İlla Fahr-i Kainat Efendimiz’in ahlakıyla ahlaklanmak, edebiyle edeplenmek. Yani her an Cenab-ı Hak’la beraber olabilmek”. Tasavvufun aslı istikamet üzere olmaktır. Çok insan istikamet ehlidir ama onlara keramet verilmemiştir. Aksine bazen de istikamet ehlinin daha alt seviyesinde bulunanlardan keramet sadır olabilir. İstikamet Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmek, ahlakî bakımdan durumunu düzeltmektir.

Musa Efendi hizipçiliği kalp eğitimi almamış, noksan kalmış insanların bir hastalığı olarak görürdü. Kalp olgunlaşmış olsa ne hizipçilik kalır, ne de Müslümanlar arasında ihtilaflar. Bir güzel herkes birbirini bağışlayıverir. Diyelim ki hayırlı bir iş var; “Efendim illa ben” yok. Kabiliyetli ise ona bırak, sen de onun muavini gibi çalış. Yani yol sarih. Herkes onu yapamıyor. “Ene” mani oluyor. Ama tasavvufun tam zevkini alanlar müstesna. Ayrıca ona göre hizmete giren kimse şöhretten kaçınmalıdır. İslam yolunda yapılan bazı fedakarlıklar insanı gurura sevk etmemelidir.

Musa Topbaş Hocaefendi’nin Silsile-i Şerifi

O, mânevî yolun bütün büyükleri gibi ne dünyâyı ne ukbâyı istedi. Sadece Allâh’a yöneldi. Cümle lezzetleri ifnâ ederek, gerçek lezzetin mârifetullâh olduğunun idrâki içinde yaşadı. Hiçbir meşguliyet, onu Hakk ile beraber olmaktan alıkoymadı. Âhıret amelini dâimâ dünyâ ameline takdim etti. Gönlü, nisan yağmuru damlalarından iri inciler peydâ eden sedefler gibiydi. Son günlerini büyük hastalıklar içinde geçiren Musa Efendi’nin en zor zamanlarında bile dilinden sadece Allah kelimesi dökülmüş, böylece zikir terbiyesinin en güzel örneğini sunmuştur. Ömrünün son üç yılında ve bilhassa vefatına yakın aylarda sıhhî iptilâ ve sıkıntılar, üst üste geldi. Evvelâ böbreklerini kaybetti. Devam eden iptilâlarla ıstırap, halsizlik ve dermansızlıktan konuşamaz hale gelmişti. Buna rağmen bütün gücüyle “Allâh, Allâh…” diye zikir hâlindeydi. 16 Temmuz 1999 Cuma günü Cuma ezanları okunurken Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Mustafa Kara, Musa Efendinin vefatına şöyle tarih düşmüştür.
Gönül bu, iki hece
Esrarlı bir bilmece
Tarihin üçler dedi
Vâh “ŞAM-I HATM-İ HÂCE”
Hayatın mânâsını bilir sahib-i iz’an
Kalblerin esrarını çözer sahib-i ihsan
Bir ney çıkıp söylesin vefatın tarihini
İki anahtar lâfız, işte “HUZUR VE İRFAN”
Musa Efendi’nin ömrünün son demlerinde hasta yatağında ara sıra gözünü açıp yakınlarıyla göz göze geldiği anlarda dudaklarından dökülen bazı sözleri:
-Bütün mahlûkatı sevdim. Hayvânâtı, nebâtâtı sevdim. Her şeyi, herkesi sevdim. Bir insan yanlış söylese de onu yine sevmek lazım. Allah düşmanları müstesnâ.
-Hizmetle yorulan hizmetle dinlenir.
-Merhamet her şeyin başıdır.
-Dünya da boş, ukbâ da; illa Hakk’ın rızâsı.

 

Abdülfettah Bağdadi El – Akri (k.s.)

İstanbul – Üsküdar’da, Eski Vâlide Câmii’nden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile, Selîmiye-Bağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kabristanındadır.

Mevlana Halid Bağdadi Hazretleri’nin halifesi.

Abdülfettah Bağdadi el Akri Hazretlerinin (k.s.) Silsile-i Şerifi

İstanbul’daki âlim ve evliyânın en büyüklerinden. 1192 (m. 1778) senesinde doğan Abdülfettâh Efendi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin talebesidir. Tasavvufda pek yüksek derecelerin sahibi olduğu gibi, fıkıh ilminde de büyük âlim idi. İstanbul halkı senelerce onun feyz ve bereketlerinden istifâde etti. 1281 (m. 1864) senesinde Muharrem ayının dokuzunda Cum’a günü vefât etti.

Abdülfettâh hazretleri, küçük yaşta Bağdat’ın ileri gelen âlimlerinden ilim öğrenmeye başladı. Çok zekî idi. Kısa sürede Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Gayretli ve devamlı çalışmalarıyla hem arkadaşlarının, hem de hocalarının dikkatini çekiyordu. Genç yaşta tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde ve o zamanın fen ilimlerinde mütehassıs bir âlim oldu. Fıkıh ile ilgili mevzûları cevaplandırmada meşhûr idi.
Abdülfettâh-ı Bağdadî, bu zâhirî ilimlerin yanısıra, bâtın ilmi olan tasavvufta da yetişmek istiyordu. Bunun için Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) gelen feyz ve bereketleri insanların kalblerine akıtan, kendilerine silsile-i aliyye denilen âlim ve evliyânın en meşhûrlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerine talebe oldu. Abdülfettâh-ı Bağdadî, hocasının her emrini yerine getirmek için canla başla çalıştı. Verilen her vazîfeyi ânında yapardı. Nefsinin hiçbir arzusunu yapmaz, arzu etmediği şeyleri yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını dahî terkeder, dünyâya hiç meyletmezdi. Tek arzusu hocasından hiç ayrılmamak, onun kalblere şifâ olan kıymetli sohbetlerini dinlemek, verdiği vazîfeyi canı pahasına da olsa yerine getirmekti. Dertlere, sıkıntılara, meşakkatlere çok dayanıklı idi. Gelen sıkıntıları gülerek karşılar, verenin Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hattâ, dert ve belâ gelmediği zaman; “Rabbimin husûsi ihsânına kavuşamadım” diye üzülürdü. Maksadı çok yüksek olup, evliyâlık makamlarından en üstün derecelere kavuşmak isterdi. Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, onun bu güzel hasletlerini bildiği için, ona en zor işleri yaptırır, diğer talebeleri ile haberleşmeye bunu gönderirdi. Yolculukta herhangi bir vâsıtaya, bineğe binmesini yasaklamıştı. Yaya olarak gitmesini emrederdi. O da bunu zevk ile yapar, çok uzak yolculuklara hiçbirşeye binmeden giderdi. Yaya yürüyerek, yolculuk ânında doğan belâ ve mihnetlere katlanarak nefsini terbiye eder, rûhunun yüksek derecelere vâsıl olmasını sağlardı. Vazifeli olarak İstanbul’a iki defa yaya gitmişti. Bu tahammülü sayesinde, hocasının iltifâtlarına, feyz ve bereketli teveccühlerine mazhar oldu. Hocasının en önde gelen talebeleri arasına girdi. Hazerde ve seferde, Mevlânâ Hâlid hazretlerinden hiç ayrılmazdı. Hocasının evine girer çıkar, onun hizmetini ve işlerini görürdü. Çok hizmetlerde bulundu. Çok fâidelere kavuştu. Hilâfet-i mutlaka ile şereflendi. Şeyh Abdullah-ı Hirâti vefât edince, onun yerine geçti.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin ilminin derinliği, evliyâlığının üstünlüğü, dünyânın her tarafına yayılmıştı. Her yerden akın akın talebeler, onun ilminin bir damlasına kavuşmak için geliyordu. Saltanat şehri olan İstanbul’dan da pekçok kimse, Bağdat’a gidip, onun talebesi olmakla âhırette yüksek derecelere kavuşmak istiyorlardı. İsteklilerin hepsinin Bağdat’a gitmesi mümkün değil idi. Bu sebeple Mevlânâ Hâlid hazretleri, Hak âşıklarının yanan rûhlarını serinletmek için Abdülfettâh-ı Bağdâdî’yi İstanbul’a gönderdi.

Abdülfettâh hazretleri, İstanbul’un Üsküdar semtinde Karacaahmed Kabristanı ile Bağlarbaşı arasında, Nûh Kuyusu mevkiindeki dergâha yerleşti. Bunu işitenler bir anda dergâha akın ettiler. Abdülfettâh hazretleri, bu Hak âşıklarının hasta ve ölü rûhlarına hayat veriyor, kararan kalblerine nûr akıtarak Ahrâriyye yolunun Müceddidî ve Hâlidiyye kolunun feyzlerini sunuyordu. Kısa zamanda, devlet erkânından vezirler, komutanlar, paşalar, âlimler, velîler onun talebesi olmak için etrâfını doldurdular. O, âb-ı hayat pınarı, herkesi kabiliyetlerine göre yetiştiriyordu. Bu şekilde senelerce çalışarak, pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesile oldu.

Abdülfettâh-ı Bağdadî Akrî hazretleri, ömrünün son senelerinde, Allahü teâlâya ve otuzdokuz sene önce vefât eden mübârek hocası, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’ye kavuşmak arzusu ile yanmaya başladı. 1281 (m. 1864) senesinde Muharrem ayının ortalarında talebeleri ve tanıdıkları ile helâlleşti, vedâlaştı. Vasıyyetini bildirdi. Muharrem’in ondukuzunda Cum’a günü talebelerinin başında okudukları Kur’ân-ı kerîmi dinleyerek son nefesini verdi.

Mezârı, Üsküdar’da, Eski Vâlide Câmii’nden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile, Selîmiye-Bağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kabristanındadır.

Bütün âlimler ve evliyâlar sözbirliği ile bildirdiler ki: Eyyûb Sultan’da medfûn bulunan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârî ve diğer Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) hâriç, İstanbul’un en yüksek üç evliyâsından biri de Abdülfettâh-ı Akrî hazretleridir. Âşıkları onun feyz ve nûr saçan mübârek kabr-i şerîfini ziyâret etmekte, bereketlenmektedirler. Diğerleri ise Edirnekapı-Eyyûb arasındaki Murâd-ı Münzâvî ile Zeyrek’deki Mehmed Emîn Tokâdî hazretleridir.

Kabir Taşı ;
1281 Muharrem 19 (24 Haziran 1864) Yevm-i Cum’a.
Kutbu’l-arifin
Mevlana Halid kuddise sirruhu’l-vahid
Hazretlerinin hulefasından Bağdadi eşşeyh
Abdu’l-fettah Efendi’nin ruh-ı purfutuhları
cun el-Fatiha.