Ana Sayfa>Yollar(Sayfa 34)

Ahmed Amiş Efendi (k.s.)

İstanbul – Fatih camiinde Kıble tarafında Gazisüleyman Paşa’nın hemen yakınında

.Hayatı

Hamil-i emanat-ı Sübhaniyye, cami’-i makamat-ı insaniye, mürebbî-i salikan-ı Rahmaniye el-Hac Ahmed Amiş el-Halvetî eş-Şa’banî-kuddise sırruhü- Hazretleri’nin ruh-ı şerîfiçün Fatiha.

Allah’ın emanetlerini taşıyan, insana mahsus makamları kendinde toplamış, Allah yolunda olanların yol göstericisi, Halvetîyye’nin Şabaniyye kolundan Hacı Ahmed Amiş Hazretleri’nin -Allah sırrını mukaddes kılsın- şerefli ruhu için Fatiha.

O, ebedîdir. Tek ve benzersiz yol gösterici Ahmed Hazretleri’nin temiz ruhuna (layık) yüce makam ilahî arşın gölgesidir, Allah’a kavuşanların yücesi ve velîlik feyzinin kaynasıdır. Bir’liğin sırrı temiz yüzünde görülürdü. Şaban-ı Velî yolunda zamanının en mükemmeli olup, hal ehline bir çok zaman irfan kıblesiydi. Ah! (Amiş), ilahî vahdet alemine yükseldi. Sonsuzluğun tecellî nurları içinde görünmez oldu. Onun yüzünün nurları kalbime neşe saçtıkça, önümde ölümsüzlük zevkinin şevkleri parlıyor. Bir’ligin cezbesiyle Sami tam tarih (ebced çeşidi) söyledim: “Cihanın biricik pîri Allah’ın cemalini seyredeceği gül bahçesine gitti.”

9 Mayıs 1920

(Hattat) Ömer Vasfi (yazdı)

 

Abdulbaki Baykara

İstanbul – Merkez Efendi ‘de Yenikapı Mevlevihanesinin hemen yanında yer alan Hamuşan Kabristanında

Yenikapı Mevlevihanesi ‘nin son şeyhi olan Meh­med Abdülbaki Efendi, Şeyh Mehmed Celaleddin Dede ile Meclis-i Zabtiye üyesi ve Mevlevilik tarikatına bağlı olan Mustafa Naili Efendi’nin kızı Nazife Zeliha Hanım’ın çocu­ğudur.

Dedesi, Yenikapı Mevlevihanesi‘nin tanınmış şeyhi Os­man Selahaddin Dede‘dir. Abdülbaki Dede küçük yaşta Mevlevi sikkesi giymiş ve on iki yaşında sema çıkarmıştır. Dedesi başta olmak üzere devrinin tanınmış isimlerinden Kur’an, Farsça, Arapça ve Mes­ nevi konusunda dersler almıştır.

Bunlar arasında Sütlüce Sadi Dergahı Şeyhi Hasirizade Mehmed Elif Efendi ve Mesne­vihan Mehmed Esad Efendi, Mesnevi konusunda Abdülbaki Dede’nin eğitiminde önemli bir yere sahiptir. Abdülbaki Efendi, babası Celaleddin Efendi’nin is­teğiyle ve Konya’daki Abdülvahid Çelebi’nin izniyle 1903 yı­lından itibaren Yenikapı Mevlevihanesi postnişinliğine vekalet etmeye, şeyh sikkesi giyip İsm-i Celal okutmaya ve sema ayini icrasına başlamıştır.

Babasının 1908 yılında Hakk’a yürümesi üzerine II. Abdülhamid’le iyi geçinmek isteyen Abdülhalim Çelebi, Abdülbaki Efendi’yi padişahın sevmediği Yenikapı Mevlevihanesi şeyhliğine atama konusunda tereddüt etti. Bu gerginliğin kaynağı, Abdülbaki Dede’nin dedesi Osman Sela­haddin Dede’nin şeyhliğinden beri Yenikapı Mevlevihanesi’nde özgürlükçü siyasi fikirlerin zemin bulmasıdır.

Ancak aynı yıl 31 Mart Olayı gerçekleşti ve II. Abdülhamid’in yerine Sultan V. Mehmed Reşad getirildi. Sul­tan Reşad’ın Abdülbaki Dede ile ilişkileri çok iyiydi. Bu ge­lişmeler sonucunda Abdülhalim Çelebi, yirmi beş yaşındaki Abdülbaki Dede’yi Yenikapı Mevlevihanesi’ne şeyh tayin etti.

il. Abdülhamid zamanında kundaklanan Yenikapı Mevlevihanesi, bu dönemde biraz nefes almıştır. Tadilattan ge­çen tekke Balkan Harbi ve I. Dünya Savaşı sırasında yaralılar için hastane olarak kullanılmıştır. Tekkenin dervişleri I. Dün­ya Savaşı sırasında kurulan Mevlevi Alayı’na katılmış, şeyh de binbaşı rütbesi ve komutan vekili olarak Şam’a gitmiştir.

Abdülbaki Dede erken bir yaşta Şevkiye Hanım ile evlenmiştir. Bu evlilikten Ahmed Gavsi ve Mehmed Celaled­din adındaki oğulları ve Fatma Kerra adında bir kızı olmuştur. Bu evlilik 1912 yılında son bulmuştur. Abdülbaki Dede, aynı yıl Doktor Mustafa Münif Paşa’nın üvey kızı Emine Güzide Hanım’la evlenmiştir. Bu evlilikten Osman Selahaddin Rüsuhi ve Nazife Gevher adındaki çocukları dünyaya gelmiştir.

1925 yılında tekkelerin kapanması üzerine Abdülba­ki Dede için dramatik bir hayat başlamıştır. Kütüphaneleri Tas­nif Komisyonu üyeliğinde bulunan şeyh, kısa süreliğine de İs­ tanbul Türk Ocağı’nın müdürlüğünü yapmıştır. Darülfünun ‘da Farsça hocalığına getirilmiş, ama 1933 üniversite reformu sı­rasında yerine Alman bir hocanın atanması sonucu yine işsiz kalmış, evini geçindiremez olmuştur.

1935 yılında kalp krizi geçiren ve Hakk’a yürüyen Abdülbaki Dede’ nin cebinden bir iş başvurusu çıkmıştır. Ab­dülbaki Dede, Yenikapı Mevlevihanesi’nde sırlanmıştır.

Aşcı Ahmed Dede

İSTANBUL – TOPKAPI ; MERKEZ EFENDİ KABRİSTANINDA YOL ÜZERİNDE

1828 yılında, Kandilli semtinde Mehmed Ali Efendi’nin oğlu olarak dünyaya gelen Halil İbrahim Efendi’nin babası eski bir Yeniçeri’dir. Yeniçeriliğin kaldırılması sırasında bir süre Kandilli’de saklanan Mehmed Ali Efendi, daha sonra yeni kurulan orduya katılmıştır.

Babasının askerlik görevi nedeniyle Halil İbrahim Efendi’nin çocukluk yılları akrabalarının yanında geçmiştir. Önce Kandilli Mahalle Mektebi’ne, ardından taş mektebe, daha sonra da Süleymaniye Rüşdiyesi’ne gitmiştir. Halil İb­rahim Efendi, bürokrat yetiştiren Süleymaniye Rüşdiyesi’ni bitirdikten sonra çeşitli iş imkanlarına rağmen orduda memu­riyete başlama kararı almıştır.

Halil İbrahim Efendi, ilk olarak Laleli’de bir Halveti Şeyhi olan Hasan Efendi’nin hizmetine girmiştir. Aynı dönem­ de Kuşadalı İbrahim Efendi’nin halifelerinden Kızıl Dede’ye karşı olan hayranlığını da gizlememiştir. Halil İbrahim Efen­di, Kızıl Dede’nin sohbetlerinde, şeyhi Hasan Efendi’nin de dostu olan Kasımpaşa Mevlevihanesi postnişini Hakkı Kadri Dede’yle tanışır.

Bir süre şeyhi Hasan Efendi ile Kasımpaşa Mevlevihanesi’ni ziyaret eden Halil İbrahim Efendi, zaman­la Mevleviliğe intisap etme kararı almış ve Hakkı Kadri Dede’ye biat etmiştir.

Burada semazen olan Halil İbrahim Efendi, Mes­nevi dersleri almış ve Kasımpaşa Mevlevihanesi’nde şeyhinin hizmetine girmiştir. Ancak Halil İbrahim Efendi’nin tekke­ ye devam etmesi, 1856 yılında önce Erzurum’a, ardından da Erzincan’a tayin edilmesiyle son bulmuştur. Halil Ibrahim Efendi, Erzincan’da Nakşiliğin Halidi koluna bağlı, “Terzi Baba” olarak bilinen Mehmed Vehbi Hayyat’ın halifeleriyle görüşmüş ve bunlardan Fehmi Efendi ile Nakşi usulüne göre seyr-i süluke başlamıştır.

Halil İbrahim Efendi, memuriyeti sırasında birkaç kez Erzincan ve İstanbul arasında gidip gelmiş, daha sonra bir doğunun Şam’daki çiftliğiyle ilgilenmek için istifa etmiştir. Ama burada tutunamamış ve İstanbul’a geri gelmiştir. Halil İbrahim Efendi mesleği ve ailesi nedeniyle Mevlevi çilesini çıkarıp “dede” olma fırsatı bulamamıştır, an­cak Nakşibendiliğin Halidi kolunda şeyhlik mertebesine kadar yükseldiği anlaşılmaktadır. Araştırmacılar, bu konuda kendisi­nin tıpkı şeyhi Fehmi Efendi gibi mütevazı davrandığını yazar.

İlerleyen yıllarda memuriyete geri dönen Halil İb­rahim Efendi, İkinci Ordu bünyesinde Edirne’de görev yaptığı sırada buradaki Mevlevihane’ye devam etmiştir. Halil İbra­him Efendi, gördüğü bir rüya üzerine Mevleviler tarafından dedelik makamına kabul edilmiş ve kendisine destarlı Mev­levi sikkesi tekbirlenmiştir. Halil İbrahim Efendi, Edirne Mevlevihanesi’nde ayin yönetecek kadar yükselmiştir.

Halil İbrahim Efendi’nin İstanbul’un tasavvufi kültürü konusundaki önemi, Risale-i Tercüme-i Ahval-i Aşcı Dede-i Nakşi Mevlevi başlıklı hatıratıdır. Hem Nakşibendilik­ ten hem de Mevlevilikten nasipli olan Halil İbrahim Efendi, Farsçadan dilimize bazı çevirilerde yapmıştır fakat en çok Aşçı Dede’nin Hatıraları adıyla yayımlanan eseri ile ünlüdür.

Eski İstanbul yaşantı­sı ve tarikat adabı alanında eşsiz bir kaynak olan Aşçı Dede’nin Hatıraları önce Reşad Ekrem Koçu tarafından yayımlanmış, ardından yine Koçu’nun İstanbul
Ansiklopedisinde madde konusu olmuştur.

Kaynak ; İstanbul’un 100 Sufisi , Ebru Erte , İBB Yayınları .

İdris Muhtefi (k.s.)

İstanbul – Kasımpaşa’da Kulaksız Kabristanında. Tersane tarafındanki kapıdan girdikten sonra Kuzeye doğru 300 metre solda. (google.map haritasındaki işaret tam olarak kabrinin olduğu yeri işaret eder)

Bugün Yunanistan’ın sınırları içinde bulunan Tırhala’da doğan İdris Muhtefi (k.s.) ; Hasan Kabaduz’dan sonra melami kutbu olarak tanınmıştır. Asıl adı Ali Rumi olan İdris Muhtefi ; küçük yaşta Veziriazam Rüstem Paşa’nın terzisi olan amcasının himayesinde iken, 1546 da Elfas seferine çıkan orduya iştirak etmiştir.Ordu Ankara’dan geçerken amcası ile Kutluhan’a uğrar ve bu köyde melemi şeyhi Hüsameddin Ankaravi ile görüşür. Bu görüşme de Ali rumi de kuvvetli bir sadakat ve istidat gören Hüsameddin Ankaravi , terzi Ali’yi yanına alır ve onun manevi terbiyesi ile bizzat ilgilenir. Mesleği Terzi olduğu için ; Hüsameddin Ankaravi Ali Rumi’ye ”İdris” mahlasını verir. Şan ve şöhretten uzak durması için ”Muhtefi” lakabını almıştır. ( Bir görüşe göre ; İdris Ali rumi Kutubluk makamına geçtikten sonra ; kendisini ve müridlerini devletin takibatından korumak faaliyetlerini son derece gizli yürüttüğünde dolayı ”Muhtefi” lakabını almıştır.)

İstanbul’a dönüp irşad faaliyetlerine başlayan İdris Muhtefi , bu görevini tanınmadan 46 yıl sürdürmüştür. Bir kaç defa hacca gidip gelmiş , aynı zamanda ticaretle uğraşmış ve bu amaç Filistin , Sofya, edirne ve Belgrada gidip gelerek hem ticari olarak zenginleşmiş hemde Melamiliğin bu bölgelerde yayılmasında etkili olmuştur. Daha sonra ticareti yakınlarına bırakarak Sultan Selim civarında (Mehmet Ağa camii yakınında) geniş arazisi olan bir ev alıp kendisini tamamiyle irşad ve rizayata vermiştir.

İdris Muhtefi hazretleri; Şeyhi Hüsameddin Ankaravi , İsmail Maşuki ve Hamza bali (k.s.) ile silsiledki bazı kutupların trajik ölümlerinde dolayı (idam) kendini gizlemiş ve meçhul olmak istemiştir. Tam bir melameti tavır ile hareket eden İdris Muhtefi , melamiliğe daha önce hiçbir melemi kutbunun öne çıkarmadığı bir yorum geitrmiştir. Kimi çevrelerde önde gelen eşraf, tanınıp bililnen , hürmet edilen servet sahibi bir tüccar ” Tüccar Ali Bey’ iken, madalyonun diğer yüzünde etkili vaazlar veren, semt semt cami cami dolaşan ve kısa zamanda hüsnü kabul gören sırlı bir Melami kutbudur. Söylenceye göre ; İstanbul’da Ali , Mekke’de Hasan , Medine’de Muhammed, Kahire’de İbrahim diye tanınan bir gizli hazine idi.

İdris Muhtefi’nin konağının altı çarşı olup dükkanları bağlıları tarafından çalıştırmaktaydı. Ayrıca Kırkçeşme’deki Peştemalcılar Hanı esnafı da ona tabi idi.  Onun faaliyetleriyle birlikte esnaf ve fütüvvet mensupları melami zümreleri ile tekrar bütünleşmiş ve Gölpınarlı’ya  onun zamanında Melamilik en parlak zamanını yaşamıştır.

İrşad hizmetini en parlak şekilde yapan İdris Muhtefi hazretleri bir süre sonra İstanbul’daki konuşmalarından ve vaazlarından ötürü diğer ulema ve meşayihin kıskançlığından kurtulamamış ; O dönemin en etkili isimlerinden Şeyh Sivasi Efendi bile , ”İdris denen bu adamın” küfre girdiğini tez zamanda yakalanıp icabına bakılmasını söylemiştir. Bu sebeple kısa zamanda İdris Muhtefi hazretleri hakkında ferman çıkar ve yakalanıp şer an idamı istenir.

Hatta bu olayla ilgili şöyle bir menkıbe anlatılır;

”Onun hakkında soruşturma yapmakla vazîfelendirilen Tercüman Yunus Tekkesi  Şeyhi Ömer Efendi, iyi halleriyle ve akıllı bir kimse olarak tanıdığı Hacı Ali Beyi  dâvet etti. İdris-i Muhtefî hakkında bâzı şeyler sordu ve onun bozuk inanış ve hareketlerinden bahsederek; “Şehrimizde büyük bir fitne peydâ oldu. Hiçbir yolla mâni olunamadı. Netice nereye varacak bilemiyoruz. Ali Bey bu hususta sizin görüşünüz ve düşünceniz nedir acabâ? Bu fitne nasıl bertaraf edilebilir. İdris derler bozuk îtikâtlı ve sapık bir kimse ortaya çıkmış. Sözleri ve hareketleri sebebiyle katl edilmesi gereken bu kimse nice müslümanın dalâlet ve sapıklık çukuruna düşmesine sebeb olmuş, başına topladığı serseri kimselerden olan bir gürûhla birlikte fitnelerini yaymaktaymış. Bu zamâna kadar ne kendisi, ne de etrâfındakilerden kimse ele geçirilemedi. Bu hususta sizin bildiğiniz bir şey var mı, yardımınız olur mu?” dedi.

Ömer Efendinin sözü bitince söz alan Hacı Ali Bey; “Siz hiç o adamı gördünüz mü? Dediğiniz halleri o kimse sizin huzûrunuzda îtirâf etti mi? Yâhut o kimsenin halleriyle ilgili olarak size kesin bir bilgi ulaştı mı?” diye sordu. Ömer Efendi ve yanındakiler bu sorulara “Hayır” diye cevap verdiler. Hacı Ali Bey tekrar söz alıp; “O halde hakkında kesin bilgi sâhibi olmadığınız bir müslüman hakkında bu derece iftirâ ve taşkınlık edilmesinin sebebi nedir?İşte sizin bahsettiğiniz ve hakkında pekçok şeyler söylediğiniz kimse benim. İsmim Ali, lakabım İdris’tir. Beni nasıl bilirsiniz? Bu söylediğiniz haller bende var mıdır?” deyince, Ömer Efendi söylediklerine tövbe edip pişman oldu. Hacı Ali Beyden özür diledi ve helallığını istedi. Söze devâm ederek; “Ben sizi salâh, iyi hal ve takvâda yâni haramlardan sakınmak husûsunda üstün bir zât ve pîrim, azîzim makâmında bilirim. Sizden bu anlatılanlar doğrultusunda ne bir söz işittim, ne de bir hareket gördüm.” dedi. Hacı Ali Bey; “O halde meseleyi böylece bilin. Hakkında kesin bilgi sâhibi olmadığınız kimseler hakkında uygunsuz konuşulmasına müsâde etmeyin.” dedi. Ömer Efendi ve yanındakiler pâdişâha, anlatılanların aslının olmadığını bildirdiler. Böylece bir fitne ve iftirâ ateşi söndürülmüş oldu.

Buradan da belli olduğu gibi ; gerek Abdulmecit Sivasi’nin gerkese  Ömer Efendi’nin İdris Muhtefi hakkındaki suçlamaları esasen bir bilgiye değil dedikoduya dayanmaktadır. Hatta İdris Muhtefi, kendisiyle ilgili suçlamalar sebebiyle Sivasi Efendi’yi şikayet etmiş ve bunun üzerine mensuplarından Sadrazam Halil Paşa tarafından Sivasi Efendi Bursa’ya sürgüne gönderilmiştir.

46 yıl süren irşad vazifesi sonrasında 1615 yılında 83 yaşında büyük ve müeddep bir melamet kutbu olarak hakkın rahmetine kavuştur.

İrşad faaliyetleri sırasında evine her gün 50-60 mürid ve ziyaretçinin geldiği, yaklaşık 24.000 müridinin bulunduğu ve cenazesinde 40.000 kişinin hazır bulunduğu kaynaklarda zikredilir. Bu rakamlar dikkate alındığın, Hazreti Muhtefi’nin ne büyük bir gizlilik ve müessiriyet içerisinde irşad faaliyetlerini yürüttüğün anlamak mümkün olur. Hatta  Hüseyin Vassaf’ın kaydına göre , baba-oğul-kardeş kendisinin bağlısı olduğu halde Hazretin cenazesine katılıp birbirlerini teşhis edinceye kadar birbirlerinin bağlılığında haberdar olmamışlardır.

Kabir taşında şunlar yazılıdır; 

Rıhlet Etti ol aziz-i muhterem
Ravza-i cennat-ı Adn ona harem

Rahmet olsun dediler cümle ümem
Namıdır Hacı Ali Ali Himem

Hem Rebiülevvel ayın ahiri
Bin yirmi dört idi sal-i rakam

<p>

Kaynaklar
durrezzak Tek , Melamet Risaleleri , Emin Yayınları , 2007
Mehmed Hakan Alşan , Anadolu Erenleri Melamet Hırkası , Kurtuba Yayınları , 2012
Ali Bolat , Melametilik , İnsan yayınları , 2011
Abdülbaki Gölpınarlı , Melamilik Ve Melamiler , Milenium Yayınları , 2011
Türkiye Gazetesi , İstanbul Evliyaları cilt 1
</p>

Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde. Kanuni sultan Süleyman Han’ın Türbe-i şerifinin hemen önünde

“Beynelmilel şöhrete sahip, nâdirü’l-emsâl, meşhur bir İslâm alimi, gerçek bir âbid ve zâhid, cihâd-ı ekberi ve cihâd-ı küffârı bihakkın eda etmiş örnek bir mücahid, turuk-ı aliyyemiz silsilelerinde kendi adına özel bir şube teşkil edecek kadar ileri mertebede bir şeyhler şeyhi, aşkın en yüksek tasavvufî makam olduğuna dair bir eser yazmış olmasına rağmen, şöhret ve şatafata kapılmamış, ilm-i zâhiri ve ilm-i bâtını, tasavvufu, tarikati ve şeriati beraber götürmüş, ehl-i sahh ve ehl-i temkinden, çok ciddi ve çok vakur bir ârif-i kâmil; yüzden fazla kâmil mürebbî ve halife yetiştirmiş bir mürşid-i kâmil ve mükemmil, nice nice hadis, kelam, fıkıh ve tasavvuf eseri yazmış çok velud bir müellif; muhaddis, mütekellim, fakih, kutbu’l-aktâb, gavsü’l-vâsılîn” Ahmed b. Mustafa b. Abdurrahman el-Gümüşhânevî 1228/1813 senesinde Gümüşhane’nin Emirler Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir.

Ondokuzuncu yüzyıl gibi Osmanlı Devleti’nin çalkantılı, buhranlı bir devrinde yaşamış olan Gümüşhânevî hazretleri; tarikat anlayışı, tekkesi, irşat hususiyeti, bir milyondan fazla müridi, padişahlar nezdindeki nüfuzu, tasavvuf, fıkıh ve hadise dair eserleri ve dünyanın çeşitli bölgelerine gönderdiği 116 halifesiyle günümüzde de halen canlılığını muhafaza eden bir tesir ve şöhrete sahiptir.

YETİŞMESİ

Gümüşhânevî hazretlerinin çocukluğundan beri ilim tahsiline ayrı bir merak ve kaabiliyeti vardır. Beş yaşında Kur’ân-ı Kerîm’i hatmeder, sekiz yaşına geldiğinde iseKasâid, Delâil-i Hayrât ve Hizb-i A’zâm adlı eserleri hatmedip icazet alır.

On yaşlarına geldiğinde ailesiyle birlikte Trabzon’a göç eder. Ağabeyinin askere gitmesiyle yalnız kalan babasına işyerinde yardım etmektedir ama bir taraftan da o yörenin alimlerinden sarf, nahiv ve fıkıh dersleri almaya başlar. Hem ilim tahsili hem ticari işler altında ezilmesinden endişe eden babası, ağabeyi askerden gelince onu İstanbul’a Dârü’l-Ulûm’a göndermeye söz verir. O da bunun sevinciyle bir taraftan derslerine devam eder; hıfzını tamamlar, bir taraftan da eli ile ördüğü para keselerini satarak ileride ihtiyacı olacak parayı biriktirmeye başlar.

Düşündüğü, hayal ettiği ve en çok arzuladığı şey ise mâsivâdan soyutladığı bedenini yalnızca ilim tahsiline hasretmektir.

İLİM TAHSİLİ

18 yaşlarına geldiğinde ticari alış-veriş için amcasıyla İstanbul’a gelir. Babasının verilmiş bir sözü vardır, ağabeyi de askerden dönmüştür. Bunları göz önünde bulunduran genç Ahmed, gerekli malzemeleri satın alıp amcasına teslim ettikten sonra Trabzon’a onunla dönmeyeceğini, ilim tahsili için artık İstanbul’da kalmaya karar verdiğini uygun bir dille anlatır. İhtiyaçları için biriktirdiği bir miktar parayı da, kendisine hiç pay ayırmadan babasına gönderir.

“Yardımcı ve dost olarak Allah bana yeter.” diyerek İstanbul’da hiç bir tanıdığı, yanında da tek kuruş parası olmadığı halde Rabbi’ne tam bir teslimiyet ve tevekkül duygusu içinde Bayezid Medresesi’nde yapayalnız kalır. Burada bir velînin mânevî murakabesinde Hikmet, Ahbâr, Tasavvuf ve Fen gibi aklî-naklî ilimleri tahsil eder. Bu zâtın vefatının ardından Mahmudpaşa Medresesi’nde bir hücreye yerleşerek kendisini ilme verir.

Çocukluğundan beri hep Şeyh Salim, Şeyh Ömer el-Bağdâdî, Şeyh Ali el-Vefâî ve Şeyh Ali gibi şeyhlerin dizi dibinde olan Gümüşhânevî (ks.), mânevî bir olgunluk içerisindedir. Bir gece Süleymaniye Camii ile ilgili dehşetli ama bazı mânevî müjdelere de işaret eden bir rüya görür. Bu rüya Süleymaniye menşeli Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin (ks.) yine Süleymaniye menşeli Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî’yi O’nun irşadı ile görevlendirmesi ve nihayet kendi türbesinin de Süleymaniye Cami-i Şerîfi avlusunda bulunmasıyla geniş tabirini bulmaktadır. Mahmudpaşa Medresesi’nde Sultan Abdülaziz, Abdülmecid ve II. Abdülhamid’in hocası Abdullah el-Mekkî el-Erzincânî’nin halifesi ve daha sonra kendisine intisap eden Şehri Hafız Muhammed Emir el-İstanbulî ile Erzincanlı Nakşî Şeyhi Kürd Hoca namıyla bilinen Abdurrahman el-Harpûtî’den ders okumuştur. Bu hocaların rahle-i tedrisinde gerekli ilimleri tahsil ederek İstanbul’daki 13 yıllık tahsil hayatı sonunda 1844’de icazet almıştır.

Şer’î ve zâhirî ilimleri, padişah ve saray hocalarının ders halkasında tamamlayan, icazet almadan önce ardadaşlarına ders verebilecek kadar başarılı olan Gümüşhânevî hazretleri, icazet aldıktan sonra Bayezid ve Mahmudpaşa medreselerinde müderrisliğe başlar. Bir yandan geceli gündüzlü 30 yıl sürecek olan ilmî eserler tertip ve telîfine çalışırken bir yandan da gittikçe ders halkasını genişletir.

TASAVVUFA İNTİSABI

Gümüşhânevî hazretleri, şer’î ilimlerde zirvede iken, bâtınını teslim edip gönül bağlayabileceği, kâmil bir mürşit arayışı içine girmiştir. Bu sıralarda, 1845’de İstanbul’a gelip yerleşen ve Üsküdar Alacaminare Tekkesi’nde tarikat neşrine çalışan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin İstanbul halifelerinden Abdülfettah el-Ukarî (v. 1281/1864) ile bir sohbet meclisinde tanışır. Kendisine intisap etmek isteyen Gümüşhânevî’nin bu arzusunu ileride gelecek olan bir zâtın buna izinli olduğunu söyleyerek kabul etmez.

Nihayet bir gün Abdülfettah Efendi’nin bulunduğu tekkede kendisi için önceden tayin edilmiş ve yalnızca kendisinin mânevî irşadıyla görevli olarak İstanbul’a gönderilmiş bulunan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin bir başka halifesi Trablusşam Müftüsü diye anılan Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî ile karşılaşır ve ona intisap eder. Onun mânevî murakabesi altında seyr u sülûkünü tamamlar.

İki yıl aralıkla iki defa halvete giren Gümüşhânevî, ikinci halveti müteakip 1848’de şeyhi Ervâdî’den Nakşibendiyye, Kâdiriyye, Kübreviyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye, Şâzeliyye, Desûkiyye, Halvetiyye, Müceddidiyye, Mazhariyye, Rifâiyye, Hâlidiyye tarikatlerinden hilâfet-i tâmme ile icazet alır. Bu ledün ilmi alış verişi 16 yıl sürer. Kendileri artık mânevî ilimlerin de bir zirvesi olmuştur.

Pek çok meşayihin mânevî bir işaretle varlığını öğrendikleri mürşitlerini arayıp bulmak için diyar diyar gezdikleri ve uzun yolculuklar yaptıkları bilinir. Gümüşhânevî hazretlerinde ise tamamen farklı bir durum sözkonusudur. Şems-i Tebrîzî’nin Mevlânâ’yı arayıp bulmasında olduğu gibi Ervâdî’nin de Şam’dan İstanbul’a kadar gelerek Gümüşhânevî’yi irşat etmesi onun ileride Hâlidiyye Tarîkati içindeki yerinin önemine ve değerine işaret etmektedir.

Ervâdî hazretleri, 1858 senesinde Şam’da bu dünyadan ayrılır. Şeyhinin tavsiyesi üzerine Gümüşhânevî, onun vefatı ardından Abdülfettah Efendi’yi sohbet şeyhi ittihaz eder. Bu bağlılığını kendisi Cağaloğlu’nda, Ukarî hazretleri de Üsküdar’da olduğu halde haftada bir defa karşılıklı ziyeretlerle devam ettirir. Gümüşhânevî, Hâlidî âdâbına riayet ederek, bu zâtın vefatına kadar müstakil hareket etmekten sakınmış ve böylece Mevlânâ Hâlid’in İstanbul halifelerinde bulunmasını istediği en kıdemli halifeye uygun hareket etme esasına riayet etmiştir.

1864’de Abdülfettah Efendi’nin âhirete göçmesine kadar tarikat neşrinden daha çok ilmî çalışmalarda bulunmuş, kitap çalışmalarının tamamını bu tarihe kadar tamamlamıştır.

1864’de başladığı haftalık sohbetlerde Râmûzü’l-ehâdîs’in şerhedilmesi ve yorumlandırılması ile Levâmiu’l-ukûl adlı eserini meydana getirmiştir. 16 yıl müridlerine Nakşibendiyye ve Hâlidiyye usûlü zikir tâlim etmiş ve Hatm-i Hâce zikri icra eylemiştir.

Bu dönemden sonra artık irşat faaliyetlerine de hız vermiş, pek çok talebe yetiştirmiştir.

Onun bu ilmî seviyeye gelmesinde etkili olan hocalarından Şehri Hafız Muhammed Emin el-İstanbulî ilk önce Abdullah-ı Mekkî hazretlerinden hilafet aldığı halde daha sonradan Ervâdî hazretlerinden Hâlidî Tarikati üzere irşat icazeti alan talebesi Gümüşhânevî’ye intisap etmiştir. Hocalarından bir diğeri de belirtildiği gibi Kürt Hoca diye meşhur olan Abdurrahman el-Harpûtî’dir.

SEYAHATLERİ VE EVLİLİĞİ
Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleri, ömründe iki defa hacca gitti. Birinci yolculuğunda İskenderiye ve Mısır’a uğradı. Buradaki enbiyâ ve evliyâ kabirlerini ziyaret etti. Bir buçuk ay süren bu ziyaretinde Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin sohbetiyle şereflenenlerden Küçük Âşık Efendi ile sohbette bulundu. İlk haccından sonra 63 yaşında iken Şeyhülharem-i Nebevî Mehmed Emin Paşa’nın kızı Havva Seher Hanım’la evlendi. Hanımı kendisinden 18 sene sonra bu dünyadan ayrıldı.

İkinci hac yolculuğuna ailesiyle beraber çıkmış, Mekke ve Medine’de pek çok kişi ile görüşmüştür. Bunlardan bazılarına hadis okutmuş, bazılarına da tarikat telkininde bulunmuştur. Hac dönüşünde Mısır’a uğramış ve burada üç yıldan fazla kalmıştır. Bu süre zarfında Tanta, Kahire, Nâsıriyye, Câmiu’l-Ezher ve Seyyidinâ Hüseyin câmilerindeRâmûz okutmuş, beş kişiye de tarikat hilâfeti vermiştir.

VEFATI
Gümüşhânevî hazretleri, 7 Zilkâde 1311/13 Mayıs 1893 senesinde sabahleyin saat on sularında ansızın gözünü açıp “Hepsini isterim yâ Kibriyâ’!” diyerek dâr-ı bekâya irtihal eylemiştir. Kabri, Süleymaniye Camii avlusunda Kânûnî Sultan Süleyman Türbesi’nin kıble tarafındadır. Yanlarındaki kabirde zevceleri Havva Seher Hanım yatmaktadır.

Mehmed Nuri Şemseddin Nakşibendi (k.s.)

İstanbul- Beşiktaş’da Yahya Efendi Dergahında

Mehmed Nuri Şemseddin Nakşibendi hazretleri ; Abdülkadir Geylani hazretlerinin onbeşinci batın evladlarından olup, Kastamonu ilinin Ayvalı kasabasından Emirzadelerden Şehid Seyyid Hüseyin efendinin oğludur. H. 1216 yılında , İstanbul’da doğmuşlar ve tahsil çağına girdiklerinde, evleri yakınında bulunan Mercanağa mektebinde Kur’an’ı öğrenmeye başlamıştır.

H. 1230 yılında 14 yaşlarında iken Hafız olmuş ve 1231 yılında Beyazıd camii şerifinde ders veren Baltacı namıyla anılan Hasan Efendi’den Sarf, Nahiv ve mantık ilmi öğrenmeye başlamıştır. H. 1242 yılında hacca gitmiş ,dönüşte Süleymaniye camii alimlerinde Şehri Hafız efendi olarak ünlenmiş İstanbullu Hafız Mehmed Efendi’den derslerine devam etmiştir. Ve daha bir çok hoca efendiden de dersler almıştır.

H. 1232 yılında ; Kayseri’nin tanınmış evliyâlarından ve Nakşibendiyye yolunun büyüklerinden olan Şeyh Mehmed Saîd Efendi,  hocası Şeyh Ahmed Behcetî el-Kayserî ile birlikte İstanbul’a geldi. Bir süre sonra Mehmed Nûri Efendi ile karşılaştılar. Şeyh Ahmed Behcetî Efendi, talebesi Mehmed Saîd Efendiye; “Bu genci, sen yetiştireceksin. Ümmet-i Muhammed’den birçoğu, onun vesîlesiyle doğru yolu bulacaklar.” dedi. Bundan sonra Mehmed Saîd Efendi, uzun süre Mehmed Nûri Efendiyi göremedi. On sekiz sene sonra bir Ramazân-ı şerîf ayında, vâz ve nasîhat etmek için İstanbul’a gelen Mehmed Saîd Efendi, hocasının işâret buyurduğu zamânı bekledi. 1248 senesi Ramazân-ı şerîf ayında, Mehmed Nûri Efendi, Mehmed Saîd Efendinin huzûruna gelerek, kendisini talebeliğe kabûl etmesini ricâ etti. Mehmed Saîd Efendi, hocasının işâreti üzerine onu talebeliğe kabûl etti. Mehmed Nûri Efendi, 1252 senesine kadar tasavvuf yolunun edebini ve esaslarını öğrendi , hilafet ve velayet rütbesine ulaşmıştır.

H. 1256 yılında mürşidleri Mehmed Said Efendi , II. Mahmud tarafından Hacı Bektaş-ı Veli Dergahının meşihatı görevi verilmiş; birlikte Kırşehir’e gitmişler , üç ay orada kaldıktan ve mürşidi ile kırk gün çile çektikten sonra irşad vazifesi ile görevlendirilip İstanbul’a gönderilmiştir. İstanbul da Uzunçarşı başında bulunan evlerinde tarikat saliklerini ve hakikat arayanları irşada başlamışlardır.

Beşiktaş ‘da medfun bulunan Mevlana Yahya Efendi hazretlerinin türbedarı Şeyh el- Hac Ali Efendi’nin vefatı üzerine onun yerine türbedarlığa tayin olmuş aynı zamanda da Nusretiye camiinde Şifa-ı şerif dersleri vermektedir.

Beş sene Yahya Efendi türbesinde müridlerine irşada devam etmiştir. Menar , Mülteka ve tarikat-ı Muhammediye’yi ders olarak okutmuşlardır. H. 1257 yılında ikinci defa hacca gitmiştir.

İstanbul’a döndükten sonra H. 1282 senesi Şevval ayına kadar 25 yıl daha irşad makamında bulunmuştur.

H. 1282 Şevval ayının ondördüncü gecesi sayılı nefeslerini tamamlayarak Dergah-ı Rabbül izzete yürümüşlerdir. Cenaze namazları, Beşiktaş daki Sinan Paşa camii kebirinde meşayih , ulema ve çok  kalabalık bir cemaatle kılındıktan sonra Yahya Efendi dergahında sırlanmıştır.

Mehmed Nûri Efendinin herşeyi, dîn-i İslâma ve sünnet-i seniyyeye uygun idi. Güzel tabiatlı, zâhid, cömert ve kâmil bir zât idi. Çok talebe yetiştirdi.

Buyurdu ki: Şu hususa çok dikkat etmelidir. Babadan kalmış veya bir kolayını bulup gelir temin etmek gâyesiyle bir dergâh ele geçirmiş kimseler vardır. Bunlar tasavvuf yolunda, bâzı kitap ve risâleleri okuyarak âriflik iddiâ ederler. “Şeyhiz” diyerek, insanlara doğru yolu göstermek isterler. Fakat kendileri doğru yolun hangisi olduğunu bilmezler. Böyle kimseler kör bir insan gibidir. Bunların talebeleri de kör olur. Bunların, eninde sonunda tehlikeli bir uçuruma düşmelerinden korkulur.

Bir başka grub daha vardır ki, bunların ne gusl abdesti, ne abdesti, ne namazı, ne de oruçları vardır. Her türlü yasakları mübâh derecesinde işlerler. “Bizim guslümüz ezelîdir. Abdestimiz o zaman alınmıştır. Namaz ve oruçlarımız o zaman edâ olmuştur”, “Biz cemâl âşıkıyız. Bizim Cennet ve Cehennemle işimiz yoktur” derler. Bu gibi kimselerden uzak olmak lâzımdır. Bu kimselerden uzak kalmak, Allahü teâlâya yakın olmaktır. Bu gibiler pisliğe batmışlardır. Yanlarına varanlara pislik bulaşır.

Bir hoca, ilim öğrenmek isteyen talebesine şu beş şeyi emreder: 1) Devamlı abdestli olmak, 2) Farz namazları, cemâati terk etmeyerek vaktinde kılmak, 3) Kazâya kalmış namaz ve oruç borcu varsa, onları da en kısa zamanda tam olarak edâ etmek, 4) Yalan söylemekten ve dedikodu etmekten son derece çekinmek ve sakınmak, 5) Hiç kimsenin aleyhinde olmayıp, kendi kusurlarının affedilmesi için duâ ile meşgûl olmak.

Nûri Efendinin yazmış olduğu risâlelerden bâzıları şunlardİr: 1) Miftâh-ul-Kulûb, 2) Murâkabe, 3) Tasavvuf Yolunun Şartları, 4) Vasiyetnâme, 5) Pendiye, 6) Evrâd-ı Fethiyye Evrâd-ı Behâiyye.

Veli Dede – Edirne

Edirne – Lari camii karşısında Veli Dede Tekkesinde

Veli dede ile ilgili olarak kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Mezar taşında ; ” Gülşeniyye tarikatı şeyhleri büyüklerinden himmet ehlinin kutbu ve asrın en seçkin Veli Dede Efendi” yazar. 1043/1631 tarihinde vefat ettiğinde şeyhi olduğu tekkenin yakınındaki Lari caminin karşısındaki türbesinde sırlanmıştır. Söz konusu tekkeye Veli Dede’den sonra 1049/ 1637 yılında oğlu Mehmed Efendi (ö. 1070/ 1659) postnişin olmuştur.

Uzun yıllar harap halde olan türbesi , Edirne valiliği tarafında restore edilmiştir. Allah onardan razı olsun.

Mehmed Efendi
Mehmed Efendi, Gülşeni Veli Dede‘nin oğlu olup, Edirne’de dünyaya gelmiştir. İlim ve irfan tahsilini tamamladıktan sonra Gülşeniyye tarikatı meşayihinden, Süleymaniye Küçük Pazarı’ndaki Şah Melek Zaviyesi şeyhi Kutub Efendi’ye inabet etmiş ve tarikat adabını kesbe himmetini sarfederek babasının makamına postnişin olmuştur. Bu hal ile günlerini geçirmekte iken 1070/ 1659 tarihind vefat etmiş ve Lari Camii yakınında olan babasının türbesine defnolunmuştur.

Meşhur şair Karni Efendi’nin babası Şeyh İbrahim Gülşeni bu zattan icazet almıştır. Vakayi’u’l-Fuzala’nın beyanına göre, Mehmed Efendi Kutub Efendi’den, onlar da Hamdi Efendi’den, onlar da Seyyid Salih Efendi’den, onlar da babası Seyyid İbrahim Efendi bin Seyyid Hasan Efendi’den, onlar da eniştesi Şeyh Muhyiddin Efendi’den, onlar da babası olan Seyyid Hasan Efendi’den, onlar da büyük kardeşi Şeyh Ali Sükuti Efendi’den, onlar da babası Seyyid Ahmed Hayali Efendi’den, onlar da büyük nazar sahibi olan babası Pir İbrahim Gülşeni’den feyzyab olmuştu

İbrahim Efendi
İbrahim Efendi, Gülşeni Veli Dede’nin ikinci oğludur. 1107/ 1695 tarihinde Lari Camii karşısında Veli Dede Dergahı postnişinliğinde bulunduğu sırada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir Edirne ulemasından Faizi Efendi irtihfiline şu tarihi tanzim etmiştir:
Gelüb didi birisi kudsiya’nın Fayiza tarih
Revan oldı gülizar-ı cinona Gülşenizade.

Kaynak ;
Dr. Selami Şimşek , Edirne’de Tasavvuf Kültürü , Buhara Yayınları , 2008

La’li Muhammed Fenayi (k.s.)

Edirne – Kavaklı Tekke sokakta yer alan Hasan Sezai Tekkesinde .

La’li Muhammed Efendi , aslen Kastamonulu olup , tahsilini tamamladıktan sonra Edirne’ye gelerek Gülşeni Şeyhi Şeyh Mehmet Sırri Efendi’nin meclisine katılmış ve tarikat adabını öğrenmiştir. Daha sonra Mehmed Sırri Efendi’nin irtihaline ve işaretine mahsuben ; İstanbul’a gelip Sümbüliyye Şeyhi Şeyh Alaeddin Efendi’ye intisap ederek seyr-ü sülükunu tamamlamış ve bir erbain çıkarmıştır.

La’li Efendi İstanbul’da aynı zamanda ; Balat Şeyhi Seyyid Hasan Nuri Efendi ve Manisa Şeyhi Hasan Kenzi vs ile de hemdem olmuş ,onlardan da hilafet almıştır. Yani sümbüliyye tarikatından başka , Şabani , Uşaki , Celveti ve Nakşi tarikatlarından da icazet alır. Sonra Edirne’ye dönmüş ve Şeyh Şücaeddin Dergahına postnişin olmuştur. Bir süre sonra Hicaz gitmiş ve bir çok şeyh efendiyle görüşmüş. Hicaz’dan döndükten sonra da Edirne de Kutbi Efendizade Seyyid Ali Efendi’den boşalan Şah Melek zaviyesine postnişin olmuştur.

En önemli halifesi Hasan Sezai hazretleridir. İbrahim Gülşeni hazretlerinin Mesnevi-i Manevi’sinin başlarına arifene bir şerhi vardır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen La’li Efendi 6 sene şeyhlik yaptıktan sonra Zilhicce 1112 / mayıs 1701 senesinde 110 yaşlarında vefat etmiştir.

Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Dr. Selami Şimşek , Edirne’de Tasavvuf Kültürü , Buhara Yayınları , 2008