Macaristan – Budapeşte’de. ( haritadan tam konumunu görebilirsiniz.)
XV. yüzyıl sonlarıyla XVI. yüzyıl başlarında yaşamış şair bir Bektaşi dervişidir. Doğum tarihi bilinmiyor. Asıl adı Cafer’dir. Külahında daima bir gül taşıdığı için ” Gül Baba, Gül Dede ” lakabıyla tanınmıştır. Evliya Çelebi’ye göre Merzifonlu , yeni belgelere göre de Isparta İli Uluborlu İlçesinin İlegüp köyündedir. 1531 yılında Kanuni Sultan Süleyman’ın daveti üzerine Budin’e gönderilmiş , bir tekke kurmuş , Bektaşi hoşgörüsü ile kısa zamanda Buda ( Budin) halkının sevgilisi haline gelmiştir. 1541 yılının 1 Eylül günü Budin de şehit düşmüştür. 2 eylül 1541 günü Şeyhülislam Ebusuud Efendi’nin kıldırdığı cenaze namazına Kanuni sultan Süleyman da katılmış, Budapeşte’de bugün türbesinin bulunduğu yere gömülmüştür. Türbenin bulunduğu tepeye ” Gültepe-Rozsadomb” adı verilmiş, yanında Gül Baba Bektaşi Tekkesi yaptırılmıştır.
Gül Baba’nın sekizgen türbesi , 1543 – 1548 yılları arasında, Budin Beylerbeyi Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış, bir süre Şapel olarak kullanılmıştır. Sultan Abdülaziz’in 1867 yılındaki ziyaretinden sonra 1885’te türbeye dönüştürülerek mimar Lajos Grill tarafından onarılmıştır. 1916’da Macar Prof. I. Muller tarafından restore edilmiştir. II. Dünya savaşında ağır hasara uğrayan türbe 1963 yılında Türk – Macar hükümetlerinin işbirliğiyle Kültür Bakanlığı Güzel sanatlar Müdürlüğünce ilk yapıldığı güzellikte restarasyonu tamamlanmıştır.
Misali mahlasıyla şiirler yazan Gül Baba’nın eserleriyle ilgili Miftahü’l Gayb ve Güldeste adlı yazma eserler bulunmaktadır. Danimarkalı Andersen ve Macar besteci J. Huszka, Gül Baba’dan ilham alarak edebiyat ve müzik eserleri yazmışlardır. Türkler kadar Macarlar tarafından da ziyaret edilen türbe, Orta Avrupa’da fonksiyonunu yitirmeden türbe olarak kalan önemli bir türk eseridir.
Bolu – Göynük ilçe merkezinde Süleymanpaşa camii yanında
Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza’dır. Ancak Akşemseddin veya kısaca Akşeyh adıyla şöhret bulmuştur. 792 (1390) yılında Şam’da doğdu. ‘Avarifü’1-ma’arif sahibi Şeyh Şehabeddin Sühreverdi’nin (ö 632/ 1234) torunların dan Şeyh Hamza’nın oğludur. Baba tarafından nesebi Hz. Ebu Bekir’e kadar uzanmaktadır. Yedi yaşlarında babasıyla birlikte Anadolu’ya gelerek o zaman Amasya’ya bağlı olan Kavak ilçesine yerleştiler ( 7 9 9 / 1396-97 ) Kur’an’ı ezberleyip kuvvetli bir dini tahsil gördükten sonra Osmancık Medresesl’ne müderris oldu. Yine bu arada iyi bir tıp tahsili yaptığı da anlaşılmaktadır. Hayatı hakkında en geniş ve doğru bilgilerin yer aldığı Enisi’nin Mendkıbname’sine göre “ilm-i batın lezzeti dimağından gitmediği için”, tahminen yirmi beş yaşlarında iken kendisine bir mürşid aramak üzere Fars ve Maveraünnehir’e doğru yola çıktı; ancak arzusunu gerçekleştiremeden geri döndü. Bazı tavsiyeler üzerine Hacı Bayram-ı Veli’ye intisap etmeyi düşündüyse de vazgeçti ve şöhreti Anadolu’ya kadar yayılmış bulunan Zeynüddin El Hafi’ye intisap için Halep’e gitti. Fakat bir gece rüyasında, boynuna takılı bir zincirin Hacı Bayram’ın elinde olduğunu görünce Ankara’ya döndü. Akşemseddin hakkında bugüne kadar en geniş araştırmayı yapmış bulunan A. İhsan Yurd, Akşemseddin’in Def’u meta’in adlı eserinde Zeynüddin El-Hafı’ye açıkça tarizde bulunduğuna dikkati çekerek tenkit ettiği bir kimseye intisap etmeyi düşünmesinin mümkün olamayacağını belirtmekte ve onun doğrudan doğruya Hacı Bayram’a bağlandığını kaydetmektedir.
İntisap tarihi belli olmayan Akşemseddin sıkı bir riyazet ve mücahededen sonra kendisini takdir eden şeyhinden kısa zamanda hilafet aldı. Akşemseddin’in içinde çileye girdiği hücre bugün de Ankara Hacıbayram Camii bodrumunda mevcuttur ve şeyhin adıyla anılmaktadır.
Daha sonra şeyhinin yanından ayrılarak Beypazarı’na gitti, burada bir mescid ve değirmen inşa ettirdi. Fakat halkın büyük rağbet gösterip etrafına toplanması üzerine günümüzde Çorum’a bağlı olan iskitip kazasında Kösedağı civarın daki Evlek köyüne çekildi. Bir süre sonra buradan da ayrılarak Göynük’e yerleşti ve orada da yine bir mescidle değirmen yaptırdı. Bir yandan çocukları nın, diğer yandan da dervişlerinin talim ve terbiyeleriyle meşgul oldu; bu arada hacca gitti. Şeyhi Hacı Bayram-ı Veli’nin vefatından sonra onun yerine irşad makamına geçti (833 / 1429-30)
Akşemseddin, şeyhi Hacı Bayram’ın II. Murad’la münasebetlerinde hemen daima yanında olduğundan oğlu II. Mehmed ile de tanışmış ve tahta çıktıktan sonra da onunla görüşmeye devam etmişti. Tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber İstanbul’un fethinden önce iki defa Fatih’in yanına Edirne’ye giden Akşemseddin, ilkinde II. Murad’ın kazaskeri Çandarlıoğlu Süleyman Çelebi’yi, öbür defasında da Fatih’in kızlarından birini tedavi ederek iyileştirmiş, Fatih’in kızı da kendisine Beypazarı’ndaki pirinç mezraalarını vermişti. Fatih 1453 yılı baharında istanbul’u muhasara etmek üzere ordusuyla Edirne’den yola çıkınca Akşemseddin, Akbıyık Sultan ve devrin diğer tanınmış şeyhleri de yüzlerce müridleriyle ona katıldılar. Akşemseddin kuşatmanın en sıkıntılı anlarında gerek padişahın gerekse ordunun manevi gücünün yükseltilmesine yardımcı oldu. Araştırmacılar, Akşemseddin’in bu sıkıntılı anlarda zaferin yakın olduğu müjdesini vererek sabredip gayret göstermesi gerektiğine dair Fatih’e yazdığı mektupların fethin kısa zamanda gerçekleşmesinde büyük bir tesiri olduğu nu belirtmektedirler.
Fetihten sonra Ayasofya ‘da kılınan ilk cuma namazında hutbeyi Akşemseddin okuduğu gibi, İslam ordularının daha önceki kuşatmalarından birinde şehid düşmüş olan sahabeden Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabrini de Fatih’in isteği üzerine yine o keşfetti. Fatih tarafından kiliseden çevrildikten sonra Fatih medreseleri yapılıncaya kadar önce medrese olarak kullanılan Zeyrek Camii’nin güney ihata duvarında pencere üstündeki bir kitabeden, Akşemseddin’in istanbul’da bulunduğu yıllarda burada oturduğu ve ders verdiği anlaşılmaktadır. Fetihten sonra padişahın taç ve tahtını terkedip bütünüyle şeyhe bağlanmak ve ondan tarikat ahkamını öğrenmek istemesi üzerine Akşemseddin büyük bir dirayet göstererek Fatih’in bu arzusuna engel olmaya çalıştı. Bunu başaramayacağını anlayınca Gelibolu üzerinden Anadolu yakasına geçerek Göynük’e döndü. Sultanın gönlünü almak üzere arkasından gönderdiği hediyeleri geri çevirdiği gibi Göynük’te yaptırmak istediği cami ve tekkeyi de kabul etmeyerek sadece bir çeşme yapılmasına razı oldu.
Hayatının son yıllarını Göynük’te geçirdiği tahmin edilen Akşemseddin , Menakıbname’ye göre 863 Rebiülahiri nin sonunda (Şubat 1459) burada vefat etti. Türbesi halen ziyaretgahtır.
Halifelerin’den Abdürrahim Karahisari’nin 865’te ( 1460-6 1) Mahmud Paşa adına kaleme aldığı Vahdetname’nin başında yer alanbir beytine göre. Akşemseddin’in bu ta-rihten önce vefat etmiş olduğu açıkça anlaşıldığından, Menakıbname’deki vefat tarihinin doğruluğuna hükmedilebilir. Nitekim bugün türbe kapısı üzerinde bulunan inşa kitabesi de 863 Rebiül ahirini göstermekte ve menakıbın verdiği bilgiyi doğrulamaktadır. E. Hakkı Ayverdi’nin kitabedeki “rebiayn” kelimesini “rebiülevvel” olarak kabul etmesinin izahı zordur. Türbesi vefatından beş yıl kadar sonra yapılmış olup sandukası üzerindeki yazı da oğullarından Mehmed Sadullah’a aittir. Evlatlarından Mehmed Sadullah ve Nürullah da bu türbede yatmaktadır. Kaynaklarda aynı zamanda “tabib-i ebdan olduğu , devrinin iyi bir hekimi sıfatıyla da şöhret kazandığı ve tıbba dair eserleri bulunduğu belirtilen Akşemseddin’in, tıp tarihinde ilk defa mikrop meselesini ortaya atmak ve hastalıkların bu yolla bulaştığı fikrini öne sürmekle, bu alanda kesin bilgiler veren Fracastor adlı İtalyan hekimden en az 100 yıl önce bu konuya ilk temas eden tabip olduğu kabul edilmektedir.
Akşemseddin’in yedi oğlu olmuştur. Bunlar sırasıyla Sadullah, Fazlullah, Nurullah, Emrullah, Nasrullah, Nürülhüda ve Hamdullah Hamdi adlarını taşımaktadır. Bunlardan küçük oğlu Hamdullah Hamdi (ö 909/ 1503) hey’et, nücüm ve musikide iyi derecede bilgi sahibi olup aynı zamanda devrinin önde gelen şairleri arasında da yer almıştır.
Akşemseddin’in kurduğu Bayramiyye’nin Şemsiyye kolu kendisinden sonra Göynük’te oğlu Fazlullah, Kayseride İbrahim Tennüri, iskilip’te Attaroğlu Muslihuddin, Ankara ve civarında ise Hamza eş-Şami tarafından devam ettirilmiştir.
Akşemseddin Hazretlerinin Eserleri
Akşemseddin’in eserlerinin büyük bir kısmı tasavvufa dair olup başlıcaları şunlardır:
1. Risaletü Nuriyye. Sadece Nuriyye olarak da anılan bu Arapça eser, devrinde şöhreti çok yaygınlaşan ve bu sebeple hakkında bazı dedikodular çıkarılan Hacı Bayram-ı Veli ve dervişlerini savunma maksadıyla yazılmıştır. Akşemseddin eserinde, “taife-i nüriyye· adını verdiği sufileri müdafaa ederek onların özelliklerini, tasavvufi ahlak ve adabı anlatır. Kitapta geçen tarihlere bakarak eserin 838- 841 ( 1434- 1438) yılları arasında kaleme alındığı söylenebilir. Risaletü Nuriyye, A. İhsan Yurd tarafından Arapça metni ve Akşemseddin’in kardeşi Hacı Ali’nin Türkçe tercümesiyle birlikte yayımlanmıştır (İstanbul 1972) Bayrami halifelerinden Bolulu Himmet Efendi tarafından 1071 ‘de (1661) yapılmış eksik bir tercümesi ise Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir .
2. Def’u meta ini’s-sufiyye. Kısaca Def’u meta adıyla da anılan bu kitap bazı kaynaklarda Hall-i Müşkilat olarak zikredilmektedir. 856 (1452) yı lında kaleme alınan bu Arapça eser Muhyiddin İbnü’l-Arabi ve benzeri bazı bü-yük mutasvvıfların küfür ve ilhadla itham edilmelerine karşı onların sözleriyle Kuşeyri, Gazzali, Cüneyd-i Bağdadi, Necmeddin-i Kübra gibi tanınmış ulema ve meşayihin sözleri arasında bir fark olmadığını, ikincilerin eserlerinden nakiller yaparak göstermekte ve hepsinin aynı yolda bulunduklarını ispata çalışmakta ve ithamları reddetmektedir.
3. Makamat-ı Evliya. “Mürşid kimdir. makam-ı velayet nedir ve de-receleri nelerdir” gibi tasavvufi konuları işleyen Türkçe bir eserdir. A. İhsan Yurd tarafından beş nüshası karşılaştırılarak neşredilmiştir (İstanbul 1972).
Risale-i Zikrullah, Risale-i Şerh-i Akval-i Hacı Bayram-ı Veli ve Risale-i devrani’s-sufiyye adlı eserleri ise bugüne kadar ele geçmemiştir. Ayrıca Akşemseddin’in Fatih’e yazdığı iki mektubu bilinmektedir. Bunlardan biri Halil inalcık, diğeri ise Bursalı Mehmed Tahir tarafından yayımlanmıştır. Ona nisbet edilen ve yaklaşık kırk beş beyitlik Türkçe manzum bir risale olan Nasihatname-i Akşemseddin ise yine A. İhsan Yurd, Süleymaniye Kütüphanesi nüshasına dayanarak neşretmiştir (İstanbul ı972).
[/toggle]
Kaynak ; Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi , Orhan F. Köprülü – Mustafa Uzun
Selçuklu Dönemi eseri olan Hüsameddin Bey Türbesi, Baklan ilçe merkezindeki mezarlıkta yer almaktadır. Türbe, Denizli’nin Türkleşmesi sürecinde bölgede Yatağan Baba ile birlikte görevlendirilen Selçuklu komutanı Bahadır Hüsameddin Gazi Bey’e aittir.
Kare planlı olan türbenin duvarları kesme blok taştan yapılmıştır. Duvarları içeriden beton sıvalıdır. Giriş portalının iki yanında yuvarlak kemerli 1’er pencere bulunmaktadır. Yan cephelerde; altta ve üstte sivri kemerli 1’er pencere mevcuttur. Üstteki pencereler alçıdan yapılmış olup, bal peteği formundadır. Yapının giriş portalı eyvan tipindedir. Giriş portalında kemerin altında dikdörtgen bir kitabe panosu bulunmaktadır. Portalın üst kısmının iki yanında birer konsol taşı vardır. Giriş kapısı ahşap ve çift kanatlıdır. Kubbesi dıştan kurşun kaplamalıdır, içten beton sıvalıdır. Türbe içinde 4 sanduka yer almaktadır.
Fotoğraf ve Metin için Kaynak ;Denizli Kültür Envanteri , Denizli Belediyesi , 2014 , sy 68
Bayrami – Melami Yolunun Kutuplarından Pir Ali Aksarayi hazretlerinin oğludur. ” Oğlan Şeyh ya da Çelebi” isimleriyle bilinir. 1508 yılında doğmuştur .
Sultan Süleymân Han İran’a sefer yaptığı sırada Pîr Ali hazretlerine bâzı hasetçiler iftirâ atıp; “Aksaray’da bir kimse Mehdîlik dâvâsında bulunuyor.” demişlerdir. Bunun üzerine Pâdişâh araştırılmasını, durumun öğrenilmesini emretti. Bâzı kimseler aleyhinde idiler. Durumu soruşturmak üzere kurulan mecliste, Pîr Ali hazretleri, aleyhinde bulunanlara bakıp celâlli bir şekilde; “Bizim aleyhimizde bulunan siz misiniz?” diye işâret etti. Aleyhinde bulunanlardan biri orada düşüp öldü. Diğeri de istifrâ etmeye başladı. Ağzından pislik geldi. Mecliste bulunanlar onun heybetinden korkup, bu hususta soruşturmadan vaz geçtiler.
Pâdişâh Aksaray’a uğradığında ziyâret edip; “Sizi bize yanlış anlatmışlar. Hamdolsun sohbetinizle şereflendik.” dedi. Pâdişâh onun büyük bir velî olduğunu görüp, hürmet etti ve duâsını aldı. Acem seferinden sonra dönüşte yine ziyâretine geldi.
Bu ziyâreti sırasında Sultana nasîhatler ve dualar etmiştir. Nasîhatları dinleyen Pâdişâh çok ağladı. Pîr Ali Sultan hazretlerine pekçok mülk ve tarla bağışlamak teklifinde bulundu. Fakat o kabûl etmedi. Bunun üzerine oğlunu İstanbul’a yanına göndermesini istedi. Sultanın bu arzusunu kabûl edip; “Şevketli Pâdişâhım! Oğlum İsmâil Hak yoluna kurban olmaktan dönmez. Onu size göndereyim.” dedi.Pâdişâh İstanbul’a döndükten sonra Pîr Ali hazretleri oğlu İsmâil’i ve birkaç mürîdini İstanbul’a gönderdi. Altı ay sonra da Pîr Ali hazretleri vefât etti
İsmail Maşuki, İstanbul’a geldikten sonra Edirne’ye gitmiş, bir süre orada oturmuş çok teveccüh görmüş ancak tekrar İstanbul’a gelerek Ayasofya ve Beyazıt camilerinde vaaz vermeye başlamış, tevhidin derinliklerini açıkca ilan ve izhar etmiş ,temeli vahdet-i vücud’a dayanan sohbetlerle halkı cezbelendirmiştir. Pek genç ve yakışıklı olması sebebiyle ” Oğlan Şeyh” lakabıyla meşhur oldu. Henüz on sekiz yaşında olan bu cezbesi galip şeyh, yaptığı vaazlarla İstanbul ve Edirne de bir çok müridler edinmişti. Bilhassa Askeriye de sipahiler arasındaki müridleri pek çoktu. İstanbul da bir yıl içinde zengin, fakir ve mevki sahibi kimselerden bir çok müridi oldu.
Fakat zamanla sözleri çarpıtılarak hakkında dedikodular türemiş , müridlerinin çokluğu ve askerler arasında yayılması devlette bir grubu endişelendirmeye başlamıştı. Hatta Padişah ona şu haberi gönderir ; ” Size suikast yapılma ihtimali vardır. Aksaraya dönmek daha iyidir .” der. bazı dostlarıda aynı şeyi tavsiye ederler : Fakat Şeyh Maşuki onlara şu cevabı verir ; ” Benim için son, önceden takdir edilmiştir. Alnıma ne yazılmışsa o olur. Ben günün birinde kanımın döküleceğini zaten biliyorum . Bunun müjdesi çoktan verilmiştir.”
Nihayet yapılan ihbarlar sonucu İsmail Maşuki müridleriye birlikte zendeka ve ilhad suçundan mahkeme önüne çıkmıştır. Mahkeme heyeti ; Şeyhülislam Çivicizade oğlu Muhyiddin Mehmed efendi,Sahn Müderrislerinden Ebusuud Efendi ile İstanbul Kadısı Şeyhi Çelebi ve diğer ileri gelen ulemadan oluşmuştu. Mahkemenin Oğlan Şeyh’in yargılaması konusunda çok hassas hareket ettiği , sorgulamanın tek celsede bitirilmeyip uzun uzun tartışıldığı , tam sekiz şahidin muhtelif defalar ifadelerinin alındığı , Özelikle Ebusuud Efendi’nin ; İsmail Maşuki’yi idamdan kurtarmak için elinden gelen gayreti sarf etmiş, dava süresini normalden fazlaca uzatarak bu genç adamı kurtarmak için her yolu denemiş, bir kaç toplantı boyunca bir çıkış yolu aramış ( Daha sonra Şeyhülislam olan Ebussuud efendi , Yine bir Melami Şeyhi olan Gazanfer Dede’yi böyle bir davadan kurtarmıştır.) . Ancak şahitlerin ifadelerindeki açıklık karşısında Şeyhülislam’ın ve İstanbul kadısı Çelebi Şeyhi efendi’nin tutumları buna imkan vermediği gibi oda sonunda ikna olmuştur.
Şeyhülislamın fetvasıyla on iki müridiyle birlikte Sultan Ahmed’de At meydananın da idam edildi; başı ve vücudu ayrı ayrı Ahır kapı’dan denize atıldı.
Çok sevilen bir şeyhti ve arkasından oluklar dolusu gözyaşı dökülmüştür. Vefatından yıllarca sonra bile onların şehit olunmalarına çok acınmış ve dedikodular bir hayli zaman sürmüştür. Hatta bu iş o kadar ileri gitmiştir ki ; ” Genç Şeyhin zulmen katledildi diyenlerin de katledileceklerine ” dair fetva çıkmıştır. Çok kısa bir ömür sürmesine karşın gerek Melami tarihinde gerekse de Tasavvuf tarihinde çok özel bir yere sahiptir.
Hikaye olunur ki; müridlerinden birinin rüyasında şeyh görünür ve ” Rumeli hisarında Kayalar kabristanın da cesedimi bekle; önce bedenim sonra başım gelecektir oraya defnedersin” der. O mürid de hayretle rüyanın gereğini yapar. Gerçekten de dalgalar önce şeyhin bedenini, ertesi günde başını sahile getirir. Mürid, Şeyhinin naaşını bugünkü İstanbul – Bebek’teki Kayalar mescidinin yanına defneder.
Kaynaklar ; Sarı Abdullah Efendi , Semeratu’l – Fuad Tarık Velioğlu , Osmanlı’nın Manevi Sultanları , Ufuk Yayınları Abdülbaki Gölpınarlı , Melamilik Ve Melamiler , Milenium Yayınları , 2011 İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları Ahmet Yaşar Ocak , Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler , Tarih Vakfı Yayınları ,2014 Hüseyin Vassaf , Sefine-i Evliya , Kitabevi yayınları , 2013
Bafra’ya 20 kilometre güneyinde bulunan İkiz Pınar Beldesinin merkez mahallesi olan TekkeMahallesinde bulunmaktadır.
TARİHÇE: : Halk arasında “Şeyh Mahmud” şeklinde anılan türbeye ait herhangi bir kitabe bulunmadığından türbenin tarihi hakkında bilgi edinilememektedir.
MİMARİ ÖZELLİKLERİ: : Tarihi ve mimari özelliği olmamakla birlikte Türbe; orijinali sekizgen ahşap iken 1994 yılında betonarme olarak yeniden inşa edilmiştir. Çatısı kubbeli olup dışı çini kaplı, içi sıva üstü boyadır. İçerisinde 3 kabir bulunan Türbeye ait sanduka ise mermer üstü ahşaptan yapılmıştır.
RİVAYET: Yöre halkı tarafından evliya olarak nitelendirilen ve korunan Şeyh Mahmud hakkında çeşitli rivayetler anlatılmaktadır. Nakşibendi şeyhi olan Şeyh Mahmud’un türbesine halk tarafından büyük önem verilmektedir.Türbenin içerisinde geyik boynuzları bulunmaktadır. Mahallinden edinilen bilgilere göre köy halkı köye camiyaptırmaya karar verir. Caminin malzemelerini köyün diğer ucuna cami yapılacak yere koyarlar. Ancak camiye aitmalzemeler geyikler tarafından gece yarısı türbenin yanına getirilir. Bunu gören yöre halkı önce ne olduğunuanlamaz. Tekrar malzemeleri cami yapılacak yere götürürler. Ancak geyikler gece yarısı tekrar malzemeleri türbeninyanına taşırlar. Bunun üzerine bir araya gelen köylüler camiyi türbenin yanına yapmaya karar verirler. Sekizgenşekilde Ahşaptan olan türbeyi de yıkarak yerine aynı şekilde sekizgen betonarme bir türbe yaparlar. Türbedekimezarları ise mermer ile kaplarlar. Türbe halk tarafından Rıza-i İlahi için veli ziyaretinde bulunmaktadırlar. Çocuğuolmayanlar da türbeyi ziyaret etmekte Allah’ın (c.c) izni ile evlat sahibi olmayı dilemektedir. Kaynak ; Samsun Evliyalar Atlası – Ahsen Vakfı ( Allah onlardan razı olsun)
İstanbul – Veznecilerde ; İstanbul Üniversitesi Merkez kampüsün bir alt sokağında yer alan Bozdağan caddesi üzerinde Bozdoğan kemerinin hemen yanında
Halk arasında Helvacı Baba (1510 – 1589) diye anılan Şeyh Yakub Efendi ; 1510 yılında Silifke’de doğmuştur. Melami Şeyhi Pir Ali Aksarayi hazretlerinin halifelerindedir.
Pir Ali Aksarayi hazretlerine intisabı ”Lemazat-ı Hulviyye”’de şöyle alatılır. ” Bir tarihte Pir Ali Sultan ‘ın (k.s.) yetişkin dervişlerinden bir kaç dervişle yoldaş olup Aksaray’a doğru yola çıktı. Gece vakti şeyhin hanesine celal ile geldiler. Şeyh Pir Ali Sultan ; kapı çalındığında hizmetçisine ;
– Bak bakalım , kapıya haramiler gelmişler. Bizi yağmalamak istiyorlar kapıyı aç girsinler dedi.Yakub Efendi ; Pir Ali Sultan bu sözünü duyunca sabah ziyaret etmeyi teklif etti. Fakat diğerleri onu dinlemedi ve içeri girdiler. Yakub Efendi başka bir yerde geceledi. Şeyh Pir Ali Sultan hemen eline bir mum alıp geldi ve haramilerin yüzlerine dikkatle baktı. Her birine hitaben ” Sen falanca mısın” diye sorarak isim namlarıyla onları bildirdi. Sonra;
– Bre münafıklar, ben pirimden bu esrarı döverek mi aldım? siz benim üzerime niçin gelirsiniz? hele ahirette sizinle görüşürüz. Siz acıklı azabı tatmadan akıllanmayanlardansınız, diyerek onları payladı. Sonra bunların herbirini bir semte yolladı. Sabahleyin erkenden Helvai dede gelip önünde elpençe divan durdu. Pir hazretleri,
-Bizim yolumuz bizden bizedir. Sihir ise şeytan iledir. Bizden bize olan rahmani yolu Yakub’ vermek isteriz, dedi. Yakub Efendi’ye kuşak kuşatıp ilim ve çerağ vererek kendisine hayır dua eyledi. Sonra onu İstanbul’a gönderdi. Diğerleri ise sır davasına ve merakına düşüp her biri bir vilayeti teshir etmek üzere gittiler.
Helvai Yakub Efendi 60 yıl boyunca bıkmadan yorulmadan Bayrami – Melami yolunu halka anlatmıştır. Abid zahid ve daima murakabe halinde gönlü uyanık bir melamet eriydi. Cezbe ve aşkla konuşan şeyhine ( ve diğer Melami büyüklerine)nazaran çok daha temkinli ve tedbirli idi. Bu bakımdan ulema tarafından fazlaca aleyhinde bulunulmamıştır.Ömrü boyunca, mensub olduğu Bayrami yolunun geniş halk kitlelerine sevdirmiş, özellikle İstanbul’da yayılmasına büyük çabalar sarfetmiş ve büyük bir itibar kazanmıştır.
İsmail Maşuki hazretleri şehit edildiği zaman Helvacı Baba’da Pir Ahmed Edirnevi hazretleri ile birlikte hapsedilmişti. Acem seferindeki muvaffakiyetsizlik üzerine padişah bu iki zatı serbest bıraktırıp dualarını rica etmiş ve daha sonra zafer kazanılınca Yakub baba ‘ya İstanbul’daki ilk Bayrami Tekkesini, Şehzadebaşı civarında, Bozdoğan kemeri bitişiğinde inşa ettirmiştir. Padişah bir gün bu tekkeyi ziyaret etmiş ve şeyhten burhan talebinde bulunmuş, derhal helva pişirilip padişaha takdim edilince padişah gönlünden helva geçirmiş olması sebebiyle memnun olmuştu. Şeyhin lakabı olan ” Helvai” buradan kalmıştır.
Helavi Yakub Baba 1589 yılında vefat ettiğinde binlerce öğrencisi ve seveni vardı. Vefatından sonra Bozdoğan kemeri altındaki tekkesinde sırlanmıştır.
Kaynak ; Mahmud Cemaleddin El- Hulvi – Lemazat-ı Huviyye – Semerkand yayınları Tarık Velioğlu , Osmanlı’nın Manevi Sultanları , Ufuk Yayınları Mehmed Hakan Alşan , Anadolu Erenleri Melamet Hırkası , Kurtuba Yayınları , 2012 Osmanzade Hüseyin Vassaf , Sefine-i Evliya – 2. cilt , Kitabevi yay.
İstanbul Eyüp’de ; Piyerloti’ye çıkan idris köşkü yokuşunda yol üzerinde Kaşgari dergahına gelmeden sağda
Son devir Osmanlı alimlerinden ve Fatih Dersiamlarından. Asıl adı Muhammed Osman’dır. Ankara’nın Kızılcahamam ilçesinden olan dedeleri, memuriyet dolayısıyla Medine-i Münevvere’ye gidip yerleşmiş ve Ravza-i Mutahhara’ya çok yakın bir yer olan Zervan mahallesinde oturmuşlardı. Bu ikamet sırasında Muhammed Osman Hicri 1301/Miladi 1881 (1883 olarak kaydeden kaynaklar da vardır) yılında dünyaya geldi. Yöre adetleri gereği olarak, doğduktan sonra, kundak halinde iken, altı saat Türbe-i Saadet’e bırakılmıştır.
Muhammed Osman, Medine-i Münevvere’de doğduğu ve on yedi yaşına kadar orada kaldığı için:“Medineli Hacı Osman Efendi” diye anılır. On yedi yaşından sonraki hayatının tamamını Beykoz’da geçirdiği için de “Beykozlu Hacı Osman Efendi” diye de anılır.
Muhammed Osman Efendi, Kur’an-, Kerim öğrenimini, ilk ve orta tahsilini Medine-i Münevvere’de yapmıştır. Hafızlık şerefini hayatının sonuna kadar korumuş, kadrini bilmiş ve teravih namazlarını yıllarca hatimle kıldırmıştır. Çocuk denecek yaşta babasını kaybeden Osman Efendi, bundan sonra kendisini dini ilimlerin tahsiline vermiştir. On yedi yaşına gelince tahsilini ilerletmek için istanbul’a geldi. Fatih semtindeki Çirçir Medresesi’ne girmiş ve bu medresede yıllarca tahsil gördükten sonra icazetini almıştır. Daha sonra bu medreseye müderris olarak tayin edilmiş ve burada bir hayli talebe yetiştirmiştir. Bir yandan müderris olarak öğrenci ve ilim adamı yetiştirirken diğer taraftan da Müslümanları vaaz ve sohbetleriyle irşada başlamıştır. Beykoz’daki Hacı Ali Camii’nde aralıksız olarak kırk üç yıl vaaz ve nasihatte bulunmuştur. Bundan başka, yirmi dokuz camide daha irşad görevini sürdürmüştür.
Beykoz’a Gelişleri Hacı Osman Efendi’nin Beykoz’a gelişleri tesadüfi bir geliş değildir. Zamanın büyük alimlerinden Dersiam Hacı Ferhad Efendi, Hacı Muhammed Osman Efendi’yi bizzat Beykoz’a getirerek cemaatine ve sevenlerine şöyle takdim etmiştir: “Bu Hacı Osman Efendi’ye itibar edip kıymet veriniz. Çünkü o benden daha büyük derecelere yükselecektir:’
Daha sonraları Hacı Osman Efendi de, Hacı Ferhad Efendi’yi şöyle anlatmıştır: “Burada (Beykoz’da) büyük bir alim ve ariflerden olan (Fatih ve Süleymaniye dersiamlarından) Şeyhülmüderrisin Hacı Ferhad Efendi vardı. Bu zat 1932’de vefat edeceği sırada oğlunu çağırıp: “Yahya, gel! Bana Yasin-i Şerif oku. Azrail (a.s.) Peygamber (s.a.v.) ile teşrif edip canımı aldı.” dedi. Bu zat Peygamber’i çok severdi. Onun için Resulüllah (s.a.v.) Efendimiz cenazesine teşrif buyurdular.”
Hacı Osman Efendi, altı defa hacca gitti. Son haccı ise “Hacc-ı Ekber” di.Hayır yapmayı çok severdi. Yetim ve yoksullara yardım ederdi. Dört tane yetim büyüterek kendilerini ev bark sahibi yaparak yuvalarını kurdu. Gümüşsuyu Camii ile Karagöz Sırtı Camii’nin ve daha başka nice camilerin yapılmasında önderlikte bulundu. Alçak gönüllü bir veli idi.
Şahsiyeti
Tefsir, hadis fıkıh, tıb ve rüya tabirciliği konulardaki derin vukufu, emsalsizliği, kendisini yakından tanıyanlarca çok iyi bilinmektedir. Özellikle tefsir ilminde çok geniş bilgiye sahipti. Ayetlerin nuzül sebeplerini ve ince manalarını gayet açık ve rahat olarak izah ederdi. Hadis ilminde de devrinin ileri gelenlerindendi. Milyona yakın hadis ezbere bilirdi. Mevzu olan hadisleri, mevzu olmayanlardan kolayca seçer ve ayıklardı. Fıkıh ilminde ise, dört mezhebin görüşlerini ayrı ayrı bilir ve buna göre sorulan meselelere anında cevap verirdi. Ayaklı bir kütüphane gibi idi.
Tıb ilminde de çok mahirdi. Bütün bitkilerin isimlerini, kimyevi özelliklerini, hangi hastalığa şifa verdiklerini bilirdi. Doktorların ümit kestiği pek çok hastayı, Allah’ın izniyle şifaya kavuşturmuştur. Rüya tabiri konusundaki ehliyeti, zamanında herkes tarafından kabul edilmişti. Hacı Osman Efendi’ye kalp gözü ve ledün ilmi hakkında sorulduğunda şöyle cevap buyururlardı:
“Ledün ilmine göre zahir ilmi, güneşe göre bir kandil gibidir. Güneş doğduğu zaman, bütün kandillerin ışıkları söndüğü gibi, işe yaramaz hale geldiği gibi, ledün ilminin yanında da zahir ilmi aynen öyledir. Ancak zahir ilminin bulunması da gereklidir. Çünkü uygun olmayan bir durum olur da ledün ilmi meydana çıkmayabilir. işte o zaman kandili yakmak gerekir. Aksi halde karanlıkta kalır, etrafını göremez ve cahillerin karşısında mahcup olursun.
Nasihatlerinden Örnekler “Ahir zamanda Müslümanların en büyük silahı evinden abdestli olarak çıkmasıdır. Abdestli olana şeytan yaklaşamaz. Şeytan abdest aldırmamak için elinden geleni yapar. Siz Şeytana kanmayınız:’
“Fakir bir kimse sizden Allah rızası için yardım isterse, o fakire cebinizdeki paraların içinden en yenisini veriniz. Yırtık, kopuk, buruşuk parayı vermeyiniz. Çünkü şeytan yeni para verdirmez. Yeni para vererek hem şeytanı mağlup ediniz, hem de fakiri sevindiriniz.’
”Beykozda oturanlar ve iş yeri sahipleri Beykoz’u hiç terk etmeyiniz. Çünkü Beykoz da çok büyük ruhaniyet vardır. Beykoz’da on iki tane büyük evliya yatıyor. Evliyalar ölmezler, onlar yaşarlar. Müşkül durumda bulunan Müslümanlara yardım ederler. Onlar ruhaniyeti fazla, sessiz, sakin yerleri seçerler. Beykoz’un dağlarında mercan petekleri vardır. Ruhaniyeti bol, evliyası bol olan Beykoz’u terk etmeyiniz. Beykoz’dan ayrılmayınız.’
“Kabirlerinizi büyük zatların yanında seçiniz. O büyük zata gelenlerden istifade etmiş olursunuz. Beykoz’da oturan Müslümanlar ayda en az bir sefer Eyüp Sultan hazretlerini ziyaret etsinler. Günlük yaşantınızda bol bol evliya ziyaretleri yapınız.’
“Sadakayı bol bol verin. Sadaka insanın ömrünü artırır. Ve belayı karşılar. Sabahleyin yataktan güneş doğmadan kalkın. Güneşi sakın üzerinize doğdurmayın. Cenab-ı Hak ömrünüzü uzatır. Allah Teala’nın en çok sevdiği kul, kendisinden en fazla korkan kuldur.’
“Evinize girerken Besmele çekiniz. Çünkü şeytan, içinde Besmele çekilen eve girmez. Akşamları yatağınıza yatarken abdestli olarak yatınız. Sabaha kadar bir melek sizi korur ve sevap yazar’
“Ahir zamanda bazı mu’cize ve emareler gözükecek. Altı-yedi sene yatalak olan kişi, yatağında hasta yatarken orta yaşlılar aniden ölecek. Ölümler ani olacak. Trafik kazalarında çok kişi ölecek. İki Müslüman devlet birbiriyle harp edecek. Müslüman olmayan büyük bir devlet hızlı bir şekilde Müslüman olacak. Binalar, zinalar çoğalacak. İklimler değişecek. Kuraklık başlayacak:’
Vefatı
10 Ekim 1967 Salı günü evinden çıkarken hanımıyla helalleşti. Kanlıca Camii’nde vaaz etmek üzere yola çıktı. Beykoz’un Yalıköy semtinde, kendisini çok sevenlerden olan Aktar Hacı Muhiddin Eray’ın dükkanı önünde oturup Akbaba köyünden gelecek vasıtayı beklerken, saat 10.36 sularında, oturduğu iskemleden yavaşça yere düştü. Sol kaşından hafif bir kan sızdı ve dondu. Kendisini kaldırıp hastaneye giderken, saat 10.42’de, İncirköy Camii’nin yakınında ruhunu teslim etti. Cenaze eve götürüldü. Sabaha kadar ziyaretçiler sel olup aktı.
Ertesi gün Beykoz Merkez Camii’nde öğle namazından sonra cenaze namazı, Dersiam Çolak Mehmed Efendi tarafından kıldırıldı. Vasiyeti üzerine cenazesi, Eyüp Sultan Mezarlığı’na defnedildi. O gün Beykoz çok kalabalık bir gününü yaşadı. Cemaat motorlarla hareket etti. Beşiktaş Ortaköy’de Amerikan Altıncı Filosu demir atmış durumdaydı. Cenazeyi ve motorları görünce gemiler bayraklarını yarıya indirdiler ve üç sefer sirenleri çaldılar.
Hacı Osman Efendi sağlığında bir gün, Beykoz Merkez Camii’nde, otuz iki sene imamlık yapmış olan Hacı Hafız İhsan Hocamıza: “Hocam, benimle beraber aynı kabre girer misiniz?” der, İhsan Hocada: “Hocam ben kendimi sizin yanınıza layık görmüyorum” demişti. Hacı Osman Efendi gülerek: “İhsan Efendi, aynı kabre beraber gideceğiz” demişti.
Hacı Osman Efendi’nin cenazesi kabrinin başına geldiği zaman cemaat İhsan Hoca’ya: “Hocam, Hacı Osman Efendi’yi kabrine siz indirecekmişsiniz” demişler. İhsan Hoca da kabre inip cenazeyi koyup tahtalarını dizerken, Hacı Osman Efendi’nin: “Sen de benimle kabre ineceksin” sözü aklına gelmiş ve böylece Hacı Osman Efendi’nin kerameti zahir olmuştu.
Allah gani gani rahmet eylesin. Yeri Cennet, makamı ali olsun! Şefaatlerini dileriz! Amin, Amin!
1966’da Boğaz’da Beşiktaş önlerinde iki tanker çarpıştı. Gece saat iki sıralarında deniz yanmaya başladı. Tankerler petrol dolu. İçindeki petrol patladıkça alevler gökyüzünü kıpkırmızı bir şekilde kaplıyordu. Akıntının tesiriyle alevler Beykoz’a doğru gelmeye başladı. Tankerin bir tanesi Beykoz Kulübü’nün yanındaki yalıya girdi. Diğeri de Selvi Burnu’ndaki petrol depolarına yanaştı. Korkunç patlamalar Beykoz’u ayağa kaldırdı. Herkes panik içinde. Kimileri Beykoz’dan kaçmaya başladı. Merhum Hacı Osman Efendi’ye koştular. Hocamız emin ve sakin. Gelenlere şöyle diyordu:
“Korkmayın. Beykoz’da bu kadar çok evliya varken Beykoz’a bir zarar gelmez. Yanıp yanıp sönecektir. Beykoz’u terk etmeyin:’ Bunun üzerine Beykoz terk edilmedi. Uzun müddet yandı. Fakat Beykoz’a bir zarar vermedi ve böylece söndü gitti. Hocamız yolda yürürken üç delikanlı ile karşılaştı. Selam verdiler, Hocamız selamı aldı ve o delikanlıların birinin kulağına yaklaşarak usulca dedi ki: “Evladım, sabahleyin boy abdesti almışsın, fakat bazı yerlerin kuru kalmış, su değmemiş. Git bir daha yıkan, böyle dolaşma:’ Gerçekten de bu delikanlı sabahleyin yıkanmış, fakat bazı yerleri kuru kalmıştı. Hocamızın buna benzer birçok kerametleri görülmüştür.
Eserleri
1. Basiretü’s-Salikin (Erenlerin kalp gözü).
2. Şifalı Bitkiler ve Emraz.
3. Necatü’l-Melhuf.
4. Hayat Safhaları.
5. Muavizeteyn Tefsiri.
6. İlahi Emirler.
7. Kur’an’da Beş Vakit Namaz Yok Diyenlere Cevap.
8. Ruh Çağırma .
İstanbul – Eyüp’de Feshane caddesi üzerinde Zal Mahmud Paşa camii yanında
Pir Ahmed Edirnevi hazretleri , Edirneli olup , Pir Alaeddin Ali Aksarayi (ö. 1537-38 civarı) ‘nin halifesidir. Bayramiliğin – Melami yolunu sürdürmüştür. Memleketi Edirne’de faaliyet gösteren Pir Ahmed , Abdulbaki Gölpınarlı’nın ifadesiyle ; vahdetin uçsuz bucaksız tellakilerini açığa vurmadan ziyade , takva ve azimet yolunu öğütlemiştir. Müridlerinin şeriata uymaları konusunda titizlik göstermiştir.
Kaynaklarda Pir Ahmed Edirnevi hazretlerinin Edirne’de ne kadar kaldığı hakkında herhangi bir malumat yoktur. Onun 1000/1592 tarihinde İstanbul’da vefat ettiği bildirilmektedir.
Türbenin giriş kapısında ;
”Tecvid müellifi karabaş Ahmed
Efendi hazretlerinin kabridir.” yazar
Edirneli Pir Ahmed Efendinin bir ilahisi vardır. Tamam olmayan bu eser, tekkeler kapanıncaya kadar, bütün tekkelerde özel bestesiyle söylenirdi, ki şudur:
Hakka giden yol bu yoldur
Cümlenin maksudu oldur
Tevhid eden gör ne kuldur
Böyle bir Allahımız var
Bilir cümlenin halini
Aşıklar verir cemâlini
Zeval ermez kemâlime
Böyle bir Allahımız var
Bir aşık ile dols olalım
Gitdi aklım ben mest olalım
Bu yolda gayet pest oldum
Böyle bir Allahımız var.
Ahmed Üryan gir Meydâne
Afveder bakmaz iyyâne
Terket canı yana, yane
Böyle bir Allahımız var.
Türbenin kapısı üzerindeki ayet, Hâmid’indir.
Türbenin sa tarafındaki hazirede şu zevatın şahidelerivardır.
985 (1577). Cafer Efendi Şeyhülislam Ebû’s-su’ud
Efendinin amcası Abdünnebi Efendinin oğlu ve Anadolu kadıaskeri, hac dönüşü Üsküdar’daki bahçesinde otururken vefat etti. lim bir zat idi. Taşı dört köşe köfekedir.
1151 (1738). Zal Paşa İmamı Ahmed Efendi
1182 (1768). Debbag Mehmed Ağa. Tabbakhane bu hazirenin karşısında idi.
1217 M. 17 (Mayıs-1802). Devletlu ismetlu Esma Sultan başaağası Bilal Ağa. Esma Sultan Sarayı Defterdar iskelesi civarında idi.
Kaynaklar; Dr. Selami Şimşek , Edirne’de Tasavvuf Kültürü , Buhara Yayınları , 2008
Eyüp Tarihi , Eyüp Belediyesi
İstanbul – Eyüp Kabristanında . Piyerlotiye çıkan İdris köşkü yolunda Kaşgari dergahına gelmeden solda .
6 Mayıs 1980. Türk Edebiyatı Vakfı, vefatından tam üç yıl önce Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e “Sultanü’ş-Şuara” (Şairler Sultanı) unvanını takdim etti. Necip Fazıl, 26 Mayıs 1904’te Çemberlitaş’tan Sultanahmet’e doğru inen sokakların
birinde büyük bir konakta doğar. Bahriye mektebine gireceği 1916 senesine kadar Büyükdere’de Emin Efendi isimli sarıklı bir hocanın işlettiği Mahalle Mektebi’nden başlayarak çeşitli okullara devam eder. Fransız Papaz ve Kumkapı’daki Amerikan Koleji’nde öğrenim görür. 1916’da, “Ne oldumsa bu mektepte oldum.” dediği, şahsiyetini şekillendiren Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye-i Şâhane’ye imtihanla alınır. İlk aruz denemelerini orada kaleme alır. 1920 yılında Bahriye Mektebi’ni bitiren şair, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girer. İlk şiirleri, Ziya Gökalp’in kurup Yakup Kadri ve arkadaşlarının çıkardığı “Yeni Mecmua”da yayımlanır. Dönemin Millî Eğitim Bakanlığı’nın yurtdışı bursunu kazanarak, 1924 senesinde Paris Sorbonne Üniversitesi’ne kaydolur. Paris’in gece hayatı ve aldatıcı cazibesinde bohem hayatı yaşar. Paris’te derin bir bunalıma düşen şair, devletin kendisine gönderdiği bütün parayı kumarda harcar. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından üniversiteye gitmediği ve parasını kumarda harcadığı öğrenilince bursu kesilir, yurda dönmesi istenir ve İstanbul’a döner. 1925’te ilk şiir kitabı Örümcek Ağı’nı yayımlar. O yıllarda bir arkadaşının aracılığıyla Felemenk Bahr-i Sefid Bankası’nda işe başlar. Daha sonra kısa sürelerle Osmanlı Bankası’nın çeşitli şubelerinde çalışır. 1928 senesinde, “Kaldırımlar” adlı ikinci şiir kitabını çıkarır. Henüz 24 yaşında iken yayımladığı bu eseriyle büyük bir şöhrete kavuşur. 1932 senesinde askerliğini bitirdikten sonra üçüncü şiir kitabı “Ben ve Ötesi”yle şöhretin zirvesine çıkar. Öyle ki, şiirleri ders kitaplarına girer. Varlık dergisinin kurucusu Yaşar Nabi, onun için “bir mısraı bir millete şeref verecek şair” ifadesini kullanır. Fakat şairin 1934 yılına kadarki buhranlı hâli ve çalkantılı dönemi hep aynı arayışın doğum sancıları içerisinde geçer. Büyük şehirlerin serseri kaldırımlarından, duvarları yaralı otel odalarına, azap kulesi bacalardan, ölüm çanın-dan da acı kampana seslerine kadar gördüğü, duyduğu ve tattığı her şeyde aynı şüphe, korku ve cinnet hâlet-i rûhiyesi içindedir. Kurtuluşu arayan bir seyyah gibi yapayalnızdır. “Her fikir, beyninde bir çift kelepçe” olan şair, “benlik kazanında” dev sancıların pençesindedir:
“Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,
Bir fikir ki, beyin zarında sülük
Selâm, selâm sana haşmetli azab;
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük”
Ve bir akşam, çalıştığı bankadan evine dönerken vapurda karşısında oturan ve gözlerini ondan hiç ayırmayan “Hızır” tavırlı garip bir adam, ona ruh dünyasında çektiği “hafakanlar”, “zonklamalar”, “kanlı kıymıklar” ve bütün ıstıraplarının ilâcını verecek, kurtuluş reçetesini yazacak müjdecisi Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin adresini verir.
“Tanrı Kulundan Dinlediklerim” isimli eserinin “O’nu Nasıl Tanıdım” başlıklı ilk yazısında şöyle der: “Dinmek bilmez bir ağrı çeken diş… Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne karanfil yağı, ne de eczacı güllacından… İşte böyle; bir zamanlar beynim ‘mutlak hakikat’ acılarına yataklık etti… Ağrıyan akıl dişimdi.”
“Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş
Fikir çilesinden büyük işkence”
mısralarıyla anlattığı 30 yıllık büyük ruh ıstırabı, korkunç fikir buhranı 1934 yılında “Eyüp’teki eski bir tekkede” şairin sonradan “Tanrıkulu” adını vereceği “müjdecisi, efendisi”ni ilk ziyaretiyle daha da şiddetlenecektir; çünkü şair, eski bohem hayatıyla efendisinin ona telkin ettiği hayat tarzı arasında bocalayacaktır. Yıllarca “deliler köyünden bir menzil aşkın”, “benliği bir kazan ve aklı kepçe”, “boşluğu ense kökünde gezdirerek” “öz ağzından kafatasını kusan” şair, “meçhuller caddesinin kimsesiz bir seyyahı” olarak, “mutlak hakikatin dönmez davacısı” oluncaya kadar bunalımlarını yaşamaya devam edecektir.
Efendi Hazretleri’ne tasavvuf hakkında sorduğu bir suâl üzerine aldığı cevap bütün ruh dünyasını alt üst eder; “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz… Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?”
“Ve uçtu tepemden birden bire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde…”
…
“Sanki burnum, değdi burnuna yokun,
Kustum öz ağzımdan kafatasımı.”
Çok zaman sonra şair, efendisinden aldığı tesiri şöyle anlatacaktır: “Onda; harikanın nasıl teşekkül ettiğini ve ne kadar benlikten kaçtığını ‘Terk-i Terk’ dedikleri makam… Her şeyi bıraktıktan sonra tekrar dünyaya avdet… Her an bir büyük huzurda olma kal’asının burcunda sancağı sallanıyordu! Sizinleyken sizinle değildir… Ama sizinledir… Bu irşad kutupluğu makamıdır. Bu mânâyı öyle yaşadım öyle duydum, öyle içtim ki..”1
“Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz
Yepyeni bir dünya etti hediye”
…
“Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;
Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel”
Artık şair, fildişi kulesinden ‘agora’ tabir ettiği toplumun vicdanına inmiş, cemiyetin ve toplumun mücadele sahası olan meydanlarda ve fikir kulüplerinde çağımızın buhranını dile getirmeye başlamıştır. Fânîliğin, şehvetin ve korkunun bütün kapılarını zorlayan, yıllardır nefsin lâbirentlerinden bir çıkış noktası arayan şair, “kanına girdiği nurtopu günlerin” “yiyip bitirdiği kudsî emanetin” hesabını sormak üzere aynadaki hâlinin karşısına dikilir:
“Çıkamam, aynalar, aynalar zindan
Bakamam, aynada, aynada vicdan
Beni beklemeyin o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti”
Şair artık sanatta gâyenin Allah’ı aramak olduğuna inanmaktadır:
“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış
Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış”
Bu arada, bohem hayatının karanlıklarından kurtularak “müjdecisi, efendisi”nin “ruhuna çaktığı büyük temel çivilerinden” aldığı kelimeler üstü bir tesirle yeniden doğan şairi, dönemin münekkit ve yazarları içlerine sindiremez, çok garipseyerek çeşitli yakıştırmalarda bulunurlar: “İslâm komünisti!”, “Sâbık şair”, “Şiirine yazık etti!”
Ancak şairin kendi ifadesiyle içini öyle bir “sosyal mücadele ruhu; sanatının muhtaç olduğu cemiyeti yoğurma heyecanı” kaplar ki, kısa bir zamanda geniş kitlelerin sahipleneceği Büyük Doğu mecmuasının ilk sayısını çıkarır (1943). Artık toplum üzerinde oluşturulan baskılar, sosyal adaletsizlik, ahlâksızlıklar ve materyalist fikir akımlarına karşı bir ‘dur’ deme vakti gelmiştir:
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak”
feryadına karşı yurdun dört bir köşesinden Büyük Doğu’nun açtığı cepheler vasıtasıyla büyük destek gelmiş ve üstadın hep aradığı, özlemini çektiği gençliğin ilk tohumları atılmıştır.
“Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı!
Tırnağı en yırtıcı hayvanın pençesinden
Daha keskin eliyle başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına
…
Soruverse: ben neyim ve bu hâl neyin nesi!
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!”
Dönemin despotik güçlerinin materyalist ve pozitivist fikirlerini dayatmalarına rağmen o, 35 yıl boyunca yayın hayatına devam eden Büyük Doğu mecmuasıyla edebî, fikrî ve siyasî sahalarda amansız bir mücadele verir.
Memleket ve millete sinsice sızan tehlikeleri, cemiyetin vicdanına sunar; “İşte bangır bangır ilân ediyoruz… İşte dâvânın bamteli… Evet tekrarlıyoruz ve bin kere tekrarlasak da az buluyoruz ki, komünizma bâtılın ve dalâletin sistemi olsa da… Ona karşı koyma hakkı ancak hakkın ve hidayetin sistemi İslâmiyet’tedir…”
1952’de Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın Malatya’da bir suikast teşebbüsünde yaralanması ile başlayan hâdiseler, dönemin basını tarafından özellikle Büyük Doğu’ya karşı karalama kampanyasına dönüştürülmüş ve onu da, azmettirici sıfatıyla o meşhur savunmalarını yapacağı sanık sandalyesine oturtmuştur. 1964’te Büyük Doğu’nun 11’inci devresini açar ve Adnan Menderes için kaleme aldığı “Zeybeğin Ölümü” adlı şiirinden dolayı takibata uğrar.
1974’te daha önce “Örümcek Ağı/1925”, “Kaldırımlar/1928”, “Ben ve Ötesi/1932, “Sonsuzluk Kervanı/1955”, “Çile/1962” ve “Şiirlerim/1969” adlarıyla yayımlanan şiir kitaplarını yeni şiirleriyle birlikte tek kitapta; “Çile”de (1974/Bütün Şiirleri) toplar. Siyasî ve kültürel meseleleri ele alan meşhur “Rapor”ları, 1980 yılına kadar on üç yıl süreyle yayımlanır. 26 Mayıs 1980’de Türk Edebiyatı Vakfı tarafından “Şairler Sultanı” ve 1982 yılında yayımlanan “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” adlı eseri münasebetiyle de yılın fikir ve sanat adamı seçilir. Necip Fazıl 1981 yılında “İman ve İslâm Atlası” isimli eserini yazmak için bir daha çıkmamak üzere evinin küçücük odasına kapanır. Ömrünün son günlerini 1,5 yıllık mahkûmiyet kararı yüzünden her ân götürülme tehdidi altında kendini tamamen Allah’a adamış bir derviş yaşantısı içinde gerçek dostlarıyla mahzun sohbetler yaparak geçirir.
“Dünyam 78 yıllık bir çile, iç burkuntuları idi. ‘Ne ölüm terleri döktüm, nelerden…’ Varlık yokluk muamması, yok ölüm, yok hayatın gayesi. Ve milyarlarca karıncaya lâf anlat! Fakat şimdi görüyorsun işte: Zorlu nefs’e diz çöktürüyorum” der son sohbetinde.
Ve bir gece…
“Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabb’e secdeler olsun!”
dediği ve ömrü boyunca gergef gibi işlediği biricik meselesi sonsuza varma gerçeğinin zamanı gelmiştir. Yatağından doğrulup yorgun gözlerini, yedi kat göklere, ötelerin ötesine doğru diker… Ve son sözü:
“Demek böyle ölünürmüş!..” (25 Mayıs 1983)
…
“Hayatım, başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin has-sasiyeti içinde birini arıyordum. Birini…
O kim mi?
Allah’ın sevgilisi…
Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedilik sarayının paslanmaz tâcı…
Tek dâva O’nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.
Bin bir istikâmette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki bedava emniyet ve bedahet saadeti karşısında şaşkın, hep o “Bir” etrafında helezonlar çizilen bir hayat…
Benim hayatım budur!”
Batı kültürünün içinde yetişen ve saf şiirin asrımızdaki en güçlü temsilcisi olarak görülen Necip Fazıl, “Allah” demenin yasak olduğu bir dönemde inandığı değerler uğrunda “ciğerinden kalemine kan çekerek” davasının, kendi ifadesiyle “hohlaya hohlaya” buz dağlarını eritmenin mücadelesini vermiştir. “Ateşte ve cımbızda” bile olmadığını söylediği büyük fikir çilesi ona, “bir kanlı şafakta, yepyeni bir dünya hediye edecek”, “mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan gençliğin yetişmesi uğrunda tam otuz küsur yıl zindanlarda işkence görecek, “akrebin kıskacında bir hayat” yaşayacaktı. Ve bir gün, günü gelince “iyi insanların iyi atlara binip gittiği” âleme göçecektir.
Ömrünü ve bütün mücadelesini “tırnaklarıyla kazıyarak” ulaştığı “mutlak hakikat”e, kendi çok sevdiği ifadesiyle “öteler”e ve eşyanın hakikatine kenetleyen büyük şair, benliğin nefsinden toplumun ve cemiyetin nefsine hitap eden bir davanın çevresinde örgülenmiş hayatı ve sanatında, hep “Yüceler”i, “Mavera”yı ve “Allah”ı anlatmış ve sanatkârı “Allah’ı aramak memuriyetinde olan zamanın hakiki Fatih’i” şeklinde yorumlamıştır.
Koca bir imparatorluğun çöküşüne şahit olan şair, Balkan harpleri, Dünya savaşları ve Millî Mücadele sonrasında kurulan Cumhuriyet’e şahitlik edecek ve yaşanan bütün bu hâdiseler, onun ruh dünyasına önemli tesirler yapacaktır. Aynı dönemin buruk acılarına, yıkım ve sarsıntılarına daha erkenden şahitlik edecek olan Mehmet Âkif ve Yahya Kemâl de, koca bir devletin çöküşünden arda kalan acıları bütün derinliğiyle yaşayacak ve şiirlerinde resmedeceklerdir. Onlar, kapanan bir çağın önemli şahitleridirler. Türk şiirinin yeni temel taşları bu çileli yılların içinde döşenmeye başlayacaktır. Millî ve mânevî değerlerimizin hiçe sayıldığı, ilim ve irfanın hor görüldüğü, din ve tasavvufun dışlandığı ve mukaddesatın târumâr edildiği bir dönemde, yeni dünyanın içine düştüğü boşluğun perdesini kendi öz dişleriyle yırtarak çıkan Necip Fazıl, “duvara bir titiz örümcek ağı” gibi ördüğü şiirini inceden inceye inşa edecek ve âdeta asrımızdaki insanın yapması gereken “varlık muhasebesini” kendi şahsında yapacaktır.
Tiyatrodan romana, hikâyeden hatıraya kadar geride birçok önemli eser bırakan Necip Fazıl, şiirleriyle de bir devre ışık tutmuş ve saf şiirin asrımızdaki en önemli temsilcilerinden biri olmuştur. “Âlemin nâmütenahi kesretinden büyük ve merkezi vahdete ulaşmak, şiirin biricik gâyesidir” diyen şair “şiirlerinde Yunus’un derûni sesini, Fuzûli’nin yakıcı ıstırabını, Bâki’nin ihtişamını, Nef’i’nin öfkesini, Nâbi’nin hikmetli söyleşisini, Ziya Paşa’nın hicvini, Abdülhâk Hâmid’in metafizik ürpertisini, Mehmet Akif’in dinî duygularını ve Yahya Kemâl’in tarih özlemini toplamıştır.”3
Necip Fazıl’a yakınlığıyla bilinen ve onun şiirini ve ‘Poetika’sını en iyi yorumlayanlardan biri olan Sezai Karakoç, şu enfes değerlendirmeyi yapar: “Şiir, aslında Necip Fazıl’da sürekli olarak ‘ben’in hiçlikle yaptığı ölümüne savaşın en etkili ve belki de tek silâhıdır. Varoluş sırrı, hakikat sırrıdır asıl önemli olan. Zamanın raksı ne içindir? Bir son vardır; bu ‘ben’ bu soruların etrafında dönüp durmaktadır. Şair, mutlak hakikati arayıp durmaktadır.”4 Karakoç, Necip Fazılla ilgili tespitlerini özetle şöyle sürdürür: Benliğin bu büyük varoluş savaşını sürdüren Necip Fazıl, başlangıçta mistik bir güçle eşyanın, daha sonra karşısına çıkan ölümün perdesini kaldırarak birdenbire ruhun büyük cehdiyle hakikatle karşılaşmıştır. Bu, Allah’tır. Mâverâ perdelerinin gerisinde, ebedî, ezelî gerçek olan Allah, ‘Ben’in kurtuluşunun da anahtarıdır… Hakikati İslâm’ın Allah ve İnsan anlayışında bulan şair, tekrar meseleler ve davalar yüklü olarak topluma döneceğini Çile şiirinin sonunda ifşa etmektedir. Baudelaire, Varlaine, Mallarme, Rimbaud kaçtığı dünyalardan geri dönmemişlerdir. Ama Necip Fazıl, topluma ve insanlara geri dönmenin sorumluluğuyla toplumun ortasına atılmıştır. Bundan sonra çeşitli eserleriyle, neşriyle ve şiiriyle insanı kendi benini kurtaran gerçeğe çekmeye, çağırmaya çalışacaktır. Bu da İslâm dünyasının tarihi sosyolojik şartlarında çok çetin ve yıpratıcı bir savaşın içine girmek demek olmuştur.5
Dipnotlar
1- Ahmet Kabaklı, Sultanu’ş-Şuara, s.142, Türk Edebiyat Vakfı Yay., 1. Basım, Mat-Yapım – Kasım 1995.
2- Kabaklı, age, s.188.
3- Mustafa Miyasoğlu, Necip Fazıl Armağanı, Konak Yay., s. 304 – İstanbul Matbaa, Mayıs 2004.
4- Karakoç, Edebiyat Yazıları-II, Diriliş Yay., s.67, Diriliş, 1970 – 2.Baskı, Bayrak Matbaacılık – İstanbul 1997.
5- Karakoç, age, s.69.
Receb 1067 (19 Nisan 1657) tarihinde Siirt’in Tillo köyünde (Aydınlar ilçesi) doğdu. Asıl adı İsmail’dir. Hayatı hakkındaki bilgiler Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Mdrifetname’sine dayanmaktadır. Hz. Peygamber’in amcası Abbas’ın soyundan geldiği söylenen dedesi Abdülcemal ve babası Kasım Tillo’da müderrislik yapmışlardır. İsmail’in eğitimiyle bizzat babası meşgul oldu. Yirmi dört yaşına geldiğinde tahsilini tamamlayarak medresede ders vermeye başladı. Babası vefat edince de Tillo’daki caminin imam ve hatibi oldu. İbrahim Hakkı onun genellikle Arapça konuştuğunu söyler.
Dinin emirlerini büyük bir hassasiyetle yerine getiren, kendi işini bizzat yapmaktan, tarlada çalışarak el emeğiyle geçinmekten hoşlanan Faklrullah’ın kırk yaşında iken geçirdiği ruhi değişim onun manevi hayata daha çok yönelmesine sebep oldu. Hacdan döndükten sonra bir gece yatsı namazı için camiye giderken bi! kör kuyuya düştü ve burada mazhar olduğu manevi haller sonucunda sekiz yıl süren bir vecd ve istiğrak dönemi yaşadı. Çevresinde toplanan müridlerinin başında Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın babası Molla Osman Hüsnü ile Molla Muhammed gelir. İbrahim Hakkı küçük yaşta babasıyla birlikte onun sohbetlerine katılmış, faziletlerini ve dini hayatını yakından görerek etkisi altında kalmıştır.
Marifetname’de onun Faklrullah unvanını alma sebebi ve hangi tarikata mensup olduğu hususunda bilgi yoktur.İbrahim Hakkı dolayısıyla bu konu üzerinde duranlar Fakirullah’ın Nakşibendi veya Kadiri- Nakşibendi olabileceğini belirtmişlerdir. Marifetname’de Nakşiben diliğe özel bir bölüm ayrılmış bulunması onun Nakşibendi olması ihtimalini güçlendirir. Ayrıca bu eserde Üveysi olduğu, doğrudan Hz. Peygamber’in ruhaniyetinden faydalandığı da anlatılır. Hayatının son yıllarında zamanını daha çok müridi ve halifesi İbrahim Hakkı ile sohbet ederek geçiren Fakfrullah’ın şöhreti her tarafa yayıldığından birçok devlet adamı kendisini ziyarete geliyor veya ona mektup gönderiyordu. Hatta bazı sosyal ve siyası meselelerin çözümü için yardım ve himmeti isteniyordu. İbrahim Hakkı, “mürşid-i kamil” olarak nitelediği şeyhinin mütevazi yaşayışı ve ahlakı hakkında ayrıntılı bilgi verir.
Uzun murakabe halleriyle tanınan Fakirullah 1147 (1734) yılında tekrar istiğrak haline girdi. Bir cuma akşamı kendine gelince aile fertlerini ve müridierini toplayarak vasiyette bulundu ve ardından vefat etti. Cenaze namazı büyük oğlu Abdülkadir tarafından kıldırıldı. Defnedildiği yere yapılan türbeye güneş ışınları, 21 Mart ve 23 Eylül günleri 40 X 40 santimlik bir pencereden girip kubbesinde bulunan bir prizmadan geçerek sandukanın baş tarafını aydınlatıyordu. Ancak bu sistem günümüzde bozulmuş durumdadır. Tillo’da daha sonra İbrahim Hakkı tarafından yaptırılan dergahta pek çok kimse eğitim gördü, birçok talebe tahsil yaptı. Fakfrullah’ın türbesi inşa edildiği tarihten itibaren özellikle bölge halkı tarafından sürekli ziyaret edilmiş tir ve günümüzde de bu özelliğini koru- maktadır. Şeyhin şahsi eşyaları zamanı mıza kadar muhafaza edilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA :
İbrahim Hakkı Erzurumi, Marifetrıame, Kahire 1255/1839, s. 504, 520; Hüseyin Vassaf, Se{fne, ll, 152; İslam Alimleri Ansiklopedisi, istanbul, ts., XVI, 318; Evliyalar Ansiklopedisi, istanbul
1992, VI, 129-144.
Kaynak ; Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi , Hayrani Altıntaş , 12. cilt , sayfa 132