Ana Sayfa>Yollar(Sayfa 18)

Seyyid Yahya Şirvani

Seyyid Yahya Şirvani Hazretleri’nin Türbesi ; Azerbaycan – Bakü’de Şirvanşahlar Saray Külliyesinde

Seyyid Yahya b. Celaleddin b. Bahaeddin el-Baku’i (Bakuvi) es-Sufi el-Halveti eş­ Şirvani” isim ve nisbetleri ile maruf olan “Şeyh hazretleri, Halveti tarikati’nin ikinci pir’i olarak bilinmektedir. Halveti tarikati müntesibleri arasında “pir-i sani” olduğunda ittifak vardır . Halveti usulünde klasik isnad şeceresinde “Seyyidü’t-taife” (ta’ifenin efendisi) ünvanı ile maruf Şeyh Cüneyd-i Bağdadi kanalı ile Selman-ı Farisi (r.a.) halkası ile Hz. Ali b. Ebi Talib (k.v.) hazretlerine ulaşır.

Hz. Ali (k.v.) Efendimiz “Halvet” ve “Celvet” usulünün, “Kesret’de vahdet ve vah­detde vahdet” tariklerininin “imamı” olduğunda sufiyye literatüründe ittifak vardır. Bu nedenle Cehriyye yolunda “Ehl-i beyt” sevgi ve saygısı aşk ve cezbe hali galibdir. Cehri yolun seçkin mürşidlerinden olup, neseben de evlad-ı Resul’e müntesib bulun­ması sebebiyle, Seyyid Yahya Hazretlerinin tasavvuf tarihinde seçkin bir yeri vardır. Seyyid Yahya Hazretleri, aslen Azerbaycan’ın “Şirvan” vilayetinin “Şemmahı (Şemahi)” kasabasında doğmuştur.

Seyyid Yahya’nın babası “Seyyid Bahaeddin Efendi”, İmameyn’den 7. İmam “Musa Kasım”ın torunlarındandır, Azerbaycan vilayetinin “Nakibü’l-Eşraf”ı idi. Sey­yid Yahya, gençliğinde Akkoyunlu Türkmen Devleti Sultanı Uzun Hasan Bey’in “Nakibü’l-Eşraf”lığını ve vezirliğini yaptığını öğreniyoruz. Yine rivayetlere göre, daha çok küçük yaşlardan itibaren güzel bir çehreye (simaya) ve akranına üstün bir zekaya ve edebe sahip bulunan küçük Yahya, tahsil hayatı ve oyun arkadaşları arasında bile derhal seçilirdi. Kendisinden zahiri ilimler tahsil ettiği hocaşı “Şirvanlı Pirzade”nin de dikkatlerini üzerine çekmişti. Yine hace’sinin telkin ve tesiri ile tasawuf ve tarikate meyi ederek, Pirzade’nin kaimpederi ve şeyhi, “Halvetiyye Usulü”nün seçkin Pirlerinden Şeyh Sadreddin el-Halveti” ye intisab etmişti.

Bu olay, “Hulvi”nin “Lemezat” ında şöyle nakledilir: Küçük Yahya, bir gün akranı çocuklarla, topla, “Cevgan” (cuygan} adı verilen bir oyun oynuyordu. Oradan geçen Şeyh Sadreddin, damadı Pirzade ve bazı seçkin müridlerinin önüne doğru yuvarlanan top’un peşinden koşan Yahya, onları görünce; onların önünden geçmeyip, yolun kenarına çekilmiş, kendilerine edeble selam vermişti. Ancak Pirzade geçip gittikden sonra topunu alarak, tekrar oynamaya gitmişti. Küçük Yahya’nın bu edebi, Pirzade’ye hoş gelip, Seyyid’e dua kılarak, dervişlerine hitaben: “Gelin siz amin deyin, ben dua edeyim. Allah Teala bu sülaleyi Seyyid-i Alem aba u ecdadı yolunun saliki kılsın, esrar-ı Murtazavi’ye ve esrar-ı Mustafavı’ye müyesser ola” dedi. Sonra hayır dua etti. Allah’ın hikmetiyle kabul buldu. Pirzade bu hal ile evine döndü . Seyyid Yahya ve dostları evlerine geldiklerinde, gece uykuya varıp, rüyalarında Peygamberi­miz (s.a.v)’i müşahede etti, Efendimiz (s.a.v.) ona nasihat edip, Şeyh Sadreddin’i göste­rerek: “Bu senin manevi babandır. Bunun yanına var. Bizim ruhaniyyetimizin sırrı ve cehri tarikatin kurucusu Murtaza (Hz. Ali kv) halkası ile bize bağlıdırlar. Sadreddin de senin ceddin gibi Hayderi’dir” diyerek, Yahya’yı ona teslim ederler. Bu rüya’nın heyecanı ile uyanan genç Yahya, ertesi gün seherle hocası Pirzade’ye gitti. Rüyasını ona anlatmadan önce, onun isteği üzerine birlikte Şeyh Sadreddin‘in huzuruna gitti­ler. Şeyh’le mülakat esnasında Şeyh hazretleri bu rüyayı keşfederek; “Bu manevi bir işarettir. Acaba biz size rüyada gösterilen mürşidinize benziyormuyuz?” diye sordu. Yahya, ağlıyarak, hıçkırıklarla şeyhinin ellerinden öpüp kendisine hemen oracıkta bi’at etti. Şeyh Sadreddin’in uzun süre hizmetinde bulunup, mücahede ve nice hiz­metlerde bulundular. Hatta bazan Seyyid Yahya, üst üste halvet ve erba’inlere gire­rek, halvethanesinden çıktığında, mücahedesinin nuru yüzünde parlar, kimseler o halde yüzüne ve gözlerine bakamazlardı. 

Yine bir gün halvetten çıkıp, ana ve babasını ziyarete giderken, yolda bazı genç sufilerle oturup, sohbet ettiğinden bazı kötü sözler söylenir olmuştu. Bu dedikoducu cahil nadanlar Seyyid’i görünce, edepsizce sözler söylediler. onun gönlü çok incindi. Bu üzüntü ile evine gitmeyip, zaviye’deki hücresine kapandı. Şeyhinin daveti üzerine huzuruna vardığında, şeyhi : “Oğul niçin üzülüyorsun? Muhyiddin İbn Arabi‘nin yaptı­ğı gibi yap. Bir kağıda usulünce “Ya Kahhar” ism-i celalini yazıp, o kağıdı ister ateşe, ister suya at”dedi. Seyyid de usulü ile yapıp, kağıdı küçük parçalara ayırarak, yok etti. Rivayete görü: O dedikoducular uykularında öldürülmüş bulundular. Bu hal halk ara­sında Seyyid’e karşı büyük bir korku ve hürmetin doğmasına sebep oldu. Ayrıca onla­rın ona karşı olan itikadlarınıda kuvvetlendirdi. 

Seyyid’in bu hallerinden, aslen ulema’dan olan babası Hace Seyyid Bahaeddin Efendi hiç memnun değildi. Hatta oğlunun şeyhi olan Şeyh Sadreddin’i kötü niyetli bir kişi olarak görüyor ve velayetini de inkar ediyordu. Oğlu Yahya’yı  imtihan için; “Oğlum Yahya, Ekinlerimiz ve hayvanlarımız susuzluktan harab oldular. Yağmur için bir dua etseniz de tarlalarımız sulansa” deyince, Seyyid: “A babacağım, var git dua eyle ve oğlum Seyyid’in Seninle olan muamelesi hürmetine bize yağmur Ver” de, inşeallah evliyanın sırrına mülaki olursun” dedi. Babası Bahaeddin Efendi; “Ey Rabbim, oğlumla aranızdaki dostluk hürmetine benim tarlama yağmur nasib et” diye dua eder etmez, sadece onun tarlasına sağnak halinde yağmur yağıp, diğer tarlalara bir damla bile rahmet düşmedi. Oğluna gelerek: “Ey oğul, bizim tarlalara yağdı amma diğerleri mahzun oldular. Onalar da yağsaydı olmaz mıydı?” deyince, Seyyid: “Babacığım, Siz şayet duayı adabı ile yapıp, halkı da ansa idiniz, onlarında muradı olurdu” dedi ve de­diği gibi de oldu.

Yine babası Bahaeddin Efendi, oğlunun sufilerle oturup kalkmasını ve onlarla halvet­lere girmesini hazmedemiyor, Seyyid’e: “Senin şeyhin Sadreddin, senin hastalığında evimize kapıdan gireceğine bacadan girmişti” diyerek: “Sen, pirin için müteşşeri bir kimsedir dersin. Amma Şeyh’in hayırlı bir adam olsa idi, kapıyı bırakıp da bacadan girmezdi. Biz ebeveyninin iznini almadan böyle bir iş etmezdi” dedi. Bunun üzerine Şeyyid babasına: “Babacığım, senin yüzünün nefret ateşleri ve gazabı. Şeyhim Sad­reddin’in kapıdan değil de, bacadan yanıma gelmesine sebeb olmuştur” diye cevap vermişti. Bunun üzerine, babası Bahaeddin Efendi bu sözlerin tesirinde kaldı. Sözler onun kalbine tesir etti. Gönlü yumuşayarak, tarikate meyil etti. Sonra oğluna: “Oğul, Bana delalet eyle” diye rica ederek, Şeyh Sadreddin’e intisab etti, Fena mertebelerini kısa zamanda aşıp, baka makamlarının halleri ile kemal buldu. Şeyh Sadreddin, onu, nefsinin tedib ve tezkiyesi için, bir süre oğlu Seyyid Yahya‘nın hizmetine verdi. Bir yıl tamamlanınca, yine Şeyh tarafından Yahya’ya: “Eskisi gibi baba-oğul normal muamelesi üzere olması ve babasına hizmet etmesi” emir edildi.

Seyyid Yahya, şeyhi Sadreddin’e vefatına kadar candan hizmet etti. Asla yanın­dan ayrılmadı. Şeyhinin vefatı üzerine, onun postuna oturdu. Şeyh Sadreddin de vefat edeceğini anlayınca, dervişlerini etrafında topluvarak, kendisinden sonra “Sey­yid Yahya”ya bi’at etmelerini vasiyet etmişti. Fakat damadı Pirzade, Şeyhlik postuna oturmak isteyince, dervişler arasında anlaşmazlık çıktı. Yörenin hakimlerinin mesele­ de, Pirzade lehinde karar vermeleri üzerine gücenen Seyyid, postu Pirzade’ye terk ederek, “Sırr-ı esma ve hilafet-i uzma” ile halkı ve talibleri irşad etmek üzere “Şirvan’ın “Şemmahi” (Şemahi) kasabasına gitti. Bir süre orada irşadda bulunduktan sonra, Bakü’de hüküm süren Şirvanşahlar Sultanı’nın daveti ile “Baku” şehrine yerleş­ti.

Bakü’deki irşad faaliyetleri o derece yoğundu ki, rivayete göre on binden ziyade müridi, üçyüz altmış’a yakın halifesi “Esma’ullah”a mazhar olup, bir çok icazet vermiş­ti. Rumeli, Mısır ve Afrika’daki kırk küsur Halveti tarikati kol ve şubeleri Seyyid Yahya hazretlerinden kaynaklanmıştır.

Menkıbeleri

Seyyid’in nakl edilen menkıbelerinden biride şöyledir: Bir gün Seyyid, bağında pınar başında zikr üzere iken, kedisinden geçmiş bir halde, cezbe halinde istiğrak için­ de iken, o sırada bir avcı pınar başına gelip, su içmek ister. Şeyh’i tanımadığından O’na: “Bre eşek, şu tasa bir su koy da içelim” dedi. Fakat şeyh o sırada istiğrak halinde bulunduğundan, onu duyup görmemişti. Avcı bu hale öfkelenip hışım gibi atından aşağı inerek, elindeki yayla şeyhin başına vurup, onu yaraladı. Şeyh salve ge­lip, o halden sıyrılınca, gayretullaha gelip, ona bir kerre firaset nazarı ile bakmasıyla, avcı yere düşüp debelenmeye başladı. Şeyh: “Hey bre kan içici ne oldun?” dedi. Avcı Şeyh’in halini anlayıp, özürler dilediği, pınardan su içmek isteyince, kabına doldurdu­ğu pınar suyunun kan haline dönüştüğünü, tasını üç kerre doldurup her seferinde ay­nı hali gördüğünü, göz yaşları ile şeyhin ellerine sarılıp, hemen oracıkta kendisine bi’at eylediği nalk edilir:

Seyyid Yahya, yazları “Şirvan” sahrasına çıkarak, ”Gilan”a kadar uzanarak, çok sı­cak bir temmuz gününde, susuz ve yemeksiz, eğersiz bir çıplak deveye binerek, “Erba’in”e girdi. Burada devamlı “Halvet” ve itikaf üzere bulunurdu. Halvet sırasında yir­mi bir günde bir “Erba’in”e girerdi. Halifelerinden “Şeyh Mansur”un rivayetine göre: “Seyyid yine böyle bir günde erba’in’e girmiş ve on iki günde bir abdest alıp, üç gün­ de bir iftar eder hale gelmişti.

Seyyid Yahya, ömrünün sonlarına doğru altı ay süre ile kendini bütünü ile halvete verip, tüm varlığını Hakk’a tahsis etmişti. Bu süre içinde ne yemiş ve ne de içmişti. Bu süre içinde daimi olarak huzurda idi. Oğullarından “Emir Keke” babasına: “Sultanım, ne olur biraz yemek yeseydiniz. Cesediniz biraz kuvvet bulup, ibadetlerinize kolaylık sağlasaydı?” deyince, Şeyh hazretleri oğluna: “Oğul, bizim ibadetimiz için cesedim izdeki kuvvet yeme içmeden ve cesed kuvvetinden değildir. Amma sizin hatırınız için bir şirdenden (Azerbaycan yöresinde· çok meşhur olan iş­kembe şirdeninden yapılan bir pilav yemeği) olsaydı biraz yerdik” dedi. Derhal nefis bir şirdenli pilav yapılarak, önüne konuldu. Dervişleri ile birlikte sofraya oturunca, dervişleri yerken, o elinde bir dolu kaşıkla öylece durup, onlara bakıp, tefekkür eder, müridlerinin yediğinden zevk ve lezzet alırdı. Sonra aynı kaşığı tabağa geri kordu. Durumun farkına varan oğlu Emir Keke: “Niçin yemiyorsun?” deyince, “Lokman Hekim nice yıllar bu halka içine koyduğu terkible yetinip gıdalanmıştır. Bizim için böyle cezbedici güzel yemekler yemek hatadır” diye buyurmuşlardı.

Sözleri

“Şeyh olan zat, mücaz dervişleri her ne kadar olursa olsun hakim olanı üçtür: 1. Perverde olanlar, 2. Ka’im-i makam’a ehl-i medar olanlar, 3. Esrara vasıl olan kişi ki, bir tanedir. Bu zat onların arasında olup, belli olmaz. Şeyh hayatta iken bu böyledir. Şeyh’in vefatı ile “Esraru’llah” zahir olup, tevhid nurları apaçık ortaya çıkar. Hakikat de sahib-i İrşad olur. Diğerleri ise, telkin, tevhid, tabir ve teselli eylerler. Esmanın bereketiyle cezbe bahş ederler. Talibleri teselliye mazhar edemezler” diye buyururlardı.    ·

Seyyid Yahya eş-Şirvani hazretleri, “Osmanlı Müellifleri”ne göre: “Canişin-i cen­net” terkibine delalet eden ebcedle (862h./1457m.) tarihinde vefat etmiştir.  Hocazade’ye göre ise (869h.) tarihinde vefat etmiştir.  Yine “Lemezat” müellifi Hulvi Efendi ve “Sicil-i Osmani” müellifine göre ise (869h.) de vefat etmiştir. “Lugat-ı Tarihiyye” müellifi Rif’at Efendi, Mehmed Mecdi Efendi’nin “Şeka’ik Tercümesi”ne dayanarak Seyyid’in (868 h./1463 m.) tarihinde vefat ettiğini ileri sürmektedir­ler.(22)

Seyyid Yahya hazretlerinin kabri “Baku”da “Hisariçi” mevkiinde “Şirinmezdak” adı verilen yerdedir.

Seyyid Yahya hazretlerinin sayısız halifelerinden en ünlü ve içtihad sahibi Hulvt’nin “Lemezat”ında zikredilmektedir; Bunlar sırasıyla:

  1. Pir Şükrullah Halife,
  2. Alaeddin Ruhi el-Aydıni,
  3. Habib-i Karamani el-Halveti,
  4. Kaim-i makamı Pir Muhammed el-Erzincani, bir diğer rivayete göre ise: “Şeyh Pir Dede Ömer-i Ruşeni el-Aydıni” hazretleridir .

 

Oruç Baba

İstanbul -Topkapı Şehremini Pazartekke Kürkçü Bostan Sokak’ta

Adı Şeyh Zekai Mustafa’dır. Bursa Yenişehir’den İbrahim Bey’in oğludur. Simavlı Şeyh Hasan Efendiden tarikatını tamamladı. İstanbul’a gelerek Topkapı Şehremini Pazartekke Kürkçü Bostan Sokak’ta Pir Ümmî Sinan dergahına şeyh tayin olundu. Sinaniye şeyhlerinden Çuhadar Muhammed Efendi’den de hilafet aldı. Tasavvufi şiirlerini toplayan divanı çok meşhurdur. Halveti, Sinanî ve Şabanî tarikatı ariflerinden olan Şeyh Zekai Mustafa Efendi’yi İstanbul halkı «ORUÇ BABA» olarak bilmektedir. Rivayete göre Oruç Baba Ramazan ayının ilk orucu Hızır Aleyhisselam ile birlikte bir yudum sirke ve bir zeytin tanesi ile açmıştır. Bundan dolayı Ramazan ayının ilk günü iftar vakti genç – ihtiyar, kadın-erkek bin bir ümitli binlerce müslüman, mahşeri bir kalabalık ORUÇ BABA türbesine akın ediyor. Bir yudum sirke ile oruçlarını açıyorlar, ziyaret ediyorlar, dileklerinin kabulü için dualar ediyorlar. O’nun kimseyi geri çevirmediğine inanırlar, ilk iftarı orada açan darlık görmez. «Hu ile arif Zekaî azm-i lahut eyledi» mısrasının delalet ettiği 1227 – (1812) tarihinde vefat etmiştir. Kabiri sade. mütevazidir. Divanından: Evliyadan yücedir Şah-ı şehîdin payesi Kaabe kavseyni ev ednadan alınmış mayesi Yesrip ve Batha’dan hurşid-i tecellî berk urup Kerbela toprağına düştü o nurun sayesi.

Kaynak ; İstanbul Evliyaları ve Fetih Şehidleri – Şevket Gürel , İstanbul’daki Tarihi Türbe ve Mescidleri İmar Vakfı , 1988

Nurettin Cerrahi (k.s.)

İstanbul – fatih – cerrahi asitanesi

Halvetiyye-Ramazaniyye tarikatının Cerrahiyye kolunun kurucusu. İstanbul’da Cerrahpaşa Camii’nin karşısındaki Yağcızade Konağı’nda dünyaya geldi. Adı Muhammed’dir. Babasının adı Abdullah Ağa, annesinin adı ise Emine Nesime Hatun’dur. Doğum tarihi konusunda kaynaklarda birbirinden farklı rakamlar vardır. Babası, IV. Mehmed döneminde sarayda mirahurluk görevinde bulunmuştur.

Nureddin Cerrahi ilköğrenimine Cerrahpaşa sıbyan Mektebi’nde başladı. Hocası Yusuf Efendi’den Kur’an okudu ve hüsn-i hat dersi aldı. Ardından Süleymaniye Medresesi’ndeki tahsili esnasında, daha sonra şeyhülislam olan Yenişehirli Abdullah Efendi‘nin öğrencisi oldu. Bu yıllarda tanıştığı meşhur divan şairi Nabi Efendi’den edebi konularda ders aldı.

Genç yaşta, 1696’da kadı olarak Mısır (Kahire) Mevleviyeti’ne tayin edildi. Devlet ricalinden olan dayısı Hacı Hüseyin Efendi’ye veda ziyareti için Üsküdar Toygartepe’deki konağına gitti. Dayısı onu konağın karşısındaki Selami Ali Efendi Tekkesi‘ne götürdü. Tekke’nin postnişini, Köstendil’de bir süre müftülük yapmış olan Halveti-Ramazani şeyhi Köstendilli Alaeddin Ali Efendi idi. Tekke’de icra edilen ayin sırasında vecde gelen Nureddin Cerrahi, şeyh efendinin gösterdiği yakın ilgiden de etkilenerek hemen orada şeyhe intisap etti. Mısır Mevleviyeti’ne tayin fermanı ile nişanını şeyhülislama iade ederek Mısır’a gitmekten vazgeçti.

Yedi yıl boyunca, ikamet ettiği Cerrahpaşa’dan Üsküdar’a geçip şeyhinin tekkesine devam eden ve zaman zaman şeyhinin izniyle halvete giren Cerrahi, seyrü sülukünü tamamlayarak 1703 yılı başlarında Halvetiye Tarikatı’ndan icazet aldı. Halife tayin edildi. Şeyhi tarafından kendisine taç ve hırka· giydirildi.

Darüssaade Ağası Hacı Beşir Ağa ile Sultan III. Ahmed’in gördüğü rüyalar üzerine, Sultan III. Ahmed’in emriyle Fatih -Karagümrük’teki Canfeda Hatun Camii’nin yanındaki konak satın alınıp yıktırıldı ve arsası üzerine Nureddin Cerrahi adına bir tekke inşa edildi.

1703’te törenle açılan tekkede Cerrahi hazretleri ömrünün sonuna kadar, on sekiz yıl fasılasız irşad faaliyetlerinde bulundu. Yedi halife yetiştirmiş, bu halifelerin faaliyetleri ve açtıkları tekkeler vasıtasıyla Cerrahiye tarikatı, 18 ve 19. yüzyıllarda yaygın tarikatlardan biri haline gelmiştir.

Vefatı
Nureddin Cerrahi hazretleri, kırk gün süren bir hastalık döneminin ardından 1 Ekim 1721’de vefat etti. Çok kalabalık bir cemaatin iştirak ettiği cenaze namazını Fatih Camii’nde devrin şeyhülislamı Molla Mehmed Efendi kıldırdı. Cenaze namazından sonra Karagümrük’teki tekkesine defnedildi. Yeri Cennet, makamı ali olsun! Şefaatlerini dileriz.

Cerrahi Tekkesi

İstanbul’un önde gelen tekke merkezlerinden biri olan tekke, zaman içinde dört defa yeni baştan inşa edilmiş, çeşitli onarımlara, değişikliklere ve ilavelere sahne olmuştur. 1844’te Sultan Abdülmecid tarafından tekke tamir edilmiş ve bir de şadırvan yaptırılmıştır. Türbede, altlarındaki kabirlerde birden fazla kişinin gömülü olduğu, toplam otuz kadar ahşap sanduka mevcuttur. Cerrahi tekkesi, gerek zamanında gerekse tekkelerin kapatılmasından sonraki yıllarda İstanbul’un tasavvuf kültürü ve musikisi açısından en önemli merkezlerden biri olmuştur. Pazartesi günleri icra edilen ayinler musiki tarihinde önemli yerleri olan zakirbaşılar tarafından yönetilmiştir .

Eserleri
1. Mürşid-i Dervişan,
2. Evrad-ı Kebir,
3. Evrad-ı Sağir.
4. Divan.
Divan şiiri geleneği içinde dini-tasavvufı mahiyetteki şiirlerini “Nuri” mahlasıyla yazardı.

Şiirlerinden biri:

Dil beyitini pak eden
Dervişi anka eden
Alem-i lahuta giden
Mevla zikridir zikri

Zikirden halet alan
Aşınay-ı ruh olan
Ukbada devlet bulan
Mevla zikridir zikri

Terk ehline karışan
Hem zevkine erişen
Bahr-ı ledünle görüşen
Mevla zikridir zikri

Kaynak ; Yolumuzu Aydınlatanlar -1 , Yahya Kutluoğlu , İbb Yayınları

Emir Ahmed Buhari

İstanbul – Fatih

Hayatı

Buharada tahminen 1443 yılında doğan Emir Ahmed Buhari hazretleri, Peygamber Efendimizin soyandan gelmesi sebebiyle Emir ve Seyyid sıfatlarıyla anıldığı gibi Buharalı oluşu nedeniyle Buhari nisbesiyle de tanınmaktadır, ilköğrenimini babası Muhammed’in yanında tamamladıktan sonra ilim tahsilinde ilerlemek amacıyla başta Semerkant olmak üzere bölgenin tanınmış ilim merkezlerine seyahatlerde bulundu. Nakşibendiyye silsilesinin on ikinci sırasında yer alan Mahmud Encirfağnevînin neslinden oluşu dikkate alındığında tasavvuf kültürüne aşina bir aileden geldiği görülmektedir.

Tasavvufa Yönelişi

Gençlik döneminde tasavvufa ilgisi artınca Semerkanta giderek dönemin meşhur Nakşi şeyhi Ubeydullah Ahrar’a (ö. 1490) intisap etti. Bir taraftan tasavvufi terbiyesini tamamlıyor, diğer taraftan farklı coğrafyalardan dergaha gelen derviş ve şeyhlerle tanışma imkanı buluyordu. O dönemde Anadoludan Semerkanta gelerek şeyhine bağlanan Molla Abdullah İlahî ile tanıştı. Emir Buharî, şeyhinin kendisine, gerek peygamberimizin soyundan gelmesi gerekse Encîrfağnevî’nin torunu olması hasebiyle göstermiş olduğu ikram ve saygıdan mahcup oluyor ve manevi terbiyesinde bunu bir perde olarak görüyordu. Bir gün dayanamayarak sebebini sorduğunda şeyhi “Size nasıl teveccüh ve ikramda bulunmayalım ki, sizi her gördüğümde iki ulu şahsın yüceliğini müşahede etmekteyim. Birincisi Hz. Peygamberin neslinden oluşunuz, diğeri ise Hace Mahmud’un dedeniz oluşudur” diye cevap verdi.

Anadolu’ya Gelişi

Molla Abdullah ilahi bir yıl sonra tasavvufi terbiyesini tamamlayıp hilafet aldığında Emir Ahmed, hem ilmî yeterliliğinden hem de manevi yapısından etkilendiği bu zatla birlikte Anadolu ya gitmek için şeyhinden izin istedi. Ubeydullah Ahrar’ın izin vermesi üzerine bütün malını ailesine bırakarak Abdullah İlahî ile birlikte Kütahyaya gitti. Şeyh İlahi, memleketi olan Simava yerleşince ona intisap etti ve yanında seyr ü sülükunu tamamlamaya çalıştı. Emir Ahmed Buharî, Nakşibendi tarikatına bağlılığını şu sözlerle dile getirmiştir:

Tarîk-i Hakk’ın alası tarîk-i Nakşibendîdir
Tarîk-i Nakşibendînin reisi Mir Efendi’dir
Müsellem cümle illerde onun yolu ve halidir
Kalan tesiri dillerde onun nush u pendidir
Şu denli zahir ü batın olubdur Hocanın nakdi
Görenler bir nazar onu diyeler kim o kendidir
Aceb ahü-yı vahşidir gönül kimseye sayd olmaz
Şikar eden hemen onu senin cezbin kemendidir
Demidir şimdiden geri nazar kılsan Buhari’ye
Ki ol biçare olgandan tapunun derdmendidir

Hac Yolculuğu

Emir Ahmed, Hac mevsimi yaklaştığında şeyhinden Hicaz bölgesine gitmek için izin istedi. Şeyhi kendisine on akçe yol harçlığı verdi ve ahırda bulunan bineklerden istediğini almasını söyledi. Akşam namazını şeyhiyle kıldıktan sonra dervişlerin sofrasından bir ekmek alarak koynuna koydu. Beraberinde bir Mushaf, bir Mesnevî ve şeyhinin verdikleriyle yola çıktı. Yolcuğu esnasında Mushafı çaldırmış, Mesnevîyi de bir kişinin ısrarı üzerine 200 akçeye hediye etmişti. Kudüse uğrayarak burada bir müddet kalan Emir Ahmed, ikamet amacıyla Mescid-i Aksanın yanındaki odalardan birine yerleşti. Bu süre zarfında vakıf imkanlarından faydalanmayı kabul etmedi ve kimseden sadaka almadan geçimini kitap istinsahı ile sağlamayı tercih etti. Maddi imkanlarının tükendiği bir sırada Cenab-ı Hakkın kendisine nasıl yardım ettiğini şu sözlerle anlatmaktadır:

“Kudüs’te bulunduğum zamanlarda mescidin imamı bizi sevdiği için Kudüs medreselerinden bir oda verdi, orada kaldım. “Medrese görevlisi bize iki ekmek getirir ve odanın tayini olduğunu söylerdi. Ben vakıf ekmeği yemeyi kabul etmedim ve ihtiyacının olmadığını söyledim. Bunun üzerine “Al da başkasına ver, çünkü zengindir diye seni bu odadan atarlar” deyince ekmeleri alıp yine ona verirdim. Daha sonra hatırımdan, yazı yazma gibi bir işim olsa da ondan günde bir akçe alıp geçimimi temin etsem düşüncesi geçti. Bu esnada bir Arap odadan içeri girerek her kağıdına bir akçe karşılığında bir kitabı yazmamı istedi, kabul ettim. Kalem, divit ve kağıt getirdi. Orada olduğum müddetçe günde bir kâğıt yazıp aldığım bir akçeyi nafaka edinerek kimseden sadaka almadan zenginler gibi geçindim.

Kudüs’teki ikametinin ardından Mekkeye giden Emir Ahmed, burada kaldığı dönemde çetin bir riyazet ve mücahede yolunu benimsedi. Mekke’de iken her gün yedi kere tavaf ve yedi kere say yapmaya kendi kendine söz verdi. Böylece haftada kırk dokuz tavaf ve bir o kadar say etmiş oldu. Geceleri Harem-i şerife karşı gah ayakta durduğunu gah oturarak ibadet ettiğini ve bir an bile yatıp uyumadığını söyler.

Simav’a Dönüş

Bir yıl sonra Abdullah İlahi hacca giden tüccarlarla haber göndererek Emir Buhari’yi Simav’a çağırdı. Şeyhinin davetini alır almaz Anadolu ya döndü ve uzun bir müddet Simav da kaldı. Bu dönemde tekkedeki işlerin yanı sıra imamlık görevini de üstlenen Emir Buharî, o günlerde yaşadıklarını şöyle dile getirmektedir:

“Hz. Şeyh ile Simav’da olduğumuz zamanlar beş vakit namazda bize imamlık görevini vermişlerdi. Şeyhin bir merkep ve katırı vardı. Güneş doğduktan sonra her gün onları sürüp öğle vaktine değin dağdan odun getirirdim. Öğle namazını kıldıktan sonra sürülecek varsa çift sürer, orak vaktinde orak biçerdim. Diğer zamanlarda da sırtımda çalı-çırpı götürür, şeyhin bağ ve bahçesinin duvarına bend ederdim. İkindi namazını kıldıktan sonra ise hazretin huzuruna varırdım. Geceleri uyumadığımdan odun kesmek için dağa gittiğim zaman kuşluk vaktinde davarları otlamaları için bir müddet salıverir ve o sırada bir ağaca yaslanır uyurdum”

Yaklaşık altı yıl boyunca bu görevini canla başla sürdürmüş ve şeyhinin ifadesiyle, bu süre zarfında geceleri hiç uyumayarak yatsı namazı için aldığı abdest ile sabah namazını kıldırmıştır. Bu sırada Fatih Sultan Mehmet, Abdullah İlahi’nin adını duymuş ve onu İstanbul’a davet etmişti. Ancak İstanbul’a gitmekte tereddüt gösteren Şeyh ilahi, müridi Ahmed Buharî’nin Anadolu’daki diğer şeyhleri ziyaret etme isteğini öğrenince, İstanbul’dan gelen davetleri göz önünde bulundurarak gitmesine izin verdi. Ayrıca ondan İstanbul’un dini ve tasavvufi durumunu kendisine bildirmesini de istedi.

İstanbul Yolunda

İstanbula ulaşan Emir Ahmed, ilk olarak daha önce adını duymuş olduğu Zeyniyye meşayıhından Şeyh Vefanın (ö. 1491) tekkesine misafir oldu:

“İstanbul’a gittim, gurbet eli. Ne ben kimseyi tanıyorum ne de kimse beni. Şeyh Vefa hazretlerinin makamını sordum ve camilerine vardım. Bir köşede ikindi namazının sünnetini kıldım.

Şeyh Vefa, mihrap içindeki kapıyı açarak geldi ve imamlık yaptı. Namazdan sonra dervişlerle meşgul oldu. Ben de bir yere oturup uzaktan şeyhe bakıyordum. Başımı kaldırıp şeyhin tarafına her baktığımda şeyh de başlarını kaldırıp bana bakardı. Evrad tamam olunca musafaha yapmak niyetiyle yerimden kalktım. Şeyh de yerlerinden kalkıp bana doğru geldi ve beni bağrına bastı. Bir müddet hiç konuşmadan sessizce oturdum. Dervişlere, “Kendileri misafirimizdir, ona iyi bakınız” deyip gitti. Üç gün orada kaldıktan sonra şeyhten izin alıp ayrıldım.” İstanbul’daki ziyaretlerinin sonucunda şeyhine, şehirdeki sosyal karmaşayı ima eden bir mektup yazarak,

Burada gönlü rahat olan o kimsedir ki
Yarin eteğine yapışmış ve bir köşeye çekilmiştir

anlamındaki şiiriyle Simav’da kalmasını tavsiye etti. Sonrasında Abdullah ilahînin İstanbul’a gelmesi üzerine Emir Buharî, şeyhi ile birlikte irşad görevini sürdürdü. Ancak İstanbul’un karmaşasından sıkılan Şeyh İlahî, Vardar Yenicesine giderken yerine Emir Buhar’yi halife olarak bıraktı.

Kurduğu Tekkeler

Bir Nakşi şeyhi olarak önceleri Fatih Camii civarındaki evinde müritlerinin tasavvufi terbiyesi ile ilgilenen Emir Buharî, zamanla burasi yeterli olmayınca Sultan II. Bayezid’in desteği ile aynı semtte bir mescid ve tekke inşa etti. Bunu 1512 de Ayvansaray da kurulan ikinci bir tekke izledi. Bu açıdan bakıldığında Emir Ahmed Buharî, Nakşibendiliğin İstanbul da yayılmasını sağlayan sufî olarak tasavvuf tarihi kayıtlarına girmiştir.

Vefatı

Temmuz 1516 yılında, yetmiş üç yaşında, kuşluk vaktinden evvel vefat eden Emir Buharînin cenaze namazı, Zenbilli Ali Efendi tarafından kalabalık bir cemaat eşliğinde kıldırıldı ve Fatih’teki tekkesinin bahçesine defnolundu. Vefatından önce bütün müritleri ve sevenleriyle helalleşerek veda eden Emir Buharî, onları zühd ve takva üzere yaşamaları ve istikametten ayrılmamaları konusunda uyardı. Halifelerinden Mahmud, şeyhinin vefatı ile ilgili şu olayı kaydetmektedir:

“Efendi hazretleri vefat edince mübarek bedenlerini bir çadır içinde yıkamıştık. Bir derviş su döküyordu, bir derviş de mendille devamlı benim terimi siliyordu. Hayadan tere boğulmuştum. O esnada yaşayan bir kişi gibi üç defa gözlerini açıp baktılar. Kabre indirip toprağa koyduğum zaman hemen kendileri kıbleden yana sağ taraflarına döndüler. Olaya şahid olan hafızlar gayr-ı ihtiyari salavat getirmeye başladılar.”

Yine Mahmud Çelebi anlatıyor:

“Mübarek mezarlarının yanında bir defne ağacı vardı, ağacın kesilmemesini, mana aleminde dört defa vasiyet etmişlerdi. Bu vasiyete bakıp galiba kabrinin üzeri örtülmesin demek istiyor diye düşündüm. Zamanla dostlar, kabrinin üzerini örtmek ve türbe yapmak istediklerinde ağacın kesilmesi gerekti. Bana danıştılar, zahiren izin vermedim ama ben gittikten sonra bildiginiz gibi yapın dedim. Gittikten sonra o ağacı kesmişler, etrafını duvar yapıp üzerini örtmüşler. Mübarek kabirleri rıhtım üzerinde ve taştan idi. Defne ağacı yeniden çıkıp büyümüştü. Taptaze ve yemyeşil uzayıp gidiyordu”

Emir Ahmed Buharînin diğer tarikat şeyhleri tarafından da sevildiği ve itibar gördüğü anlaşılmaktadır. Nitekim o dönemde yaygın tarikatlardan biri olan Halvetiyye’nin önemli şeyhlerinden ve aynı zamanda ulemadan olan Kasım Çelebi (ö. 1518), şeyhin vefat ettiği gece ay tutulanca “Hay Emir Buharî hazretleri vefat etti” diyerek üzüntüsünü dile getirmiştir.

Emir Buharînin vefatına binaen, müritlerinden Bursa Kaplıca Medresesi müderrisi Hızır Bey Çelebi, aşağıdaki manzumeyi söylemiştir:

Müşkil imiş firkati şeyhin be-gayet ah şeyh
Kande gitti bilmezin ol mazharullah şeyh
Bu firak ve hasrete, bu hicre ve bu hakte
Gönlüme dedim ki de tarih, dedi vah şeyh

Halifelerinden Lamiî Çelebi de Emir Buharînin vefatı üzerine bir manzume söylemiş ve bu manzumenin tarih içeren şu son beyti, aynı zamanda türbenin de kitabesi olarak hakkedilmiştir:

Can dimağın çünkü bu sevda buharı kapladı
Dil dedi tarih Ey Seyyid Buhahî ah vah

HALİFELERİ

Nakşibendîlik, Emir Ahmed Buharî’nin sohbet ve irşat halkasında yetişen birçok halifesi sayesinde başta İstanbul olmak üzere Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde yayılma imkanı bulmuştur. Halifeleri arasında özellikle Mahmud Çelebi, Hekim Çelebi, Piri Halife Hamidi ve Lamiî Çelebi ön plana çıkmıştır.

1. Mahmut Celebi

Aslen Amasyalı olan Mahmut Çelebi, zahirî ilimleri tamamlamasının ardından tasavvufa yöneldi ve bir müddet Abdullah ilahînin sohbetlerinden istifade ettiyse de şeyhinin vefatının ardından Emir Buharîye intisap ederek tasavvufî terbiyesini onun yanında tamamladı. Aynı zamanda şeyhin kızı Fatma Hanımla evlenerek damadı oldu. Emir Ahmed Buharî’nin vefatından sonra da baş halife olarak Fatih’teki tekkede yerine geçti ve burada yaklaşık on altı yıl irşad vazifesini sürdürdü.

Öte yandan Edirnekapıda yaptırdığı tekkenin de meşihatini üstlendi. Tekkesinde Mesnevi okuttuğu ve anlaşılmayan yerlerin tasavvufi izahlarını yaptığı nakledilir.

Mahmud Çelebi, 1532 yılındaki vefatı üzerine Şeyhülislam İbn Kemal tarafından Fatih Camii’nde kıldırılan cenaze namazının ardından Edirnekapı’daki dergaha defnolunmuştur. Ulema çevresinden yetiştirdiği alimler arasında Gelibolulu Muslihuddin Mustafa Sururî ve Bursada kurduğu tekke ile Nakşîliği yaymaya çalışan Müşemmilzade Mehmet Efendi bulunmaktadır.

2. Hekim Çelebi

Emir Ahmed Buhari’nin yetiştirdiği önemli şahsiyetlerden biri de Hekim Çelebi diye bilinen Şeyh Mehmet b. Seyyid Ahmed’tir. Bir süre medrese tahsili gördükten sonra tasavvufa olan meyli sebebiyle Emir Ahmed Buharî’ye intisap ederek onun gözetiminde seyr ü sülükunu tamamladı, İzmitli olan Şeyh Mehmet Efendiye tıp ilmindeki maharetinden dolayı “Hekim Çelebi”, hikmet ilmine vukufiyeti sebebiyle de “Hakim Çelebi” denildiği belirtilir.

Şeyhinin vefatından sonra ilk zamanlarda tekke kurmayarak bazen İstanbul, bazen de Bursa da zahidane bir şekilde hayatını sürdürdü ve bu dönem zarfında birkaç defa hacca gitti. Müritlerinden Damat Rüstem Paşanın ısrarı üzerine Koska semtinde kendi adına kurulan tekkede 1567 yılındaki vefatına kadar irşat görevine devam etti.

3. Piri Halife Hamidi

Emir Ahmed Buharînin Nakşibendîliği yaymak için Anadolu’ya gönderdiği halifelerindendir. Şeyhinden hilafet aldıktan sonra Ispartaya yerleşerek vaktinin çoğunu halkı irşat etmek için harcadı. Keramet sahibi zat olarak tanınan Pîrî Halife’nin akıl hastalarını da tedavi ettiği bilinmektedir. Halkın yanı sıra devlet adamlarının da uğrak yeri olan tekkesi, bölgede şöhret buldu. Damat Rüstem Paşa Kanunînin gazabına uğradığında Isparta’ya giderek şeyhin himmetine sığınmış ve kendisine akıl vermesini istemiştir.

Piri Halife, halkın istifadesi için yaptırdığı çeşmelerden başka evine yakın bir yerde bir mescitle bir de mektep inşa etmiştir.

4. Lamiî Celebi

16. yüzyılın önemli mutasavvıf ve güçlü ediplerindendir. Bursalı olan Lamii Çelebinin asıl adı Mahmud’dur. Babasi II. Bayezid’in defterdarlarından Osman Çelebi, dedesi Nakkaşlığın Anadolu’da yayılmasında emeği geçen ve Yeşil Türbenin nakışlarını yapan Nakkaş Ali b. Ilyas Alidir.

Gençliğinde zahirî ilimleri tamamlayan Lamiî Çelebi, Emir Ahmed Buharînin gözetiminde tasavvufî terbiyesini tamamladı, icazet aldıktan sonra da Bursa’ya gelerek dedesinin bina ettiği Nakkaş Ali zaviyesine yerleşti. Adı geçen tekkede irşad faaliyetlerini sürdürürken ayrıca Gülşeni şeyhi İlhamî Efendi vasıtasıyla Gülşeniyye Tarikatı’na intisap ettiği kaydedilmektedir.

Nazım ve nesir olarak telif ve tercüme ettiği sayısı otuza ulaşan eserleri sayesinde başta tasavvuf muhitleri olmak üzere ilmiye ve sanat ortamında da haklı ve kalıcı bir yer edinen Lamii Çelebi ye asıl şöhret kazandıran, hiç şüphe yok ki Caminin Nefehatul-üns isimli eserini Türkçeye tercüme etmesidir. Bu sebeple Anadolu’nun Camîsi (Camî-i Rum) lakabıyla meşhur oldu. 938/1531 yılında vefat etmiş ve hizmet ettiği tekkenin hazîresine defnedilmiştir.

Kaynak ; İstanbulda Buharalı Bir Derviş – Emir Ahmed Buhari , Prof. Dr. Abdurrezzak Tek , Diyanet İşleri Bakanlığı

Abdulehad Nuri Sivasi

İstanbul – Eyüp – Nişanca’daki Sivasi dergahında.

Abdulehad Nuri Sivasi Hazretleri Halveti şeyhlerindendir. Fazl ü irfan ile tanınmış bir velidir. Sivas’ta doğdu, İlk tahsilini orada yaptığı sırada hocası, mürşidi ve dayısı Şeyh Abdülmecid Sivasî ile İstanbul’a geldi, tahsilini burada ikmal etti. Zahiri ve ledün ilimlerinden icazet aldıktan sonra Midilli’ye giderek bir müddet orada irşad ile meşgul oldu. 1624’de tekrar İstanbul’a döndü, Mehmed Ağa dergahına şeyh tayin edildi. Fazl ü irfanı dillere destan oldu. Fatih, Beyazıd, Ayasofya camileri vaizliğine tayin edildi. İrşad, vaaz ve eser te’lifi ile meşgul iken 1651 senesinde 48 yaşında Hak’kın rahmetine kavuştu. Kabri Eyüp Nişanca caddesindeki Sivasi Dergahında Abdülmecid Sivasi hazretlerinin kabrinin yanındadır

Eserleri: Riyazü’l-Ezkar, İnkazu’l-TaIibîn, Mır’atü’l-Vücüd, Mirtatü’ş-Şühüd, gibi 28 tanedir.

Bir gazelinde:

Enfüs ü afakı rü’yetle kemale arif ol
Marifettir çünkü mahlukatı peydadan garaz.

Nuri ya! Hiç gayri matlub kalmadı aşıklara
Hak cemalidir hemîn cennat-ı ukbadan garaz.

buyurur.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
İstanbul Evliyaları ve Fetih şehidleri ; Şevket Gürel
[/toggle]

 

Muhammed Beşir Erzincani

Erzincan – Terzi Baba Kabristanında

Şah-ı Nakşibend Efendimizi görmek isteyenler Beşir Efendi’yi ziyaret etsin.. ” Pir Sami Hazretleri

Dedelerinin Buhara’dan Bağdat, Antep ve Maraş üzerinden Erzincan’a göç ettikleri bildirilen Beşir Efendi’nin aslen Maraşlı Emirzâdeler olarak bilinen bir aileye mensup olduğu ve Erzincan’a 1800’lü yıllarda yerleştikleri nakledilmektedir. Küpesük (Saztepe) köyünde 1865 senesinde dünyaya geldiği ifade edilmişse de özellikle ailesinden gelen bilgilerden bu tarihin 1869 senesi olabileceği kuvvetle muhtemeldir. Nakîbü’l-eşrâflık kurumunun aileye verdiği Seyyidlik Şeceresi’nden soyu baba tarafından Hz. Hüseyin’e (r.a) dayandığı ifade edilmekte fakat şecereyi gösteren bu vesikanın kaybolduğu anlaşılmaktadır. Babası Hüseyin, dedesi Musa Efendi’dir. Annesinin adı ise Zeynep Hanım’dır. Ailenin tek çocuğu olan Beşir Efendi’nin annesi ve babasının o daha küçük yaştayken vefat ettikleri, bakımının amcası Hasan Efendi ve yengesi tarafından üstlenildiği nakledilmektedir. Amcası Hasan Efendi’nin. İstanbul’a gittiği ve burada Sultan Abdulhamid tarafından saltanat kayıklarına ‚kayıkçıbaşı‛ olarak görevlendirildiği söylenir.

Beşir Efendi’nin çocukluk ve gençlik dönemine ait bilgiler sınırlıdır. Ancak amcasının vefatından sonra bugün Karakaya olarak bilinen Keleriç köyüne yerleştiği ve başından üç evlilik geçtiği anlaşılmaktadır. Bu evliliklerden toplam on üç çocuğu olan Beşir Efendi’nin ilk eşi Meysun hanımdan olan çocuklarından bazıları ‚Kabak‛, bazıları ise ‚Reyhan‛ soyadını almışlar, Fadime ve Aliye Hanım’dan dünyaya gelen çocukları ise ‚Buyruk‛ soyadını kullanmışlardır. Osmanlı Devleti’nin savaşla geçen zor ve meşakkatli döneminde Rus işgalini ve muhacirliği görmüş; Milli Mücadele’nin başından sonuna kadar Cumhuriyet Türkiye’sinin kuruluşuna tanıklık etmiştir. 1916-1918 yılları arasında Erzincan’ın Rus işgali altında olması sebebiyle birkaç seneliğine Kırşehir’de zorunlu ikamete tâbi tutulmuştur.

Tasavvufa intisabı, Pîr-i Sâmî ile tanışması ve mürîdi olmasıyla gerçekleşen Beşir Efendi’nin halîfe olduktan sonra Erzincan dışında önce Otlukbeli daha sonra da Tercan’da irşad faaliyeti yaptığı anlaşılmaktadır. Şeyhi Pîr-i Sâmî vefat edince yeniden Erzincan’a dönen Beşir Efendi yaklaşık yirmi senelik irşad vazifesinden sonra 8 Ekim 1932 senesinde vefat etmiştir. Kabri Terzi Baba Mezarlığı’ndadır. Pîr-i Sâmî’nin kendisi hakkında; ‚Şah-ı Nakşibend Efendimizi görmek isteyenler Beşir Efendi’yi ziyaret etsin.‛ diyerek halîfesini tahsin ettiği görülmektedir. Kendisinden sonra tarîkat postuna Dede Musa Bayburdî (Musa Baştürk) oturmuştur, hilafet verdiği Tahrirat Kâtibi Nuri Efendi, Selükeli Nazım Hoca ve Hidayet Efendiler hakkında yeterli bilgi yoktur. Meşhur halk şâiri Bayburtlu Celâlî Baba’nın da Beşir Efendi’nin mürîdi olduğu nakledilmektedir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Erzincan’da Nakşi – Halidi Gelenek , Halil Baltacı , Ömer aslan , Batman Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Hakemli Dergisi,Yıl 2017, Cilt 1, Sayı 2[/toggle]

Musa Dede Paşa Bayburti

Terzi Baba Kabristanında

Bayburt’un Aşağı Lori (Yazıbaşı) köyünde doğdu. Asıl adı Mûsâ’dır. Büyük dedesinin adına izâfeten Dede Paşa adıyla şöhret buldu. Babası İzni Ağalar diye anılan, misafirperverlikleriyle meşhur bir aileye mensup olan Hacı Hüseyin Efendi, annesi Seyyidler lakabıyla tanınan bir aileden Gülhanım’dır.

Küçük yaşta yetim kalan ve geniş bir arazinin vârisi olan Mûsâ, dayısının yanında büyüdü. Sıbyan mektebini ve rüşdiyeyi bitirdi. Bu arada dinî tahsilini tamamladı. On sekiz yaşlarında iken Nakşibendiyye tarikatının Hâlidî koluna mensup Erzincanlı Şeyh Beşir (Buyruk) Efendi’ye intisap etti. Tarikat silsilesi Muhammed Sâmî, Abdurrahman Tâgî, Seyyid Sıbgatullah Arvâsî, Seyyid Tâhâ yoluyla Nakşibendiyye’nin Hâlidiyye kolunun kurucusu Hâlid el-Bağdâdî’ye ulaşır. Beşir Efendi, Doğu Anadolu’da yaygın bir şöhrete sahip olan Muhammed Sâmî Efendi’nin halifesidir. Muhammed Sâmî, 1300 (1883) yıllarında Erzurum’un Hınıs ilçesinde muallim olarak çalışırken şöhretini duyduğu Abdurrahman Tâgî’yi tanımak için Nurşin’e giderek kendisine intisap etti. 1886 Ekiminde Abdurrahman Tâgî tarafından irşad için Erzincan’a gönderildi. Kırtıloğlu adıyla anılan tekkeyi kurarak Erzincan ve yöresinde irşad faaliyetlerine başlayan Muhammed Sâmî, Hâlidiyye’nin Doğu Anadolu’dan İç Anadolu’ya kadar yaygınlık kazanmasını sağladı. Râbıta-i Nakş-i Hayâl adlı bir divanı bulunan Sâlih Baba (ö. 1906) başta olmak üzere birçok mürid yetiştirdi.

Dede Paşa Beşir Efendi’ye intisap ettikten sonra sürekli onun yanında ve hizmetinde bulundu. Erzincan’ın Ruslar tarafından işgal edilmesi üzerine (1917) Tokat’ın Zile ilçesine gitti ve kısa bir süre burada kaldıktan sonra Erzincan’a döndü. Beşir Efendi’nin vefatından sonra (1932) kırk yıldan fazla bir süre şeyhlik yaptı. Soyadı Kanunu çıktığında Baştürk soyadını aldı. Her yıl arazisinden elde ettiği gelirin büyük bir kısmını ihvana verilmek üzere Erzincan’daki Kırtıloğlu Tekkesi’ne bırakırdı. Kışın Bayburt’un merkezinde Sarı Konak adıyla anılan evinde mürid, misafir ve ihtiyaç sahiplerine kapılarını açar, yaz aylarında Bayburt’un Aşağı Lori köyündeki arazisiyle ilgilenirken irşad faaliyetlerini de sürdürürdü. Dede Paşa 1950’den sonra Türkiye’nin bütün yörelerini gezerek çok sayıda müntesip edindi. Bunun sonucu olarak başta Erzincan, Erzurum, Bayburt, Gümüşhane olmak üzere İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi büyük merkezlerde halifeleri ve müntesipleriyle irşad faaliyetini yaygınlaştırdı. Dede Paşa vefat edince Erzincan Terzi Baba Mezarlığı’na defnedildi. Silsilesi ölümünden sonra halifesi Abdürrahim Reyhan tarafından sürdürülmektedir.

Tevazuu, şeriata bağlılığı ve cömertliğiyle sohbetlerine katılan hemen herkesi etkileyen Dede Paşa, kendisini ziyarete gelenlere ve müridlerine söylediği, “Sizler bizim büyüğümüzsünüz, biz size hizmet etmekle şeref kazanırız” sözleri ve bu sözlere uygun tavırlarıyla çok büyük saygı gördü. Ona göre tasavvuf Allah’ı bilmek, Allah’ı bulmaktır. Allah nasıl bulunursa O’nu öylece aramak icap eder.

Şeyh Abdurrahim Reyhani El Erzincani (k.s.)

Erzincan – Merkez’deki Terzi Baba Kabristanında

Nakşibendi Tarikatının Halidî kolu Erzincan Şubesi’nin dördüncü şeyhi ve Altın Silsilenin otuz sekizinci halkası Şeyh Seyyid Abdurrahim Reyhan (K.S) Hazretleri 1930 yılında Erzincan’ın Keleriç (Karakaya) beldesinde dünyayı teşrif etmişlerdir. Babası ‘Seyyid’ nesebli ve ‘Emiroğulları’ sülalesinden Hoca Hüseyin Efendi’dir. Annesi keşif ve keramet sahibesi saliha hatunlardan Tûbî Hanım’dır.

Hoca Hüseyin Efendi, Şeyh Muhammed Beşir el-Erzincani (K.S) Hazretlerinin âlim ve fazıl en büyük oğludur. Muhammed Beşir Hazretleri, Halidî Kolu’nun Erzincan Şubesi, kurucusu Şeyh Muhammed Sami (Pir-i Sami) Hazretlerinin halifesidir.

Abdurrahim Reyhan (K.S) Efendi’nin yaşadığı belde, erenler yatağı olarak pek çok tasavvuf büyüğünün mührünü taşıyan bir bölgedir. Abdurrahim Reyhan (K.S), çocukluğundan itibaren çevresinde gördüğü sevgi ve saygı uyandıran özelliğinden ötürü ‘Abdurrahim’ ismine ilaveten kendisine ‘Efendi’ olarak da hitap edilmiş asıl ismi ile birlikte kullanılmaya başlanmıştır.

Babası Hüseyin Efendi, dedesi Erzincanlı Nakşi Şeyhi Muhammed Beşir Efendi ile Otlukbeli ve Tercan’daki dergâhta kalır ve hizmet eder. Sonraları Keleriç’e yerleşerek bağcılık ve tarımla uğraşır. Abdurrahim Efendi 14 yaşında yetim kaldığında altı kardeşi vardır. Çok farklı bir çocukluk dönemi yaşayan Abdurrahim Efendi, arkadaş ve akranları oyun oynarken, vaktini kitap okumakla ve günlerini tefekkürle geçirirmiş.

Ailesinin geçimini sağlamak için bir yandan babasından tevarüs eden bağcılık ve tarım işlerini yürüterek, diğer yandan da marangozluk ve ustalık yapar.

Askere gittiğinde okula gitmediği halde çavuş rütbesi verilir. Güven verici kişiliğinden ötürü askeri depoların güvenlik sorumluluğu da kendisine verilir. Bu görevleri arasında kitap okumakla meşgul olur.

Pişkidağ köyünden Halil İbrahim Efendi’nin kerimesi Fatıma Hanımla evlenir. Bu evlilikten Vehbi, Hüseyin Avni ve Rabia isimli üç çocuğu olur.

Dedesini henüz iki yaşındayken kaybeden Abdurrahim Efendi’nin bağrında hep bir ‘dede’ özlemi ve iştiyakı olur. Bunu sohbetlerinde sürekli dile getirir. Dedesi Muhammed Beşir Efendi’nin (K.S) halifesi Dede Paşa diye bilinen Musa Baştürk (K.S) ile babasının vefat ettiği günlerde karşılaşır. 1944’teki bu karşılaşmadan 13 sene sonra 1957 yılında Dede Paşa’ya (K.S) intisap eder. İntisabından önce, rüyasında dedesi Muhammed Beşir Hazretleri’ni (K.S) görür. Bu rüyada dedesi Abdurrahim Efendi’ye şöyle buyurur: “Bizim bağın üzümü dururken neden ellerin bağından üzüm yemeye çalışıyorsun?”. Bu hitap, Abdurrahim Efendi’nin dedesine olan özlem ve iştiyakını daha da arttırır ve bu rüya kendisine bir işaret olur. Keleriç’e gelen Dede Paşa’nın ziyaretine gider ve onu görünce huzurda bayılır. Ayılınca, Paşa Hazretleri’ne orada intisap eder. 1957 yılındaki bu ikinci karşılaşmada Abdurrahim Efendi ‘‘fenafişşeyh’’, yani şeyhinde fani olma, makamına vasıl olur. Bunu o mecliste hazır bulunanlar sonradan ifade etmişlerdir. 1972 yılında ‘’zikir tacı’’ ile şereflenir ve teveccüh emriyle irşad halifesi olur. Şeyh Efendisi Musa Baştürk Hazretleri’nin 4 Eylül 1973 tarihinde dar-ı bekaya irtihalleri üzerine, Nakşibendi Tarikatı, Halidî Kolu’nun dördüncü şeyhi olarak irşad faaliyetlerini yurt içinde ve yurt dışında yürütmeye başlar.

Önce Keleriç’te sonra Erzincan’da sohbete müsait dergâhlar inşa eder. Manevi bir işaretle Erzincan’dan hicret ederek 1986’ da İstanbul’a yerleşir. Buralarda sohbetleri ve irşad görevi sürerken, sayısı artan ihvan talebeleriyle, Ankara ve İstanbul başta olmak üzere, pek çok şehir ve belde, özellikle de Avrupa’nın birçok ülkesindeki dergâhlarda, sohbetler ve teveccühler yaparak irşad görevini yürütür.

Ledünni ilminden zuhur eden, ayet ve hadislerle desteklenen, kelam-ı kibarlarla süslenerek berraklaşan sohbetleriyle, yurt içi ve yurt dışı seyahatlerinde her seviyeden insana ‘’hak’’ ve ‘’hakikat’’ ölçülerini anlatıp, istikamet gösterme görevini her zaman şartta yerine getirir. Çoğunlukla dedesinin ihvanı Salih Baba isimli aşığın divan şiirleriyle gelişen sohbetlerinde aşkı, muhabbeti ve tevazuyu öne çıkarır. Sohbetlerinin büyük bir bölümünde herkesin anlayabileceği bir dil kullanan Abdurrahim Efendi, umimiyetle âdeta gönülden sorulan sır sorulara cevap verir gibidir.

Kendisini vakvetmiş bu irşad görevi esnasında, memleket hizmetinde bulunan, ilim erbabını ve gençleri destekleyen Abdurrahim Reyhan (K.S), bu yolda Reyhan Vakfı’nı kurdurarak ihtiyaç sahiplerine yardımlarını her türlü menfaatten sıyrılarak yapmalarını insanlığın şanından saymıştır. Hayatının sonlarına doğru pek çok hastalıktan muzdarib olmasına rağmen yurt içi ve yurt dışı seyahatleriyle sevenlerini irşada devam etmiştir.

Bu hizmetleri sırasında, sade ve gözden ırak bir hayat sürdü. Şöhret afatınden sakındı. Büyük merhamet sahibiydi. Kendi zamanının Şah-ı Nakşibend Hazretleri’ydi. Her bir ihvanıyla tek tek ilgilenir, onların dertlerini üzerine çekip, üzülmelerini istemezdi. Fakir, kimsesiz, yetim, muhtaç olanlarla ve özellikle de öğrencilerle çokça ilgilenirdi. Zengin ve makam sahiplerini yardıma teşvik eder, onlara tevazuyu emrederdi. Gözü yaşlı, âşık meşrep ve tevazu sahibi ihvanları her yerde kollardı. Çok kuvvetli tasarruf sahibiydi. Aynı anda tüm ihvanın haliyle ilgilenir ve onları irşat ederdi. Hangi ihvanına Abdurrahim Efendi’i sorulsa, sanki Hazreti Mürşid sadece bir tek o ihvanla ilgilenmiş gibi kendisinden bahsedilirdi. On binlerce bağlısı olmasına rağmen, her ihvanının Abdurrahim Efendi ile birden çok özel hususi anıları vardır ki bu da Allah’u Teâlâ’nın (C.C) has veli kullarına vermiş olduğu bir özelliktir. Kendisine tevdi edilmiş Allah yolunda tebliğ için canını, sağlığını, zamanını, ailesini, bir tarafa bırakıp gece gündüz sohbet, ders, hatme ve muhtaçlarla ilgilenme haricinde başka hiçbir iş ile meşgul olmazdı. Sürekli tasavvuf-tarikat sohbetleri olurdu. Aşk ve cezbe ile gazeller okunurdu. Muayyen yer ve günlerde Teveccüh yapardı. Sohbetlerinden derlenen kitapları (Gülden Bülbüllere) böyle gösterişsiz bir şekilde tasavvufun derinliklerini ve inceliklerini en kolay anlayabileceğimiz bir üslupla ortaya koydu.

O, Türkiye ve Dünya Müslümanlarına tasavvufi hakikatleri İslami öz içinde anlatırken, yaşamıyla da sünnete uygun hayatın hakiki örneklerinden birini ortaya koymuştur.

İbadet ve halka hizmet gibi zahiri hallerin, hakikatle örtüşmesi için ihlası (samimiyeti, gönülden bağlılığı) esas alır ve bağlılarına öyle öğüt verirdi.

Son devrin müridi ve muhibbi, mahviyetin zirvesi, Ariflerin Kutbu, Nakşi Meşayihi, Evliyaullah, Gönüller Sultanı, Es-seyyid Abdurrahim Reyhan Efendi (K.S) Hazretleri âşıkların sevdası, salihlerin leylası, kâmillerin seyranı idi. Kendisine ait birkaç kıyafetten başka hiçbir dünya malını arkasında bırakmadı. 25 yıllık irşat görevinden sonra 24 Ocak 1998 tarihinde Ramazan ayının Kadir Gecesi’nde İstanbul’da dar-ı bekaya hicret etti. Hem İstanbul hem de bir gün sonra Erzincan’da kılınan cenaze namazlarında muhteşem bir cemaat kalabalığının salavat, tekbir ve dualarıyla Terzi Baba Mezarlığı’nda dar-ı bekaya uğurlandı. Bilahare defnedildiği mübarek mekâna türbe yapıldı.

Onun bizzat yaptırdığı sohbet toplantı mekânları, vakıf binaları (dergâhlar) halen hizmet vermektedir. Hizmeti olan her Müslümanın hayırla anılmasını isterdi. Bunu şiar edinmişti. Allah (C.C) Sırrını Kutsal Eylesin (KSA).

Seyyid Sıbgatullah Arvasi

Nasıl Gidilir ; Bitlis – Hizan’da Gayda köyünde.

“Buradaki ses manevi uluların sesidir, Nâ-ehle pınar, ehle nur ve feyz çeşmesidir. Kalp destini boş getir, doldurmak istiyorsan, Korkma bitmez, Nehri’nin, Arvas’ın deresidir.”

”Gavs-ı Hizani Seyyid Sıbgatullahi Arvasi (k.s.) hazretlerinin kabr-i şeriflerinin bakım ve onarım çalışmaları Ahsen Vakfı tarafından yürütülmektedir.Peygamberlerin nebilerin evliyaların türbelerinin bakım ve onarımını yapmak amacıyla kurulan ve bu yönde faaliyetlerini sürdüren Ahsen Vakfı ‘dan ve bu yolda zerre miktarı emeği olan herkesten Allah razı olsun ve Mevla Cemaliyle Şereflendirsin inşaallah”

Sıbgatullah Arvasi (v.1870) Van’ın Bahçesaray ilçesine bağlı, Arvas köyünde dünyaya gelir. Hizan ilçesinde yaşadığından dolayı Gavs-ı Hizani lakabıyla anılan Seyyid Sıbgatullah Arvasi’nin soyu Bağdat’tan gelmedir. Arvasi’nin nesebi Hz. Hüseyin’in (r.a) evlatlarındandır. İsmi, Sıbgatullah olup “Gavsu’l-Azam”, “Gavsu Hizani” veya “Gavs” lakaplarıyla meşhur olmuştur. “Arvasi” nisbesiyle de bilinir. Babası Lutfullah Efendi188, dedesi Seyyid Abdurrahman Kutub’dur. Kabri, Hizan’ın Gayda köyündedir.

Gavs-ı Hizani, küçük yaştan itibaren kelam, tefsir, hadis, fıkıh, gibi zahiri ilimleri tahsil eder. 1829 tarihine kadar İslami ilimler ile meşgul olur. Bu tarihte Van’da bulunan Şeyh Muhyiddin’den tarikat alır. Bir gün hocası ona, “Vefat etmiş velilerden istifade edecek, faydalanacak makama geldin.”, diye buyurur. Şeyhi vefat edinceye kadar hizmetinde bulunur. Daha sonra Cizreli Eş-Şeyh Halid’in yanına gider. Şeyh Halid’in vefatına kadar ona hizmet eder. Sonra halifesi olan Salih Sıbki’nin yanına gider. Ondan hilafet almaya hak kazanır. Ayrıca Bitlis’te Şeyh Musa ve Bitlisli Şeyh Abdulkadir’in de yanına gidip onlardan istifade eder.

1840 yılında es-Seyyid Taha-i Hakkari Horoslu Molla Murat’la Gavs’a “Kendi evine gel” diye haber gönderir. Bunun üzerine Gavs, Seyyid Taha’ya gidip onun hizmetine girer. 1851 yılında Şeyhi Taha Hazretleri vefat edince onun yerine geçen kardeşi Seyyid Salih’in sohbetine devam eder. Seyyid Sıbgatullah, birçok meşayihten tarikat almıştır. Seyyid Taha’nın huzurunda kemale eren Gavs, mürşidinin emriyle, Bitlis çevresinde irşad görevini yürütmek için, Hizan’ın Gayda köyüne gidip yerleşir.

Yerine halife olarak oğlu Seyyid Behaeddin’i bırakır. İki küçük oğlunu; Seyyid Nur Muhammed ve Seyyid Burhan’ı terbiyeleri için Molla Abdurrahman-ı Meczub’a emanet eder. Vefatında tebessüm eder bir vaziyette Kelime-i şehadet getirerek ruhunu teslim eder. O anda odanın içine bir güzel koku yayılır. Bu kokuyu odanın dışında duran diğer talebeleri de duyarlar. Bu koku defin esnasına kadar devam eder. Oğlu Celaleddin Efendi, cenazesini yıkar. Yıkama esnasında yakın hizmetçisi Ali Efendi ve Abdurrahman Tagi ona yardım ederler. Techiz ve kefenlenmesi yapıldıktan sonra talebeleri ve sevenleri tarafından cenaze namazı kılınır ve Gayda’da defnedilir. Ahsen Vakfı tarafından 2013’te Gavs-ı Hizani Seyyid Sıbgatullahi Arvasi (k.s.) Hazretlerinin kabrinin bakım ve onarımı gerçekleştirilir. Türbesinin bulunduğu Gayda köyüne yılda yaklaşık 50 bin kişi ziyaret eder.

Sıbgatullah Arvasi’nin dokuz kardeşi vardır. Bunlar, Mevlana Resul, Mevlana Abdulgani, Mevlana Cemaluddin, Mevlana Abdulmelik, Mevlana Abdulkahhar, Mevlana Abdulgaffar, Mevlana Muhammed, Mevlana Abid, Mevlana Nurullah olup hepsi de alim ve zahid kimselerdi.

Sıbgatullah Arvasi’nin sekiz evladı vardı. Bunlar Şeyh Celaluddin (Kardeşi Şeyh Bahauddin’den sonra babasının yerine o geçmiş ve bu hizmeti yürütmüştür. 1877 yılında vefat etmiştir), Şeyh Bahauddin (Şeyh Celaluddin’in küçüğüdür. Babasının halifesi olup, babasından sonra yerine geçer. İki ay görev yaptıktan sonra vefat eder. Sultan Veled, Seyit Bahri, Burhaneddin, Şeyh Hamza, Seyyid Nur Muhammed (Şeyh Celaluddin’den sonra tarikat hizmetinde bulunmuş ve birçok müridi olmuştur.), Şeyh Hasan (Halk arasında deli olarak bilinirdi).

Sıbgatullah Arvasi’nin halifeleri şu zatlardır. Abdurrahman Taği, Oğlu Seyyid Bahauddin, Şeyh Halid Sirvani (Zamanın Safisi, vaktinin Sibeveyh’i olarak meşhur olmuştur.), Şeyh Abdurrahman Behtani, Sofi Mustafa Kulati (Birgün Gavs, kendisine, “Sus!” der. Bundan sonra, ölünceye kadar, ona cevap vermekten başka bir şey konuşmaz.), Ali Can Kulpiki.

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]
Abdulhalim Durma , Bitlis Evliyaları
[/toggle]

Seyyid Muhammed Salih (k.s.)

Hakkari – Şamdinli – Bağlar köyünde ( Seyyid Taha Hakkari hz’nin yanında)

Seyyid Muhammed Salih hazretleri, Osmanlılar zamanında Anadolu’da yetişen evliyanın en büyüklerindendir. Silsile-i aliyyenin otuz ikincisidir. Büyük veli Seyyid Abdülkadir-i Geylani hazretlerinin on birinci torunu ve Taha Hakkari hazretlerinin kardeşidir. Seyyiddir. 1865 yılında Nehri’de (Bağlar köyü) vefat etti. Kabri, ağabeyi ve hocası Seyyid Taha-yı Hakkâri hazretlerinin ayak ucundadır.

Seyyid Salih, küçük yaşta Kur’an-ı kerim okumayı öğrendi. Çok zekiydi. Kısa zamanda Kur’an-ı kerimi ezberledi. Medreseye giderek tefsir, hadis, fıkıh gibi zahiri ilimlerle, zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrenerek büyük bir âlim oldu. Tasavvufta da yetişerek, kalb ilimlerinde marifet sahibi olmak için, ağabeyi Seyyid Taha-yı Hakkâri’nin sohbetiyle şereflendi. Senelerce ona hizmet etti. Mübarek teveccühlerine kavuştu. Vilayet derecelerinde çok yükseldi. Hocası, ona icazet vererek, talebe yetiştirmek üzere Berdesur’a gönderdi. Seyyid Salih hazretleri orada talebe yetiştirmeye başladı.

Seyyid Taha hazretleri vefat edeceği zaman ona kendisinden sonra makamlarına kimin oturacağı sorulunca; “Biraderim Salih, kâmil ve olgundur. Herkesin başı onun eteği altındadır” buyurarak Seyyid Salih’i yerine bıraktı. Hasta kalblere şifa olan sohbetleri ile, aşıklarının kemale gelmesine, Hakk’a yaklaşarak veli birer zat olmalarına vesile oldu.

Seyyid Salih hazretleri, muhabbet ve edep sahibiydi. Verası ve takvası çoktu. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mubahların fazlasını terk ederdi. Ekseri günleri oruçlu geçerdi. Gecelerini ibadetle ihya eder, uykusunu öğleye yakın kaylule yaparak alır, hem de sünnet-i şerife uyardı. Çok merhametli olup, hiç kimseyi incitmezdi. İnsanların Cehennemde yanmamaları için elinden gelen gayreti gösterir, Allahü teâlânın emirlerini bildirir, yasaklarından kaçınmalarını sağlardı. Gayr-i müslimlere dahi iyilik yapardı. Bu sebeple herkes tarafından sevilirdi.

Seyyid Taha hazretlerinin oğlu Ubeydullah, babasının yerine geçen amcası Seyyid Salih hazretlerine talebe olmayıp diğer halifesi Seyyid Fehim hazretlerine tâbi olmak istedi. Fehim-i Arvasi ise ona; “Muhterem babanız, yerine Seyyid Salih hazretlerini tayin ettiler. Bu sebeple siz de, biz de onun sohbetine gidip, ona tâbi olmamız lazımdır” buyurdu. Buna rağmen Ubeydullah, buna itiraz eyledi. Bunun üzerine Fehim-i Arvasi; “Mübarek hocamızın kabr-i şerifine gidelim ve soralım. Ne buyururlarsa yapacak mısın?” buyurdu. O da; “Yaparım” dedi. Gittiler. Kabristana girişte ayakkabılarını çıkarıp, kabrin yanına vardılar. Daha hiçbir şey söylemeden Taha-yı Hakkâri hazretlerinin; “Fehim, Ubeydullahı, kardeşim Salihe götür” buyurduğunu işittiler. Ubeydullah, babasının bu emrine uyarak, süratle amcasının huzuruna koştu.

Seyyid Salih, 1865 yılında hastalandı. Talebelerini toplayarak herbiriyle vedalaştı, helalleşti. Vasiyetini bildirdi. Kabriyle ilgili olarak da; “Kabrimi ağabeyim Seyyid Taha hazretlerinin kabr-i şerifinin ayak ucuna kazınız. Edebi gözetip kabirde de mübarek ayakları başımın üstüne gelecek şekilde olmasını sağlayın. Bizden sonra Seyyid Fehime tâbi olun” buyurdu. Sonra talebelerinin Kur’an-ı kerim tilavetleri arasında vefat edip, sevdiklerine kavuştu. Vasiyetini aynen yaptılar. Kabrini hocasının ayak ucuna kazdılar. Şimdi bu iki kabrin üç taşı vardır. Yani Seyyid Taha hazretlerinin kabrinin ayak ucundaki taş, Seyyid Salih hazretlerinin baş taşıdır.

Seyyid Muhammed Salih hazretlerinin vefatından sonra yerine Seyyid Fehim-i Arvasi hazretleri geçip vazifesini devam ettirdi. İnsanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatıp onların kurtuluşlarına vesile oldu.