Ana Sayfa>Yollar(Sayfa 12)

Şeyh Alaaddin Haznevi (k.s.)

Suriye – Kamışlı – Telmaruf Köyü (şah-ı hazne köyü)’nde

Şeyh Alaaddin (k.s.), Haznevi mürşitlerinin üçüncüsü, ilimde bir derya, yumuşak tabiatlı ve Rasulullah (s.a.v.) aşkı ile yanan, simasının apayrı güzelliği ile Rasul-ü Kibriya´yı hatırlatan, arif-i billah bir mürşidi kamil idi. Efendimize olan aşırı muhabbetleri ayırıcı vasıflarıydı. Onu gören Yüce Rasul-ü Kibriyayı hatırlar, onun sohbetlerinde bulunan Asr-ı Saadetten eşine rastlanmaz esintiler hissederdi. O, zamanında yaşayan tüm meşayih arasından Rasulullah (s.a.v.) sevgisi ile sıyrılmış ve haklı bir şöhrete sahip olmuştu. Dininde tavizsiz, müminlere karşı şefkatli, küfür ehline karşı ise izzetli bir tavır içerisindeydi. 1959 yılında irşad makamına oturdular.

Peygamber Efendimizin üzerine yazdıkları kasideleri çok meşhur olup, halen dillerde dolaşmaktadır. Kardeşi Şeyh İzzeddin (k.s.) onunla ilgili olarak şöyle bir olay nakletmişlerdir: ´

Babam Şeyh Ahmed´in (k.s.) yanında oturuyordum. İçeriye ağabeyim Şeyh Alaaddin girdi. Doğruca babamız ve mürşidimiz olan Şeyh Ahmed hazretlerine yönelerek , ondan Rasulullah Efendimizin (s.a.v.) bütün sünnetlerine harfiyen tabi olabilmek için kendisine dua etmelerini istirham eyledi.

Şeyh Hazretleri cevaben; ´Bunu senin baban bile yapmaya güç yetiremezken, sen nasıl yapacaksın. Diyerek cevap verdiler ve sünnetle ilgili dikkat edilmesi gereken konularda öğütlerde bulundular. Bu olay Şeyh Alaaddin´in (k.s.) imanının kemaline ve Rasulullah´ı (s.a.v.) ne kadar çok sevdiğine açık bir delildir. ‘Şeyh Alaeddin hazretleri on yıllık bir irşad hayatı boyunca çok köyler ve beldelere irşad seferlerinde bulunmuştur. Çok kişilere İslam’ın ahlakını esaslarını anlatıp tarikatın adablarını uçsuz bucaksız köylere kadar ulaştırmıştır. Devlet erkânının bile çözemediği birçok husumet ve kan davalarını bile sonlandırmış tarafları barıştırmıştır. Hatta bir seferinde Suriye’den Mardine ve Türkiyenin doğu illerine irşad için geldiği bir aylık gibi kısa bir zamanda altmışın üzerinde sulhta bulunmuştur.

Şeyh Alaaddin hazretleri 1960 senesinde çıkmış olduğu irşad seferinde iken bir köy kenarında yüzlerce insanla karşılaştı, bu kişiler en çirkin bir biçimde kadın erkek karışık olarak raks tutup düğün neşesini canlandırmışlardı. Şeyh Alaaddin hazretleri bu nahoş manzarayı görmesi ile rengi bozuldu.

Yanındaki hocalar: Kurban, ses çıkarmayasınız. Onlar bizi tanımazlar, onlara sözde tesir etmez, bilakis hareket de yapabilirler.

Şeyh hazretleri ise şöyle buyurdu: Resulullah’ın (asv) emrini yerine getiririm. Zayıf imana da razı olmayacağım. Peygamberimiz (asv) bu hususta ’’Biriniz çirkin bilinen bir şeyi görürse eliyle, yapamaz ise dili ile kaldırsın. Onu da yapamaz ise kalbi ile buğz etsin, buda imanın en zayıf derecesidir’’ diye buyurmuştur. (muslim.84)

Şeyh Alaaddin (k.s) raksa girenlere doğru haşmet ve heybetiyle yürüyünce kükremiş arslan sürü içine girmiş gibi bir manzara meydana geldi. Hepsi dağıldılar. Hatta evlerine gizlendiler. Şeyh Hazretlerinin yanındaki hocalar dediler ki: Subhanallah, Yüce Allah, dostuna her türlü kolaylığı verir. Her yardımı yapar ve her imkânı sağlar. Yoksa bu insanları, içinde bulunduğu eğlence lezzetinden bu kolaylıkla ayıran güç düşünülemez.

Şeyh Alâeddin (k.s) köy ağasının hayli büyük odasında ulema ile birlikte oturdu. Köylü cemaatine, onları zorlarcasına manevi bir güçle hitap etti. Onlara şöyle dedi: ’’Ey Arablar! İslam dini en büyük değerdir. Dünya ve ahiretin huzur ve mutluluğu ona göre yaşamaya bağlıdır. Çünkü o yüce dinde mevcut olan üstün ahlaka göre davranan fert ve toplum şerefin zirvesine çıkmaya hak kazanır. Bu değerin çıkış noktası arabların en şereflisi olan kureyş kabilesidir. Oysa İslam dini size babalarınızın mirasıdır. Sizde gördüğümüz görüntü gösteriyor ki, babanızın mirasına sahip çıkmıyorsunuz. Evladın en kötüsü, babasının mirasını, değer ve şeref noktalarına sahip çıkmayan kişilerdir.

Kürtler, Türkler ve Farslar bu değeri sizden alıp yükseldiler, manen ve maddeten güçlendiler. Siz ise bu değerli dine sahip çıkmayıp cehalete mebni gelenek ve göreneklerinize, örf ve âdetlerinize uyduğunuzdan bu süfli hayatta kıvranıp durmaktasınız. Dininize dönün! Değerlerinize sahip çıkın!

Daha sonra Şeyh Alâeddin Haznevi hazretleri maharetli bir operatör doktor gibi yara açıp ameliyat ettiği gibi, yarayı dikip şifaya kavuşturmak için gerekli tavsiye ve tedaviye başladı. Kocaman toplum, coşku ile tövbe etti ve tarikata girmekle şereflendi. Bugün o cehalet içinde yaşayan babaların evlatlarından Haznevi ocağından alimler ve salikler çıkıp gerek Suriye gerekse diğer ülkelere giderek insanları irşad etmektedirler ve her gittikleri toplumlarda takdire şayan olmuşlardır.

Şeyh Alaaddin (k.s.) bir gün Tel’maruf´taki camide bulunuyorlardı. Bir kişi kendilerine yanaşıp bir soru sormak istediğini söyledi. Sorabileceğine dair olumlu bir yanıt alınca da ´Şeyh Abdulkadir-i Geylani (k.s.) mi yoksa Şah-ı Nakşibend (k.s.) mi daha büyüktür?´ diye sorusunu yöneltti. Şeyh Alaaddin Hazretleri (k.s.) hangisinin büyük olduğuna dair bir açıklama yapmayıp, cevaben şöyle buyurdular; ´Her bir evliyanın ayrı bir makamı ve o makamına göre de bir vazifesi vardır.

Şeyh Abdulkadir-i Geylani (k.s.) kendisinden medet istenildiğinde, ruhaniyetiyle anında orada bulunur. Hakiki bir Nakşibendi mürşidi ise, metal parçalarının içerisine daldırıldığında onları kendisine doğru çeken bir mıknatıs gibidir. İnsanı tuttuğu gibi Allah´a kavuşturur.´ Şeyh Alaaddin (k.s) bu sözü ile hal almış bir zattı, arkasından yetiştirdiği âlimler ve talebeler, tarikattan mezun olmuş halifeler ve muhabbetullah ile kalbi dolu salikler bırakmıştır.

Vefatı
Şeyh Alaeddin’nin (K.S) ramazan ayına karşı ayrı bir muhabbeti ve aşkı vardı. Mübarek ramazan ayı geldiğinde hep neşelenir ve yüzü ayın on dördü gibi parlardı. Dolayısıyla Allah Teala’ya dua ederken, -“Ya Rabbi! Şayet ömrüm varsa önümüzdeki ramazanı bana görmeyi nasip et, eğer ömrüm o zamana yetmeyecekse bu ramazan içerisinde canımı al” diyerek daima duada bulunurdu. Ciğerlerinden rahatsızlanan Şeyh Alaeddin (K.S) ameliyat için Suriye’nin başkenti Şam’da bir hastanedeydi. Tarih 16 Kasım 1969 Pazar günüydü. Allah Teala, sevdiği kulu olan Şeyh Alaeddin’in (K.S) duasına icabet etmiş ve ramazanın beşinde saat onda gözlerini fani aleme kapatmıştı. Şeyh Alaeddin’in (K.S) mübarek naaşı Telma’rûf a götürülmek için hazırdı. Özel bir uçak hazırlandı ama nedense pilot konusunda bir sorun oluşmuştu. Bu sebeple Şeyh Alaeddin’in (K.S) mübarek naaşı Emevi Cami’ne götürülmüş, Hz. Yahya’nın (A.S) mübarek kabr-i şeriflerinin yanına bırakılmıştı. Bu konuda büyükler Şeyh Alaeddin’in (K.S) bu şekilde dünyadaki son ziyafetinde bulunduğunu söylemektedirler. Pazartesi günü mübarek naaşı Telma’rûf’a nakledilmiş ve babası Şeyh Ahmed Haznevi’nin kabr-i şeriflerinin ayaklarının ucuna defnedilmiştir.

Şeyh Alaaddin 1969 yılında vefat ettikten sonra yerlerine Şeyh İzzeddin(k.s.) geçtiler. Bu Şeyh Ahmed (k.s.)’in vasiyeti idi. Şeyh İ zzeddin(k.s.) yüce Allah’a(c.c.); ‘Rasullah Efendimiz(s.a.v.) yirmi üç yı l insanları irşad ettiler. Bende onun gibi irşad makamında bu kadar süre kalayım diye sürekli dua ederlerdi. Gerçekten de vefat ettikleri 1992 yılında yirmi üç yıllık imanla, ihlasla, takvayla ve insanlara faydayla dolu bir ömrü tamamlamış oluyorlardı.

HALİFELERİ:

Şeyh İzzeddin Haznevi (kardeşi)
Molla Halil Palo Serhad-i
Molla Abdullan Bin Molla Abdurrahman
Molla Abdullah Bizguri-Daif
Molla Abdullah Kartmin-i (Müderris)
Molla Muhammed Emin Hayderi
Telmaruf İmamı Molla Yahya
Molla İzzeddin Aksan Urfa (Nibil)
Molla Halil, Şeyh Huseyn Kertwini’nin Damadıdır.
Telhasen İmamı Es-Seyyid İbrahim
Molla Abdullah-i Bingöl
Molla Abdurrezzak Reşkot-i (Kaddesellahu Esrarahum)

Şeyh Muhammed Masum El Haznevi (k.s.)

Suriye – Kamışlı – Telmaruf Köyü (şah-ı hazne köyü)’nde

1913 yılında Hazne’de doğdu. Devrin büyük alimlerinden babası ve mürşidi olan ’’Şahı Hazne’’ lakabı ile meşhur, büyük mürşid Şeyh Ahmed El-Haznevi (k.s) ve zamanın alimlerinden sarf,nahiv,siyer balağat v.s çeşitli ilimleri tahsil etti ve icazet aldı.

Şeyh Masum (k.s) Şeyh Ahmed El-Haznevi hazretlerinin en büyük oğlu idi, medresenin, tekkenin çoğu işleri ve hizmetleri ile o ve diğer iki kardeşi Şeyh Alaaddin (k.s) Şeyh İzzeddin (k.s) ilgileniyordu. Şeyh Masum (k.s) 24 yaşında iken babası ve mürşidi Şeyh Ahmed Haznevi hazretleri tarafından hilafet almıştır. Ve babasının vefatından sonrada mutlak halife olarak irşad vazifesine devam etmiştir.          

Şeyh Masum (k.s) gayet cesur ve islam için gereken hiçbir hizmetten çekinmezdi. Yaşlı, fakir, dul ve kimsesizlerin sığınağı idi. Hizmet hususuna çok düşkün idi, irşad vazifesi döneminde bile medrese hizmetleri ile bizzat ilgilenirdi. 8 yıllık mürşid olarak devam ettirdiği irşad hayatı boyunca çok alimler, veliler ve salikler yetiştirdi. Yanında çok insan manevi aşklara, makamlara ve cezbeye ulaştılar. Kendisine seyyid es-sufiyyeh Sofilerin seyyidi deniliyordu. Cübbesi açık gezer ve zahiren nisbet dağıttığı havaslar tarafından çok sefer müşahade edilmişti.

Şeyh Masum´da babaları gibi ilmi bir olgunluğa sahip, muhabbetullah sahibi bir mürşid-i kamil idiler.Onu diğerlerinden ayıran en önemli özelliklerinden birisi hizmete çok düşkün olmalarıydı.Şeyh Masum(k.s.) kimseden korkmaz ve çalışıp hizmet etmekten asla usanmaz bir zattı. Öyle olurdu ki bazen onu tarlada çalışırken,bazen koyunları güderken, bazen medresede talebe okuturken, bazen de insanları irşad ederken görebilirdiniz . O yörede bulunan aşiret ağalarını toplar ve köylülere zulüm etmemeleri,adaletli ve merhametli olmaları konusunda sert bir dille uyarırlardı. Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker konusunda çok titizdiler. Tabiatları Hz Ömer(r.a.)´i andırıyordu.

Şeyh Masum(k.s.) aşiretler arasındaki kan davalarını hallediyor, dargın insanları barıştırıyor, yüce ahlaki değerleri yerleştirmeye çalışıyordu. Değişik yerlere gönderdikleri alimlerle o yörelerin halkını ıslah ediyorlardı. Öyle yerler vardı ki Şeyh Masum (k.s) oraları irşad etmeden önce o bölge halkı namaz,abdest,helal,haram nedir bilmez bir haldeydiler. Birbirleriyle düşman bir şekilde yaşıyorlardı. Hele Mardin yöresinde bir köy vardı ki ahalisi cehaletlerinden dolayı hem namazdan niyazdan uzaklaşmış ve hem de öyle bir gaflete düşmüşlerdi ki camiyi ahır yapmış, içinde et pişirip,yiyorlardı. Cami pislikten içine girilmez olmuş, cam ve duvarları içinde yakılan ateşin isinden dolayı kapkara kesilmişti. Yerler hayvan pislikleri ve kemik artıklarından dolayı berbat bir haldeydi.Bu himmeti yüce şahsın bereketi ile onlar tevbe ettiler. Hane hane bu yüce tarikata girdiler. Şeyh Masum (k.s) Hazretlerinin teveccühüne mazhar oldular, bu tevvühün bereketi ve Onun edepleri ile İslam´ı en güzel bir şekilde yaşamaya başladılar. Cami yeniden düzenlendi ve eskisinden daha güzel bir şekilde restore edildi. Kalplerdeki korkunç perdeler kalkmıştı.Bu onlar için yeni bir doğuş idi.Sanki üzerlerine atılan ölü toprağından silkinerek kurtulmuş ve yıllar süren derin bir uykudan uyanmışlardı.

Şeyh Masum(k.s.) zamanında bu tarikat biraz daha büyüdü ve insanlar arasında daha fazla tanınmaya başladı.

İnsanlar tıpkı babasındaki gibi, kendilerinede kalabalıklar halinde oluk oluk gelip günahlarından tevbe edip, tek tek onun önünde tarikata bey’at ederlerdi. Şeyh Masum (k.s) esmer olup nurani bir simaya ve heybetli bir duruşa sahipti. 1958 senesinde 11 Ocak gününde, 45 yaş gibi genç bir dönemde Telmaruf’ta vefat etti. Babası ve Mürşidi Şahı Hazne (k.s) yanına Merkad-i Şerife defin edildi.

Vefatından sonra bu değerli ve muhim vazifeyi, muhterem kardeşleri ve Halifesi Şeyh Alaaddin El-Haznevi (k.s) devam ettirdi.

Şeyh Masum (k.s) vefatından sonra, altı halife, alimler, hak yolunun talipleri olan salikler, vefa ve aşk ehli müridler bıraktı.

Halifeleri;

Şeyh Alaaddin El-Haznevi (k.s)
molla Ahmed Molla Ramazan El-Urfi
Seyyid Abdulcelil b. Molla Abdulmecid
Seyyid Muhammed Arapkendi
Molla Muhammed Hasan En-Nakşebendi
Molla Yusuf-i Seyti

Seyyid Abdulhakim Bilvanisi (k.s.)

Adıyaman – Menzil Köyü

Abdulhakim Bilvanisi hazretleri , 1902 yılında, Bitlis’e bağlı (bugün Siirt’e bağlı) Baykan ilçesinin Kermete köyünde dünyaya geldi. Hazret-i Hüseyin’in soyundan geldiği için Hüseyni nisbesiyle bilinir. Dedeleri Bilvanis’li olduğu için de Gavs-ı Bilvanisi diye anılır. Babası Seyit Muhammed, imamdır. Onun, halifeliği açıkça ilan edilmemiş bir Nakşibendî şeyhi olduğu söylenir.

Abdülhakim’in doğumundan kısa bir müddet sonra, babasının imâmlık yapmak ve medresede talebe okutmak için davet edildiği komşu Siyanis köyüne taşınırlar. Babası vazîfesinin altıncı ayında vefat edince, Abdülhakim’i dedesi Seyit Maruf yanına alır. Dedesinin, onu daha küçük yaşlarda iken, yörenin ünlü şeyhi Abdulkahhar’ın yanına vermiş olduğu söylenir. Dedesi onu okutmak için âlim ve tasavvuf ehli Muhammed Ziyaüddîn Nurşînî hazretlerinin ders halkasına ve sohbetlerine gönderir. Bu sırada sekiz yaşında bulunan Abdülhakîm Hüseynî 14 yaşına kadar bu zâttan ilim öğrenir ve feyz alır. Hocası Nurşîn’e taşınınca tahsiline başka medreselerde devam eder. Bu arada hocası ile manevî bağını devâm ettirir. Bugün Baykan’ın Gümüşkaş ismiyle bilinen ve Ermenice bir ad olan Siyanü(i)s köyündeki medresede üç yıl, sonra şeyhi ile birlikte gittiği Nurşin köyünde (Bitlis’in Güroymak ilçesinin Çukur bucağı. Ermenice olan Norşin’in kelime anlamı yeniköy) yedi yıl, Verkanis köyünde iki yıl, Arba (Yarımca-Erbo) köyünde üç yıl okur. Siyanis’e döner. Komşu Tarunî köyüne imâmlık yapıp, talebe okutmak üzere dâvet edilir. Taruni (Kürtçe bir kelime olup bugün Demirışık köyüdür) köyünde imamlık yapmaya başlar. Burada pek çok talebe yetiştirir. Bu sırada (1923) hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî vefât eder.

Abdülhakîm Efendi hem ilmini tamamlamak, hem de tasavvufta ilerlemek için Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî‘nin talebelerinden Şeyh Selim’e talebe olmak ister. Ancak rüyasında hocası ona çok sevdiği halîfesi Şeyh Ahmed Haznevî‘ye bağlanmasını bildirir. Rüyasında Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî, Şeyh Ahmed Haznevî‘ye hitâben, “Şeyh Ahmed! Bu Seyyid Abdülhakîm’in babasının bizde emeği çoktur. Onun için sen ona gözün gibi bakacaksın!” diye emânet eder. Bu işâret üzerine Abdülhakîm Hüseynî, Muhammed Ziyaüddîn Nurşînî’nin talebelerinden Suriye’nin Hazne köyünde bulunan Şeyh Ahmed Haznevî‘ye giderek talebe olur. Hazne’ye Ahmed Haznevî’nin talebelerinden Seyyid Ahmed’le birlikte gider. Şeyh Ahmed Haznevî misâfirlere iltifatta bulunup talebeliğine ve sohbetine kabûl eder. Şeyh Ahmed Haznevî daha ilk günden îtibaren “Molla Abdülhakîm” diye hitâb ederek, onun ilim ve irfanını takdir ettiğini gösterir. Abdülhakîm Hüseynî, Ahmed Haznevî‘nin sohbetlerinde bulunur. Daha sonra memleketine döner. Bundan sonra 14 sene müddetle gidip gelerek ilmini ve tasavvuftaki derecesini artırır. Sakin kişilikli olan Gavs’ın hayatında parasız, yürüyerek, mayın ve askerle dolu olan sınırı geçerek, hatta bazen kaçakçılarla beraber geceleyerek yapılan Hazne yolculuklarının çok önemli bir yeri vardır.

Hocasından 34 yaşındayken medresede talebelere ilim öğretmek üzere icazet, 36 yaşındayken de insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle kurtuluşa kavuşmalarına vesîle olmak için hilafet alır. Ramazan ayında kendisinden istenilen istiharede görmüş olduğu rüyayı şeyhine anlatır. Merhum şeyhleri Muhammed Diyaüddin’in kendisine şöyle dediğini söyler. “Abdülhakim, Şeyh Ahmed el-Haznevi’ye söyle, seni artık fazla yormasın. Sen halifeliği hakkı ile kazandın. Artık hakkını versin, yeter.”

Vefatı
On dört yıl süren bu yolculukların sonunda “irşad müsaadesini” alan Abdulhakim Hüseyni, tarikat faaliyetlerini önce Taruni ve (Ermenice bir kelime olan ve bugün Ormanpınarı diye bilinen) Bilvanis köylerinde, sonra Bitlis’in Narlıdere nahiyesinde, daha sonra da Siirt’in (1990’da Batman’a bağlandı) Kozluk ilçesine bağlı ve bugünkü ismi Karaoğlak olan Gadiri köyünde sürdürür. Son olarak Durak köyüne gelir. Gelir gelmez geniş topraklar satın aldığı köyde bir yıla yakın kalabilmiş, hastalanınca Ankara’ya götürülmüş, 25 Mayıs 1972’de vefat etmiştir.

Abdülhakim Hüseyni’nin bütün ilim ve irfanını talebe yetiştirmeye ve müslümanların Allahü tealanın rızasını kazanmalarına vesîle olmaya hasretmiş olduğu görülür. İlk üç senede fazla netîce alamaz. Şeyhi Şah–ı Hazne’nin kendisine yazmış olduğu bir mektupta bu durumun izleri görülür. “..Sizinle Taruni köyü ahalisi arasında cereyan eden hadiseye gelince…Bilhassa, Bilvanis köyü ahalisine selam edip onlardan ricamız, Taruni köyü halkıyla aralarında fitne çıkarmamalarıdır. ..Şayet başka bir köye naklin, tarikat nisbeti ile geçiminiz için daha yararlı ise, bir mahzuruyoktur…” Ancak hocası Ahmed Haznevî’nin vefâtından sonra onun sohbetlerine büyük bir rağbet olur. Akın akın gelen insanlar onun ilim ve feyzinden istifâde etmeye çalışırlar. Ona olan bu büyük rağbet civar kasabalardaki bazı şeyhlerin gıpta etmesine, bazılarının da kıskanmalarına sebep olur. Çünkü onlara bağlı olan bazı kimseler de gelip Abdülhakîm Efendi’nin sohbetine katılmaktadır. Bu şeyhlerden biri ona gönderdiği mektupta, “İnsan düşünür ve kabûl eder ki, yan yana koyun otlatan iki çobandan birinin birkaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsa onları iâde etmek lâzımdır. O hâlde sen de bizim sürüden ayrılanları iade etmelisin.”, diye yazar. Bu mektubu okuyan Abdülhakîm Hüseynî tebessüm ederek, “Biz cedd-i pakimizin (Peygamber efendimizin) ümmetine hizmeti gaye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok taraftar toplamak gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim mîras bırakmıştır. Bu ilme kim sahipse varis odur. Biz inşaallah mîras gerçek vârislerinin eline geçer diye dua ediyoruz.”, diye buyurur.

Ailesi ve Çocukları
İlk evliliğini Fatma hanımla yapan Abdulhakim Hüseyni’nin bu evlilikten Muhammed, Muhammed Raşit, Zeynel Abidin adında üç oğlu ve Halime ile Hatice isminde iki kızı olur. “İlk karısının teşvikiyle” Sıddıka hanım ile ikinci evliliğini yapar. Bu evlilikten de Abdulbaki, Ahmed, Abdulhalim, Muhyiddin, Enver adlı beş oğlu ve Aynulhayat, Refiate, Raikate, Naciye isimlerinde dört kızı dünyaya gelir. Zeynel Abidin küçük yaşta vefat etmiştir.

Abdülhakîm Hüseynî Menzil’de bulunduğu sırada hastalanmadan önce bugünkü türbesinin yerini etrafına taşlar dizerek işaretler ve vefat ettiği zaman buraya defn edilmesini vasiyet eder. Bir sohbetinde, “Evliyâ yetiştirme mektepleri olan tarîkatler, artık îman kurtarma mektepleri haline geldi. Eskiden insanlar yıllarca gezer, kendilerine şeyh ararlardı. Şimdi ise şeyhler kapı kapı dolaşıp müslümanları îmanlarının kurtulması için çağırıyor ve topluyorlar. Şâh-ı Hazne (Ahmed Haznevî) Ümmet-i Muhammed’in îmanını kurtarmaya çalıştı. Yoksa bu zamanda tarîkat meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdi bir oyalamadır yapıyoruz. Maksad îmân kurtarmaktır. Tam hidâyet Mehdî aleyhirrahme zamanında olacaktır.”, diye buyurmaktadır.

Kaynaklar ; Adıyaman Evliyaları , Abdulhalim durma

Şeyh Ahmed Haznevi (k.s.)

Suriye – Kamışlı – Telmaruf Köyü (şah-ı hazne köyü)

Ahmed Haznevî hazretleri 1304 <1887) yılında Hazne’de dünyaya geldi. Gençlik yıllarına doğru Hazne’den Diyarbakır, Silvan, Nurşin ve Mizan medreslerinde ilim öğrenmek üzere ayrıldı. Güneydoğu’da devrin en ileri gelen alimlerinden temel dinî eğitimini aldı. Hizan’da Seyda-i Tahî hazretlerinin halifesi Mevlana Abdülkahhar Hizanî’den, Verkanis’te Fethullah Verkanisî ile Nurşin’de Muhammed Diyaeddin hazretlerinin medreselerinden mezun oldu.

İnsanlığı kemalata ulaştıracak dersleri, devrin ileri gelen mürşid-i kamilleri ve onların halifelerinden aldı. Ne var ki onun on beş yılı aşan tahsil hayatı, aynı zamanda savaşın insanları kuşattığı en acı döneme rastlıyordu.

Ahmed Haznevî hazretleri ihtimal bu yüzden, bugün Türkiye sınırları içinde yer alan , ama o zaman henüz sınırlarını bile oluşturulamayan Suriye’den, Nurşin ve Hizan’daki medreselere tahsil görmek üzere hicret etmişti.

Ahmed Haznevî hazretleri Nurşin’deki mürşidini ziyaret etmek için, savaş yıllarında çoğu zaman yaya, kimi zaman da atlı olarak Hazne ile Nurşin arasinda kilometrelerce yol almıştı. İrşad zamanı gelince mürşidi Muhammed Diyaeddin hazretleri ona şöyle diyecekti:

“Evladım! Sen irşada başla, biz insanları senin yanına toplar,
Allah’ın izniyle kalabalıktan her yönden akın akın önüne getiririz.”

Mürşidi tarafından irşada nasıl hazırlandığını şöyle anlatmıştır: “Hazret, Nurşin Dergahı’nda ‘Aşağı Divan’ ve ‘Yukarı Divan’ diye iki divan (geniş salon) yaptırmıştı. Gelen misafirleri bu divanlarda ağırlardı. Yukarı Divan’da henüz bu yola yeni girmiş ve tasavvufî konularda belirli düzeye ulaşamamış kişileri özellikle ağaları konuk ederdi. Bir gün Hazret bana yemeklerimi nerede yediğimi sordu. Süfilerle birlikte Aşağı Divan’da yediğimi söyledim. Nerede yattığımı sordu. Aşağı Divan’da yatıp kalktığımı anlattım. Bana şöyle dedi: “Çok iyi yapıyorsun. Aşağı Divan daha güzel, Seyda-i Tahî hazretleri de orada sohbet eder, hatme ve teveccüh yaptırırdı. Orada manevî nisbet çok daha fazla oluyor.”

Ahmed Haznevi hazretleri önemli bir işi olmadıkça kitap okumaktan geri durmazdı. Hatta ramazan ayında iftar saati ile akşam ezanı arasında bile kitap okurdu. Özellikle tasavvufî eserlerin tamamını okumuştu. İnsanların her türlü sorusuna fetva verebilecek düzeyde fıkıh bilgisi vardı. Pek çok ihtilaflı meseleyi kolaylıkta çözebilirdi. Onun verdiği fetvalar, alimler tarafından da kabul görürdü. Hatta bu konuda çok sayıda alim, her defasında onun haklı görüşler ortaya koyduğuna tanık olmuş ve etbaı arasına katılmıştı.

Bu yüzden zahir ve batın ilminde devrin en büyük alimleri arasındaydı. Onun görüşlerine karşı koyacak kimse olmazdı. Onun verdiği hükümlerde karışıklık bulunmazdı. Kimse hayal kırıklığına uğramazdı. İlmi olsun veya olmasın ona fetva soran her insan, aldığı cevaptan huzur bulur, memnun kalırdı. Onun için Ahmed Haznevî hazretleri, “Şah-ı Hazne” diye meşhur oldu. Gerçekten o şeyhlerin şeyhi, alimlerin de mürşidiydi.

Ahmed Haznevî hazretleri, huzuruna gelenlere, dergahında Allah’a boyun bükenlere, samimiyetle yoluna girenlere karşı çok merhametliydi. İnsanlara çok düşkündü. Onlar için her türlü fedakarlığı yapıyordu. Yumuşak huyluydu, hoşgörülüydü, eşi ve benzeri olmayacak şekilde feraset sahibiydi, huzuruna gelenlerin derdini hemen kavrar, mutlaka onlara yol gösterirdi. Ona başvurup da çaresiz kalan hiç kimse olmazdı. En girift konularda bile halkı aydınlatır, gönüllerine sevgi ve muhabbet aşılardı. Bu yüzden onun ne kadar merhametli olduğu bütün insanlar tarafından çok iyi bilinirdi. Onun dergahına gelen ve elini tutan müminler, bütün gönülleriyle ona gerçekten bağlanırdı. Halk ona çok güvenirdi.

Haseke’den Telma’ruf’a
Ahmed Haznevî hazretleri, Nurşin Dergahı’ndan Hazret Muhammed Diyaeddin hazretlerinin tasavvuf terbiyesi altında yetişerek halife sıfatını aldı. 1923 yılında mürşidinin vefatıyla Amüde şehrinde insanları açıkça irşad etmeye başladı.

Ahmed Haznevî hazretleri bir ara işgal kuvvetleri tarafından Haseke şehrinde zorunlu ikamete mecbur edildi. O günlerde, Hafirkan aşiretinin lideri Haco Ağa ile birlikte işgal kuvvetleri komutanının yanına çağırıldı. Fransız komutan Şah-ı Hazne’ye, “Seni çağırmamın sebebi, bize hiç destek vermiyorsunuz. Milliyetçilerin mukavemetini kırmak için bize destek vermenizi istiyoruz. Eğer bizim tarafımızı tutarsanız, sizi ve yakınlannızı bağışlarız. Aksi halde Haseke köyünde de size rahat vermeyiz” dedi.

Haseke yakınlarında ikamet etmekte olduğu köyde neredeyse yirmiden fazla hane vardı. Her biri süfîlere ait idi. Şah-ı Hazne oraya yerleşince su kuyuları da açtırmıştı. Fransızlar hepsine el koydu ve Tay aşireti reisi Muhammed b. Abdurrahman’a verdi.

Taylı Muhammed b. Abdurrahman’ın girişimleri sonucu Fransızlar, Ahmed Haznevî hazretlerini buradan da uzaklaştırmak istedi. Bu nedenle Suriye’nin daha çorak ve iç kesimlerine düşen Deyrizor şehrinde onu zorunlu ikamete mecbur ettiler. Taylı Muhammed b. Abdurrahman’ın içindeki düşmanlık yine de azalmadı.

Bir gün adamları ile silahlarını kuşanmış olarak Ahmed Haznevî hazretlerinin bulunduğu yere bir akşam namazı sırasında çıkageldi. Maksadı, giderek verimli araziler haline gelen yerleri ete geçirmekti. Öte yandan Ahmed Haznevî hazretlerinin bölgedeki nüfuzu artıyor ve müridleri de gün geçtikçe çoğalıyordu.

Ahmed Haznevî hazretlerinin yanındaki sufîler, gelenlerin haddini bildirmek için mürşidlerinin emrini beklemeye koyuldu. Aslında sayıları oldukça fazlaydı. İsteselerdi direnebilirlerdi.

Taylı Muhammed b. Abdurrahman ve adamları o kadar hırs ve intikam içindeydiler ki, kimsenin toparlanmasına bile fırsat vermeden bütün evleri ateşe verdiler, kazanlardaki akşam yemeğini yere döktüler ve, “Hemen köyü boşattın” dediler. Ahmed Haznevî hazretleri, Taylı Muhammed b. Abdurrahman’dan, bulundukları yeri boşaltmak için sabaha kadar süre tanımalarını istedi. Ama ne mümkün! Bir kere ortada çekememezlik ve baş olma sevdası vardı. Tedavi edilemezse kalbin en büyük düşmanıydı. Ahmed Haznevî hazretleri eşi, çocuktan ve süfîlerle birlikte geceleyin yola koyuldu. Aslinda bu bir nevi hicret idi. Kaçış değildi, Hak Teala için Allah’a kulluk yapılacak en bereketli mekanı belki arayıştı.

Ahmed Haznevî hazretleri o günden sonra Telma’ruf koyunu mesken tuttu. Ahmed Haznevî hazretleri Telma’ruf’ta da bir mescid yaptırdı. Dergah inşa ettirdi. İnsanları irşad etmeye devam etti. Böylece Ahmed Haznevî hazretleri artık kış günlerinde Hazne’yi, yazın sıcak zamanlannda ise Telma’ruf koyünü tercih ediyordu. Belki de Telma’ruf köyüne gidiş ve gelişlerinin arkasında yatan çok büyük hikmetler de vardı. Zira Alaeddin Haznevî hazretlerinin naklettiğine göre Ahmed Haznevî hazretleri, “Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) hicret konusunda uymama bana Taylılar sebep oldu” diyerek, acı tatlı her işte hakka yönetiyordu.

Eserleri
A) Mektübat ;Ahmed hlaznevî hazretlerinin oğlu Mevlana İzzeddin Haznevî hazretleri tarafından derlenen mektuplardır. Eser, Şah-ı Hazne’nin halifeleri ile bu yola hizmeti olan büyük velilere yazdığı mektuplardan meydana gelmektedir. Mektübat Türkçe’ye de tercüme edilmiştir.

Halifeleri
1. Muhammed Ma’süm Haznevî (oğlu).
2. Muhammed Maşuk Nurşînî. (Seyda-i Tahî hazretlerinin torunu).
3. Molla İbrahim Gersevarî.
4. Molla Abdüllatif Amindî.
5. Molla Muhammed Sıddîk.
6. Hacı Hüseyin Kertevenî.
7. Molla Abdürrezzak Pirmînî.
8. Molla Ahmed Şeyhî.
9. Molla Salih.
10. Molla Muhammed Reşid.
11. Hacı Musa.
12. Molla Cüneyd.
13. Seyyid Abdülhakim Bilvanisî.

Oğlu Alaeddin Haznevî hazretlerinin anlattığına göre Ahmed Haznevî hazretleri, yüce himmet ve tasarrufata ziyadesiyle sahipti. O mahareti bir doktor gibi müridlerini terbiye ederdi. Allah Teala’nın zikri bütün vücudunu adeta kaplamıştı. Oğlu, bir gün Şah-ı Hazne’yi ağlarken görünce çok üzülmüş ve, “Babacığım, niye ağlıyorsunuz?’ diye sormuş. Ahmed Haznevî hazretleri de ona şöyle demişti:

“Evladım! Şu insanların sevgisini, Allah’a yakınlaşmalarındaki muhabbeti, aşk ve şevk halini, manevî coşkuyu, dergaha akın akın gelen şu insanlara bakıyorum; her biri koşarak büyük bir manevî coşkuyla yanıma geliyorlar. Ağlamaktan kendimi alamıyorum. Ben nasıl ağlamayayım? Onların en fakiri benim, onların en acizi benim!… Ama bütün bunlara rağmen buraya gelen sayısız insanların Allah’a yönelmesine sebep oldum, hidayetlerine vesile oldum. Bu yüzden de Peygamber Efendimiz’in (s.a.v), ‘Yüce Allah, hiç şüphesiz bu dini facir bir kişi ile de kuvvetlendirir’ buyurduğunu biliyorum. Hadiste kastedilen kişi veya kişilerden biri olmaktan korkuyor, Allah korusun Tacir kişi ben olur muyum acaba diye üzülüyorum ve ağlıyorum. Onun için hep yüce Allah’a şöyle dua ediyorum: Ey Allahım! İnsanların bana duyduğu bu sonsuz sevgi ve muhabbet, bu kadar kalabalık topluluk, senin nzana uygun değilse, benim kişisel davam ise onu bitir ve yok et, ama senin rızana uygun ise onların yönetişlerini ve sevgilerini kıyamet gününe kadar artır ve devam ettir.”

Vefatı
Şeyh Ahmed Haznevi hazretleri uzun bir irşad hayatı sonrasında 63 yaşında iken H.1369/M.1950 senesinde Til Maruf’ta vefat eder. Kabri halen ziyaret edilmektedir.

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”] Altın Silsile ( Hulsatül Mevahib) – Necmeddin B. Muhammed Nakşibendi – Semerkand yayınları
[/toggle]

Şeyh Fethullah Verkanisi (k.s.)

Bitlis – Merkez’de Taş mahallesi 907 sokak no:45’teki Türbesinde

İsmi Fethullah olmasına rağmen Verkanisi (v. 1899) diye meşhur olmuştur. Babası Şeyh Musa el- Mardini’dir. Siirt’in Minar (Dilektepe) Nahiyesi’ne bağlı Verkanis köyünde dünyaya gelir. Nesebi Hz. Ömer’e kadar dayanır. Onun için aşiretlerine “Ömeri” denir. İki defa evlenmiştir. Sekiz evladı vardır. Bunların beşi erkek üçü kızdır. Oğulları Şeyh Alauddin, Şeyh Cüneyt, Şeyh Ma’ruf, Şeyh Kutbeddin, Şeyh Bahauddin’dir.

Fethullah-ı Verkanisi, medreseye giderek zamanın usulüne göre ilim tahsil eder. Önceleri Şeyh Muhammed Fersafi’nin yanında bulunur, daha sonra Seyda’nın yanına gitmek istediğini mürşidlerine danışır. Onlar da buna sıcak bakarlar ve Seyda’ya gönderirler. Fethullah Verkanisi ilim tahsiline erken yaşlarda başlamıştır . Varlıklı bir aileye mensup olmasına rağmen ticarete değil, ilme meyleder. Son derece zeki ve azimli bir talebedir. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra aldığı icazetle genç bir müderris olarak Muş’un Bulanık ilçesine bağlı, şimdiki adı Esenlik olan Abri köyünün medresesine tayin edilir. Bir süre Abiri köyünde bulunan büyük medresenin müderrisi olarak vazife yapar. Bir mürşid-i kamile bağlanma arzusuyla arayış içine girer. Beklediği işaret, Şeyh Muhammed Küfrevî Hazretlerini ziyarette, onun bir sohbeti esnasında gelir. Şeyhi dinlerken birden bir istiğrak hali ile gözleri kapanmış, kendinden geçmiştir. Uykuyla uyanıklık arasında kıyametin koptuğunu, insanların dehşet içinde oradan oraya koşuştuklarını görür. Şeyh Küfrevî o kargaşa içinde elinden tutmuş, kendisine cennete giden yolu tarif etmektedir. Gözlerini açınca bunun manevi bir hal yahut rüya olduğunu anlar. Bu sırada Küfrevî hazretleri ona döner, hiçbir şey sormadan, “Abdurrahman Tagi’ye git!”, diye buyurur. “Abdurrahman Tagi’ye git ve gördüklerini ona anlat!” Fethullah Verkanisi Abdurrahman Tagi hazretlerinin huzuruna gelerek ona tabi olur.

İlmini Seyda’nın yanında tamamlar. İlimde ve tasavvufta yüksek derecelere ulaşması sebebiyle hocası Abdurrahman Tagi Hazretleri ona talebe yetiştirmek ve insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak hususunda icazet verir. Abdurrahman Tagi, oğlu Ziyauddin Nurşini’yi yetiştirmek üzere ona teslim ettiği gibi ayrıca, kızı Tayyibe Hatun’la da evlendirir. Fethullah Verkanisi hocasının izniyle insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmaya başlar. Bir taraftan da talebe yetiştirir. Fethullah Verkanisi hocasının oğlundan başka pek çok talebe yetiştirmiştir. Kabri Ohin (Yukarıkoyunlu) köyünde bulunan oğlu Alauddin-i Ohini de önde gelen talebelerinden ve halifelerindendir.

Vefatı
Hocası Abdurrahman Tagi vefat ederken (v.1886) Fethullah Verkanisi’yi yerine halife tayin eder. Bir müddet Nurşin dergahında kalır. Muhammed Ziyaüddin’i yetiştirip ona, “Sana verebileceğim her şeyi verdim. Artık babanın makamına geç ve irşada başla.”, diyerek Nurşin’den ayrılır. Önce dergahını Pirnasin köyüne taşır, ömrünün sonlarına doğru da Bitlis’e yerleşir. Vefat etmeden önce bile Peygamber Efendimizin hayatını ve güzel ahlakını anlatan “Mevahib-i Ledünniyye” isimli kitabı elinden düşürmemiştir. Kabri Bitlis il merkezinde evinin bahçesindedir.

Son zamanlarında vasiyet için oğullarını yanına çağırır. Onların ağlayıp üzüldüğünü görünce,
–Ağlamayınız! Allah Teala hastalığıma şifa verirse babanız benim. Eğer şifa bulamazsam, babanız Muhammed Ziyaüddin’dir, diye buyurur.Ona göre Nakşibendî tarikatı Sünnet’e ittiba ile gafletten kaçınmaktan ibarettir. Gittiği her yerde edep üzerinde durur, adaba riayet etmeden yol alınamayacağını hatırlatır. İstikametin önemine dikkat çekerek insanları keşif ve keramet arayışından uzak tutmaya çalışır. Nakledilir ki, İbni Hacer’in Tuhfetul-Muhtac ve Remeli’nin Nihayetul-Muhtac gibi büyük kitapları ezbere bilmektedir. Fethullah Verkanisi Hazretleri rabıtaya çok önem vermiştir.

Halifeleri
Şeyh Fethullah Verkanisi vefat ettikten sonra yerine beş halife bırakır. Bunlar,
1- Muhammed Ziyauddin (Seydayı Tagi’nin oğlu),
2- Şeyh Ahmet (Şeyh Mahmudi Karaköylü’nün babası),
3- Şeyh Abdulgaffari Küçük (Gavsi Hizani’nin kardeşinin oğlu Şeyh Muhammed, Hafid-i Arvasi’nin babası),
4- Hacı Mele Ömer-i Horos,
5- Seyit Hasan (Gavsi Hizani’nin oğlu).

Eserleri
Şeyh Fethullah el-Verkanisî’nin eserleri şunlardır.
1- Risaletü’l-Kufr ve’l-Kebair,
2- ed-Dürerü’l- Behiyye fi’l-Avamil’en-Nahviyye,
3- Menasiku’l-Hacc ve’l- Umre,
4- Bazı tasavvufi ve fıkhi meselelere dair Mektubat ve çocuklar için kaleme aldığı Akida İmané adlı risalesidir. Adap’ta Nakşibendi Tarikatı’yla alakalı edep konusu anlatılmaktadır. Rabıta gibi, zikir gibi yolun amelleriyle ilgili bahisler hariç, kitabın ağırlığını teşkil eden kısmını Seyda-i Tagi hazretleri “El-Hadikatü’n- Nediyye ve’l-Behçetü’l-Halidiyye” adlı bir eserden daha önce kendisine okutmuştur. Şeyh Muhammed b. Süleyman el-Bağdadî’nin yazdığı ve Halidîliğin temel kaynaklarından sayılan bu eserde anlatılan edepler, “Adab-ı Fethullah”ta daha anlaşılır hale getirilmiş, müridin mürşidi karşısında, diğer müritlerin yanında ve toplum içinde nasıl davranması gerektiği maddeler halinde sıralanmıştır. 1979 yılında Ahmet Şahin tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş olup, ‘tasavvuf, edep ve ahlak rehberi’ adıyla yayınlanmıştır.

Şeyh Muhammed Ziyaeddin Nurşini (k.s.)

Bitlis – Güroymak – Norşin ‘de Babası Abdurrahman Tagi hazretlerinin yanında

Muhammed Ziyaeddin hazretleri (1855-1923) Nurşini nisbesiyle meşhurdur. Babası Abdurrahman Tagi (Tahi) hazretleridir. Hizan ilçesine bağlı Usba köyünde doğdu.Nurşin köyünde vefat etti. Kabri Nurşin’de babasının türbesinin yanındadır.

Ziyaeddin Nurşini’nin aile çevresi ilim ve fazilet sahibi dindar insanlardan meydana geliyordu. Muhammed Ziyaeddin Efendi ilk tahsilini babası Abdurrahman Tagi’den alır. Zamanında medreselerde okutulan dersleri tamamlayarak ilimde yükselir ve mollalık payesine ulaşır. Babasının ilim meclislerine ve tasavvufi sohbetlerine devam ederek zahiri ilimlerde alim, tasavvuf yolunda yüksek derece sahibi olur. Babası Abdurrahman Tagi Hazretleri vefatına yakın onu halifesi Fethullah-ı Verkanisi’ye emanet eder. Böylece zahiri ilimlerde yüksekliğinin yanında manevi derecelerde ve tasavvuf yolunda da ilerler.

Fethullah Verkanisi Hazretlerine intisabı ve talebeliği
Fethullah-ı Verkanisi Hazretleri, hocasının oğlu Muhammed Ziyaeddin Nurşini’nin yetişmesi ve olgunlaşması için özel itina gösterir. Hatta onu en ağır hizmetlerde kullanarak kınayanların kınamasına aldırmadan onu kamil ve mükemmil (yetiştirebilen) bir zat olarak yetiştirir. Nakledilir ki, Fethullah-ı Verkanisi kışın karda kızağına biner köylere irşada giderken, Ziyaeddin Nurşini’yi çağırarak kendisini çekmesini isterdi. Bu duruma Abdurrahman Tagi Hazretlerinin bazı halifeleri itiraz ederler. “Hocasının oğluna saygı göstermesi gerekirken, kızağa binip keyf sürüyor, hocasının oğlu ise, zahmet ve meşakkatle kızağını çekiyor.”, derler. Bu durumu duyan Fethullah-ı Verkanisi, “Üstadım oğlunu bana teslim etti. Ben de böyle hareket etmeyi uygun görüyorum. Yok eğer size teslim etmişse bildiğiniz gibi yapmakta serbestsiniz.”, der. 1889 yılında icazet, diploma ve hilafetle, İslamiyeti anlatma vazifesi vererek insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirir. Muhammed Ziyaeddin Nurşini Hazretleri, hocası Fethullah-ı Verkanisi’nin sağlığında on sene, onun vefatından sonra da 24 sene olmak üzere tam 34 yıl talebe yetiştirir.

I. Dünya savaşındaki mücadelesi
Muhammed Ziyaeddin Nurşini Hazretleri, aynı zamanda dini, vatanı ve milleti için savaşarak büyük kahramanlıklar gösterir. Birinci Dünya Savaşında talebeleriyle birlikte Ruslara ve Ermenilere karşı kahramanca savaşır. Derik köyünde emrindeki milislerle beraber Ermeni ve Ruslara karşı, bulundukları bölgeyi savunmakla vazifeliydiler. Kardeşleri Muhammed Said ve Muhammed Eşref ile birçok talebesi şehid olurlar. Birinci Dünya Harbine katılarak büyük kahramanlıklar gösteren Muhammed Ziyaeddin Nurşini Hazretleri, koluna isabet eden bir mermi sebebiyle felç olur. Felcin bütün vücuda yayılmaması için Bitlis Askeri Hastanesinde sağ kolu kesilir. Bunun üzerine V. Mehmet Reşat kendisine protez bir kol ve Mecidiye Madalyası gönderir. Fakat Ziyaeddin Nurşini hazretleri bu ameliyatın arkasından ağır bir hastalığa tutulur. Talebeleri ve sevenleri o vefat edecek diye üzülürler. Bazan kendinden geçmekte, bazan ayılmaktadır. Anlatılır ki, bu hal üzereyken bir gün şöyle buyurur. “Rüyamda yanıma kalabalık bir veli grubunun geldiğini gördüm. Gavsü’l-a’zam Arvasi, Abdurrahman Tagi ve Şeyh Fethullah Verkanisi de aralarındaydı. Dünyada mı kalacağım yoksa ahirete mi intikal edeceğim hususunda aralarında uzun müzakereler yaptılar. Şeyh Fethullah Verkanisi dünyada kalmamın daha hayırlı ve insanların hidayete kavuşmalarına vesile olacağımı belirterek sekiz yıl daha yaşamamı teklif etti. Hazır bulunan büyüklerimiz de bu teklifi uygun görerek dağıldılar. Nitekim Muhammed Ziyaeddin Nurşini Hazretleri bu rüyanın dokuzuncu yılı başlarında vefat eder.

Halifeleri
Halifeleri, Molla Muhammed Emin El-Kursincî (Mela-yi mazin, v.1936), Hacı Abdulkerim (Hizanlı), Şeyh Ahmedi El-Haznevi (Suriye), Şeyh Mahmud Karaköy (Varto-Karaköy), Şeyh Muhammed Selim (Diyarbekir-Hezanlı, v. 1919), Şeyh Mahmud Zokaydi (Şeyh Abdülkahhar’ın oğlu), Şeyh Alauddin Verkanisî- Ohinî (Şeyh Fethullah’ın oğludur), Şeyh Şihabuddin Tihî (Muş’un nahiyesi), (Şeyh Şihabuddinin oğlu) Molla Ubeydullah, Molla Halil El-Koğaki (Muş-Bulanık’ın Koğak Köyü), Molla Yusuf-i Hort, Şeyh Abdurrahman-i Çokreşi (Erzurum-Karayazı), Şeyh İbrahim El-Abrî (Muş-Bulanık’ın Köyü), Molla Abbas (Bulanıklı), Molla Halid-i Poğaşi (Reşadiye Köyü)’dir.

Ömrünün son zamanlarında Azizan’dan Nurşin’e taşınmayı ısrarla ister. Ailesinden bazıları da Azizan’da kalmak istemektedir. Azizanlılar da Şeyh Ziyaeddin Nurşini Hazretlerinin köyde kalması için yalvarıp dil dökerler. Şeyh hazretleri bütün bu ısrarlara rağmen babası Abdurrahman Tagi hazretlerinden “uzak kalmaktan ve onun beldesinden uzakta vefat etmekten korkuyorum”, demektedir. Vefatından bir yıl önce kesin bir kararlılıkla Azizan’dan Nurşin’e taşınır. Ömrünün son senesini Nurşin ve civarında geçirir.

Ziyaeddin Nurşini Hazretlerinin tek oğlu olan Fethullah Efendi, kendisinden sekiz gün önce vefat eder. Onun vefatı üzerine, “Senden önce vefat edeceğimi ve senin geride kalacağını sanıyordum. Fakat Allahü teala böyle diledi. Böyle oluşunun hikmetini o bilir?”, buyurur. Oğlu defnedildikten sonra hastalanır. Hastalığının ilk günlerinde, “Molla Fethullah gitti. Görünen o ki, onun arkasından ben de kalıcı değilim, böylece dünya yıkılıyor.”, der.

Muhammed Ziyaeddin Nurşini Hazretleri vefatından önce yerine geçecek kimseyi belirler ve bütün bağlıları ile talebeleri teslim edeceği bir vekil tayin eder. Vefat zamanı yaklaşmasına ve hastalığı iyice ağırlaşmasına rağmen sünnetlere eksiksiz uymaya gayret eder.

Vefatı
Anlatılır ki, son nefesini vereceği anda yüzünde ve alnında ayna gibi bir parıltı belirir. Bu parıltıyı orada bulunan herkes görmüştür. O günün sabahı yattığı odadan dünya kokularına benzemeyen hoş bir koku yayılmaya başlamıştır. Yanına giren herkes bu kokuyu hisseder. Bu koku gittikçe kuvvetlenir ve vefatı sırasında odanın her yanını sarar ve hatta dışarıdan bile hissedilmektedir. Son nefesini verdiği anda ve cenazesi yıkandığı zaman, vücuduna değen her elbise veya bez parçasından aynı hoşkoku dağılır ve üstelik bu koku sindiği yerden birkaç kere yıkansa bile çıkmamaktadır.

Ailesi ve Çocukları
Ziyaeddin Nurşini Hazretlerinin tek oğlu olan Molla Fethullah’ın büyük oğlu Cemaleddin de kendisinden on üç gün sonra vefat eder. Geriye Aişe adında bir kızı ile Takıyyüddin ve Nasırüddin adında iki torunu kalır. Nasırüddin daha sonra Şeyh Abdülhakim Hüseyni’den hilafet alır. Ziyaeddin Nurşini Hazretlerinin her iki torunundan devam eden evlatları günümüzde hizmete devam etmektedirler.

Eseleri
Muhammed Ziyaeddin Nurşini Hazretlerinin sevdiklerine ve talebelerine yazdığı mektublarını, on üç halifesinden Muhammed Alaüddin-i Ohini toplamıştır. Mektubat adı verilen bu eserinde yüz on dört mektup vardır.

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]Bitlis Evliyaları, Abdulhalim Durma
[/toggle]

Şeyh Abdurrahman Tagi (k.s.)

Bitlis – Güroymak  – Norşin ( Nurtepe) köyünde

İsmi Abdurrahman (1831-1886) olup Tagi, Tahi ve Nurşini nisbeleriyle bilinir. Üstad-ı A’zam ve Seyda lakaplarıyla meşhur olmuştur. Babası, Molla Mahmud Efendi, annesi Seyyid Molla Muhammed Efendinin kızı Meyasin Hanımdır. Şirvan’da dünyaya gelir. Güroymak (Nurşin) ilçesinde vefat eder. Kabri ilçenin Şentepe Mahallesindeki Mutlu ailesine ait mezarlığın içindedir.

Abdurrahman Tagi’nin bulunduğu ev, halk arasında Sufi Evi olarak şöhret bulur. Çünkü, babası Molla Mahmud Efendi olgunluklar sahibi, ilmiyle amel eden, sünnete uymakta titizlik gösteren salih biridir. Önceleri Kadiriyye yoluna girmiş, sonra Nakşibendiyye yoluna bağlanmıştır. Abdurrahman’ın aslen Hazret-i Hüseyin soyundan gelen ve seyyide olan annesi Meyasin Hanım da saliha bir kadındır. Babası Molla Mahmud Efendinin erkek kardeşleri yoktu. Kadiriyye yoluna mensub, kerameti ile meşhur bir kız kardeşi vardır.

Talebeliği
Abdurrahman Tagi ailesinin de teşvik ve desteğiyle küçük yaşta, Kur’an-ı kerim okumayı öğrenir. On yaşına basınca, annesi vefat eder. Babası onun terbiyesine ve okutulmasına önem verir. Şafii fıkıh kitaplarından İmam- ı Rafii’nin (ölm. 1226) Muharrer adlı eserini okur. Arapça gramer ilmini öğrenip Hadaik-ud-Dekaik kitabına kadar babasının yanında ders görür. Daha sonra memleketinin meşhur alimlerinden Molla Abdüssamed’in, o vefat edince de, büyük alim Molla Ziyaüddin Arvasi’nin yanına giderek ilim öğrenir. Ondan, Molla Cami’ye kadar okur. Molla Ziyaüddin’in sevgisiyle yanından hiç ayrılmaz. Arvasi muhabbet ve yakınlıkla ona yönelir. Bir defasında, “Muhabbete denk olacak hiçbir şey yoktur.”, diye buyurur ve muhabbetin üstün olduğunu anlatır. Bu arada çevredeki diğer alimlerden fıkıh, tefsir, hadis gibi dini ilimleri tahsil eder. Bu ilimlerde yüksek ilim ve derece sahibi olur. Okuduğu hocalardan icazet alır. Sonra babasına vakfedilen Hizan’a bağlı Ispahart’taki medresede ders vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı.

Hacı Emin Şirvani’ye başvurarak Rufailik tarikatına girer ve ona talebe olur. Arkasından günlük zikir ve nafile ibadetlere yönelir. Fakat bir müddet sonra Hacı Emin Şirvani, Şeyh Abdurrahman Talebani (1797- 1860) tarafından reddedilince gidip Şeyh Hamza Telvi’ye talebe olur. Bir müddet sonra Kadiriyye tarikatı mensublarından Şeyh Abdülbari Çarçahi’ye talebe olur. Şeyhi ona, oruç tutmak, az yemek, az uyumak ve sık sık mezarlıkları ziyaret etmek gibi vazifeler verir. Bazı geceler bir iki saat kabristanda kaldığı zamanlar olur. Hatta Tahi köyünün mezarlığında açık bir mezar vardır. Bazı geceler bu mezara girerek orada sabahlar.

Seyyid Sıbgatullah Arvasi’ye İntisabı
Bu sırada Seyyid Sıbgatullah Arvasi (v.1870) Hazretleri Külat’da oturmaktadır. Arvasi’nin talebelerinden Süleyman Erbusi arasıra Külat köyüne gidip gelmektedir. Bir defasında Külat köyünden döndüğü sırada Abdurrahman Tagi, alaylı bir şekilde, “Külat’taki sufiler nasıldırlar? Ne yapıyorlar?”, diye sorar. Süleyman Erbusi Abdurrahman Tagi’ye, “Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin.”, diye cevap verir. Süleyman Erbusi’nin bu sözü Abdurrahman Tagi’ye çok tesir eder. O sırada şeyhi tarafından halife olarak vazifelendirilen ve birkaç talebesi de olan Abdurrahman Tagi talebelerinden birine, “Vallahi falanca kişinin sözleri beni çok etkiledi. Külat’a gidiyorum.”, der. Müridlerinin bütün ısrarları onu kararından döndürmez. O gece boyunca içindeki arzu ve iştiyakla uyuyamaz. Seher vakti gelir gelmez Süleyman Erbusi’nin evine gider. Onu uyandırarak, “Benimle birlikte Külat’a gelir misin?”, der. Süleyman Erbusi, “Gelirim.”, deyince ikisi birlikte seher vakti yola koyulurlar. Süleyman Erbusi’nin, “Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin.”, diye bahs ettiği yere gelirler. Abdurrahman Tagi o dereyi geçerken kalbinde acaib bir hal hisseder. Nihayet Külat’a ulaşırlar. Kendisini Cennet bahçelerinden bir bahçede hissetmektedir. Seyyid Sıbgatullah Arvasi Hazretleri onu talebeliğe kabul ederek himaye ve tasarrufu altına alıp kısa bir müddet içinde yetiştirir. Tasavvuf yolunda yükselen Abdurrahman Tagi, nakledilir ki, dillerin ifade edemeyeceği, ancak ehlinin anlayacağı hallere kavuşur.

Abdurrahman Tagi, bir gün sabah vakti hocasının huzuruna giderek, “Efendim! Ben her şeyde Lafza-i Celal’in (Allahü tealanın isminin) zikrini duyuyorum. Hatta önümde yürüyen köpekten bile o zikri duydum.”, diyerek halini anlatır. Talebesinin, olgunluğa erdiğini gören Seyyid Sıbgatullah Arvasi ona Ispahart nahiyesinde kadılık yapmasını emreder. Hocasının emri üzerine iki yıl müddetle Ispahart kadılığı vazifesini yürütür. Bu vazifesi esnasında insanlara güzel ahlakı ve hoş görüsüyle hizmet eder. Zaman zaman hocasının yanına gidip gelerek hasretini gidermeye çalışır. İki sene sonra kadılık vazifesinden ayrılarak dünyadan tamamıyla uzaklaşıp, Sıbgatullah Arvasi Hazretlerinin hizmet ve sohbetlerine döner. Çoğu geceler uyumaz, hocasının odasının penceresine bakan bir taşın üzerinde oturur, yaz- kış, kar-yağmur demez sabaha kadar o taşın üzerinde bekler. Anlatılır ki, dokuz sene müddetle şeyhinin sohbetinde ve hizmetinde bulunduktan sonra evliyalıktaki en olgun ve en yüksek dereceye ulaşır. Sıbgatullah Arvasi Hazretleri ona icazet vererek irşadla vazifelendirir.

O önce bütün arazisini satarak Allahü tealanın rızası için harcar. Sonra talebesi Şeyh Fethullah-ı Verkanisi’nin dedesi Şeyh Muhammed’in Verkanis köyündeki türbesini ziyaret eder. Bu ziyaret esnasında kendine, “Seyda” adıyla anılması işaret edilir. Bundan sonra Seyda ismiyle meşhur olur.

Bir ara hac ibadetini ifa etmek için Mekke-i mükerremeye gider. Bu vazifesini yaptıktan sonra Peygamberin kabrini ziyaret eder. Medine-i münevverede İmam-ı Rabbani hazretlerinin torunlarından Şeyh Muhammed Mazhar Efendiyle buluşup sohbette bulunur.Hacdan dönünce, hocasının emriyle, Nurşin nahiyesinde yerleşerek irşad vazifesine devam eder.

Vefatı
Abdurrahman Tagi, on sekiz yıl kaldığı ve irşad vazifesinde bulunduğu Nurşin’de vefat etmeden önce ağır bir hastalığa yakalanır. Buna rağmen hiç bir sünnet namazını dahi ihmal etmeyip, hepsini ayakta kılar. Gece ibadetini asla bırakmaz. Halbuki bu sırada ancak dört yanına yastık dayayarak oturabilmekte, oturamayınca sırtını duvara dayamaktadır.
Vefatından önce yanına gelen zevcesi Seyyide Kadriye Hanımın eteğinden tutarak şu beyti okur.
“Kabe hareminin harimine vasıl olamazsın
Eğer evlad-ı Ali’nin eteğine yapışmazsan.”
Yerine Şeyh Fethullah Verkanisi’yi halife bırakır. Son zamanlarında çevresindekilere ve bağlılarına şefkatle muamele eder. Onlara rahmet nazarıyla bakar. Evlatlarına ise fazla iltifat göstermez. Oğlu Molla Muhammed Ziyaüddin’e şöyle buyurur. “Oğlum, Şeyh Fethullah senin hakkında benden daha hayırlıdır. Çünkü ben seni başkalarından ayırmam, ama o seni diğerlerinden üstün tutar.”

Evladları
11 evladı vardır. Bunlardan beşi kız, altısı erkektir. Erkek evlatları Şeyh Muhammed Ziyauddin (Hz. Sani), Şeyh Abdurrahim, Şeyh Muhammed Raşid (Bu üç evlad aynı annedendir). Muhammed Eşref, Muhammed Derviş, Muhammed Said’dir (Bu zat I. Dünya Savaşında şehit düşmüştür).

Eserleri
Abdurrahman Tagi’nin sözlerini halifelerinden İbrahim Çukruşi toplayarak İşarat ismini vermiştir. Mehmet Ildırar tarafından derlenip kaleme alınmıştır. İşarat “Minah” adlı esere çok benzemektedir. Arapça ve Farsça Mektubat’ı ise basılmamıştır. Diğer kitabı ise halifesi Abdulkahhar tarafından derlenip Şeyh ‘Abdurrahman Tagi’nin Mektupları’ adlı iki yazma nüshadan meydana gelmektedir. Ahmet Yıldırım ve Enbiya Yıldırım tercüme etmiştir. Eser toplam 77 mektuptan meydana gelmiştir.

Şeyh Abdurrahman Tagi’ye devlet tarafından Murat Nehri üzerinde üç gözlü sağlam bir köprü yaptırmasından dolayı üçüncü rütbeden Mecidi Nişanı verilir. Anlatılır ki, köprünün işleri ilerlediğinde çalışanların sayısı yeterli olmaz ve Abdurrahman Tagi Ermeni köylerine gidip onların yardımı için çağrılmalarını ister. Halifelerinden Abdulkahhar Efendi, Ermeni köylülerin gelip gelmeyeceği konusunda tereddüt içindedir. Ancak yine de aldığı emri Ermenilere bildirir. Abdurrahman Tagi’nin onları çağırdığını söyler.
-Eğer o çağırmışsa biz hemen geliyoruz, diyen Ermeniler kazma ve küreklerini alarak köprü inşaatına yardıma gelirler.
Medreseye hizmetleri dokunan Hristiyanlara Abdurrahman Tagi’yi çok sevdikleri halde neden Müslüman olmadıkları sorulduğunda şu cevabı verirler.
-Abdurrahman Tagi gibi bir Müslüman olacağımızı bilsek hemen iman ederiz. Sizin gibi Müslüman olmaktan korkuyoruz.
Talebeleri ve sevenlerinden meydana gelen kalabalık bir cemaat tarafından cenaze namazı kılındıktan sonra Nurşin’de defnedilir.

Halifeleri ve Talebeleri
Abdurrahman Tagi, birçok talebe yetiştirir. Halifelerinin en meşhurları şunlardır: Fethullah Verkanisi, Abdurrahman Nurşini, Molla Reşid Nurşini, Allame Molla Halil Siirdi’nin torunu Abdülkahhar, Abdülkadir Hizani, Seyyid İbrahim Es’irdi, Abdülhakim Fersafi, İbrahim Ninki, Tahir Abiri, Abdülhadi, Abdullah Hurusi, İbrahim Çuhruşi (Çukruşi), Halil Çuhruşi, Ahmed Taşkeseni, Muhammed Sami Erzincani, Abdullah Subaşı, Halife Mustafa Bitlisi, Hacı Süleyman Bitlisi, Hacı Yusuf Bitlisi, Hacı Yusuf Köşki’dir. Bunlardan Fethullah Verkanisi’nin halifesi Muhammed Ziyaüddin Nurşini, Abdurrahman Tagi’nin oğludur. Abdurrahman Tagi’nin ismi, Bediüzzaman’ın ders aldığı hocaları arasında da yer alır.

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]Bitlis Evliyaları, Abdulhalim Durma
[/toggle]

Şeyh Salahuddin İbn-i Mevlana Siracüddin (k.s.)

Kırgızistan’ın Oş şehrinin Şark mahallesinde yüksek bir tepe üzerinde bulunan Sermezar kabristanlığında aile kabristanındadır.

Salahuddin İbn-i Mevlana Siracüddin (k.s.) Hazretleri, Kırgızistan’ın Oş şehrindendir. Şiirde kullandıkları “Sakıb” mahlası dolayısıyla Salahuddin Sakıb diye de bilinirler. Babaları Mevlana (Mevlevi) Siracüddin (vefatı: 1296/1879), onun babası Hal Muhammed-i Oşi (vefatı: 1271 /1854-55), onun babası meşhur mutasavvıf-şair Hoca Nazar Hüveyda-yı Çimyani (vefatı: 1195/1781), onun babası Gaib Nazar, onun babası Er Nazar, onun babası Tülek Muhammed-i Sufî, onun babası da ”Şeyh-i il” denilen Kul Süleyman’dır.

Salahuddin Hazretleri, 1838 yılında Oş’ta dünyaya geldiler. Eserlerinde Oşlu olduklarını bilhassa ifade buyurmaktadırlar.

İntisabı ve İrşad Faaliyeti
Babaları Mevlana Siracüddîn (k.s.), Hokand medreselerinde tahsil görmüş devrinin önde gelen müderrislerinden ve Nakşibendî şeyhlerindendi. İslamî ilimleri son derece mükemmel bir şekilde tahsîl ettikleri gibi ilk zamanlarında babalarına intisap ederek tasavvuf yolunda ilerlediler.

Salahuddîn Hazretlerinin yetiştiği devir, Türkistan’ın büyük karışıklıklarla çalkalandığı, bölgedeki Türk hanlıklarının birbirleriyle giriştikleri mücadeleler neticesinde zayıflayarak Rus işgaline açık hale geldikleri bir zamana tesadüf etmişti. Bugünkü Türkistan coğrafyasında o zamanlar üç hanlık hüküm sürmekteydi ki bunlar Buhara, Hive ve Hokand hanlıklan idi. Oş ve civarının sınırları içinde bulunduğu Hokand Hanlığı, 1864-1865 yıllarında kanlı çarpışmalardan sonra Ruslar tarafından işgal edilmişti.

Ruslar Hokand Hanlığı’nı işgal ettikten sonra ülkede büyük zulümler yapmış, çeşitli katliam ve tecavüzlere girişmişlerdi. Bu buhranlı devirde Mevlana Siracüddîn Hazretleri, oğlu Salahuddîn’i Doğu Türkistan’a, Yarkend ve Hoten taraflarına gönderdiler. Salahuddîn Sakıb (k.s.), bir müddet Hoten’de, sekiz yıl kadar da Yarkend’de, vatanı Oş’tan uzakta hayli meşakkatli yıllar geçirdikten sonra. 1295/1878 yılında hacca gitmek niyetiyle Yarkend’den ayrıldılar.

1296/1879 yılı Salahuddin Ibn-i Mevlana Siracüddîn (k.s.)’in hayatında bir dönüm noktası teşkil etmektedir. Bu sene ilk haclarını yapmışlar ve hac sırasında Medine-i Münevvere’de Muhammed Mazhar Hazretleriyle (vefatı: 1301/1883) görüşüp hizmetinde bulunarak kendisinden icazet almışlardır. Aynı yıl babaları Mevlana Siracüddin’in (k.s.) ebedî aleme göçmesi üzerine irşad makamına geçtikleri gibi babasının bütün müridleri, takriben 1000 kişi, kendisine mürid olmuşlardır. 1306/1889 yılında ikinci haclarını yaptılar. 1908 yılında, o sırada bir medrese talebesi olan Süleyman Hilmi Efendi (Tunahan) ile buluşmak üzere İstanbul’a geldiler.

İstanbul’da zamanın padişahı Sultan ikinci Abdülhamid Han’la bizzat görüştükleri gibi Süleyman Hilmi Efendi’nin (k.s.) yetişmesine himmet gösterdiler. Müteakiben son haclarını ifa etmek üzere Hicaz’a hareket ettiler. Burada Şerif Hüseyin’in türlü eza ve cefalarına maruz kalmalarma rağmen Allah’ın izniyle Hicaz’dan sağ salim ayrılarak memleketlerine döndüler.

Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleriyle Buluşması
Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerinin İstanbul’a gelişleri 1907 yılındadır. Silistre’de bulunan Satırlı Medresesi’nde bir mikdar ulum-ı Arabiyye tahsil ettikten sonra İstanbul’a gelerek Fatih dersiamlarmdan Bafralı Ahmed Hamdi Efendi’nin ders halkasına dahil olmuşlardır. Salahuddin Hazretleri 1908 yılında İstanbul’a geldiklerinde, Süleyman Hilmi Efendi bir medrese talebesidir. Salahuddin Hazretleriyle Süleyman Efendi Hazretlerinin buluşması, 1908 yılının bir Ramazan gününde (Hicrî 1326 Ramazan/Ekim 1908) İstanbul imaretlerinden birinin verdiği, ikisinin de iştirak ettikleri bir iftar yemeğinde olmuştur. Yemekler yenilip bittikten sonra Salahuddin İbn-i Mevlana Siracüddîn Hazretleri, genç bir talebe olan Süleyman Efendi’ye hitaben:

“Evladım Süleyman! Sen bir dua oku buyururlar. Süleyman Efendi, hiç tanımadığı bu muhterem zatın emrini derhal yerine getirerek yemek duasını yaparlar. Yemekten sonra Salahuddin Hazretlerinin ellerini yıkaması için Süleyman Efendi bizzat ibrikle su dökerler. Sonra Salahuddîn Hazretleri, Süleyman Efendi’nin (k.s.) vaktiyle görmüş olduğu rüyayı hatırlatarak, “Biz senin seyr ü sülükunu tamamlatmak için geldik.” buyururlar. Süleyman Efendi derhal ayaklarına kapanırlar. Böylece Salahuddîn Hazretlerinin müridi olurlar.

Sonra Salahuddîn Hazretleri ile Süleyman Efendi Hazretleri birlikte Bursa’ya giderler. Bir rivayete göre Emir Sultan Camii’nde, bir rivayete göre de Uludağ’da erbain çıkarırlar. Süleyman Efendi Hazretleri, üstazını büyük himmet ve teveccühlerine mazhar olurlar.

İstanbul’a döndükten sonra Salahuddîn Hazretleri, Sultan İkinci Abdülhamid Han ile birkaç defa daha görüşmüşlerdir. 31 Mart İsyanı, padişahın hal edilmesi gibi hadiseler sırasında Salahuddîn Hazretleri îstanbul’da bulunuyorlardı. Sultan Abdülhamid’in 31 Mart İsyanını bastırmaması, Salahuddîn Hazretlerinin ikazı neticesinde olmuştur. Zira kendisine çok kan döküleceğini ve artık burcun dönmüş olduğunu ifade buyurmuşlardı.

Boşuna Zahmet Çekmeyiniz!
Salahuddin İbn-i Mevlana Siracüddîn (k.s.) hazretlerinin kerametleri sayılamayacak kadar çoktur. Kendileri devamlı istiğrak halinde zamanın kutbu ve tayy-i mekan sahibi idiler. Sabah namazlarının ekserisini, bu suretle yani tayy-i mekan ile Kabe-i Muazzama’da kılarlardı.

Salahuddîn Hazretleri, Istanbul’dan ayrılarak son haclarını ifa etmek üzere Mekke-i Mükerreme’ye gelmiş bulunuyorlardı. Mekke Şerifliğinde, Birinci Dünya Harbi yıllarında Osmanlı Devleti’ne isyan edecek olan Şerif Hüseyin bulunuyordu. Şerif Hüseyin, Salahuddîn Hazretlerinin pek çok kerametlerini duymuş ve itibar edilir bir zat olarak tanımıştı. Bu münasebetle kendisinden korkarak hapsettirdi, kapılara kaim zincirler vurdurdu. Salahuddîn Hazretleri kalın zincirleri kırmak suretiyle hapishane kapısını açıp çıkmak kerametini gösterdiler. Şerif Hüseyin, tekrar yakalatıp bu sefer çok daha sıkı tedbirler aldırarak hapsettirdi.

İbn-i Mevlana Siracüddîn Hazretleri zincirleri tekrar kırarak hapishaneden çıktı. Memleketine kaçmaması için her tarafta sıkı tedbirler alınmasına, bütün yollar tutulmuş olmasına rağmen, Cidde’den hareket eden bir gemiye binerek memleketine dönmek üzere yola çıkh. Bu haber duyulunca gemi tepeden tırnağa aranmasına rağmen gemide bulunamadı. Sonradan geminin yanaşacağı limana da telgrafla emirler verilmesine rağmen bulunamadı. Şerif Hüseyin’in kendilerini buldurmak için bütün Hicaz’ı alt-üst etmekte olduğunu bildikleri için şu telgrafı çektiler:

“Sağ salim memleketime döndüm, boşuna zahmet çekmeyiniz!”

Vefatı ve Kabr-i Şerifleri
Hicazdan döndükten kısa bir süre sonra 1328/1910 yılında Oş’ta irtihal-i dar-ı beka eylediler. Kabirleri Kırgızistan’ın Oş şehrinin Şark mahallesinde yüksek bir tepe üzerinde bulunan Sermezar kabristanlığında aile kabristanındadır. Kabirleri üzerinde bulunan türbe, 1940’lı yıllarda Komünistler tarafından yıktırılmış olup yakın zamanda yeniden yaptırılmıştır.
Vefatlarına Farsça:
Mesken ü me’va-yı mayan şüd behişt (Bizim yerimiz-yurdumuz cennet oldu) tarihi düşürülmüştür.

Ayrıca Hokand ülkesinin meşhur şairlerinden Hacı Muhyi Efendi:
(Dedi ki ”Vasıl-ı Hak cennet-meab Sakıb”)
(Dedi ki, Sakıb Hakk’a ulaştı, yeri cennet oldu) şeklinde tarih düşürmüştür.

Vefatına düşürülen üçüncü tarih ise şöyledir:
(Biling tarîh-i Şeyh Sakıb ”be-mağfür”)

Eserleri
l – Makülat-ı Sakıbî : Nakşıbendiyye-Müceddidiyye Tarikatı’nın adabı ile bazı dinî-fıkhi meselelerin anlatıldığı bu eser Türkçe kaleme alınmıştır. Yazma halinde bulunan eserin bilinen tek nüshası, Özbekistan Fenler Akademisi Şarkiyat Enstitüsü Kütüphanesi’ndedir.

2 – Ma’mulat-ı Sakıbî : Nazari ve amelî olarak tasavvufa dair meselelerin anlatıldığı eser yine Türkçe kaleme
alınmıştır. Eserin yazma nüshası, Oş’taki varislerinin elinde bulumnaktadır.

3 – Divan: Salahuddîn Hazretlerinin ”Sakıb” mahlasıyla yazdığı, bir kısmı Farsça olmak üzere şiirlerinin toplandığı eseridir. Yine Oş’taki varislerinin elinde bulunan Divan, birçok tarihî malumat da ihtiva etmektedir.

Şeyh Mazhar İşan Can-ı Canan (ks.)

Medine – Cennetül Baki’de

Mazhar İşan Can-ı Canan(k.s.) Hazretleri, Ahmed Said (k.s.) Hazretlerinin en küçük oğludur. 3 Cemaziyelevvel 1248 (M. 1832) senesinde Delhi’de dünyaya geldi. Dedesi Şeyh Ebü Saîd (k.s.) Muhammedî meşreb olduğuna işaret için doğum tarihi olarak (Mezahir-i Muhammedi) ibaresini düşmüş ve Mazhar-ı Muhammed ismini vermiştir.

İlim Tahsili ve İrşad Vazifesi
Dedesi, bu torununu çok sever ve: “Bu çocukta ülü’l-azmiyye kokusu kokuyor. Yakında şanı yüce, feyzi umumi olacak.” buyururlardı. Dedesi bu sözleri söylediğinde Muhammed Mazhar Hazretleri henüz bir yaşındaydı. Hakikaten az bir zaman geçtikten sonra, buyurdukları ortaya çıkıp hakka’l-yakin mertebesine ulaştı. Muhammed Mazhar Hazretleri: ”Ben bu hali bekledim. Bu hal tam otuz üç sene sonra zuhur etti.” buyurdular.

Dokuz yaşında Kur’an-ı Kerîm’i ezberledi; pederlerinden dinî, tasavvufî ve Sarf-Nahiv gibi alet ilimlerine dair kitaptan okudular. Tarikat-ı aliyyeyi, daha küçük yaşta iken pederlerinden aldılar. Yirmi iki yaşında iken zahiri ve batıni ilimleri tahsil edip bitirdi ve icazet-i mutlaka aldı. Babası, kendisine huzurunda müridlerine teveccühü emrettiler ve mürîdlerinden bir cemaati ona havale ettiler. İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Mektübat’ını, pederlerinin huzurunda tahkik ve tedkik ile iki defa okudular. Bundan dolayı Mektübat’ın müşkil yerlerini halletmede Allah’ın ayetlerinden bir ayet; bir rehber oldular.

Haremeyn-i Şerîfeyn’i ziyaret şevki arttığından pederlerinden izin aldılar. Seyyid-i Kainat Efendimiz (s.a.v.) tarafından çeşitli inayet ve kerametlere mazhar oldular. Maksadına kavuşmuş ve memnun olarak babasının hizmetine; Delhi’ye döndüler.

Daha sonra, Delhi’de meydana gelen hadiseler üzerine babasıyla beraber Haremeyn-i Şerîfeyn’e hicret ettiler. Bazen Mekke-i Mükerreme’de bazen Taifte bazen de Medîne-i Münevvere’de irşada devam ettüer. Pederleri Ahmed Said (k.s.) kendisini çok sever; namazlarında onu imam yapar, ondan hususiyle maraz-ı mevtinde Kur’an-ı Kerim dinlerdi. Pederlerinin vefatından sonra, yirmi dokuz yaşında irşad makamına geçti.

Akli ve nakli ilimleri cami, usul ve fürüu havi, bütün ilimlerde mahir idi. İsyan ve gaflette olan birçok kişiyi irşad edip hidayete erdirdi. Kalblerin derdini ve devasını bilir, her talebesine munasib olan zikri tarif ederdi. Mürîdleri terbiyede takib ettiği usul, hiçbir ziyade ve noksan; tebdil ve tağyir olmadan aynen babalarının usulü idi. Saliklerin terbiyesinde Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ”Müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz” hadis-i şeriflerini esas alırlardı. Huzuruna birçok yerden, alimler ve salihler geldiler.

Himmeti ve Allahü Teala’nın fazlıyla Medîne-i Münevvere’de Babu’l-Baki’de üç katlı bir medrese yaptırdı. İçinde beş bin cild kitabı bulunan bir kütüphane ve yetmiş odalı bir tekke vardı. Her hafta Kur’an-ı Kerim’i hatmetmek, her Ramazan-ı şerifte Sahih-i Buhari hatmi yapmak, her Zilhicce ayının onunda Sahih-i Müslüm hatmi yapmak, Muharrem-i şerifin ilk on gününde, Pazartesi ve Perşembe günleri, eyyam-ı biyz yani her Hicri ayın on üç, on dört ve on beşinci günleri oruç tutmak onun adetlerindendi. Bu esnada hadis-i şerîf ve tasavvuf dersleri yapar, hususiyle İmam-ı Rabbani Hazretlerinin Mektübat’ını okuturdu.

İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin Mektübat’ını Arapçaya tercüme eden Muhammed Murad Kazani, Muhammed Mazhar (k.s) Hazretlerinin mürîdlerindendir.

Mübarek Sözlerinden
”İşleri Allahü Teala’ya havale etmek, hallerin değişmesinin Allahü Teala’nın takdiriyle olduğuna inanmak, meydana gelen hadiselerde ‘niçin, nasıl’ dememek, itiraz etmemek, Allahü Teala’nın kullarına vadettiği nimetleri tefekkür ederek kalbini/ imanını kuvvetlendirmek, onun sonsuz hazinesini hatırlamak, kendi nefsinden ve bütün mahlükattan tamamen ümidini kesmek, sadece Allahü Teala’dan ümid etmek, işte hayat-ı tayyibenin özü bunlardır.”

”Talib, masivallahı terk ettiği ve Allah’ın kazası ve hükümleri karşısında gassalın elindeki meyyit gibi olduğu zaman Allahü Teala’nın rızasını ve ona kavuşmayı istemiş olur”

Eserleri
Menakib-ı Ahmediyye ve Makamat’ı Saidiyye isimli eseriyle, adab-ı tarikat ve pederinin menkıbelerine dair Risaleleri vardır.

Vefatı ve Kabr-i Şerîfleri
12 Muharrem 1301 (M. 1883) senesinde karın ağrısından ahirete irtihal ettiler. Sabah, kalabalık bir cemaat ile namazı eda olunduktan sonra Cennetü’l-Baki’de pederi Ahmed Said (k.s.) Hazretlerinin kabri yanına defnolundu.

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]
Silsile-i sadat-ı Nakşibendiyye – Fazilet Neşriyat
[/toggle]

Şeyh Habibullah Can-ı Canan (ks.)