Medineli Hacı Osman Akfırat (k.s.)

İstanbul Eyüp’de ; Piyerloti’ye çıkan idris köşkü yokuşunda yol üzerinde Kaşgari dergahına gelmeden sağda

Son devir Osmanlı alimlerinden ve Fatih Dersiamlarından. Asıl adı Muhammed Osman’dır. Ankara’nın Kızılcahamam ilçesinden olan dedeleri, memuriyet dolayısıyla Medine-i Münevvere’ye gidip yerleşmiş ve Ravza-i Mutahhara’ya çok yakın bir yer olan Zervan mahallesinde oturmuşlardı. Bu ikamet sırasında Muhammed Osman Hicri 1301/Miladi 1881 (1883 olarak kaydeden kaynaklar da vardır) yılında dünyaya geldi. Yöre adetleri gereği olarak, doğduktan sonra, kundak halinde iken, altı saat Türbe-i Saadet’e bırakılmıştır.

Muhammed Osman, Medine-i Münevvere’de doğduğu ve on yedi yaşına kadar orada kaldığı için:“Medineli Hacı Osman Efendi” diye anılır. On yedi yaşından sonraki hayatının tamamını Beykoz’da geçirdiği için de “Beykozlu Hacı Osman Efendi” diye de anılır.

Muhammed Osman Efendi, Kur’an-, Kerim öğrenimini, ilk ve orta tahsilini Medine-i Münevvere’de yapmıştır. Hafızlık şerefini hayatının sonuna kadar korumuş, kadrini bilmiş ve teravih namazlarını yıllarca hatimle kıldırmıştır. Çocuk denecek yaşta babasını kaybeden Osman Efendi, bundan sonra kendisini dini ilimlerin tahsiline vermiştir. On yedi yaşına gelince tahsilini ilerletmek için istanbul’a geldi. Fatih semtindeki Çirçir Medresesi’ne girmiş ve bu medresede yıllarca tahsil gördükten sonra icazetini almıştır. Daha sonra bu medreseye müderris olarak tayin edilmiş ve burada bir hayli talebe yetiştirmiştir. Bir yandan müderris olarak öğrenci ve ilim adamı yetiştirirken diğer taraftan da Müslümanları vaaz ve sohbetleriyle irşada başlamıştır. Beykoz’daki Hacı Ali Camii’nde aralıksız olarak kırk üç yıl vaaz ve nasihatte bulunmuştur. Bundan başka, yirmi dokuz camide daha irşad görevini sürdürmüştür.

Beykoz’a Gelişleri
Hacı Osman Efendi’nin Beykoz’a gelişleri tesadüfi bir geliş değildir. Zamanın büyük alimlerinden Dersiam Hacı Ferhad Efendi, Hacı Muhammed Osman Efendi’yi bizzat Beykoz’a getirerek cemaatine ve sevenlerine şöyle takdim etmiştir: “Bu Hacı Osman Efendi’ye itibar edip kıymet veriniz. Çünkü o benden daha büyük derecelere yükselecektir:’
Daha sonraları Hacı Osman Efendi de, Hacı Ferhad Efendi’yi şöyle anlatmıştır: “Burada (Beykoz’da) büyük bir alim ve ariflerden olan (Fatih ve Süleymaniye dersiamlarından) Şeyhülmüderrisin Hacı Ferhad Efendi vardı. Bu zat 1932’de vefat edeceği sırada oğlunu çağırıp: “Yahya, gel! Bana Yasin-i Şerif oku. Azrail (a.s.) Peygamber (s.a.v.) ile teşrif edip canımı aldı.” dedi. Bu zat Peygamber’i çok severdi. Onun için Resulüllah (s.a.v.) Efendimiz cenazesine teşrif buyurdular.”

Hacı Osman Efendi, altı defa hacca gitti. Son haccı ise “Hacc-ı Ekber” di.Hayır yapmayı çok severdi. Yetim ve yoksullara yardım ederdi. Dört tane yetim büyüterek kendilerini ev bark sahibi yaparak yuvalarını kurdu. Gümüşsuyu Camii ile Karagöz Sırtı Camii’nin ve daha başka nice camilerin yapılmasında önderlikte bulundu. Alçak gönüllü bir veli idi.

Şahsiyeti
Tefsir, hadis fıkıh, tıb ve rüya tabirciliği konulardaki derin vukufu, emsalsizliği, kendisini yakından tanıyanlarca çok iyi bilinmektedir. Özellikle tefsir ilminde çok geniş bilgiye sahipti. Ayetlerin nuzül sebeplerini ve ince manalarını gayet açık ve rahat olarak izah ederdi. Hadis ilminde de devrinin ileri gelenlerindendi. Milyona yakın hadis ezbere bilirdi. Mevzu olan hadisleri, mevzu olmayanlardan kolayca seçer ve ayıklardı. Fıkıh ilminde ise, dört mezhebin görüşlerini ayrı ayrı bilir ve buna göre sorulan meselelere anında cevap verirdi. Ayaklı bir kütüphane gibi idi.

Tıb ilminde de  çok mahirdi. Bütün bitkilerin isimlerini, kimyevi özelliklerini, hangi hastalığa şifa verdiklerini bilirdi. Doktorların ümit kestiği pek çok hastayı, Allah’ın izniyle şifaya kavuşturmuştur. Rüya tabiri konusundaki ehliyeti, zamanında herkes tarafından kabul edilmişti. Hacı Osman Efendi’ye kalp gözü ve ledün ilmi hakkında sorulduğunda şöyle cevap buyururlardı:
“Ledün ilmine göre zahir ilmi, güneşe göre bir kandil gibidir. Güneş doğduğu zaman, bütün kandillerin ışıkları söndüğü gibi, işe yaramaz hale geldiği gibi, ledün ilminin yanında da zahir ilmi aynen öyledir. Ancak zahir ilminin bulunması da gereklidir. Çünkü uygun olmayan bir durum olur da ledün ilmi meydana çıkmayabilir. işte o zaman kandili yakmak gerekir. Aksi halde karanlıkta kalır, etrafını göremez ve cahillerin karşısında mahcup olursun.

Nasihatlerinden Örnekler
“Ahir zamanda Müslümanların en büyük silahı evinden abdestli olarak çıkmasıdır. Abdestli olana şeytan yaklaşamaz. Şeytan abdest aldırmamak için elinden geleni yapar. Siz Şeytana kanmayınız:’

“Fakir bir kimse sizden Allah rızası için yardım isterse, o fakire cebinizdeki paraların içinden en yenisini veriniz. Yırtık, kopuk, buruşuk parayı vermeyiniz. Çünkü şeytan yeni para verdirmez. Yeni para vererek hem şeytanı mağlup ediniz, hem de fakiri sevindiriniz.’

”Beykozda oturanlar ve iş yeri sahipleri Beykoz’u hiç terk etmeyiniz. Çünkü Beykoz da çok büyük ruhaniyet vardır. Beykoz’da on iki tane büyük evliya yatıyor. Evliyalar  ölmezler, onlar yaşarlar. Müşkül durumda bulunan Müslümanlara yardım ederler. Onlar ruhaniyeti fazla, sessiz, sakin yerleri seçerler. Beykoz’un dağlarında mercan petekleri vardır. Ruhaniyeti bol, evliyası bol olan Beykoz’u terk etmeyiniz. Beykoz’dan ayrılmayınız.’

“Kabirlerinizi büyük zatların yanında seçiniz. O büyük zata gelenlerden istifade etmiş olursunuz. Beykoz’da oturan Müslümanlar ayda en az bir sefer Eyüp Sultan hazretlerini ziyaret etsinler. Günlük yaşantınızda bol bol evliya ziyaretleri yapınız.’

“Sadakayı bol bol verin. Sadaka insanın ömrünü artırır. Ve belayı karşılar. Sabahleyin yataktan güneş doğmadan kalkın. Güneşi sakın üzerinize doğdurmayın. Cenab-ı Hak ömrünüzü uzatır. Allah Teala’nın en çok sevdiği kul, kendisinden en fazla korkan kuldur.’

“Evinize girerken Besmele çekiniz. Çünkü şeytan, içinde Besmele çekilen eve girmez. Akşamları yatağınıza yatarken abdestli olarak yatınız. Sabaha kadar bir melek sizi korur ve sevap yazar’

“Ahir zamanda bazı mu’cize ve emareler gözükecek. Altı-yedi sene yatalak olan kişi, yatağında hasta yatarken orta yaşlılar aniden ölecek. Ölümler ani olacak. Trafik kazalarında çok kişi ölecek. İki Müslüman devlet birbiriyle harp edecek. Müslüman olmayan büyük bir devlet hızlı bir şekilde Müslüman olacak. Binalar, zinalar çoğalacak. İklimler değişecek. Kuraklık başlayacak:’

Vefatı

10 Ekim 1967 Salı günü evinden çıkarken hanımıyla helalleşti. Kanlıca Camii’nde vaaz etmek üzere yola çıktı. Beykoz’un Yalıköy semtinde, kendisini çok sevenlerden olan Aktar Hacı Muhiddin Eray’ın dükkanı önünde oturup Akbaba köyünden gelecek vasıtayı beklerken, saat 10.36 sularında, oturduğu iskemleden yavaşça yere düştü. Sol kaşından hafif bir kan sızdı ve dondu. Kendisini kaldırıp hastaneye giderken, saat 10.42’de, İncirköy Camii’nin yakınında ruhunu teslim etti. Cenaze eve götürüldü. Sabaha kadar ziyaretçiler sel olup aktı.

Ertesi gün Beykoz Merkez Camii’nde öğle namazından sonra cenaze namazı, Dersiam Çolak Mehmed Efendi tarafından kıldırıldı. Vasiyeti üzerine cenazesi, Eyüp Sultan Mezarlığı’na defnedildi. O gün Beykoz çok kalabalık bir gününü yaşadı. Cemaat motorlarla hareket etti. Beşiktaş Ortaköy’de Amerikan Altıncı Filosu demir atmış durumdaydı. Cenazeyi ve motorları görünce gemiler bayraklarını yarıya indirdiler ve üç sefer sirenleri çaldılar.

Hacı Osman Efendi sağlığında bir gün, Beykoz Merkez Camii’nde, otuz iki sene imamlık yapmış olan Hacı Hafız İhsan Hocamıza: “Hocam, benimle beraber aynı kabre girer misiniz?” der, İhsan Hocada: “Hocam ben kendimi sizin yanınıza layık görmüyorum” demişti. Hacı Osman Efendi gülerek: “İhsan Efendi, aynı kabre beraber gideceğiz” demişti.

Hacı Osman Efendi’nin cenazesi kabrinin başına geldiği zaman cemaat İhsan Hoca’ya: “Hocam, Hacı Osman Efendi’yi kabrine siz indirecekmişsiniz” demişler. İhsan Hoca da kabre inip cenazeyi koyup tahtalarını dizerken, Hacı Osman Efendi’nin: “Sen de benimle kabre ineceksin” sözü aklına gelmiş ve böylece Hacı Osman Efendi’nin kerameti zahir olmuştu.
Allah gani gani rahmet eylesin. Yeri Cennet, makamı ali olsun! Şefaatlerini dileriz! Amin, Amin!

1966’da Boğaz’da Beşiktaş önlerinde iki tanker çarpıştı. Gece saat iki sıralarında deniz yanmaya başladı. Tankerler petrol dolu. İçindeki petrol patladıkça alevler gökyüzünü kıpkırmızı bir şekilde kaplıyordu. Akıntının tesiriyle alevler Beykoz’a doğru gelmeye başladı. Tankerin bir tanesi Beykoz Kulübü’nün yanındaki yalıya girdi. Diğeri de Selvi Burnu’ndaki petrol depolarına yanaştı. Korkunç patlamalar Beykoz’u ayağa kaldırdı. Herkes panik içinde. Kimileri Beykoz’dan kaçmaya başladı. Merhum Hacı Osman Efendi’ye koştular. Hocamız emin ve sakin. Gelenlere şöyle diyordu:

“Korkmayın. Beykoz’da bu kadar çok evliya varken Beykoz’a bir zarar gelmez. Yanıp yanıp sönecektir. Beykoz’u terk etmeyin:’ Bunun üzerine Beykoz terk edilmedi. Uzun müddet yandı. Fakat Beykoz’a bir zarar vermedi ve böylece söndü gitti. Hocamız yolda yürürken üç delikanlı ile karşılaştı. Selam verdiler, Hocamız selamı aldı ve o delikanlıların birinin kulağına yaklaşarak usulca dedi ki: “Evladım, sabahleyin boy abdesti almışsın, fakat bazı yerlerin kuru kalmış, su değmemiş. Git bir daha yıkan, böyle dolaşma:’ Gerçekten de bu delikanlı sabahleyin yıkanmış, fakat bazı yerleri kuru kalmıştı. Hocamızın buna benzer birçok kerametleri görülmüştür.

Eserleri
1. Basiretü’s-Salikin (Erenlerin kalp gözü).
2. Şifalı Bitkiler ve Emraz.
3. Necatü’l-Melhuf.
4. Hayat Safhaları.
5. Muavizeteyn Tefsiri.
6. İlahi Emirler.
7. Kur’an’da Beş Vakit Namaz Yok Diyenlere Cevap.
8. Ruh Çağırma .

Kaynak ; Yolumuzu Aydınlatanlar -1 , Yahya Kutluoğlu , İbb Yayınları

Necip Fazıl Kısakürek

İstanbul – Eyüp Kabristanında . Piyerlotiye çıkan İdris köşkü yolunda Kaşgari dergahına gelmeden solda .

6 Mayıs 1980. Türk Edebiyatı Vakfı, vefatından tam üç yıl önce Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e “Sultanü’ş-Şuara” (Şairler Sultanı) unvanını takdim etti. Necip Fazıl, 26 Mayıs 1904’te Çemberlitaş’tan Sultanahmet’e doğru inen sokakların
birinde büyük bir konakta doğar. Bahriye mektebine gireceği 1916 senesine kadar Büyükdere’de Emin Efendi isimli sarıklı bir hocanın işlettiği Mahalle Mektebi’nden başlayarak çeşitli okullara devam eder. Fransız Papaz ve Kumkapı’daki Amerikan Koleji’nde öğrenim görür. 1916’da, “Ne oldumsa bu mektepte oldum.” dediği, şahsiyetini şekillendiren Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye-i Şâhane’ye imtihanla alınır. İlk aruz denemelerini orada kaleme alır. 1920 yılında Bahriye Mektebi’ni bitiren şair, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girer. İlk şiirleri, Ziya Gökalp’in kurup Yakup Kadri ve arkadaşlarının çıkardığı “Yeni Mecmua”da yayımlanır. Dönemin Millî Eğitim Bakanlığı’nın yurtdışı bursunu kazanarak, 1924 senesinde Paris Sorbonne Üniversitesi’ne kaydolur. Paris’in gece hayatı ve aldatıcı cazibesinde bohem hayatı yaşar. Paris’te derin bir bunalıma düşen şair, devletin kendisine gönderdiği bütün parayı kumarda harcar. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından üniversiteye gitmediği ve parasını kumarda harcadığı öğrenilince bursu kesilir, yurda dönmesi istenir ve İstanbul’a döner. 1925’te ilk şiir kitabı Örümcek Ağı’nı yayımlar. O yıllarda bir arkadaşının aracılığıyla Felemenk Bahr-i Sefid Bankası’nda işe başlar. Daha sonra kısa sürelerle Osmanlı Bankası’nın çeşitli şubelerinde çalışır. 1928 senesinde, “Kaldırımlar” adlı ikinci şiir kitabını çıkarır. Henüz 24 yaşında iken yayımladığı bu eseriyle büyük bir şöhrete kavuşur. 1932 senesinde askerliğini bitirdikten sonra üçüncü şiir kitabı “Ben ve Ötesi”yle şöhretin zirvesine çıkar. Öyle ki, şiirleri ders kitaplarına girer. Varlık dergisinin kurucusu Yaşar Nabi, onun için “bir mısraı bir millete şeref verecek şair” ifadesini kullanır. Fakat şairin 1934 yılına kadarki buhranlı hâli ve çalkantılı dönemi hep aynı arayışın doğum sancıları içerisinde geçer. Büyük şehirlerin serseri kaldırımlarından, duvarları yaralı otel odalarına, azap kulesi bacalardan, ölüm çanın-dan da acı kampana seslerine kadar gördüğü, duyduğu ve tattığı her şeyde aynı şüphe, korku ve cinnet hâlet-i rûhiyesi içindedir. Kurtuluşu arayan bir seyyah gibi yapayalnızdır. “Her fikir, beyninde bir çift kelepçe” olan şair, “benlik kazanında” dev sancıların pençesindedir:

“Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,
Bir fikir ki, beyin zarında sülük
Selâm, selâm sana haşmetli azab;
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük”

Ve bir akşam, çalıştığı bankadan evine dönerken vapurda karşısında oturan ve gözlerini ondan hiç ayırmayan “Hızır” tavırlı garip bir adam, ona ruh dünyasında çektiği “hafakanlar”, “zonklamalar”, “kanlı kıymıklar” ve bütün ıstıraplarının ilâcını verecek, kurtuluş reçetesini yazacak müjdecisi Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin adresini verir.

“Tanrı Kulundan Dinlediklerim” isimli eserinin “O’nu Nasıl Tanıdım” başlıklı ilk yazısında şöyle der: “Dinmek bilmez bir ağrı çeken diş… Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne karanfil yağı, ne de eczacı güllacından… İşte böyle; bir zamanlar beynim ‘mutlak hakikat’ acılarına yataklık etti… Ağrıyan akıl dişimdi.”

“Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş
Fikir çilesinden büyük işkence”

mısralarıyla anlattığı 30 yıllık büyük ruh ıstırabı, korkunç fikir buhranı 1934 yılında “Eyüp’teki eski bir tekkede” şairin sonradan “Tanrıkulu” adını vereceği “müjdecisi, efendisi”ni ilk ziyaretiyle daha da şiddetlenecektir; çünkü şair, eski bohem hayatıyla efendisinin ona telkin ettiği hayat tarzı arasında bocalayacaktır. Yıllarca “deliler köyünden bir menzil aşkın”, “benliği bir kazan ve aklı kepçe”, “boşluğu ense kökünde gezdirerek” “öz ağzından kafatasını kusan” şair, “meçhuller caddesinin kimsesiz bir seyyahı” olarak, “mutlak hakikatin dönmez davacısı” oluncaya kadar bunalımlarını yaşamaya devam edecektir.

Efendi Hazretleri’ne tasavvuf hakkında sorduğu bir suâl üzerine aldığı cevap bütün ruh dünyasını alt üst eder; “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz… Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?”

“Ve uçtu tepemden birden bire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde…”

“Sanki burnum, değdi burnuna yokun,
Kustum öz ağzımdan kafatasımı.”

Çok zaman sonra şair, efendisinden aldığı tesiri şöyle anlatacaktır: “Onda; harikanın nasıl teşekkül ettiğini ve ne kadar benlikten kaçtığını ‘Terk-i Terk’ dedikleri makam… Her şeyi bıraktıktan sonra tekrar dünyaya avdet… Her an bir büyük huzurda olma kal’asının burcunda sancağı sallanıyordu! Sizinleyken sizinle değildir… Ama sizinledir… Bu irşad kutupluğu makamıdır. Bu mânâyı öyle yaşadım öyle duydum, öyle içtim ki..”1

“Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz
Yepyeni bir dünya etti hediye”

“Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;
Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel”

Artık şair, fildişi kulesinden ‘agora’ tabir ettiği toplumun vicdanına inmiş, cemiyetin ve toplumun mücadele sahası olan meydanlarda ve fikir kulüplerinde çağımızın buhranını dile getirmeye başlamıştır. Fânîliğin, şehvetin ve korkunun bütün kapılarını zorlayan, yıllardır nefsin lâbirentlerinden bir çıkış noktası arayan şair, “kanına girdiği nurtopu günlerin” “yiyip bitirdiği kudsî emanetin” hesabını sormak üzere aynadaki hâlinin karşısına dikilir:

“Çıkamam, aynalar, aynalar zindan
Bakamam, aynada, aynada vicdan
Beni beklemeyin o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti”

Şair artık sanatta gâyenin Allah’ı aramak olduğuna inanmaktadır:

“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış
Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış”

Bu arada, bohem hayatının karanlıklarından kurtularak “müjdecisi, efendisi”nin “ruhuna çaktığı büyük temel çivilerinden” aldığı kelimeler üstü bir tesirle yeniden doğan şairi, dönemin münekkit ve yazarları içlerine sindiremez, çok garipseyerek çeşitli yakıştırmalarda bulunurlar: “İslâm komünisti!”, “Sâbık şair”, “Şiirine yazık etti!”

Ancak şairin kendi ifadesiyle içini öyle bir “sosyal mücadele ruhu; sanatının muhtaç olduğu cemiyeti yoğurma heyecanı” kaplar ki, kısa bir zamanda geniş kitlelerin sahipleneceği Büyük Doğu mecmuasının ilk sayısını çıkarır (1943). Artık toplum üzerinde oluşturulan baskılar, sosyal adaletsizlik, ahlâksızlıklar ve materyalist fikir akımlarına karşı bir ‘dur’ deme vakti gelmiştir:

“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak”
feryadına karşı yurdun dört bir köşesinden Büyük Doğu’nun açtığı cepheler vasıtasıyla büyük destek gelmiş ve üstadın hep aradığı, özlemini çektiği gençliğin ilk tohumları atılmıştır.

“Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı!
Tırnağı en yırtıcı hayvanın pençesinden
Daha keskin eliyle başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına

Soruverse: ben neyim ve bu hâl neyin nesi!
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!”
Dönemin despotik güçlerinin materyalist ve pozitivist fikirlerini dayatmalarına rağmen o, 35 yıl boyunca yayın hayatına devam eden Büyük Doğu mecmuasıyla edebî, fikrî ve siyasî sahalarda amansız bir mücadele verir.

Memleket ve millete sinsice sızan tehlikeleri, cemiyetin vicdanına sunar; “İşte bangır bangır ilân ediyoruz… İşte dâvânın bamteli… Evet tekrarlıyoruz ve bin kere tekrarlasak da az buluyoruz ki, komünizma bâtılın ve dalâletin sistemi olsa da… Ona karşı koyma hakkı ancak hakkın ve hidayetin sistemi İslâmiyet’tedir…”

1952’de Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın Malatya’da bir suikast teşebbüsünde yaralanması ile başlayan hâdiseler, dönemin basını tarafından özellikle Büyük Doğu’ya karşı karalama kampanyasına dönüştürülmüş ve onu da, azmettirici sıfatıyla o meşhur savunmalarını yapacağı sanık sandalyesine oturtmuştur. 1964’te Büyük Doğu’nun 11’inci devresini açar ve Adnan Menderes için kaleme aldığı “Zeybeğin Ölümü” adlı şiirinden dolayı takibata uğrar.

1974’te daha önce “Örümcek Ağı/1925”, “Kaldırımlar/1928”, “Ben ve Ötesi/1932, “Sonsuzluk Kervanı/1955”, “Çile/1962” ve “Şiirlerim/1969” adlarıyla yayımlanan şiir kitaplarını yeni şiirleriyle birlikte tek kitapta; “Çile”de (1974/Bütün Şiirleri) toplar. Siyasî ve kültürel meseleleri ele alan meşhur “Rapor”ları, 1980 yılına kadar on üç yıl süreyle yayımlanır. 26 Mayıs 1980’de Türk Edebiyatı Vakfı tarafından “Şairler Sultanı” ve 1982 yılında yayımlanan “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” adlı eseri münasebetiyle de yılın fikir ve sanat adamı seçilir. Necip Fazıl 1981 yılında “İman ve İslâm Atlası” isimli eserini yazmak için bir daha çıkmamak üzere evinin küçücük odasına kapanır. Ömrünün son günlerini 1,5 yıllık mahkûmiyet kararı yüzünden her ân götürülme tehdidi altında kendini tamamen Allah’a adamış bir derviş yaşantısı içinde gerçek dostlarıyla mahzun sohbetler yaparak geçirir.

“Dünyam 78 yıllık bir çile, iç burkuntuları idi. ‘Ne ölüm terleri döktüm, nelerden…’ Varlık yokluk muamması, yok ölüm, yok hayatın gayesi. Ve milyarlarca karıncaya lâf anlat! Fakat şimdi görüyorsun işte: Zorlu nefs’e diz çöktürüyorum” der son sohbetinde.

Ve bir gece…
“Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabb’e secdeler olsun!”
dediği ve ömrü boyunca gergef gibi işlediği biricik meselesi sonsuza varma gerçeğinin zamanı gelmiştir. Yatağından doğrulup yorgun gözlerini, yedi kat göklere, ötelerin ötesine doğru diker… Ve son sözü:
“Demek böyle ölünürmüş!..” (25 Mayıs 1983)

“Hayatım, başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin has-sasiyeti içinde birini arıyordum. Birini…
O kim mi?

Allah’ın sevgilisi…

Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedilik sarayının paslanmaz tâcı…

Tek dâva O’nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.

Bin bir istikâmette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki bedava emniyet ve bedahet saadeti karşısında şaşkın, hep o “Bir” etrafında helezonlar çizilen bir hayat…

Benim hayatım budur!”

Batı kültürünün içinde yetişen ve saf şiirin asrımızdaki en güçlü temsilcisi olarak görülen Necip Fazıl, “Allah” demenin yasak olduğu bir dönemde inandığı değerler uğrunda “ciğerinden kalemine kan çekerek” davasının, kendi ifadesiyle “hohlaya hohlaya” buz dağlarını eritmenin mücadelesini vermiştir. “Ateşte ve cımbızda” bile olmadığını söylediği büyük fikir çilesi ona, “bir kanlı şafakta, yepyeni bir dünya hediye edecek”, “mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan gençliğin yetişmesi uğrunda tam otuz küsur yıl zindanlarda işkence görecek, “akrebin kıskacında bir hayat” yaşayacaktı. Ve bir gün, günü gelince “iyi insanların iyi atlara binip gittiği” âleme göçecektir.

Ömrünü ve bütün mücadelesini “tırnaklarıyla kazıyarak” ulaştığı “mutlak hakikat”e, kendi çok sevdiği ifadesiyle “öteler”e ve eşyanın hakikatine kenetleyen büyük şair, benliğin nefsinden toplumun ve cemiyetin nefsine hitap eden bir davanın çevresinde örgülenmiş hayatı ve sanatında, hep “Yüceler”i, “Mavera”yı ve “Allah”ı anlatmış ve sanatkârı “Allah’ı aramak memuriyetinde olan zamanın hakiki Fatih’i” şeklinde yorumlamıştır.

Koca bir imparatorluğun çöküşüne şahit olan şair, Balkan harpleri, Dünya savaşları ve Millî Mücadele sonrasında kurulan Cumhuriyet’e şahitlik edecek ve yaşanan bütün bu hâdiseler, onun ruh dünyasına önemli tesirler yapacaktır. Aynı dönemin buruk acılarına, yıkım ve sarsıntılarına daha erkenden şahitlik edecek olan Mehmet Âkif ve Yahya Kemâl de, koca bir devletin çöküşünden arda kalan acıları bütün derinliğiyle yaşayacak ve şiirlerinde resmedeceklerdir. Onlar, kapanan bir çağın önemli şahitleridirler. Türk şiirinin yeni temel taşları bu çileli yılların içinde döşenmeye başlayacaktır. Millî ve mânevî değerlerimizin hiçe sayıldığı, ilim ve irfanın hor görüldüğü, din ve tasavvufun dışlandığı ve mukaddesatın târumâr edildiği bir dönemde, yeni dünyanın içine düştüğü boşluğun perdesini kendi öz dişleriyle yırtarak çıkan Necip Fazıl, “duvara bir titiz örümcek ağı” gibi ördüğü şiirini inceden inceye inşa edecek ve âdeta asrımızdaki insanın yapması gereken “varlık muhasebesini” kendi şahsında yapacaktır.

Tiyatrodan romana, hikâyeden hatıraya kadar geride birçok önemli eser bırakan Necip Fazıl, şiirleriyle de bir devre ışık tutmuş ve saf şiirin asrımızdaki en önemli temsilcilerinden biri olmuştur. “Âlemin nâmütenahi kesretinden büyük ve merkezi vahdete ulaşmak, şiirin biricik gâyesidir” diyen şair “şiirlerinde Yunus’un derûni sesini, Fuzûli’nin yakıcı ıstırabını, Bâki’nin ihtişamını, Nef’i’nin öfkesini, Nâbi’nin hikmetli söyleşisini, Ziya Paşa’nın hicvini, Abdülhâk Hâmid’in metafizik ürpertisini, Mehmet Akif’in dinî duygularını ve Yahya Kemâl’in tarih özlemini toplamıştır.”3

Necip Fazıl’a yakınlığıyla bilinen ve onun şiirini ve ‘Poetika’sını en iyi yorumlayanlardan biri olan Sezai Karakoç, şu enfes değerlendirmeyi yapar: “Şiir, aslında Necip Fazıl’da sürekli olarak ‘ben’in hiçlikle yaptığı ölümüne savaşın en etkili ve belki de tek silâhıdır. Varoluş sırrı, hakikat sırrıdır asıl önemli olan. Zamanın raksı ne içindir? Bir son vardır; bu ‘ben’ bu soruların etrafında dönüp durmaktadır. Şair, mutlak hakikati arayıp durmaktadır.”4 Karakoç, Necip Fazılla ilgili tespitlerini özetle şöyle sürdürür: Benliğin bu büyük varoluş savaşını sürdüren Necip Fazıl, başlangıçta mistik bir güçle eşyanın, daha sonra karşısına çıkan ölümün perdesini kaldırarak birdenbire ruhun büyük cehdiyle hakikatle karşılaşmıştır. Bu, Allah’tır. Mâverâ perdelerinin gerisinde, ebedî, ezelî gerçek olan Allah, ‘Ben’in kurtuluşunun da anahtarıdır… Hakikati İslâm’ın Allah ve İnsan anlayışında bulan şair, tekrar meseleler ve davalar yüklü olarak topluma döneceğini Çile şiirinin sonunda ifşa etmektedir. Baudelaire, Varlaine, Mallarme, Rimbaud kaçtığı dünyalardan geri dönmemişlerdir. Ama Necip Fazıl, topluma ve insanlara geri dönmenin sorumluluğuyla toplumun ortasına atılmıştır. Bundan sonra çeşitli eserleriyle, neşriyle ve şiiriyle insanı kendi benini kurtaran gerçeğe çekmeye, çağırmaya çalışacaktır. Bu da İslâm dünyasının tarihi sosyolojik şartlarında çok çetin ve yıpratıcı bir savaşın içine girmek demek olmuştur.5

Dipnotlar
1- Ahmet Kabaklı, Sultanu’ş-Şuara, s.142, Türk Edebiyat Vakfı Yay., 1. Basım, Mat-Yapım – Kasım 1995.
2- Kabaklı, age, s.188.
3- Mustafa Miyasoğlu, Necip Fazıl Armağanı, Konak Yay., s. 304 – İstanbul Matbaa, Mayıs 2004.
4- Karakoç, Edebiyat Yazıları-II, Diriliş Yay., s.67, Diriliş, 1970 – 2.Baskı, Bayrak Matbaacılık – İstanbul 1997.
5- Karakoç, age, s.69.

Şehit Bayram Ali Öztürk Hoca Efendi (k.s.)

İstanbul – Edirnekapı Sakızazağacı Kabristanı . Ahıskalı Ali haydar Efendi’nin hemen yakınında

Hatice’den doğma Mehmet Ali’den olma 01.03.1952 Adapazarı ili Karasu ilçesi doğumlu Bayram Ali Öztürk iki  aylıkken yetim kaldı. Annesinin ikinci evliliğini yapması acı ve ızdırap dolu yıllarının başlangıcı oldu.

Amcası Bilal Öztürk’ün himayesinde ilk orta ve liseyi adapazarı’nda bitirip o zamanki adı Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü olan Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesine girer. Eğitimine yörenin tanınmış âlimlerinden Mehmet Tavaslıoğlu’ndan aldıklarını da ekleyip memleketi Adapazarı’na döner.

Efendi Hz amcası Bilal Öztürk’ü tanıması vesile ile İsmailağa Cemaati ile tanışarak İstanbul’a gelerek ders vermeye başlar. Efendi Hz.’leri İmam Rabbani Hz’nin Mektubat’ını okuyup şehretme görevini ona verir. Zamanla mektubat derslerinde o derece uzmanlaşır ki birçok hocanın okumaya cesaret edemediği mektubatları kürsüde şehreder. Bu yönü “Mektubatçı Bayram Hoca” diye tanınmasına sebep olur.

İlme çok düşkün olan Bayram Ali Öztürk Mahmut Efendi Hz, Sadreddin Yüksel, Halil Günenç, Mehmet Savaş gibi âlimlerden dersler alır. Bunlara Hukuk eğitimini de ekler. Psikolojiden felsefeye, İslami ilimlerden sosyolojiye kadar her alandaki muazzam bilgi birikimi ve muhatabının içine saygı ile karışık bir muhabbet salan heybeti onunla konuşan kişinin dikkatini çeken en önemli özelliğidir.

Ömrünü kitaplara vakfeder. Devlet kütüphanelerinin birçoğundan daha büyük bir kütüphaneye sahip olur. Ardında 20 bin ciltlik bir kütüphane bırakmıştır. Arapça, Osmanlıca, Farsça, İngilizce ve Fransızca bilen 2 kız 1 erkek çocuk ve 4 torun sahibi Bayram Ali Öztürk 03.09.2006 sabahı 07.30’da İsmailağa Camii Şerifinde sabah namazı ardından vermiş olduğu dersin bitiminde Mustafa Erdal adındaki bir meczubun bıçaklı saldırısı sonucu şehit olmuştur.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi (k.s.)

İstanbul – Fatih – Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğinde

İstanbul-Fâtih-Çarşamba’daki İsmet Efendi Dergâhının postnişini. Nakşibendî tarikatının Hâlidî kolundan gelen silsilenin son halkalarından bir halkadır. İsmi, Ali Haydar olup, babası Molla Şerif Efendidir. Ahıskalı Ali Haydar Efendi diye meşhur olmuştur. 1870 (H.1288) senesinde Batum’un Ahıska kazasında doğmuş. 1960 (H.1380) senesinde İstanbul’da vefat etmiştir. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır.

İki yaşındayken annesini, dört yaşındayken babasını kaybeden Ali Haydar Efendi 1894 yılına kadar süren ilk tahsilini memleketinde yaptı. Fakat Şeyh Şamil’in ve beraberinde ki Kafkas Müslümanlarının Rus zulmüne karşı direnişlerinde o bölgede ki birçok müderris ve şeyh şehit olmuş, tekkeler ve medreseler boş kalmış. Bu sebeple de, ilim tahsiline devam edebilmek için Erzurum’a gelerek Bakırcı Medresesi’ne kaydoldu. Bir süre sonrada, buradan İstanbul’a gidip Fâtih Câmiinde İslamî ilimleri öğrenimine devam etti. Tahsilini tamamlayıp, Bâyezîd Dersiâmlarından Çarşambalı Hoca Ahmet Hamdi Efendi’den 1901 senesinde umumi icazetname aldı. Buradaki Medrese arkadaşlarının en meşhuru İskilipli Muhammed Atıf efendidir. Bir yandan hocasının derslerine devam ederken diğer yandan kâdı yetiştiren Medresetü’l-kudât’a giderek 1906 yılında mezûn oldu. Yapılan imtihanları kazanıp, Fâtih Câmiinde talebe okutmaya başladı. Böylece Fâtih Dersiâmları arasında yerini aldı. 1909 senesinde Fetvahanede fetva yazmakla vazifelendirildi. Daha sonra Sahn-ı Seman (Fâtih) Medreseleri fıkıh müderrisliğine tâyin edildi.

İlmiye Salnamesi’ndeki kayıtlara göre Ali Haydar Efendi’nin müderrislik hayatı şu şekildedir: “İlk olarak 1325 yılında Sadi Bey Medresesi üçüncü müderrisliği görevine getirildi. Ardından sırasıyla: Dâru’l-Hilafet-i Aliyye Medresesi kısm-ı âli fıkıh müderrisliği, Fetvahane Müsevvitliği, Heyet-i İtfaiyye Reisliği, Sahn Medresesi Müderrisliği görevlerinde bulundu. 1334’ten 1337 tarihine kadar ve bilahare 1340-1341 senelerinde de huzur derslerine ‘muhatap’ ve ‘baş muhatap’ olarak iştirak etti.”

Ahıskalı ali Haydar Efendi (k.s.) Silsile-i Şerifi

1. Hz. Seyyid-i Kâinât Muhammed-i Mustafa (sas.)Ahıskalı Ali Haydar Efendi
2. Hz. Ebû Bekir (ra.)
3. Hz. Selmân-ı Fârisî (ra.)
4. Hz. Kasım İbni Muhammed (ks.)
5. Hz. Câfer-i Sâdık (ks.)
6. Hz. Bâyezid-i Bistâmî (ks.)
7. Hz. Ebu’l-Hasen-i Harakânî (ks.)
8. Hz. Ebû Ali-i Fâremedî (ks.)
9. Hz. Yusuf-ı Hemedânî (ks.)
10. Hz. Abdülhâlık-ı Gücdüvânî (ks.)
11. Hz. Ârif-i Rivgerî (ks.)
12. Hz. Mahmud İncir-i Fağnevî (ks.)
13. Hz. Ali-i Râmitenî (ks.)
14. Hz. Muhammed Baba-ı Semmâsî (ks.)
15. Hz. Emir Külâl (ks.)
16. Hz. Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn (ks.)
17. Hz. Alâeddîn-i Attar (ks.)
18. Hz. Yakub-ı Çerhî (ks.)
19. Hz. Ubeydullâh-ı Ahrâr (ks.)
20. Hz. Muhammed Zâhid (ks.)
21. Hz. Muhammed Derviş (ks.)
22. Hz. Hâcegi-i Emkenegî (ks.)
23. Hz. Muhammed Bâkî (ks.)
24. Hz. İmam Rabbânî Ahmed Fâruk es-Serhendî (ks.)
25. Hz. Muhammed Ma’sûm (ks.)
26. Hz. Şeyh Seyfüddin (ks.)
27. Hz. Seyyid Nur Muhammed-i Bedvânî (ks.)
28. Hz. Şemsüddin Cân-ı Cânân-ı Mazhar (ks.)
29. Hz. Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî (ks.)
30. Hz. Mevlânâ Ziyâüddin Hâlid-i Bağdâdî (ks.)
31. Hz. Abdullah Mekki (ks.)
32. Hz. Mustafa İsmet Garibullah (ks.)
33. Hz. Halil Nurullah Zağravi (ks.)
34. Hz. Ali Rıza El Bezzaz (ks.)
35. Hz. Ahıskalı Ali Haydar Efendi(ks.)
36. Hz. Eş – Şeyh Mahmud En-Nakşibendi El-Müceddidi El-Halidi El-Ufi(ks.)

Ali Haydar Efendi ilk başlarda tasavvuf ve tarikata karşı çok mesafeliydi. “Te’lifi Mesail Heyeti” reisliğine atandığı, yani ilmî birikiminin çağın hukuki problemlerini çözmeye malik olduğu kanaatinin “Meşihat-ı İslamiyye” tarafından tasdiklendiği yıllarda bir Ramazan ayında Bandırma Merkez camiinde Ali Haydar Efendi halka vaazlar veriyor. Vaazlarında, Şeriat’a muhalif olanlardan, Müslümanları istila etmiş olan bid’at ve hurafelerden bahsediyor, yayılmasında etkisi olan tekkelerin, tasavvuf ve tarikat ehlinin aleyhinde konuşuyordu.

Bir gün sabah namazında kürsüye çıkarak; “Burada Bezzâz Ali Rızâ Efendi var, şöyle yapar, böyle yapar.” diye aleyhinde konuşunca dinleyen cemaat üzüldü, hayal kırıklığına uğradı. Cemâatin içindeki Bezzâz Ali Efendinin talebelerinden Börekçi Hasan Efendi namazdan sonra Bezzâz Ali Rızâ Efendinin yanına gidip durumu hocasına anlattı. Bezzâz Ali Rızâ Efendi; “Hiç merak etme, çok yakında bizim yanımıza gelecek.” cevabını verdi. Çok geçmeden Ali Haydar Efendinin gönlüne bir ateş düştü ve vaazda söylediği sözlerden pişman oldu. Pazar yerinde bez satan Bezzâz Ali Rızâ Efendinin yanına giderek, söylediklerinden pişmanlık duyduğunu bildirip, evlatlığa kabul etmesini istedi. Bezzâz Ali Rızâ Efendi kolundan tuttu, sırtını okşadı ve “İstanbul’da Hacı Ahmed Efendi var, ona git.” dedi.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi İstanbul’a gelip bu zatı buldu. O da Topkapı’da bulunan Maşlaklı Ali Efendi denilen zata gönderdi. Ahıskalı Ali Haydar Efendiye Maşlaklı Ali Efendinin sözleri çok tesir etmiş ve mana âleminde bir takım değişiklikler olduğunu hisseden Ali Haydar Efendi Ali Rıza Bezzaz hazretlerine talebe olup sohbet ve derslerine katıldı. Tasavvufun manevi yolunda sürekli ilerledi. Ali Rızâ Efendinin vefâtı üzerine 1914 senesinde Şeyh İsmet Efendi dergâhı postnişinliğine, şeyhinin işaretiyle müridân tarafından seçildi ve vakıf şartı gereğince seçim mazbatası mühürlenip Meclis-i Meşayıh’a takdim edildi. Fakat iktidarda olan İttihat ve Terakki hükümeti onun bu vazîfeye getirilmesine mâni oldu. Usulsüz olan bu uygulama dergâh mensupları arasında huzursuzluğa yol açtı.

Ahıskalı Ali Haydar Efendinin postnişinliğine mâni olunmakla ilgili usulsüz uygulama, mürîdândan Hâfız Halil Sâmi Efendi tarafından yazılan bir dilekçe ile saraya intikâl ettirildi. Nihâyet 1919 senesinde Ali Haydar Efendinin postnişinliği pâdişâh tarafından tasdik edilerek vazîfesi kendisine iâde edildi. Bu vazîfesi tekke ve zâviyeler kapanıncaya kadar devâm etti. Şeyhülislâmlığın kaldırılması, tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra açıkta kaldı, sâdece dersiâm maaşı ile iktifâ etti. Cebecibaşı Mahallesinde bulunan Şeyh İsmet Efendi dergâhında ikâmet etti.

Derin bilgisi ve kuvvetli bir hitâbet gücü olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Mart 1915′te şeyhülislâmlıkta yeni kurulan “Te’lif-i Mesâil Heyeti” reisliğine tâyin edildi. Bu görevi esnâsında Mecelle’yi ikmâl için kurulan komisyonda vazîfe aldı ve iki senede Kitâbü’l-Büyû’ (Alışveriş kitabı) ve Kitabü’l-İcâre’yi hazırladı.

Birinci Dünyâ Harbi boyunca bu vazîfeyi devâm ettiren Ahıskalı Ali Haydar Efendi 1916 senesinden îtibâren her ramazan ayında huzur dersleri (pâdişâh huzûrunda yapılan ilmî ders ve sohbet toplantıları) başmuhâtaplığı vazîfesini yürüttü. Bu vazîfesi 1923 senesine kadar sürdü ve pâdişâhlığın kaldırılmasıyla son buldu.

Dört pâdişâhın zamanında bilfiil vazîfe yapmış olan ve bilhassa Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın iltifatlarına kavuşan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Cumhûriyet devri boyunca dînî tedrisât ile meşgul oldu. İskilipli Atıf Hoca, Tahir Mevlevî gibi o devrin büyükleriyle hapiste kaldı. Birçok âlim hakkında idam kararı verildiği halde kendisine manada kurtuluş işareti verildi ve Allah’ın hikmeti ve inayeti ile hakkında beraat kararı verildi. Velakin bundan sonra yirmi beş yıl kadar göz hapsinde tutuldu.

Oğlu Hâlid Gürbüzler babasıyla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Babam kimseyle kötü olmamamızı söylerdi. Oturalım, çaylar, kahveler içelim demez, devamlı ilimle meşgul olurdu. Erzurum’dan Alvarlı Mehmed Efendi, Ramazanoğlu Sâmi Efendi sık sık ziyaretine gelirlerdi. Hasib Efendi ile Mehmed Zahid Kotku Efendi de gelirlerdi. Devrin bütün âlimleri ziyâretine gelir, sohbet ederlerdi.” Din ve devlet hizmeti görenlere büyük kıymet veren Ahıskalı Ali Haydar Efendi talebelerinin ve sevenlerinin ilmî yönden daha ileri olmalarını ister; “Sulbümden değil, yolumdan gelen benim evladımdır.” derdi. Kendisi ilmî mütâlaayı hiç bırakmazdı. Zevcesi Hanife Hanıma; “Hanife, Hanife yeni bir câhilliğimi daha gördüm. Yeni bir şey daha öğrendim.” derdi. Kendi tahsilinin kısa olduğundan bahsederek; “Benim tahsil müddetim beş senedir.” derdi.

Sert mizaçlı bir insandı. İbâdete çok düşkündü. Geniş çaplı düşünür, Müslümanların idaresi hakkında ihlaslı ve temiz insanların söz sâhibi olmasını, milletin ve devletin devamını isterdi.

Küçük oğlu Behâeddîn Gürbüzler’in ifâde ettiğine göre, ilim öğrenmek, öğretmek ve insanlara İslâmiyeti anlatmakla meşgul olurdu. Siyâsetle meşgul olmazdı. Hatta İttihat ve Terakki fırkasına girmesi için Hüseyin Câhit ve Talat Paşa tarafından teklifte bulunulmasına rağmen, tekliflerini kabul etmemişti. Talebelerine siyasetten uzak durmalarını tavsiye ederdi.

Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra Türkiye’de kurulan yeni idâreye karşı olduğu öne sürüldü. Ankara’ya götürülüp 1926’da İstiklal mahkemesinde yargılandı. Merhum Atıf Hoca’nın “Frenk mukallitliği (taklitçiliği) ve Şapka” adlı eserinden 100 adet kadar Bandırma’daki damadına satılmak üzere göndermesi sebebiyle tutuklandı. Ankara’da Tahir Mevlevi ile aynı koğuşu paylaşmışlardır. 31 Ocak 1926 günü muhakeme edildi. Daha sonra ders şeriki(ortağı) İskilipli Atıf efendi ile yüzleştirmesi yapıldı. Nihayet 3 Şubat 1926’da beraat etmiştir. Dînî ilimlere vâkıf olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, kuvvetli hitâbetiyle dinleyenleri tesir altında bırakırdı. Ömrünü İslâm dînini öğrenmeye ve öğretmeye vermişti. Kur’ân-ı Kerîmi çok okurdu. Nefse güvenmemeyi telkin eder, talebelerine ve sevenlerine nasihatlerde bulunurdu. Zamanın şartlarına göre dînî konuları anlatmak hâricinde sessiz bir hayat yaşadı.

Dini hizmetlere, emri- bil marufa büyük ehemmiyet verirdi ve “Din-i mübin-i İslam’ın devam ve bekası Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker(Allah’ın emirlerini anlatmak, yasaklarından sakındırmak)’in devamına; din-i mübin-i İslam’ın inkirazı(yıkılması) emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker’in terkine bağlıdır.” derdi.

Ali Haydar Efendi ömrünün son on yılını Bandırmada medfun olan şeyhi Ali Rıza Bezzaz Efendinin manada işaret ettiği Mahmud Efendi’yi yetiştirmekle geçirdi.

Mahmud Efendi hazretleri şeyhinden şöyle naklediyor: “Efendibabam buyurdu ki: Mahmud’un elinden tutan, benim elimden tutmuş olur. Hakikat şu ki; Bu fakirin elinden tutan Ali Rıza Bezzaz hazretlerinin elinden tutmuş olur. Böylece halka halka silsile, ta Peygamber efendimize dayanır. İşte buna “sahih yed” diyoruz.

Vefâtından on gün evvel Fâtih-Çarşamba’daki Şeyh İsmet Efendi dergâhının yakınındaki evinde komaya girdi. On gün bitkisel hayat sürdü ve 1 Ağustos 1960 (H.1380) günü yarı beline kadar doğrulup “Allah” diyerek rûhunu teslim etti. Cenâzesini Mahmud Efendi, Mehmed Zâhid Kotku Efendi ile Ramazanoğlu Sami Efendi yıkadılar ve vasiyeti üzerine hocası olan Reîsü’l-Ulema Çarşambalı Ahmed Efendinin de kabrinin bulunduğu Fâtih Câmii kabristanına defnedilmek istendi. Fakat buna müsaade edilmedi. Hatta cenaze namazının bile bu camide kılınmasına izin verilmedi. Yavuz Selîm Câmiinde Ramazanoğlu Sâmi Efendi tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra Sakızağacı kabristanında defnedildi.

Hacı Hasip Yardımcı (k.s.)

Kabr-i Şerifi Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğindedir.Şehitliğin kapısından girince 200 m dosdoğru yürüyoruz sol tarafta tabelada ismini göreceğiz. Abdulaziz Bekkine hazretlerinin hemen yanında

Abdullah Hasib (Yardımcı) Efendi, 1280/1863 senesinde Serez’de doğmuştur. Babası “muavin” namı ile bilinen Halis Efendi’nin oğlu Ali Efendi olup Serez’de Câmi-i Atik imamı, aynı zamanda Serez Rüşdiyesi’nde öğretmen ve müdür muavini idi. Ali Efendi Cidde’de medfundur.

Hasib Efendi, orta tahsilini Serez Rüşdiyesi’nde tamamladıktan sonra İstanbul’a gelerek eğitimini Çarşamba’da Mahmud Ağa Medresesi’nde sürdürür. Burada on sene kaldıktan sonra 1310/1893 yılında Tokatlı Hacı Şakir Efendi’den müderrislik icazeti alır. Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhanevî hazretleri de bu icazet merasiminde hazır bulunmuştur. Bu arada Sandıklılı Hasan Hamdi Efendi hazretlerine intisab etmişlerdir.
Tashîh-i Hurûf’u Fatih’in meşhur Baş İmam’ı Filibeli Arap Hoca’dan tahsil etmiş olup bu hususta yaptığı çalışmalar halen erbabı tarafından bilinmekte ve kaynak gösterilmektedir.

Hâmil-i Kur’ân olmanın gereği olarak kabul ettiği kıraat ilmine ait icazeti o zamanın Reîsü’l-Kurrâ’sı olan Hacı Nuri Efendi’den almıştır. Meslek-i dîniyenin seçkinleri arasında yer almasına ve birinci derecede ehliyet sahibi olmasına rağmen herhalde nâm ve şöhretten endişe duydukları için mensubu bulundukları mesleğin en mütevazî bölümü olan imamlık hizmetini tercih etmiştir. Serez’e dönüp daha önce babasının imamlık yaptığı Cami-i Atik’de görev almıştır. Orada Buhârî dersleri okutmuş, pek çok talebe ve hafız yetiştirmiştir.

Hat sanatıyla da uğraşan Hasib Efendi’nin meşhur hatları da bulunmaktadır. 1924 senesinde tekrar İstanbul’a dönerek Eyüp Sultan semtine yerleşir. Bu arada Abdülaziz (Bekkine) Efendi ve Mehmed Zahid Efendi ile tanışır. Daha sonra onların feyiz aldıkları mürşidleri Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’ye intisab ederek derslerine devam etmeye başlar. Abdülaziz Efendi hazretleri Hasib Efendi’yi dergaha getirip tanıtınca Mustafa Feyzi Efendi;
“İşte şimdi güzel elyaflı bir kereste getirdin.” diyerek iltifat etmişlerdir.

Hasib Efendi (ks.), Mustafa Feyzi Efendi’nin derslerini takip etmek için Eyüp Sultan semtindeki evlerinden, o günkü ismi Bâb-ı Alî olan bugünkü İstanbul Valiliği’nin hemen yanıbaşında bulunan Fatma Sultan Camii’ne kadar her sabah yaya olarak gelirlermiş. Bir müddet sonra aynı camide vazife alıp caminin meşrutasına yerleşmişlerdir. Fatma Sultan Camii’ndeki bu vazifesinin ardından Şehzadebaşı Damat İbrahim Paşa Camii’nde imam-hatiplik yapmıştır. Bu arada Mahmutpaşa semtinde bir ev alarak oraya taşınmıştır. Son zamanlarında Kapalıçarşı Camii hatibi olarak görev yapmışlardır.

Hasib Efendi’nin dört hanımından onyedi çocuğu olmuş, bunlardan yalnızca biri yaşamıştır. Ömründe dört defa hacca giden Hacı Hasib Efendi, uzunca boylu, beyaz sakallı, nur yüzlü, çok yumuşak ve hilim sahibi, mübarek bir kimse idiler. Zahirî ilimlerde üstat olduğu gibi mânevî ilimlerde de zamanının yüksek bir şahsiyetidir. Kendisinden sonra Gümüşhaneli Dergâhı’nda postnişîn olan Aziz Efendi, Hasib Efendi’nin vefatının ardından yaptırdığı Hatm-ı Hâcegânlarda onun için “Kutbü’l-Aktâb” sözünü zikrederlermiş. Hasib Efendi’nin evinde her hafta pazartesiyi salıya bağlayan gece Hatm-ı Hâce yapılırmış. Fakat sabahlara kadar sürmezmiş. Sünnete riayette titizlik gösteren Hocaefendi, yatsıdan sonra uzun oturmaları hoş görmezlermiş.

Kırk yıl -oruç tutulması haram olan günler hariç- hergün oruç tuttuktan sonra şöyle demişlerdir: “Artık ihtiyarladık da Savm-ı Dâvûd’a çevirdik.” Hasib Efendi, Bayezid Camii’nde, uzun süre, çarşamba günleri öğle namazından sonra Râmûzü’l-ehâdîs sohbetleri yapmıştır. Kendi mahallî şîvesi ile yaptıkları konuşmalar dinleyiciler üzerinde derin tesirler uyandırmıştır. Hasib Efendi mûnis yaratılışlı, rikkat dolu bir kalbe sahiptir. Peygamber Efendimiz’e karşı büyük bir muhabbeti vardır. Ondan bahsedilince bile gözyaşlarını tutamazlarmış. Âyetler okunurken ağlarlarmış. Bununla beraber dinî meselelerde çok sert ve titizlermiş.

Sevenlerinden biri birgün faiz konusunda kaçamak aramaya çalışıyormuş. “Şöyle olsa nasıl olur, böyle olmaz mı?” derken Hocaefendi hazretleri cevaben “Olur, olur be yahu, ama haram olur.” buyurmuşlardır. Hasib Efendi’nin gönüllere ve rüyalara tasarrufları vardır. Açık kerametleri sevenleri tarafından anlatılmaktadır. O yıllarda öğrenci olan bir bağlısı şöyle anlatıyor:
“İmtihanımın yaklaştığı bir zaman evlerine gittim. Yanlarına oturdum. İçimden, ‘Hocaefendi bir sorsa da dua etmesini istesem.’ diye geçirdim. O sırada birşeyler anlatıyordu. Sözünü yarıda kesip nerede okuduğumu, ikmalim olup olmadığını sordu. ‘Bir ikmalim var.’ dedim. ‘İnşaallah geçersin ben bazen dua ederim, sınıflarını geçerler. O benden değil Allah’tandır Allah’tan.’ dedi ve ağladı.”

Bir akşam Hasib Efendi, bir kumaş tüccarı ile birlikte yürümekte iken karşılarına elinde şişesi ile bir sarhoş çıkar. Körkütük sallana-sallana gelir, içki şişesini Hasib Efendi’ye doğru uzatır ve der ki: “Söyle hoca, bunun içinde Allah var mı?” Hasib Efendi cevap verir: “A be kuzucağızım, sen onu nerde ararsan ordadır.” Bu olaydan bir süre sonra aynı sarhoş Hasib Efendi’nin vazife gördüğü Kapalıçarşı Camii cemaatinden olmuştur.

Hasib Efendi hazretleri şöyle derlermiş: “Hidayet kalbe inen bir nurdur, rahmettir. O rahmet, suyun çorak bir toprağı yumuşatması gibi kalbi yumuşatır. Kalp doğru söze açılır ve o doğru sözü hemen kapar. Tıpkı yumuşamış bir toprağın, tohumu kapıp da yeşermesi gibi…” Hasib Efendi (ks.), son zamanlarında prostat ameliyatı olmuşlardı. Hasta yatıyorlardı ve ızdırapları dayanılmız şekilde ağırdı. Son sözleri “Yâ Rabbi! Al emanetini, artık etrafımı rahatsız eder haldeyim.” olmuş ve ruhunu teslim etmiştir.

Âhirete göçmesi 86 yaşlarında iken 15 Mayıs 1949 senesinde geceleyin vuku bulmuş, Edirnekapı Sakızağacı Kabristanı’na defnedilmiştir. Halvette iken kendisinin Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem aşkıyla söylediği na’t-ı şeriflerinden bir bölümü şöyledir:
Bana evvelce gösterdin senin ol gül cemâlini,
Kulağıma işittirdin dahi şirin mekâlini,
Sonunda perdeyi çektin esirgedin visâlini,
Hasib’in maksadı ancak teşerrüftür cemâlinle,
Senin dîdârına geldi, şefaat Yâ Resûlallah
Giderse cennete ahbâb-ı yarânım,
Beni nâra sokarsa cürm-ü isyânım,
Dökülür yaşlarım hâke, çıkar eflâke efgânım,
Hasib’in başlıca arzusu Cemâlullâh’ı görmektir.
Sana yalvarmağa geldi, şefaat Yâ Resûlallah.
Bir gün Aziz Efendi, Hasib Efendi’ye bir sohbet meclisinde sorar:
“Hocam, bir şeyh vefat etse, mürid üzerindeki tasarrufu azalır mı veya kalkar mı?” Hasib Efendi şöyle cevap verir: “Yok, yok kalkmaz! Bilakis derler ki şeyhin vefatı ile dervişler üzerindeki tasarrufu kınından çıkmış kılıç gibi daha da keskinleşir.”

Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede

Mustafa Feyzi Efendi (ks.), 1267/1851 senesinde Tekirdağ’ın Kılıçlar Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Babası çiftçilikle meşgul olan Emrullah Ağa’dır.1

İlim tahsiline memleketinde başlayan Mustafa Feyzi Efendi, 1869 senesinde 18 yaşlarında iken İstanbul’a gelir. Bayezid Camii dersiâmlarından olan ağabeyi Tekirdağlı Mehmed Tahir Efendi’nin ders halkasına katılır. 1882 senesinde 32 yaşlarında iken tahsilini tamamlayarak ulûm-ı aliyyeden icazetnâme alır. Aynı yıl içinde yapılan “rüûs” imtihanında ehliyetini isbat ederek ders verebilecek duruma gelir. Bundan bir sene sonra ders vekili sıfatıyla Bayezid Camii’nde ders vermeye başlar. On beş sene sonra 1898’de de talebelerine ilk icazetini vermeye muvaffak olur.

Tekirdağlı Mustafa Feyzi hazretlerinin Silsile-i Şerifi

1887 senesinde kendisine “ibtidâ-i hâric” rütbesi ile beraber İstanbul müderresliği vazifesi verilir. 1907 senesinde “Mûsıla-i Sahn” rütbesiyle Şehzadebaşı İsmail Paşa Medresesi müderrisliğine tayin edilir. Ardından 4. Osmânî ve 4. Mecidî nişanı ile taltif edilerek 1910 senesinde Huzur dersleri muhataplığına getirilir. En son huzur dersinin yapıldığı 1919 senesine kadar bu vazifesine devam etmiştir.

Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretlerine intisab eden Mustafa Feyzi Efendi (ks.) onun önde gelen halifelerinden olmuştur. Dağıstanlı Ömer Ziyâüddîn Efendi’nin 1920 senesinde âhirete göçmesinden sonra Gümüşhâneli Dergâhı postnişîni olarak irşad vazifesine başlamış, 1922 senesinde tekke ve zâviyelerin kapatılmasına kadar bu vazifeyi sürdürmüştür. Yeni Cami’de bir müddet Hadis dersleri okutan Mustafa Feyzi Efendi’nin ömründe 24 defa halvete girdiği halifelerinden Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh tarafından ifade edilmektedir.

Mustafa Feyzi Efendi, Gümüşhânevî hazretlerinin dördüncü halifesi olarak beş sene kadar vazife yapmış, pek çok talebe ve 10’a yakın irşad selahiyetli âlim yetiştirmiştir. Her sene bir kere hatim etmek üzere Râmûzu’l-ehâdîs okutmuştur. Son halvetinde talebelerinden Serezli Hasib Efendi, Kazanlı Abdülaziz (Bekkine) Efendi ve Bursalı Mehmed Zahid Efendi’ye hilafet vermiştir. Aynı silsile, sırasıyla bu zâtlar tarafından devam ettirilerek günümüze kadar intikal ettirilmiştir.

Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi orta boylu, dolgunca, ak sakallı, nur yüzlü, yuvarlak çehreli idi. Devamlı oruç tutar, çok namaz kılar, zikrederlerdi. Zâhirî ve bâtınî ilimlerde bir derya olup tevazuu ve güzel ahlâkı ile tebârüz etmişti.
Erzurum’lu İbrahim Hakkı hazretlerinin:
Tasavvuf; kimseye âr olmamaktır.
Tasavvuf; gül olup hâr olmamaktır.
Tasavvuf; yok olup vâr olmamaktır.
Bunu her kim anlarsa bürhân ondadır.
sözlerini sık sık tekrarlayan Mustafa Feyzi Efendi, 23 Muharrem 1345/1 Ağustos 1926 senesinde 75 yaşlarında iken dâr-ı bekâya irtihal eylemişlerdir. Kabri Süleymaniye Camii haziresinde tekke arkadaşlarının yanındadır. Mezar taşı kitâbesinde şunlar yazılıdır:

Tekfurdâğî Mustafa Feyzi
Gümüşhaneli’den almıştı feyzi,
Postnişîn-i sâbık-ı Dergâhında
İrciî hitâbı erişti nâ-gâh
İcâbetine evvelce olmuştu âgâh
Kabrini ziyaret eyleyen ihvân
Ruhuna fâtiha kılsınlar ihsân.

Mustafa Feyzi Efendi’nin zikir halkası esnasında Niyâzî-i Mısrî’ye ait şu ilâhiyi söyledikleri halifelerinden Mehmed Zahid Kotku rahmetullahi aleyh tarafından bildirilmektedir.
Ey derde derman isteyen!
Yetmez mi derd dermân sana
Ey râhat-ı cân isteyen!
Kurban olandır cân sana.

Yağma edersin varlığın,
Gider gönülden darlığın
Mahv eyle sen ağyarlığın,
Yar olısar mihmân sana.

Sermâye bu yolda hemân,
Teslîm olur, buna inan,
Sıdk ile ALLAH’a dayan,
Etmez mi gör ihsân sana.

Tevhîde tapşur özünü,
Kimseye açma râzını.
Şeyh izine tut yüzünü,
Şeyhin yeter burhân sana.

Yalnız kişi yol alamaz,
Maksûdunu tez bulamaz.
Bekle ma’ârif kapısın,
Yüz göstere irfân sana.

Dünyâ ile ukbâyı ko.
Ulâ ile uhrâyı ko.
Var o kuru sevdâyı ko,
Matlab yeter Sübhân sana.

Candan özge kıl yârını,
Ver cânı bu dîdârını,
Yok eyle kendi vârını,
Ki vâr ola cânân sana.

Çürüklerin hep sağ olur,
Zehrin kamu bal-yağ olur.
Dağlar meyvalı bağ olur,
Cümle cihân bostân sana.

Güçdür katı Hakk’ın yolu,
Dergâhı hem gâyet ulu.
Sıdk ile olmazsan kulu,
Etmez yolu âsân sana.

Kulluğa bel bağlar isen,
Şâm u seher ağlar isen.
Sular gibi çağlar isen,
Tez bulunur ummân sana.

Bülbül oluben ötegör,
Gül gibi açıl tütegör,
Aşk oduna can atagör,
Gülzâr olur nîran sana.

Yüzün Niyâzî eyle hâk,
Derdiyle bağrın eyle çâk.
Kalbin sarayın eyle pâk,
Şâyed gele Sultan sana.

Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin 1926 senesinde vefatının üzerinden otuz sene gibi uzun bir süre geçtikten sonra vuku bulan ibret dolu bir hadiseyi Mehmed Zahid Kotku hazretleri şöyle anlatıyor:
“İşte sana bu âlim-i âhiret olan kimselerden gördüğüm bir canlı hâdiseyi anlatırken umarım ki yerlerin yiyemediği bu alim kimseleri de öğrenmiş oluruz: İstanbul yollarının genişletildiği ve türbelerin etrafları açıldığı bir devirde bizim rahmetlik Hocamız Tekfurdağlı, Bayezid Cami-i Şerifi müderrisi ve Gümüşhâneli Dergâhı post-nişîni Hacı Mustafa Feyzi Efendi hazretleri de Kânûnî Sultan Süleyman Câmi-i Şerifi’nin kıblesinde ve Kânûnî Sultan Süleyman’ın türbesinin yanında dış tarafında sekiz-on kadar kabir vardı ki rahmetli Menderes bunların da kaldırılıp yanındaki boşluğa gömülmelerini istemiş ve bu suretle nakl-i kubûr yapılmak üzere bizim de o merasimde murakıp olarak bulunmamızı istemişler. Biz de orada bulunduk. Mezarlar açıldı. İçinden çıkarılan kemikler hazırlanmış torbalara konarak hazırlanan mezarlarına naklediliyordu. Sıra bizim üstadımız Şeyh Hacı Mustafa Feyzi Efendi’nin merazına geldi. Mezar, zeminden hemen bir metre yüksek olduğundan bazı taşlar kopmuş ve mezarın içerisi gözükmekte idi. Nihayet nezar açıldığı zaman- definden zannedersem otuz sene kadar bir zaman geçmiş olduğu halde rahmetlik Şeyh Hacı Mustafa Feyzi Efendi’nin henüz sakalının bile bir kılı değişmemiş. Bütün bir cesedin sanki henüz yeni gömülmüş olduğunu hem biz hem bütün hâzirûn, büyük bir cemaat kalabalığı tarafından görülmüş. Toprağın demek hakiki alimleri yiyemediği hakikaten müşahedemiz olmuştur. Rahmetullahi rahmeten vâsiâ.”

Ömer Ziyaüddin Dağıstani (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede

Ömer Ziyâüddin Efendi, Dağıstan’da Çerkay’a bağlı Miatlı Köyü’nde 1266/1849 senesinde doğmuştur. Babası, zamanın ulemâsından Müderris Abdullah Efendi, Avar Türkleri’ndendir. Ömer Ziyâüddin Efendi, uzunca boylu, beyaz yüzlü, ak sakallı, vakur ve son derece cömert idi. Arapça, Farsça ve Rusça’dan başka Türk lehçeleri uzmanı idi.

İlk tahsiline babasından ders görerek başlar. Gençlikk yıllarına geldiğinde Ruslarla Şeyh Şamil arasında 1825’lerden beri devam eden mücadelelere iştirak eder. Şeyh Şamil’in oğlu Gazi Mehmed Paşa’nın maiyetinde Kafkas Cephesi’nde Ruslar’a karşı yıllarca at üstünde savaşır. O sıralar yirmi yaşlarındadır. Mücadele sona erince Dağıstan grubu Osmanlı Devleti’ne hicret eder. Böylece Ömer Ziyâüddin Efendi de İstanbul’a yerleşir. Burada Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretlerine intisap eder. Aynı yıl şeyhülislâmlığa takdim ettiği Tecvîd-i Umûmî isimli eseriyle, Taşra ruûsuna nail olur.

Ömer Ziyaüddin Dağıstani  hazretlerinin Silsile-i Şerifi

Ömer Ziyâüddin Efendi’nin asıl adı Ömer’dir. Gümüşhânevî hazretleri kendisini, “Sana Ziyâüddin adını veriyorum, isminle muammer ol.” diyerek taltif etmiştir. Yine şeyhinin kendisine “Hâfız Ömer” diye hitap etmesi üzerine gece-gündüz demeden kendi kendine çalışarak altı ayda hıfzını tamamlamıştır. Kur’an’ı hıfzettiği gibi 200 bin hadîsi de râvî zinciriyle beraber ezberlemiştir. Daha çocukken hadis hıfzının isbatı için kendini hafızlar cemiyetine mümeyyiz seçtirmiştir.

Bunlara devam ederken bir ara “ben başka tarikata geçsem” diye düşünür. Galata Mevlevîhânesi’ne gider. Ayinleri seyrederken bir ara kendinden geçer. Birisi cübbesinin ensesinden tutar, kubbeye doğru çıkartır, oradan aşağı bırakır. O arada Ömer Ziyâüddin Efendi “Allah” diye haykırır. Ter içindedir. Tekkeye gelip şeyhinin elini öpmek ister, şeyhi Gümüşhânevî hazretleri ise gülerek; “O kadar yüksekten düşersen tabi bağırırsın.” der. Kendisini kaldıranın kim olduğunu anlayan Ömer Ziyâüddin Efendi şeyhinin ellerine kapanmış, dört elle tekkeye sarılmıştır. Gerek çalışması, gerekse hafızasının kuvvetiyle kısa zamanda terakki ederek icazet almıştır.

Tahsilini tamamlayıp icazet aldıktan sonra Aralık 1878’de Edirne ikinci Ordu Alay Müftülüğü’ne tayin edilir. Eylül 1892 tarihine kadar 14 sene bu vazifeyi îfâ eder. Haziran 1893-Mayıs 1901 seneleri arasında Malkara kadılığı vazifesinde bulunur. 1903’de Kudüs mevleviyetine, ertesi yıl Malkara kadılığına tayin olunur.

“Şeriatte icrâ-ı adâlet eden kişi devletten para almaz.” diyerek kadılık maaşını cebine koymadan talebelerine dağıtır. Ömer Ziyâeddin Efendi Malkara’da iken son eşi Hafize Hanım’la evlenmiş ve kendisinden sekiz çocuğu olmuştur. İlk üç hanımından doğan çocukları yaşamamıştır. Malkara’da bulunduğu süre içinde her sene hatimle teravih namazı kıldırmıştır. Altı saatte tam bir hatimle teravihi bitirir ve eve geldiklerinde sahur olurmuş. Ömrünün son demlerinde bile Kur’ân-ı Kerîm’i baştan sona Fatiha gibi okuyabildikleri bildirilmektedir. Malkara kadılığı vazifesinde iki yıl kaldıktan sonra 1906 senesinde İstanbul’a yerleşir. 1908’de saltanat ve hilafeti savunan Hadîs-i Erbaîn fî Hukûki’s-selâtîn adlı eserini neşreder.

1909 senesinde 31 Mart Vakasına karıştığı, İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti ve Derviş Vahdetî ile ilgisi olduğu iddiasıyla Divân-ı Harb-i Örfî tarafından müebbet kalebentliğe mahkum edilir. Cezası bir süre sonra sürgüne çevrilerek Medine’ye gönderilir ve orada yedi ay kalır. Bu arada Mısır Hidiv’i Abbas Hilmi Paşa rüyasında Peygamber Efendimiz’i görür. Kendisine, “Medîne-i Münevvere’de bulunan Hâfız Ömer’i himayene al, getir.” diye ismiyle belirterek söyler. Üç gece üstüste aynı rüyayı görür. Nihayet maiyetiyle yola çıkar. Medîne-i Münevvere’ye vasıl olur. Ömer Ziyâüddin Efendi’yi yanına alır. Mısır’a gelirler. Abbas Hilmi Paşa kendisine, “Peygamber’in emaneti!” der, büyük hürmet gösterir.

Ömer Ziyâüddîn Efendi böylece Müntezeh sarayına yerleşir. Abbas Hilmi Paşa’nın saray hocalığını ve imamlığını yapar. Burada yaklaşık 10 yıl kalır. Bu sırada Birinci Dünya Savaşı devam etmektedir. Bir ara Mısır’da İngilizler tarafından hapse atılır. 14 Nisan 1912’de çıkan umumî af üzerine şeyhülislâmlığa müracaat ederek devrin şeyhülislâmından vazife talep etmiştir. Hilâfeti savunan kırk hadîs-i şerîfin yer aldığı Hadîs-i Erbaîn fî Hukûki’s-salâtîn isimli eseri yüzünden bu isteği geri çevrilmiştir. Uzun süren mücadeleleri sonunda nihayet hakkı teslim edilerek önce 5 Ağustos 1919’da Dârü’l-Hilâfeti’l-Aliyye Medresesi hilâfiyat (tartışma ve münakaşa yoluyla karşı fikri çürütme) sonra da yine aynı medresenin Hadis dersi müderrisliğine tayin edilmiştir (27 Ekim 1920).

Ömer Ziyâüddin Efendi, 1919 senesinde Gümüşhâneli Dergâhı şeyhlerinden İsmail Necati Efendi’nin vefatı üzerine Gümüşhânevî’nin üçüncü halifesi olarak postnişin olmuş, irşat görevini üstlenmiştir. Bu arada Râmûzü’l-ehâdîs adlı hadis kitabını da okutmaya devam etmiştir. Sultan Vahidüddin’in bizzat gelip yaptığı şeyhülislâmlık teklifini “İşgal altında bulunan bir memlekette fetvâ makâmı işgal edilmez.” diyerek kabul etmemiştir.

30 Kasım 1920 senesinde 18 Rebiülevvel Perşembe günü 73 yaşlarında iken Gümüşhâneli Dergâhı’nda âhirete irtihal etmiştir. Kabri Süleymaniye Camii Hazîresi’ndedir. Ömer Ziyâüddin Efendi’nin Türkçe, Arapça ve Dağıstan dillerinde pek çok eseri bulunmaktadır. Lezgi dili ile yazılmış (Çerkezce) Mevlîd-i Şerîf’i 1.000 beyitliktir. Dağıstan yöresinde Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i gibi meşhur olmuştur. Şairlik tarafı baskın olan Ömer Ziyâüddin Efendi’nin Şeyh Şamil’in kabilesinin dili ile yazılmış Kısâs-ı Enbiyâ adlı manzum eseri, Dağıstan’da, Mevlid, Mi’rac ve Mu’cizât isimli eserleri de Edirne’de basılmıştır. Fetevâ-yı Ömeriyye bi-Tarikati’l-Aliyye adlı eseri tercüme edilerek Seha Neşriyat tarafından neşredilmiştir.

Diğer eserleri şunlardır:
Sünenü akvâli’n-bebeviyye mine’l-ehâdîsi’l-Buhâriyye,
Zübdetü’l-Buhârî,
Es’ile ve ecvibe fî ilmi’l-hadîs,
et-Teshîlâtü’l-atire fi’l-kıraati’l-aşere,
Metnü Akâid Tercemesi
Adâbu’l-Kur’ân,
Mevhibe-i Bârî Terceme-i Buhârî,
Mu’cizât-ı Nebeviyye,
Zübdetü’l-Buhârî Tercemesi,
Zevâidü’z-Zebidî,
Mir’ât-ı Kanûn-i Esâsî.

Hadis, siyer, fıkıh, tecvid ve kıraat gibi ilimlerde eser vermiş, fıkhî ve tasavvufî eserleri ile tanınan Ömer Ziyâüddîn-i Dağıstani (ks.), son devrin ilim ile tarikati, tasavvuf ile fıkhı bir arada yürüten muhaddis ve mutasavvıflarından, aynı zamanda hadis hâfızlarından biridir. Şöhret ve nüfûzunun, geniş bölgelerde yayılmasından dolayı eserleri çeşitli yörelerde neşredilmiş, dağıtımı yapılmıştır. İstanbul, Dağıstan, Mısır, Trabzon ve Edirne’nin çeşitli matbaalarında basılıp dağıtılan eserleri, Mısır’dan Dağıstan’a, Edirne’den Trabzon’a kadar, geniş bir kesime feyiz kaynağı olmuştur.

Mehmed Zahid Kotku (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede

Adı Mehmed Zahid, soyadı Kotku idi. Kendisinin naklettiğine göre babası ona: “Oğlum Mehemmed!” diye hitap edermiş. Soyadının “mütevâzi” mânasına geldiği nüfus cüzdanının başına not edilmiş idi. Tevellüdü 1315 Hicrî-Kamerî (Rûmî 1313, Milâdî 1897) yılında, Bursa şehrinde, kale içinde Türkmenzâde çıkmazındaki baba evinde vâki olmuştur.

Ailesi
Baba ve annesi Kafkasya’dan 1297’de göç eden müslümanlardandır. Dedeleri Kafkasya’da Şirvan’a bağlı eski bir hanlık merkezi olan Nuha’dandır ki burası dağ eteğinde, ipekçilikle meşhur, ahalisi müslüman, hâlen Azerî Türkçesi konuşulan bir yerdir. Babası İbrahim Efendi Bursa’ya 16 yaşlarında iken gelmiş, Hamzabey Medresesi’nde tahsil görmüş, muhtelif yerlerde imamlık yapmış, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem sülalesinden bir Seyyid’dir. 1929’larda 76 yaşlarında iken Bursa ovasındaki İzvat köyünde vefat etmiş ve oraya defnolunmuş, ehl-i tarîk bir kimsedir.

Annesi Sabire Hanım, Mehmed Zahid Efendi üç yaşlarında iken vefat etmiş, Pınarbaşı kabristanına gömülmüştür. Bu anne ve babadan doğma ağabeyi Ahmed Şakir (1308-1335) subaylık yapmış, Kudüs’te Çanakkale’de bulunmuş, siperlerde hastalanmış ve 28 yaşlarında iken vefat edip Söğütlüçeşme’ye defnolunmuştur. Aynı anneden bir küçük kardeşi daha olmuşsa da çok yaşamamış birkaç aylık iken vefat etmiştir. Babasının ikinci evliliği yine Dağıstan muhacirlerinden, Fatma Hanım’la olmuştur. Ondan doğma üç kız kardeşi vardır. Bunlardan Pakize Hanım’ın efendisi de, Bursa Ulu Camii imamlarından ve İsmail Hakkı Tekkesi şeyhlerinden merhum Ahmed Efendi kuddise sırruh’dur.

Tahsili, Askerliği
Mehmed Zahid Efendi rahmetullâhi aleyh ilk mektebi Oruç Bey İbtidâîsi’nde okudu. Maksem’deki idâdîye devam etti. Sonra Bursa Sanat Mektebi’ne girdi. Bu esnada Birinci Cihan Harbi dolayısıyla 18 yaşlarında askere celb olundu. 14 Nisan 1332’de asker oldu, senelerce askerlik yaptı, çok tehlikeli günler geçirdi, hastalıklar atlattı. Ordunun Suriye’den çekilmesinden sonra, binbir güçlükle İstanbul’a döndü. 10 Temmuz 1335’de Cuma gününden itibaren de 25 K. 30 şubede yazıcı olarak vazifeye devam etti. Kendi hatıra defteri kayıtlarından 1338 Martlarında henüz bu vazifede olduğu görülüyor.

Tasavvufî Yetişmesi ve Dinî Hizmetleri
İstanbul’da bulunduğu esnada çeşitli dinî toplantılara, derslere, camilerdeki vaazlara devam etti. Bilhassa Seydişehirli Abdullah Feyzi Efendi’yi çok sevdiği anlaşılıyor. Bu arada 16 Temmuz 1336 Cuma günü, namazı Ayasofya Camii’nde edadan sonra Vilayet önünde bulunan Fatma Sultan Camii yanındaki Gümüşhâneli Tekkesi’ne giderek Şeyh Ömer Ziyâeddin Efendi’ye intisap eyledi. Günden güne ahvalini terakki ettirdi. Bu zât-ı şerîfin, 18 Kasım 1337 Cuma günü vefatından sonra postnişîn-i irşâd olan Tekirdağlı Mustafa Feyzi Efendi’nin yanında tahsîl-i kemâlâta devam etmiş, müteaddit defalar halvete girmiş, 27 yaşlarında hilâfetnâmeyi aldıktan sonra ondan Râmuzü’l-ehâdîs, Hizb-i A’zam ve Delâilü’l-hayrât icâzetnâmelerini de almış, Bayezit, Fatih ve Ayasofya camii ve medreselerinde derslere devam etmiş, bu esnada hafızlığını da tamamlamıştır. Bu aralarda hocasının işareti üzere muhtelif kasaba ve köylerde dinî hizmet îfâ etmiştir.

Tekkelerin kapatılmasından sonra Bursa’ya dönmüş, evlenmiş, 1929’da vefat eden babasının yerine Bursa ovasındaki İzvat Köyü’nde 15-16 sene kadar imamlık ettikten sonra Üftade Cami-i şerîfi’nin imam-hatipliğine tayin edilerek şehirde hisar içindeki baba evine yerleşti. Burada 1945-46’dan 1952’ye kadar hizmet eyledi. 1952 Aralığında Gümüşhaneli Dergâhı postnişini ve eski tekke arkadaşı Kazanlı Abdülaziz Bekkine’nin vefatı üzerine, İstanbul’a naklolarak Fatih’te bulvara nazır Ümmügülsüm Mescidi’nde vazife gördü. 1.10.1958 tarihinde Fatih İskenderpaşa Cami-i şerîfi’ne nakloldu ve vefatına kadar bu vazifede kaldı.

Mehmet Zahid Kotku Hazretleri’nin Silsile-i Şerifi

Vefatı
Mehmed Zahid Efendi rahmetullâhi aleyh, ömrünün son yıllarında rahatsız idi; ayakta gezmesine rağmen şiddetli ağrılarından muzdaripti. 1979 yazında uzun zaman kalmak üzere gittiği Hicaz’dan, ağır hasta olarak 1980 Şubatı’nda dönmek zorunda kalmıştı. 7 Mart 1980’de ameliyata girdi ve midesinin üçte ikisi alındı.

Ameliyattan sonra tedricen düzeldi, hatta 1980 Ramazanı’nda hiç aksatmadan oruç tuttu. Hatimle teravih kıldı, vaaz etti, yazın Balıkesir Ilıca’ya, Çanakkale Ayvacık sahiline ağrıyan ayakları için götürüldü, hac mevsimi gelince de Hicaz’a gitti. Fakat ameliyata sebep olan rahatsızlığı nüksetmiş ve ağrılar tekrar başlamıştı. Haccı güçlükle îfâdan sonra, 6 Kasım 1980’de çok ağır hasta olarak İstanbul’a döndü. Tam bir hafta sonra 5 Muharrem 1401 / 13 Kasım 1980’de (5 Muharrem 1401), Perşembe günü öğleye yakın, dualar, Yâsînler, tesbih ve gözyaşları ile uyur gibi bir halde iken âhirete irtihal eyledi.

Cenaze namazı 14 Kasım 1980 Cuma günü İstanbul Süleymaniye Camii’nde muhteşem, mahzun, vakur ve edepli bir cemm-i gafîr tarafından kılınarak, mübarek vücudu, Kânûnî Süleyman Türbesi arkasında, kendisinden feyz aldığı hocaları ve üstatlarının yanındaki istirahatgâhına defnolundu.Bu esnada Süleymaniye, Şehzadebaşı, Fatih ve çevrelerinde trafik durmuş, Süleymaniye’nin içi ve avlusu kâmilen dolduğu gibi, cemaat sokaklara taşarak Esnaf Hastanesi’nin yanına kadar uzanmıştı. Vefatını duyanlar içinde Anadolu’nun en uzak şehirlerinden olduğu

kadar Avrupa’dan gelenler de vardı. Uzakta bulunan muhiblerinden çoğu da vaktinde haber alamama yüzünden cenazesine yetişememişlerdi.
Vefatı İslâm âleminde de büyük üzüntüye yol açmış, Suudi Arabistan’da, Kâbe’de, Kuveyt’te ve daha başka şehirlerde gıyabında cenaze namazı kılınıp dualar edilmiş, ajanslar bu elim vefat haberini yayınlamışlardı. Vefat tarihi olan 13 Kasım 1980 tarihli takvim yapraklarında tevâfukan çok mânidar ibareler yer alıyordu. Mesela bunların birindeki şu parça ne kadar şâyân-ı taaccübdür:*

Arkamdan Ağlama
Öldüğüm gün tabutum yürüyünce
Bende bu dünya derdi var sanma.
Bana ağlama, “yazık, yazık!”, “vah, vah!” deme
Şeytanın tuzağına düşersen “vah vah”ın sırası o zamandır.
Yazık yazık asıl o zaman denir.
Cenazemi gördüğün zaman “elfirak, elfirak!” deme,
Benim buluşmam asıl o zamandır.
Beni mezara koyunca “elvedâ” demeye kalkışma!
Mezar cennet topluluğunun perdesidir.
Mezar hapis görünür amma,
Aslında canın hapisten kurtuluşudur.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret
Güneşle aya batmadan ne ziyan gelir ki?
Sana batma görünür amma
Aslında o doğmadır, parlamadır.
Yere hangi tohum ekildi de yetişmedi?
Neden insan tohumu için
Bitmeyecek, yetişmeyecek zannına düşüyorsun?
Hangi kova suya salındı da dolu olarak çekilmedi?
Can Yusuf’un kuyuya düşünce niye ağlarsın?
Bu tarafta ağzını yumdun mu, o tarafta aç!
Çünkü artık hay-huy’un,
Mekânsızlık âleminin boşluğundadır.

Ahlâk ve Şemâili
Merhum uzunca boylu, şişmanca, heybetli, beyaz tenli, dolgun pembe yanaklı, uzunca ak sakallı, geniş alınlı, aralıklı kaşlı, irice başlı, gül yüzlü, sevimli, alımlı bir kimse idi. Gençken zayıf olduğunu, öksüzlükte yemek yerine yumurta içivererek böyle iri vücutlu olduğunu gülerek anlatırdı. İlk görüşte insanda sevgi ve saygı uyandıran bir hali vardı. Tanıdığına tanımadığına selam verir, güleryüz gösterir, gönül alırdı. İlk nazarda koyu kestane renkli görünen, fakat dikkatle bakılması imkânsız, esrarlı ve derin mânalı gözleri vardı. Gözü içinde kırmızılık, sırtında ve karnında ise avuç içi kadar iri bir ben mevcuttu.

Hafızası çok kuvvetli idi, konuşması tatlı ve safiyâne idi. Çok kere halk telaffuzu kullanır, karşısındakine söz fırsatı tanır; kesinlikle bildiği bir şeyi bile sanki ilk duyuyormuş gibi yumuşak bir tavırla dinler, mânalı ve nükteli cevap verirdi. Sohbetleri hoş, hutbeleri fevkalâde celâlli olurdu. Hutbe esnasında sesini yükseltir, ordu önündeki bir komutan gibi celâdetle ve irticâlen konuşurdu. Özel hayatında ev halkına karşı müşfik ve latifeci davranır, kimseye doğrudan doğruya birşey emretmez, telmih ve remiz ile söyler, anlaşılmazsa sabrederdi.

Fevkalâde mütevazi idi. Kerâmetleri zahir ve şöhreti âlemgir olduğu halde, talebelerine bile tepeden bakmaz, şeyhlik tavrı takınmaz, kendisini ihvanı arasında lâlettayin bir fert gibi görür, makamını ve kemalini büyük bir maharetle gizlerdi. Kendi üstatlarına fevkalâde saygılı ve bağlı idi. Tekke arkadaşları olan yaşlılar, üstadının meclisine gittiğinde diz üstü oturup, baş eğip hiç ayak değiştirmeden edeple oturduğunu anlatırlar.

Çok uzun ve derin düşünürdü, sohbetlerindeki buluşlara, teşbihlere hayran kalmamak mümkün olmazdı. Bir ayetin, bir hadisin üzerinde haftalarca, aylarca durup konuştuğu olurdu. Ele aldığı bir kimseyi terbiye edip yola getirinceye kadar büyük bir sabırla çalışırdı. İlk zamanlarda kusurlarına müsamaha ederdi. Yıllarca çalışır, yarı yolda bıkıp bırakmazdı. Dostlarına vefası emsalsiz idi; onları ziyaret eder, arar sorardı. Akrabalarına karşı vazifelerinde kusur etmez ve onlara her türlü yardımı esirgemezdi.

Çok açık elli idi, verdiği zaman şaşılacak miktarda verir, geriye kalmamasından korkmaz, verdiğini doyururdu. Sofrasında ekseriya misafir bulunurdu. Hizmet edenleri bir vesile ile memnun eder, ziyaretçilere güleryüz gösterir, kapısını her zaman açık tutmaya çalışırdı. Gece ve sabah ibadetlerine çok riayet eder, talebelerini de bunlara teşvik eylerdi. İnsanın kalbinden geçirdiğini bilir, gelenin sormadan cevabını verir, istemeden ihtiyaç sahibinin muhtaç olduğu şeyi bağışlardı. Gönüllere ve rüyalara tasarrufu vardı. Bereket gittiği yere yağar; bolluk onunla beraber gezer, en ücra, en kıtlık yerde o gelince nimet dolardı. Beraberinde seyahat edenler, tevafuklara, tecellilere, maddî ve mânevî hallere ve ikramlara şaşar, hayretlere düşerler, parmaklarını ısırırlardı.

Allahu Teâlâ ve Tekaddes hazretleri derecâtını ulyâ eyleyip, biz âciz ü nâçizleri de füyûzât ve şefaatından feyzyâb u nasibdâr buyursun… Âmîn, bi-hürmeti seyyidi’l-mürselîn sallallahu aleyhi ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahüm bi-ihsânin ilâ yevmi’d-dîn, ve’l-hamdü lillahi rabbi’l-âlemîn.

Halil Necâtioğlu

Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi (k.s.)

İstanbul – Süleymaniye camii haziresinde, Kanuni Sultan Süleyman Han’ın türbesinin hemen arkasındaki hazirede

Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretlerinin yetiştirdiği, daha hayattayken yerine vekil bırakarak irşat selahiyeti verdiği Gümüşhâneli Dergâhı şeyhlerinden Hasan Hilmi Efendi, Kastamonu’nun Azdavay Kasabası’nda 1240/1824 senesinde doğar.

Müridân arasında daha çok “Kastamonî” nisbesiyle tanınan Hasan Hilmi Efendi’nin babası, Abdullah adında ümmî fakat velî bir zâttır. Kendisinden nakledildiğine göre bir cuma günü babası aniden rahatsızlanır, çocuklarına; “Beni hemen guslettirin. Bugün Rabbim’e icabet edeceğim. O’nun huzuruna tertemiz çıkmak isterim.” deyince arzusu yerine getirilir. Cuma namazını eda ettikten sonra da dostlarını evine davet ederek helalleşip vedalaştıktan sonra ruhunu teslim eder.

Hasan Hilmi Efendi, orta boylu, nur yüzlü, ak sakallı, buğday benizli, çekme burunlu, açık kaşlı, ela gözlü idi. Başında Nakşî tâcı, beyaz sarık, sırtında boylu entari ve hırka bulunurdu. Hz. Ebu Bekir yaratılışlı, ismi ile müsemmâ hilim sahibi, takvâ örneği bir zât idi. İlk tahsiline Kastamonu’da başlar. Memleketinin ileri gelen alimlerinden kıraat, sarf ve nahiv ilimleri tahsil eder.

18 yaşlarına geldiğinde tahsilini tamamlamak üzere babası tarafından İstanbul’a gönderilir. İstanbul’da Mahmudpaşa Medresesi’ne yerleşir. Burada Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî hazretleri ile tanışır. 50 yılı aşkın bir süre devam edecek olan beraberlikleri böylece başlar. Mahmudpaşa Medresesi’nde Nevşehirli Büyük Hazım Efendi’nin derslerine devam eder. Tefsir, Fıkıh, Hadis, Hikmet gibi ilimlerde tahsilini tamamlayarak icazet alır.

Hasan Hilmi Efendi terkedilmiş, ıssız ve ibadete kapalı bulunan Fatmasultan Camii müezzinliğine gönüllü olarak talip olur. Camiyi kısa sürede ihyâ ederek günün beş vaktinde açık hale getirdiği için bu caminin baş müezzinliğine tayin edilir. Fatmasultan Camii’ndeki bu vazifesi icabı Mahmudpaşa Medresesi’nden ayrılır. Buna rağmen başından beri büyük bir saygı ve hürmetle bağlı olduğu Gümüşhânevî’yi sık sık ziyaret eder.

Ahmed b. Süleyman el-Ervâdî (ks.) bu aralar İstanbul’a gelmiş ve Gümüşhânevî hazretleri ona intisap etmiştir. Hasan Hilmi Efendi de uzun süredir bu yola intisap etme arzusu içindedir. Bu düşüncesini dostu, sırdaşı Gümüşhânevî’ye açar. Gümüşhânevî hazretleri ise şeyhi Ervâdî hazretlerinin müsaadesiyle sohbet şeyhi ittihaz ettiği, Ervâdî gibi Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin İstanbul halifelerinden olan, Abdülfettah el-Ukarî hazretlerine intisap etmesi yolunda tavsiyede bulunur.
Süleymaniye camii ve haziresi

Hazirede olanlar ;

1- Mehmed Zahid Kotku (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
2- Kanuni Sultan Süleyman han (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
3- Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
4- Tekirdağlı Mustafa Fevzi efendi (k.s.) – Süleymaniye camii haziresi
5- Dağıstanlı Ömer Ziyaeddin Efendi (k.s.) -Süleymaniye camii haziresi[/toggle]

Hasan Hilmi Efendi, Gümüşhânevî’nin de delaletiyle Abdülfettah el-Ukarî hazretlerine intisap eder. Şeyhinin vefatına kadar, ona candan bir teslimiyetle bağlı kalır. Bu arada Gümüşhânevî ile birlikte Ervâdî’nin Ayasofya Camii’ndeki hadis derslerine devam eder. Hasan Hilmi Efendi, ilk şeyhinin 1864 senesinde âhirete irtihalinden sonra, Ervâdî’den hilafet alan Ahmed Ziyâüddîn-i Gümüşhânevî’ye intisap eder. Onun hadis derslerine devam ederek ilmî icazet alır. Hemen ardından seyr u sülûkünü tamamlayarak hilâfet alır. Daha şeyhi hayattayken irşat makamında vekili ve baş halifesi olur.

Hasan Hilmi Efendi, 1863 senesinde şeyhi Gümüşhânevî ile beraber hac farizasını eda eder. Şeyhinin ikinci hac seyahatı dönüşünde üç sene Mısır ve Tanta’da ikamet ettiği sürede Gümüşhâneli Dergâhı’nda ona vekalet eder. Şeyhi İstanbul’a döndüktün sonra, kendisini İzmit-Adapazarı bölgesinin irşadı maksadıyla Geyve’ye gönderir. Hasan Hilmi Efendi burada inşa ettirdiği medrese ve tekkede hem hadis okutmuş hem de tarikat neşrine çalışmıştır.

Gümüşhânevî hazretleri, zayıflığı ve ihtiyarlığı sebebiyle dergâhın faaliyetlerini yürütemeyecek hale gelince müridi ve baş halifesi Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi’yi Geyve’den İstanbul’a çağırarak tekkeyi ona teslim etmiş, müridlerine de ona bağlanmalarını söylemiştir. Bundan sonra, Gümüşhânevî hazretleri, dünyasını değiştirene kadar yalnızca cuma sohbetlerini ve Hatm-i Hâce zikirlerini icrâ ettirmiştir. Âhirete irtihal ettiği sene ise bu vazifeler de dahil olmak üzere tekkenin bütün mesuliyetlerini Hasan Hilmi Efendi’ye bırakmıştır.

1893 senesinde şeyhinin vefatından sonra 18 yıl fiilen Gümüşhâneli Dergâhı’nda irşat vazifesi gören Hasan Hilmi Efendi de, şeyhi gibi hadis ilmi ile iştigali esas almış, tekkenin el kitabı mesabesinde olan Râmûzü’l-ehâdîs’i senede iki defa hatmetmeyi itiyat edinmiştir.

Muhammed Zâhid el-Kevserî başta olmak üzere Ezineli Mehmed Hulusi Efendi gibi yüzlerce talebesine maddî ilimler yanında irfan, edep, ahlâk ve ruh terbiyesi vermiş, bundan başka 56 halife yetiştirmiştir. Amasyalı Eyüb Sabri, Kâtip Mustafa Fevzi, Bolvadinli Yörükzâde Ahmed Fevzi, Kayserili Ali Rıza, Geyveli Yusuf Bahri bunlar arasında sayılabilir.

1896 senesinde yerine Safranbolulu İsmail Necati Efendi’yi vekil bırakarak hacca giden Hasan Hilmi hazretleri, Gümüşhânevî’nin Medine’deki müridlerinden Hafız Ahmed Ziyâüddin Efendi’ye misafir olmuş ve 18 gün Ravza-i Peygamberî’de halvet ederek mücavir kalmıştır. Son zamanlarına doğru irşat hizmetlerini yürütemeyecek duruma gelince, yerine Gümüşhânevî hazretlerinin halifelerinden Safranbolulu İsmail Necati Efendi’yi vekil ve halife tayin etmiştir. Hastalanıp yatağa düştüğü ve hiçbir şey yiyip içmediği bir gün, gözlerini hafifçe açarak, müridlerine yazdığı vasiyetini ihtiva eden kağıdı verdikten sonra;

“Aslında benim, Rahmet-i Rahmân’a kavuşma vaktim çoktan geldi. Fakat sizler benim için dua ettikçe rahatsız oluyorum. Bu ruh artık Rabb-ı Mecîdi’ne kavuşmak ister. Ne olur dua etmeyi bırakın.” diye söylemiş, sonunda da derinden bir “Allah” diyerek ruhunu teslim etmiştir.

10 Şubat 1911 Perşembe günü saat 07.15’de ruhunu teslim eden Hasan Hilmi Efendi’nin kabri Süleymaniye Camii Haziresinde bulunmaktadır.

Tokatlı Mustafa Haki Efendi (k.s.)

İstanbul – Fatih camii kıble tarafındaki hazirede.

Mustafa Haki Efendi Hazretlerinin (k.s.) Silsile-i ŞerifiTokat velîlerinden. Doğum târihi belli değildir. 1920 (H.1338) de İstanbul’da vefât etti. Kabri Fâtih Câmii bahçesinde, Gazi OsmanPaşa türbesine yakındır. Sık sık ziyâret edilmektedir. İlmi, ahlâkı, tevâzuu Tokat, Çorum, Sivas, Amasya ve Yozgat’ta dilden dile anlatılmaktadır. Aynı zamanda Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendinin yeğenidir.

Mustafa Hâki Efendi, ilk tahsilini Tokat’ta yaptıktan sonra, Çorum Şeyhi Şîranlı Mustafa Efendiye talebe olup icâzet aldı. Sonra Tokat’a dönüp, talebe yetiştirmeye başladı. Dergahı hak âşıkları, ilim tâlipleri ile dolup taşardı. Yetiştirdiği talebeleri, arasında en meşhuru Sivaslı Mustafa Tâkî’dir. Mustafa Tâkî Efendi vefât edince bâzıları; “İlim üç Mustafa ile gitti. Bunlar Çorum Şeyhi Şîranlı Mustafa, Mustafa Hâki ve Sivaslı Mustafa Tâkî’dir.” demişlerdir

Mustafa Hâki Efendi, 1908’de ikinci Meşrûtiyetin ilânı sebebiyle yapılan seçimde devrin ileri gelenlerinin arzûsuyla Tokat mebûsu oldu. Ancak ittihatçıların ve gayr-i müslimlerin oyları ile mebusluğu düşürüldü veİstanbul’da mecbûri ikâmete tâbi tutuldu. Kendisine Çarşamba’daki Mustafa İsmet Efendi dergâhı verildi ve vefâtına kadar burada kaldı.

Mustafâ Hâki Efendinin oğlu Behâeddîn Efendi, dînî ilimlerin yanında Eczâcılık mektebini bitirmiş, siyâsî olaylara karışmamak için Türkiye’den ayrılıp önce Medîne’ye gitmiş orada 27 sene ders okutmuş sonrada Şam’a geçmiştir. Torunları zaman zaman Tokat’a gelip akrabâlarını ziyâret etmektedirler.

Mustafa Hâki Efendinin sözleri ve kerâmetleri halk arasında anlatılmaktadır. Bunlardan bâzıları şöyledir:

Mustafa Hâki hazretleri Samsun’a geldiği bir günde misâfir kaldığı evde ikram edilen meyveyi yerken buyurur ki: “Bu gece dünyâya bir oğlum gelse gerektir.” Tokat’a gelindiğinde görülür ki sözün söylendiği o saatte Behâeddîn Efendi dünyâya gelmiştir.

Mustafa Hâki hazretleri sohbetlerde umumiyetle Eshâb-ı kirâm sevgisinden bahseder, Eshâb-ı kirâm sohbet ile yükseldi. Eshâb-ı kirâm dîni bildirenlerdir. Eshâb-ı kirâma dil uzatan, dîni yıkar. Eshâb-ı kirâmın îmânda ayrılıkları yoktur. Hepsi bütün velîlerden üstündür.

İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak ve tasavvuf yolunda ilerlemektir.

İslâmın temeli; Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine inanmak ve yapmaktır.

Nasihat istiyen birisine buyurdu ki: “Müslüman temiz toprağa benzer. Temiz toprağa her şey atılır. Hakaret görebilir, eziyet görebilir, cefaya uğrayabilir. Lâkin ondan hep güzel temiz faydalı şeyler çıkar. Müminin, insanları ayırmadan, hepsine aynı şekilde davranması ve güzel ahlâklı olması lâzımdır.”

Kerâmet hakkında da; “Bir kimsenin havada uçtuğunu suyun üzerinde yürüdüğünü görseniz, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktaki hassasiyetine bakınız. Şâyet bu tam ise ona uyabilirsiniz. Eğer emir ve yasaklarda gevşeklik varsa hemen ondan uzaklaşınız. Çünkü zararı dokunur.” derdi.

Vefâtı sebebiyle yazılan mersiyeden bir bölüm:

Hicrânda koydun bizleri ey Mürşîd-i ebcel
Nâkısları kim eyleyecek kâmil ü ekmel

Destine yapışdık ebedî bir habl-i metîne
Çekdin elini nâkıs olan düşdi zemîne

Eyvâh geçirdik dem-i fırsatları eyvâh
Allaha ulaştırıcı sohbetleri eyvâh

Feyz-i nazarın mürdeleri eyledi ihyâ
Bu seng-dil Âdemliğini bulmadı hâlâ

Sen bizleri cezb eder idin arş-ı berîne
Biz kendimizi attırırız zîr-i zemîne

Hayfâ o nezâfet o zerâfet, o cemâl
Cem’ olmış idi sende hemân cümle kemâlât

El-Bakî

E’azım-ı meşayih-i Nakşbendiyye-i Halidiyyeden İsmetullah Efendi Dergahı Postnişîni Tokadî es-Seyyîd el-Hac Mustafa Hakî Efendi Hazretleri’nin aram-gah-ı ebedîsidır. Fî 23 Rebî’ü’l-ahir 1338 ve fî 15 kanün-ı sanî 1336

Ebedî olan (Allah)

Nakşibendiyye tarîkati’nin Halidiyye kolunun büyük şeyhlerinden Ismetullah Efendi Dersahı Postnişîni Tokatlı Seyyid Hacı Mustafa Hakî Efendi Hazretleri’nin ebedî dinlenme yeridir.

15 Ocak 1920

Hazret-i Mustafa Hakî Tarîk-ı Hakda muktedamızdır. Gubar-ı kadem-i paki Çeşm-i im’ane tütiyamızdır Nasîbli canlara ta ki Menba-ı feyz-penahımızdır Muhib olanlar Nazmî Dünya vü ukba bahtiyarandır. Ta’mîri 15 Zî’l-ka’de 1425 Ketebehu Mahmud.

Hak yolunda rehberimiz Mustafa Hakî Hazretleri’ dir. (Onun) Temiz ayasının tozu söz pınarlanna sürmemizdir, (O) Nasibi olan kişilere feyiz kaynağıdır. Ey Nazmî, onu sevenler: “Dünyada ve ahirette talihlilerdendir.” Onarımı 27 Aralık 2004 (Hattat) Mahmud (Şahin) yazdı.

 

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
İç Anadolu Evliyaları , Türkiye Gazetesi [/toggle]