Hacı Muhammed Bahaeddin Efendi (k.s.)

Konya – Merkez – Hacı Fettah Kabristanında

Hacı Muhammed Bahaeddin Efendi hazretlerinin Silsile-i Şerifi

Kutbü’l-ârifin, kıdbetü’l-vasüîn Şeyh Muhammed Bahaüddin Efendi, 1250/1831 yılında Karacahisar Köyü’nde doğdu. Babası ile birlikte Hocaköy’e hicret etti ve orada babası, Memiş Efendi’nin rahle-i tedrisinde yetişti. Babasının vefatından sonra 1279/1862 yılında Konya’ya yerleşti ve burada O’nun halifesi olarak Tarikat-ı Nakşibendiye-i Halidiye kolunu yaydı ve irşadlarda bulundu.

Ödemişli Hasan Kudsi Efendi’nin kızı Ayşe Hanım’la evlendi, Zeynelâbidîn, Ahmet Ziya, Rıfat ve genç yaşlarında vefat eden Nuri adında dört erkek çocuğu oldu.

Kütüb-ü Sitte ve Cevami-i Hadis hafızı da olan Muhammed Bahaüddin Efendi’nin, Bâisü’l Mağfireti fî Beyan-ı Akvâli’l-Vahdeh, Âdabü’l mürîd ve İkazü’n-nâimîn ve Tenbîhü’l mukallidîn eserlerinden bazılarıdır.

Nakşibendî Tarikatı’nın Anadolu’da yayılmasında büyük emeği geçmiştir. Pek çok halifesi ve müridi olan Bahaüddin Efendi, Konya’da büyük Şeyh olarak anılmış, şeriat uleması tarafından da sevilip sayılmıştır.

Muhammed Bahaüddin Efendi, Bekir Sami Paşa (Paşa Dairesi) Medresesi’nde hem müderris hem de tekkenişîndir. 1883 yılında 30 talebesine Dürrü’n-naci ve Dürrü’l-muhtar, ertesi yıl da aynı sayıda talebesine aynı kitapları okutur.

Müspet ilimlerle din ilimlerinin bir arada okutulmasını istemiş ve oğulları, babalarının bu düşüncesini Islah-ı Medâris’de uygulamaya çalışmışlardır. 1906 yılında Konya’da vefat eden Muhammed Bahaüddin Efendi, Hacı Fettah Kabristanı’ndaki türbesine defnedilmiştir. Türbesi, dört sütun üzerine oturmuş etrafı açık bir kubbeden ibarettir. Yanında eşi ile ikinci oğlu Rifat Efendi metfundur. Başta Hacıveyiszade Hocamız ve Fahri Efendi olmak üzere pek çok insan, Şeyh Muhammed Bahaüddin Efendi’den istifade ile ondan feyz almışlardır.

Alâeddin Caddesi civarında Merkez Bankası’nın batı tarafında faaliyette bulunan, Paşa Dairesi de denilen Ebubekir Sami Paşa Medresesi’nde de uzun yıllar müderrislik yapmış ve pek çok talebe yetiştirmiştir. Hayatları üzerinde ayrıca duracağımız Ahmet Ziya, Rifat ve Zeynelabidîn Efendiler, Muhammed Bahaüddin Efendi’nin oğullarıdır. Vefatından sonra tarikatın hilafeti, oğlu Zeynelabidîn Efendi’ye intikal etmiştir.

Şeyh Muhammed Bahaüddin Hazretleri’nin hayatları kabir taşı kitabelerinde özetlenir.

Kabir taşı kitabesi şöyledir:

Hüve’l-Bakî
Sâkin-i Kabr kutbu’l-arifin
Kıdvetü’l-vasılin umdet-ü ehl-i
Es Sahv ve’l müttekîn Şeyh Muhammed
Bahauddin Kuddise Sırrahu Hazretleri Bozkırî
Memiş Efendi nâmıyla meşhur âfâk
Şeyh Muhammed Kudsi kuddise sırrahu Hazretlerinin
Büyük mahdumu ve halife-i mutlakası
Ve Şeyh Hasan Kudsi Hazretlerinin damad-ı âlileridir.
Bozkır kazasının Karacahisar
Karyesinde 1247 tarihinde tevellüd
Buyurup peder-i âli güherleriyle Hâce
Karyesine hicret ve anda pederi
Kutb-u müşârün-ileyhden ulum-u tahsil
Ve tekmil-i meratib-i sulûk iderek ulûm-i
Akliyye ve nakliyyede felekcâh
Ve terbiye-i mürîdanda âyetün min âyetillah olmuştur.
Ve 1279 senede
Konya’ya hicretle tarikat-ı
Aliyye-i Nakşibendiye-i Halidiyye
Üzre irşâd-ı sâlikîn
Ve neşr-i envâr-ı ulûmu din ile
Meşgul olup fi 22 Cemaziyelûlâ
Sene 1324 fî 2 Temmuz pazar gicesi
Saat bir de irtihal buyurmuştur
Mettenallahii Teâlâ bi-enfasihı’l-kudsiyyeti
2 Temmuz senet-i hicriyye-i şemsiyye 1284

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”] KVS, H.1300, 1301;
Arabacı, a.g.e. s. 491;
Uyar, Konya Bilginleri, S 120-121, s. 41.Sural, a.g. dizi yazı, 10 Eylül 1975;
İsmail Bilgili-Ahmet Çelik, a.g.e. s.57-58, 115-116;
A. Osman Koçkuzu, “Bahaddin Efendi” DİA, s. 4/458.
[/toggle]

Hace Alaaddin Attar (k.s.)

 

Hace Alaaddin Attar (k.s.) hazretlerinin kabrisi Şerifi ; Özbekistan – Tirmiz’e 130 km uzaklıktaki Namazgah bölgesinde

Buhârâ’da yetişen en büyük velîlerden. İnsanları Hakk’a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on altıncısı. İsmi Muhammed bin Muhammed Buhârî, lakabı Alâeddîn’dir. Doğum yılı belli değildir. 1400 (H.802) senesinde Buhârâ’nın Cağanyân nâhiyesinde vefât etti.

Alaeddin-i Attar’ın babası, Buhara’nın zengin eşrafından idi. Üç oğlu vardı. Bunlardan büyük oğullarının isimleri; Şehâbeddîn ve Hâce Mübârek’tir. Alâeddîn en küçükleri idi. Babası vefât edince, oğullarına çok fazla mal kaldı. Fakat Alâeddîn hiç miras kabûl etmeyip, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî’ye talebe olmayı tercih etti. Huzûrlarına varıp hâlini arz etti ve talebeliğe kabûl buyrulmasını istirhâm eyledi. Behâeddîn Buhârî hazretleri Alâeddîn’e nazar ettikten sonra;
“Evlâdım bizim yolumuzda çeşitli mihnet ve sıkıntılar vardır. Dünyâyı ve nefsini terketmek vardır. Sen bunları yapabilecek misin?” buyurunca, Alâeddîn derhal;
Yaparım efendim!” diye cevap verdi.
Öyleyse bugün bir küfe elma alıp, kardeşlerinin mahallesinde sat!” buyurdu. Alâeddîn, soylu ve tanınmış bir âileye mensûb olmasına rağmen, kibirlenmeyerek, kardeşlerinin mahallesinde, hiç kimsenin sözüne aldırış etmeden, bağıra bağıra elma sattı. Ertesi gün Şâh-ı Nakşibend’in huzûruna gelerek;
Emirlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim.” dedi. Behâeddîn-i Buhârî;
“Bugün de kardeşlerinin dükkanı önünde satacaksın.” buyurdu. Alâeddîn; “Peki efendim!” diyerek, ağabeylerinin dükkanı önünde bağıra çağıra elma satmaya başladı.
Ağabeyleri yanına gelip; “Bizi elâleme rezil etme, para lâzım ise, istediğin kadar verelim, mîrâsından daha fazlasını al, fakat bu işi bırak.” dediler. Alâeddîn hiç dinlemeyip elma satmaya devâm etti. Ağabeyleri;
Mâdem satacaksın, bizim dükkanın önünde satma, git başka yerde sat!” diye ısrâr ettiler. O yine dinlemedi. Bunun üzerine kendisine pekçok hakâret ederek, dövdüler. Ne var ki, Alâeddîn-i Attâr hiçbir şeye aldırış etmedi. Verilen emre göre hareket etmeye devâm etti. Ertesi gün Şâh-ı Nakşibend hazretleri;
Artık bu iş tamamdır.” diyerek elma satışı işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabul buyurdu.

Alâeddîn-i Attâr hazretleri anlatır: “Şâh-ı Nakşibend hazretleri beni kabûl edince, onu o kadar sevdim ve sohbetlerinden ayrılamıyacak hâle geldim. Bu hâlde iken, birgün bana dönüp;
Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?” buyurdu.
İkrâm sâhibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir.” diyerek cevap verdim. Bunun üzerine;
Bir müddet bekle, işi anlarsın.” buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman; “Gördün mü, sevgi benden midir. Senden midir?” buyurdu.

Alâeddîn-i Attâr talebeliğe kabûl edilince, canla başla çalışmaya, hizmet etmeye başladı. Gece-gündüz hiç boşa vakit geçirmeyip, hocasının verdiği dersleri ve vazîfeleri en kısa zamanda yapmak gayretiyle çalıştı. Talebe arkadaşlarının arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döşek ve üzerine örtecek bir yorgan bile almazdı. Bütün dikkatini, derslerine ve hocasının hizmetine verdi. Hocası Behâeddîn-i Buhârî de onun kemâlini, olgunluğunu, derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, birgün hanımına; “Ey hâtun! Kızımız bülûğa erişince bana haber ver.” buyurdu. Bir müddet sonra kızının bülûğ çağına geldiğini öğrenince, Alâeddîn-i Attâr’ın odasına gitti. Bu sırada Alâeddîn-i Attâr, eski bir hasır üzerinde kitap mütâlaa ediyor, okuyordu. Odasında, başının altına koymak için bir de tuğlası vardı. Başka bir şeyi yoktu. Behâeddîn-i Buhârî’yi karşısında görünce, hemen ayağa kalktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Eğer kabûl edersen, evimde yeni bülûğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim.” Alâeddîn-i Attâr, edeble durumunu arzetti: “Hakkımda büyük bir lütuf ve saâdet buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz ki, yanımda dünyâlık olarak hiçbir şeyim yoktur.” Behâeddîn-i Buhârî ise; “Benim kızım sana müyesser ve mukadderdir. Rızkınızın da, Allahü teâlânın gayb hazînesinden gönderileceği bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme!” buyurdu.

Behâeddîn-i Buhârî, talebeleriyle birlikte Alâeddîn’e bir ev yapmak için çalışmaya başladılar. O sıcak yaz günlerinde bir müddet çalışırlar, öğle vaktinin sıcağında dinlenirlerdi. Herkes gölgede istirahat ederken, Alâeddîn-i Attâr hazretleri güneş altında dinlenirdi. Diğer talebeler güneşin Alâeddîn hazretlerine gölge yaptığını hayretle görürlerdi. Alâeddîn-i Attâr hazretleri o hâlde iken Allahü teâlânın yarattıkları hakkında tefekkür eder ve Cehennem’in şiddetli sıcağı yanında, güneşin sıcaklığının hissedilmeyeceğini düşünürdü. Bir ân dahi Allahü teâlâyı unutmaz, kalbinde O’nun muhabbetinden başka bir şey bulundurmazdı. Öyle ki, bütün hücreleri cenâb-ı Hakk’ı zikreder; “Allah! Allah!” derdi.

Ev tamamlanınca, düğünleri yapıldı. Böylece iffet ve ismet sâhibi, temiz ve edebli bir kızla evlenmiş oldu. Bu hanımından; Hâce Hasan, Hâce Şehâbeddîn, HâceMübârek, Hâce Alâeddîn isimlerinde oğulları dünyâya geldi.

Behâeddîn-i Buhârî hayatta iken, bütün talebelerinin yetiştirilmesini Alâeddîn-i Attâr’a bırakıp; “Alâeddîn, bizim yükümüzü hafifletti.” buyurdu. Sohbetinin bereketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimseyi, kemâl derecelerine çıkardı.

Alâeddîn-i Attâr, evliyâlık makamlarında ve mârifette, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgilerde o kadar yükseldi ki: “Alâiyye” ismi ile Silsilet-üz-Zeheb’e (en büyük âlimler ve velîler silsilesine) yeni bir şekil verdi. Talebelerin maksadlarına daha çabuk kavuşabilme yolunu keşfedip, o yol ile hedefe varılmasını sağladı. Büyük âlimler;
“Tasavvuf yollarının en yakını “Alâiyye yoludur”. Bu yolun esâsı Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî’den, elde edilmesi ise Alâüddîn-i Attâr’dandır.” buyurdular.
Alâeddîn-i Attâr anlatır: “Dervişlerden biri, birgün bana, kalbin nasıl olduğunu sordu.
“Nasıl olduğunu bilmiyorum.” dedim. O;
“Ben kalbi, üç günlük ay gibi görüyorum.” dedi. Bunu üstâdım ve efendim Şâh-ı Nakşibend hazretlerine anlattım.
“Bu, onun kalbine göredir.” buyurdu. Ayakta duruyorduk. Ayağını ayağımın üzerine koydu. Birden kendimden geçtim. Bütün mevcûdâtı, Arş-ı a’lâyı kalbimde bir arada gördüm. Kendime gelince;
“Gördüklerini anlat.” buyurdu. Anlattım. Bunun üzerine;
“Gönül budur. O dervişin sandığı gibi değil. Allahü teâlâya, kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Mahlûkların en üstünü, en şereflisi kalbdir. Kalb, bilinmiyen sırlarla dolu bir âlemdir, her şeyi kendinde bulundurur. Görüldüğü gibi kalb, her şeyden geniş bir latîfedir. Böyle olunca, onu bir kimse nasıl anlayabilir. Bunun için hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ; “Yere ve göğe sığmam, mü’min kulumun kalbine sığarım.” buyurdu. Bu, derin sırlardandır.” buyurdu.

“Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, ömrünün son günlerinde bana kabrini kazmamı emir buyurdu. Gidip, emredildiği gibi kabri kazdıktan sonra huzûruna geldim. Yâsîn-i şerîf okumamı istediler. Diğer talebelerle birlikte okumaya başladık. Kendisi de bizimle birlikte okuyordu. Yarısına gelince, nûrlar gözükmeye başladı. Kelime-i tevhîdi söyleyerek son nefeslerini verdiler.

Bundan sonra Alâeddîn-i Attâr hazretleri zamânında kâmil velîlerin baş tâcı oldu. Halktan olsun, ilim ehlinden olsun irşâd işinde pekçok kimseye doğru yolu göstermede kaynak durumuna geldi. Halkı Hakk’a götüren delillerin en önde gideni idi. Üstünlüğünden yer gök onun aşkını anlatmaya başladı. Yaşadığı asırda İslâmiyeti bütün güzelliği ile kâinâta gösterdi.

Seyyîd Şerîf Cürcânî, Muhammed Pârisâ, Yâkûb-i Çerhî gibi âlimler ve velîler, Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin talebesidir. Bunlardan başka pekçok kimseler, onun vâsıtasıyla hidâyete kavuştu, başkalarını yetiştirecek irşâd makamlarına yükseldi.
Vefâtlarından evvel, talebelerinden biri şöyle bir rüyâ gördü:
“Büyük bir otağ kurulmuş. Otağda Peygamber efendimiz de bulunuyordu. Alâeddîn-i Attâr hazretleri ile hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri de otağın yanında duruyor ve içeri girip Peygamber efendimizi görmek istiyorlardı. Bir ara Behâüddîn-i Buhârî içeri girdi ve bir müddet sonra sevinç ile çıkarak buyurdu ki:
“Bize, kabrimizin 100 fersah mesâfesine defnedilecek her müslümana şefâat etmemiz ihsân edildi. Alâeddîn-i Attâr’a da 40 fersah mesâfedekilere şefâat ihsân edildi. Bizi sevenlere ve ihlâs ile bağlılık gösterenlere de, bir fersah mesâfede olanlar ihsân edildi.” (Bir fersah, altı kilometredir.)

Alâeddîn-i Attâr hazretleri vefâtına yakın talebelerine vasiyet ederek buyurdu ki:
“Birbirinize sığının! Her işte yolunuz, dînî ölçülere bağlılık olsun! Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet mühim sünnettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsi şekilde ona devâm ediniz! Eğer bu yolda sebât ve istikâmet gösterirseniz, bir ânda büyük derecelere kavuşursunuz. Hâlinizin dâimâ yükselişte olması lâzımdır.”

1400 (H.802) senesinde, bel ağrısıyla başlayan bir hastalığa yakalandı. 2 Receb Perşembe günü yatağa yattı.
Talebelerinden Şeyh Safiyyüddîn anlattı:
“Hocam, hayatlarının sonunda ve yakınlarının huzûrunda bu fakîr hakkında buyurdu ki:
“Yirmi yıldan fazla bir zamandırSafiyyüddîn ile aramızda, Allahü teâlânın rızâsı için olan bir dostluk vardır. Elbette bu dostluk bozulmaz.” Ben orada olmadığım bir günde; “Ondan râzıyım. Allahü teâlânın Resûlünün, Eshâb-ı kirâmından râzı oldukları gibi.” buyurmuşlar.”
Alâeddîn-i Attâr, yine vefâtına yakın buyurdu ki:
“Allahü teâlânın inâyeti ve Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin himmeti ile, müsâade edilseydi, bir nazarda bütün insanları vilâyet mertebesine kavuştururdum. En önce Allahü teâlânın ezelî inâyetini görmek ve bundan ümitli olmak lâzımdır. Bundan bir ân gafil kalmamalıdır. Dâimâ muhtâc olduğunu düşünmelidir. Allahü teâlânın küçük bir gadabını çok büyük görmeli, titremeli ve çok korkmalıdır.”
Son hastalıklarında, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhâniyeti ile hayli sohbet etti. Buyurdu ki:
“Dostlar ve azîzler hep gitti. Bazıları da arkalarından gitmek üzeredir. Elbette o âlem, bu âlemden üstündür.” Bundan sonra bir ara bahçedeki yeşilliğe gözleri takıldı. Yakınlarından biri;
“Ne güzel sebzelik.” deyince;
“Toprak da güzeldir. Bu âleme hiç meylimiz olmamıştır. Dostların gelip bizi bulamayınca, gönülleri kırık dönmelerinden başka kederimiz yoktur.” buyurdu. Receb ayının yirmisine rastlayan Çarşamba gecesi, son nefesinde “Lâ İlâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyerek vefât etti. Vefât ettiği gece, sevenlerinden biri onu rüyâsında gördü. Buyurmuş ki:
“Allahü teâlanın bize verdiği nîmetler ve ihsânlar, yazı ile, söz ile anlatılamaz. Bunlardan en küçüğü şudur ki: Kabrimin kırk fersah uzaklığına defnedilmiş olanların, benim şefâatim ile affolunacağı, magfiret buyurulacağı bildirildi.”

 MUBAREK SÖZLERİ

Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetlerinde ve çeşitli suâller karşısında buyurdukları kalbe şifâ olan sözlerinden bâzıları şu şekildedir.
Tasavvuf yoluna giren ve bu yolda ilerlemek isteyen sâlikin, talebenin durumu ve yapacağı işler hakkında:
“Bu yola taklîd ederek girenin, birgün hakîkate kavuşacağına kefîl olurum. Hocam Behâeddîn-i Buhârî, bana kendilerini taklid etmemi emr ettiler. Onları taklîd ettiğim ve hâlen etmekte olduğum her şeyde, onun eser ve netîcesini görüyorum.”
“Nefsi terbiye etmekten maksad, bedenî bağlılıklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzularından vaz geçip, Hakkın yoluna mâni olan bağlılıkları terketmelidir. Bunun çâresi şöyledir: “Kendisini dünyâya bağlayan şeylerin hangisinden istediği ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mâni olmadığını anlamalıdır. Hangisini terkedemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa, onun Hak yoluna mâni olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Bizim hocamız Şâh-ı Nakşibend, o kadar ihtiyatlı idi ki, yeni bir elbise giyse; “Bu elbise falan kimsenindir.” diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi.”
“Şuna inanmalı ki: Hakîkî gâyeye, ancak mürşidin, yol göstericinin, rehberin sevgisi, rızâsı ile erebilir. Bu sebeple, mürşidin rızâsını, sevgisini taleb etmek, müride talebeye düşen başlıca görevdir.”
“Müride, bütün işlerini mürşidine bırakmak düşer. Din işlerini, dünyâ işlerini, her çeşit işini mürşidinin tercihine, tedbirine vererek, mürşidi yanında kendisinin aslâ bir tercihi, seçmesi kalmaya.
Kabir ziyâreti hakkında:
“Bir âlimi ve evliyâyı ziyâret etmekten maksad, Allahü teâlâya yönelmektir. O büyüklerin rûh-ı şerîflerini tam bir yönelme ile ziyâret, cenâb-ı Hakk’ın rızâsına kavuşmaya vesîledir. Nitekim görünüşte halka tevâzu, hakîkatte Hakk’a tevâzudur. Çünkü insanlara Allahü teâlânın rızâsı için tevâzu göstermek makbûldür, kıymetlidir.”
“Sâlih zâtların kabirlerine yakın bulunmanın, iyi yönden çok tesiri vardır. Ancak onların rûhâniyetlerine yönelmek, kabirlerine yakın olmaktan daha iyidir. Zîrâ, iyi tesirin yakınlık, uzaklık ile bir bağlantısı yoktur. Her yer aynıdır. Nitekim, bu mânâda Resûlullah efendimiz; “Her nerede bulunursanız, bana salevât okuyunuz.” buyurdu.
Allah adamları ile sohbet hakkında:
“Allahü teâlânın velî kulları ile sohbet etmek öbür âlemin işlerini yürütmeye yarayan aklı artırır.”
“Allahü teâlânın velî kullarını hergün, iki günde bir kere görmek bırakılmaması gereken sünnettir. Ama edeple, saygı ile.”
Gönülde Allahü teâlânın sevgisini bulundurmak hakkında:
“Bir kimse susup duruyorsa, onun bu hâli, şu üç şeyden boş olmamalıdır. 1. Gönüle kötü duyguların girmesini önlemek, 2. Allahü teâlâyı sessiz sessiz zikretmeyi, anmayı sağlamak, 3. Kalb hallerini gözetmek.
“Gönüle Allahü teâlânın düşüncesinden başkasını koymamaya çalışmak zordur. O gönüle gelen şeyleri tamâmen atıp uzaklaşmak ise, mümkün değildir. Yirmi sene gönlüme bir şey koymamaya çalıştım. Sonra yine geldi. Geldi ama, gönlümde yer bulamadı.”
“Amellerin en güzeli, gönülden geçenleri araştırmaktır. İyi mi geliyor, kötü mü geliyor bilmektir.”

KERÂMET VE MENKÎBELERİ
SÖKÜP  GÖTÜREMEDİ!

Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, birgün talebeleri ile kıra çıkmıştı. Yolda bir nehrin üzerinden geçiyorlardı. Nehir yeni yağan yağmurlarla taşıp kabardığından birçok ağacı kökünden söküp götürüyordu. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri;
“Alâeddîn atla!” buyurdu. Alâeddîn-i Attâr hazretleri, kendini hemen nehrin azgın sularına attı. Sular Alâeddîn’i derhâl yuttu. Diğer talebeler şaşkınlık ve korku içinde idi. Ancak hocalarına da bu işin esrarını soramıyorlardı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, talebeleriyle yoluna devâm ederek kırlarda bir müddet gezdi. Akşam üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, talebelerine;
“Biz kaç kişiydik, bir eksiğimiz var mı?” diye sordu. Talebeler de;
“Bir kişi eksiğimiz var. O da sabahleyin buradan geçerken nehre atlamıştı.” dediler. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ellerini nehre uzatarak;
“Alâeddîn gel!” buyurdu. Alâeddîn-i Attâr nehirden çıktı. Elbiseleri hiç ıslanmamıştı.Behâeddîn-i Buhârî, talebelerine buyurdu ki:
“Görüyorsunuz, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâeddîn’in kökü sağlam olduğundan söküp götüremedi.”

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak

1) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; s.410-983

2) Hadâik-ul-Verdiyye; s.144

3) Nefehât-ül-Üns; s.428

4) Reşehât(Osmanlıca); s.162

5) Hadîkat-ül-Evliyâ; s.70

6) Makâmât-ı Nakşibendiyye; s.180, 182

8) İrgâm-ül-Merîd; s.60

9) Rehber Ansiklopedisi; c.1, s.166

10) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.11, s.265

[/toggle]

Memiş Efendi – Muhammed Kudsi Bozkıri (k.s.)

Memiş Efendi hazretlerinin türbesi ;  Konya – Seydişehir’de çavuş köyünde

”Bir Türk geldi ve bizde ne varsa aldı gitti.”  Mevlana Halid-i Bağdadi

Memiş Efendi
Memiş Efendi

Hacı Memiş Efendi yalnız Konya’nın değil, bütün Anadolu’nun ilminden ve feyzinden istifade ettiği büyük bir Alim ve ünlü bir Veli’dir. Hacı Memiş (Muhammed Kudsi) Efendi 1784 yilinda Konya ili, Bozkır ilçesi, Ali Çerçi köyünde dünyaya geldi.
Babasinin adı Mustafa Efendi, annesinin adı Halime Hanım’dır. Soyu Peygamberimiz Hz.Muhammed (sav)’e dayanır. Çocukluğu Bozkır’ın Karacahisar köyünde geçti. Kendi akrabalanndan aynı zamanda Ebu Said Hadimi Hazretleri’nin de talebesi olan İbrahim Efendi’nin terbiyesi altında yetişti. Daha sonra Karacahisar’da İbrahim Efendi’nin oğlu Müderris Yeğen Muhammed Efendi’den de ders alarak ilmini genişletti.
Alanya, Hadim, Kayseri ve İstanbul’da tahsiline devam ederek eşi bulunmaz bir alim oldu. Meviana Halidi Bağdadi Hazretleri’nin halifesi olan Ödemişli Şeyh Hasan Kudsi Efendi’den Nakşî Halidi Tarikatı İcazeti aldı. . . . Şam’da bulunan Mevlana Halidi Bağdadi Hazretlennı görme arzusu kendisinde dayanılmaz bir hal alınca Şam’a gitti Kırk gün Mevlana Halidi Bağdadi Hazretleri’nin yanında bulunarak O’ndan da İcazet aldı. Mevlana Halidi Bağdadi hazretleri , Hacı Memiş Efendi ile ilgili şöyle buyurmuştur ” Bir Türk geldi ve bizde ne varsa aldı gitti.”
Bir müddet Kudüs’te kaldı. Oradan Mekke-i Mükerreme’ye giderek Hacı oldu. Sonra, dönerek medresesini kurdu. Öğrenci yetiştirmeye başladı.
Daha sonra, Bozkır Hocaköy (Üçpınar)’e yerleşti. Hocaköy(Uçpınar)’de yine medresesini kurarak öğrenci yetiştirmeye devam etti. Orada 17 yıl kaldı. Hocaköy (Üçpınar)’de kendisini çekemeyenlerin çoğalması üzerine Seydişehir’e göç etti. Seydişehir’de talebesi Hacı Abdullah Efendi’nin yaninda 5 ay kaldıktan sonra aynıilçenin Çavuş köyüne gitti. Çavuş’ta da medresesini kurarak talebe okutmaya devam etti.
İlim ve tasavvufu birlikte yürüten Memiş Efendi (rh.a) Miladi 28 “Ekim’1852 / Hicri 14 Muharrem 1269 yilinda Perşembe günü 71 yasinda iken Çavuş köyünde Hakk’ın Rahmetine kavuşmuştur. Talebelerinden ve Halifelerinden Hacı AbdullahEfendi, Hacı Memiş Efendi’yi yıkayıp kefenlemiş, Hocakoy’den gelenlerin hazır olduğu kalabalık bıi cemaatle cenaze namzını kıldırmıştır. Çavuş köyündeki medresenin yanındaki yere defnolunmuştur.
Hacı Memiş Efendi’nin külahla örtülü olan türbesi, Hacı Abdullah Efendi’nin öncülüğünde 1866 yılında yaptırılmıştır.
Hacı Memiş Efendi vefat ettiği zaman geride: bir post, bir hasır, bir çarık ve birde asa’dan başka bir şey bırakmamıştır.
Hayatta iken; “Vücudunu çürüten er olmaz” buyururlardı. Vefatından 13 yıl sonra türbesi inşa edilirken kabri açıldığı zaman kefeni ve vücutları, hayatta olduğu gibi hiç bozulmadığı görülmüştür.
Hacı Memiş Efendi’nin türbesi Konya-Seydişehiryolu üzerinde, Konya”dan itibaren 70. km’deki Çavuş Kasabası’ndadır.
Hacı Memiş Efendi ,Baki aleme göç ettikleri zaman 4 hanımından 7 oğlu ve 4 kızı bulunmakta idi. Torunlarından Zeynel Abidin Efenedi , Rıfat Efenedi ve Ziya Efendi 1909’da Konya’da Islahı Medaris’i açtılar. Onların yetiştirdikleri talebeler
Memleketimize pek çok hizmetlerde bulundular. Bunlardan bazıları: Fahri Kulu, Hacı Veyiszade Mustafa Kurucu, Saatçi Osman Efendi, İbrahim Hakkı Konyalı ve Abdullah Tannkulu (rahmetullahi aleyhim ecmain).
Ayrıca, sayılan elliye yaklaşan Halifeleri ile de Nakşibendî Tarikatının Halidiye kolunun Anadolu’da yayılmasına vesile olmuştur.

Halifelerinde Bazıları ;
1- Şeyh Muhammed Bahaeddin Efendi (v. 1906) ; Hacı Memeiş efendi ‘nin en büyük oğlu , Konya’da irşad faaliyetini yürütmüş ve Hacı Fettah Kabristanına sırlanmıştır.
2- Şeyh Hacı Abdullah Efendi (v. 1903) ; Seydişehir’de irşad etmiştir. Kabri şerifi Seyyid Harun Veli hazretlerinin hemen karşısındadır.
3- Topbaşzade Hacı Ahmed Kudsi Efendi (v.1889) ; Kadınhan’ın da irşad etmiş , kabri şerifi Mevlana Türbesi bahçesindedir.
4- Muhammed Zahreddin Efendi (v. 1859) ; Bozkır – avdan köyü
5- Şeyh Hacı Feyzullah Efendi (v.1876) – İstanbul

Hacı Memiş Efendi ‘nin Şemaili ve Ahlakı
Hacı Memiş Efendi ; orta boylu, esmere yakın tenli olup alın ve kaşlarının arası açık idi. Kaştan ince ve uzun, gözleri orta ve siyah idi. Burnunun ucu yüksek, ağzı büyük ve genişti. Sakalı gür ve büyükçeydi. Vefat ettiği zaman beyazı siyahından daha çoktu. Kemikleri iri ve kuvvetli idi. Alnında velilik nuru parlamakta olup heybetli bir görünüşe sahipti. Kendisini aniden gören kimse korku ile dolardı. Hacı Memiş Efendi gayet vakur ve sekinet sahibiydi. Asla kahkaha ile gülmezdi. Ara sıra tebessüm ederdi.Çok sıcak kanlı idi. Kendisi ile sohbet eden kimse ondan asla ayrılmak istemezdi.Dili tatlı, yüzü gayet sevimliydi.
Daima hakikatlerden bahseder, marifetleri açıklardı. Hiçbir zaman gereksiz konuşmaz, daima hayırla nasihat buyururlardı. Sözlerini işiten kimseye asla usanma gelmezdi. Keramet eseri olarak, kim dünya sıkıntı ve darlıkları yönünden şikayetçi oiarak onun yanına gelse, hemen ferahlığa kavuşur, büyük bir rahatlık hissederdi. Eğer kendisinde dünya sevgisi varsa, hemen yok olur, geçim sıkıntısı ve dertlerinden kurtulurdu. Netice olarak İlahi dergaha yönelen melek yüzlü bir kimse oluverirlerdi.
Gariplere, yetimlere, yoksullara çok yardlm ederdi. Cömertlikte ve eli bollukta zamanın bir tanesiydi. Dünyaya ve içindekilere iltifat gostermezdi. Sayılmayacak derecede evinde misafirleri olurdu. İmkanları kıt bir köyde oturmasına rağmen hepsini yediri, içirirdi. Herkesi dünya sevgisinden meneder, Allah’ın sevgisine yöneltirdi. ” Rızık için üzülüp ızdırap çeken kimse insan defteri dışındadır.”
buyururdu.

Hacı Memiş Efendi’nin Kızları ve Oğulları ;
Oğulları ;
1- Muhammed Bahaeddin Efendi
Hacı Memiş Efendi’nin 2. hanımı Gümüş Kadın’dan en büyük oğludur. 1834’de Bozkır Karacahisar’da doğmuştur. Hasan Kudsi Efendi’nin kızı Emine Hanımla evlenmiştir. 1862’de Konya Bekir Sami Paşa Medresesi’ne Müderris oldu
44 yıl bu medresede eğitim öğretim faaliyetleri yaninda Nakşı Halidi Tarikatı üzerine Babasinin Halifesi olarak irşat görevini yürüttü. Orayı bir ilim merkezi haline getirdi 1906’da Konyatda vefat etmiştir. Şeyh ve müderris idi. türbesi Konya , Hacı Fettah Mezarlığı’ndadır. Zeynelabidin Efendi (1869-1940) ve Muhammed Rifat Efendi (1871-1920) ve Ahmet Ziya Efendi (1875-1923) isimlerinde üç çocuğu vardır.
2- Mustafa Asım Efendi ( Koca Müftü)
Bozkır Müftüsü idi. M.1906’da Hocaköy’de etmiştir. Orada metfundur.Annesi Gümüş Kadın’dır.
3- Ubeydullah Efendi
M.1881’de Hocaköy ‘de vefat etmiştir. Kabri Kurşunlu Camii bahçesindedir.Annesi Gümuş kadındır.
4- Halid Efendi
(1841 – 1909) Karaman’da vefat etmiştir. Kabri Karaman Ketane Camii bahçesindedir.Annesi Emiş Kadın’dır.
5- Zeynelabidin Efendi
18 yasinda Bozkır Karacahisar köyünde vefat etmiştir. Kabri oradadır. Kur’an-ı Kerim Hafızı idi. Annesi Emiş Kadın’dır.
6- Sıddık Efendi
(1851 – 1921)Bozkır Hocaköy ‘de vefat etmiştir. Orada metfundur.Annesi Emiş Kadın’dır.
7- Hasan Kudsi Efendi
(1847 – 1921) Konya’da vefat etmiştir, Kabri Hacı Fettah Mezarlığındadır. Annesi Emine Hanım’dır.

Kız Çoçukları
1- Havva Hanım
Annesi Havva Hanım’dır. Bozkır Karacahisar’da doğmuştur. Softa Hoca Mehmet Efendi ile evlenmiştir. Kabri Bozkır Hocaköy’dedir.
2- Fatma Hanım
Annesi Gümüş Kadın’dır. Bozkır Kadısı Abdullah Efendi ile evlenmiştir.M.1863’de Hocaköy ‘de vefat etmiştir. Kabri oradadır.
3- Ayşe Hanım
Annesi Gümüş Kadın’dır. Avdan’lı Şeyh Muhammed Zahreddin Efendi ile evlenmiştir. Kabri Bozkır Avdan köyündedir.
4- Hatice Kübra Hanım
Annesi Emiş Kadın’dır. Hocaköy’lü Mehmet Efendi ile evlenmiştir. M.1926yılındaBozkır Hocaköy ‘de vefat etmiştir. Kabri Hocaköy’dedir.

HACI MEMİŞ EFENDİ’DEN MENKÎBELER
1- Hacı Memiş Efendi , her zaman Allah’ın emirlerinİ ve yasaklannı insanlara bildirmeye çalışırdı. Dini uğrunda canını feda etmekten çekinmezdi. Islamın emirlerine uymada çok titizlik gösterir. “Bir kişinin şeriatta ne kadar eksikliği varsa bir o kadar da tarikatta noksanı olur!” derdi. Tarikatla şeriatı bir bilirdi. Herhangi bir konuda, “Şeriatte böyle amma hakikatte veya tarikatte bu böyle değil” diyenlere çok
kızar ve; “Bunlar Şeytana uyarak temiz şeriatı işlemez hale getirirler ve böylece sapıklardan olurlar” buyururdu. Memiş Efendi’nin temsil ettiği ilim ve tasavvuf hareketi Ebu Said el Hadimi’nin ilmi geleneğine ve Mevlana Halidî Bağdadî’nin
tasavvuf anlayışına dayanır.

2- Hacı Memiş Efendi , İslam’ın yaşanması için çalışır ve didinirdi. Şeriatle hakikati bir bildiği için. “Şeriat hakikatin ta kendisidir. Bazıları kabuk ve iç ile bir benzetme yapmışlarsa da biz buna razı değiliz. Çünkü kabuk ile iç arasinda nevi bakımdan ayrılık vardır” buyururdu.

3- Hacı Memiş Efendi ‘nin aim bir müridi vardı.25 sene fakirlik çektiğinden dolayı, ücretli olarak köylere Ramazan imamlığına (cerr)’e giderdi. Ona:”Cerre çıkma!
Yaninda olanla kanaat et! Allahü’Zülcelal’e tevekkül ol’ Eğer geçmiş senenin gelirlerinden az olursa, eksiğini ben tamamlayacağım”. Buyurdu. O alim murid cerre çıkmakdan vazgeçerek eldeki ile kanaat etti. O zat sonradan ; ”Senelerce sefillik çektim. Geçim darlığım vardı. Bir mal sahibi de olamadım. Şimdi ise , Allah’a hamdolsun hem sefaletten kurtuldum, hem de mal sahibi olarak zengin oldum” diyerek devamlı şükrederdi.

4- Hacı Memiş Efendi (rh.a) Keramet göstermekten çok çekinirdi. Eğer keramet bir müridin kurtuluşuna sebeb olacaksa çaresiz olarak açığa vururlardı. Nitekim alimlerden çok yavaş kabiliyete sahip bir müride, bir gün üç saatlik bir uzak’lıktaki bir köyde bir kalb daralması geldi. İçinden şöyle geçiyordu: “Alemde şeyh endişesini neden çekeyim, Tarikat için neden bir sürü zahmete katlanayım? Bu meslekten bir şey anlayamadım. Bundan sonra ben de diğer insanlar gibi kendi işlerimle meşgul olacağım” diyerek tasavvufu inkara yöneldi. Bu düşüncelerini hiç bir kimseye açmadan Hacı Memiş Efendi’nin huzuruna gelince, Hacı Memiş Efendi ona: “Kimin şeyhi yoksa onun şeyhi şeytandır!.. değil mi? Hak yoldan çıkmaya hangi akıllı cesaret edebilir?” buyurarak o müridinin yanlış düşüncesin! gönlünden çıkardı.

5- Hacı Memiş Efendi ‘nin öğrencilerinden biri, rüyasında kendisini Yazıcızade Muhammed Efendi’nin ‘Muhammediyye’ adlı kitabını cild ve kağıdı ile beraber yediğini gördü.Uyandıktan sonra: “İnşaallah bundan sonra Hacı Bayram Veli ve Yazıcızade Muhammed Efendi hazretlerini ziyaret edip oraya intisap edeyim. Bizim feyzimiz oralardan görünüyor”diye rüyayı yorumladı.Namaz vakti yaklaşınca namaz kılmak için camiye çıkınca Hacı Memiş Efendi o zata yöneldi ve aniden: “Bir kimse önündeki hazır olan bayramı bırakıp da niçin başka yere Bayram aramağa gitsin? Bazan kişiye şeyhinden olan feyzi diğer bir şeyhtenmîş gibi görünür. Bu Allah’ın bir hikmetidir. Sen amellerinde samimi ol! diyerek ogrencisine güzel bir ders verdi.

6- Hacı Memiş Efendi’nin blr müridi tasavvufi eğitimini tamamlamadan memleketine gitmek istedi. Hacı Memiş Efendi ona, “Gitme! Eğitiminı tamamla! dedi. Buna rağmen o kişi memleketine gitti. Sonra çok ağır bir hastalığa tutuldu.Hasta ve ümidsiz bir halde yatarken, bir gece rüyasında Hacı Memiş Efendi’nin yanında olduğunu gördü. Hacı Memiş Efendi elinde bir kazma ile karnındaki hastalığa sebeb olan şeyin üzerine birkaç defa vurup oradan bir şey çıkardı. Öğrencisi uyandığında hiçbir hastalığının kalmadığını görünce Allah’a hamd ederek tekrar hocasının yanına döndü.

7- Hacı Memiş Efendi yetenekli öğrencilerine ilgi alaka gösterirdi. Böyle bir öğrencisine; “Sen denizin ötesine bile gitsen benim elimden kurtulamazsın” buyurdu. Bir süre sonra, o öğrenci ilim tahsili için Mısır’a gitti. Bir gün dersini anlamadığı için üzüntülü olarak uyuyakaldı. Gece rüyasında dersi tamamiyle öğrenmişti. Senelerden sonra Hacı Memiş Efendi’yi ziyarete geldiğinde Hacı Memiş Efendi ona tebessüm ederek; “Sana ben denizin ötesinde bile olsan elimden kurtulamazsın demedim mi?” diye buyurdu. Bu sözlerinden sonra o mürid o
geceleyin öğrenmiş olduğu dersin Hazretin öğrettiğine dair kerametlerini hissettiğini sonradan anlatmıştır.

8- Hacı Memiş Efendi’nin türbesine bitişik olan camı, zaman içinde harap olup, ihtiyacı karşılamayınca yıkıarak yerine biraz daha geniş olarak yeniden yapılmıştı. Cami inşaatl devam ederken Beyşehirli bir kimse gelip kapı ve pencereleri
kendisinin yaptıracağını bildirmiş. Beklemedikleri bu yardım karşısında: “Rüyanda babanı mı gördün?” diye takıldıkları o kişi şunları söylemiş:
” Ben 6 yaşıma kadar felçli idim ve yürüyemiyordum. Annemle babam beni alarak Hacı Memiş Efendi’nin türbesi gelip, sandukanın yanına yatırdılar. Kendileri de namaza durunca sandukadan bir el uzanarak beni ayağa kaldırdı “Ben de
yürüyerek aşağıya inmeye başlayınca, namazlannı bozarak arkamdan yetişen annemle babama durumu anlattım. Bu yüzden merhuma minnet borcum vardı, onu ödemek istedim” dedi.

9- Şeyh Mustafa Efendi, Hacı Memiş Efendi ‘nin halifelerindendi. Hacı Memiş Efendi ‘nin vefatından sonra kabirlerini tamir hususunda çok gayret sarf eder. Tamir esnasinda kabir, ayak tarafından açılır. Mustafa Efendi elini açılan yerden kabre sokunca mübarek ayaklarının vefatı uzun seneler geçmesine rağmen hala sıcak, soğumamış olduğunu görür. Kabirde yatan Efendimiz Hazretleri; “Daha sıcak değil mi?” diye buyurmuşlar. Bu sözleri işiten halife hazretleri bağırarak düşüp bayılmıştır. Bu halde bir müddet yatmışlardır.

10- Bir adam Hacı Memiş Efendi için; Ben bir yemek hazırladım. Eğer kamil (haluk, gerçek) bir veli, evliya ise bu hazırladığım ve meşru olmayan” yemeği yemez dedi ve Hacı Memiş Efendiyi evine yemeğe davet etti. Hacı Memiş Efendi müritlerinden birini alarak davete icabet etti. Eve vardılar yemeği yemek için,sofraya oturarlar;
Mürit oruçlu olduğu için başka bir odaya gitti. Ev sahlibi Memiş Efendiye; ”Efendim müridinizde sofraya çağırsanız” dedi. Hacı Memiş Efendi adamın niyetini anladığından; ” O bir şahindir. Değme leşe kanmaz!” buyurdu. Adam bu sözden bir şey anlamadı. Bu sefer müridin yanına gidip, ” Hacı Efendi seni sofraya bekliyor” dedi.
Mürid’de; “Efendimiz Hacı Memiş Efendi koskoca bir okyanustur. Herhangi bir leş onu asla bulandıramaz” dedi. Bu sözlerden sonra yaptığı işten utanan adam yaptıklarından dolayı tövbe istiğfar edip Hacı Memiş Efendinin samimi talebelerinden oldu.

11- Devlet tarafından Konya yöresine gönderilen ve büyük alimlerden olan bir müfettiş Bozkır’a gelir. Burada Halidiye tarikatına ve Hacı MemişEfendiye intisap edenlere zulüm ve işkence edermiş. Bu müfettiş sonunda Hacı Memiş Efendi’yle de karşılaşmış. Hacı Memiş Efendi’ye; ” Allah, Kur’anı Kerim (Zümer suresi 54. Ayetinde) “Rabbinize inabe edin(bağla-nın)”buyuruluyor. Inabe şeyh olmaz, Hakka olur ”der.
Hacı Memiş Efendi; Sen alim birisin, ayette geçen “Rabbinize” (ila rabbiküm) kelimesinde geçen “ila” niçin? Konulmuştur diye sorar.
Müfettiş; “ila” kelimesi Arap dili kurallarina göre bir şeyi sonlandırmak için kullanılır deyince Hacı Memiş Efendi: “Efendi Allah hakkında bir son olur mu? Başlangıcı yok ki sonu olsun. Hakkın varlığına başlangıç ve son düşünmek caiz değildir. Böyle bir şey asla mümkün de değildir. Fakat Allah yolunda fani olan ve Hakka ulaşan Şeyhe bağlanmak Hakka bağlanmaktır” buyurur. Bu cevaptan sonra alim olan bu müfettiş yanlış düşüncelerden vazgeçer ve Hacı Memiş Efendinin iyi bir öğrencisi olur.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
www.memisefendi.net
[/toggle]