Hz. Muhammed (s.a.v.)

Medine – Mescid-i Nebevi

Peygamber efendimiz, Peygamberlerin en üstünü ve sonuncusudur. Allahü teâlânın yarattığı varlıkların en şereflisi Muhammed aleyhisselâmdır. Her şey O’nun hürmetine yaratıldı. O, Allahü teâlânın resûlü, son peygamberidir. Allahü teâlâ bütün peygamberlerine ismiyle hitâb ettiği hâlde, O’na “Habîbim” (sevgilim) diyerek hitâb etmiştir. Nitekim Allahü teâlâ bir hadîs-i kudsîde: “Sen olmasaydın, hiçbir şeyi yaratmazdım!” buyurdu. Bütün mahlûkâtı O’nun şerefine yaratmıştır. Allahü teâlâ kullarına râzı olduğu ve beğendiği yolu göstermek için çeşitli kavimlere zaman zaman peygamberler göndermiştir. Muhammed aleyhisselâmı ise son Peygamber olarak bütün insanlara ve cinlere gönderdi. Bunun için Peygamberimize “Hâtem-ün-nebiyyîn” ve “Hâtem-ül-Enbiyâ” denilmiştir.

Her peygamber, kendi zamânında, kendi mekânında, kendi kavminin hepsinden her bakımdan üstündür. Muhammed aleyhisselâm ise, her zamanda, her memlekette, yâni dünyâ yaratıldığı günden kıyâmet kopuncaya kadar, gelmiş ve gelecek bütün varlıkların, her bakımdan en üstünüdür. Hiçbir kimse hiçbir bakımdan O’nun üstünde değildir. Allahü teâlâ her şeyden önce Muhammed aleyhisselâmın nûrunu yarattı. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah bin Câbir radıyallahü anh; “Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ her şeyden evvel neyi yaratmıştır, bana söyler misin?” deyince, Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Her şeyden evvel senin peygamberinin yâni benim nûrumu kendi nûrundan yarattı. O zaman ne Levh, ne Kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne melek, ne semâ’ (gökyüzü), ne arz (yeryüzü), ne güneş, ne ay, ne insan, ne de cin vardı.” Âdem aleyhisselâm yaratılınca Arş-ı a’lâda nûr ile yazılmış “Ahmed” ismini gördü. “Yâ Rabbi! Bu nûr nedir?” diye sorunca Allahü teâlâ; “Bu, ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed olan senin zürriyetinden bir peygamberin nûrûdur. Eğer O olmasaydı, seni yaratmazdım.” buyurdu. Âdem aleyhisselâm yaratılınca alnına Muhammed aleyhisselâmın nûru kondu ve o nûr onun alnında parlamaya başladı. Âdem aleyhisselâmdan îtibâren babadan oğula intikal ederek asıl sâhibi Muhammed aleyhisselâma ulaştı.

Muhammed aleyhisselâm hicretten 53 sene evvel Rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi gecesi, sabaha karşı, Mekke’de doğdu. Târihçiler, bu günün Mîlâdi takvime göre, 20 Nisan 571 tarihine rastladığını söylüyor. Doğmadan birkaç ay önce babası, altı yaşındayken de annesi vefât etti. Bu sebepten Peygamber efendimize Dürr-i Yetîm (yetimlerin incisi) lâkâbı da verilmiştir. Sekiz yaşına kadar dedesi Abdülmuttalib’in yanında kaldı. Dedesi de vefât edince, amcası Ebû Tâlib O’nu yanına aldı. Yirmi beş yaşındayken Hadîcet-ül Kübrâ ile evlendi. Bu hanımından doğan ilk oğlunun adı Kâsım idi. Bundan dolayı Peygamberimize Ebü’l-Kâsım yâni Kâsım’ın babası da denildi. Araplarda böyle künye ile anılmak âdetti. Kırk yaşında, bütün insanlara ve cinne peygamber olduğu Allahü teâlâ tarafından bildirildi. Üç sene sonra herkesi îmâna çağırmağa başladı. Elli iki yaşında mîrac vukû buldu. 622 yılında 53 yaşında olduğu hâlde, Mekke’den Medîne’ye hicret etti. Yirmi yedi defâ muhârebe yaptı. 632 (H. 11) senesinde rebîülevvel ayının on ikinci pazartesi günü öğleden evvel 63 yaşında vefât etti.
[toggle title=”Mübarek Soyu” load=”hide”] Muhammed aleyhisselâmın nûru, Âdem aleyhisselâmdan itibâren temiz babalardan ve temiz analardan geçerek gelmiştir. Kur’ân-ı kerîmde Şu’ârâ sûresi 219. âyetinde meâlen; “Sen, yâni senin nûrun, hep secde edenlerden dolaştırılıp, sana ulaşmıştır.” buyrulmaktadır. Nitekim Peygamber efendimiz hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ insanları yarattı. Beni insanların en iyi kısmından vücûda getirdi. Sonra, bu kısımlarından en iyisini (Arabistan’da) seçti. Beni bunlardan vücûda getirdi. Sonra evlerden, âilelerden en iyisini seçip, beni bunlardan meydana getirdi. O hâlde, benim rûhum ve cesedim mahlûkların en iyisidir. Benim silsilem, ecdâdım en iyi insanlardır.” buyurmuşlardır.

Yaratılan ilk insan olan Âdem aleyhisselâm, Muhammed aleyhisselâmın zerresini taşıdığı için alnında O’nun nûru parlıyordu. Bu zerre hazret-i Havvâ’ya, ondan Şît aleyhisselâma ve böylece, temiz erkeklerden temiz kadınlara ve temiz kadınlardan temiz erkeklere geçti. Muhammed aleyhisselâmın nûru da, zerre ile birlikte alınlardan alınlara geçti. Melekler ne zaman Âdem aleyhisselâmın yüzüne baksalar, alnında Muhammed aleyhisselâmın nûrunu görürler ve ona salevât okurlardı. Yâni; “Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammed.” derlerdi. Âdem aleyhisselâm vefât edeceği zaman oğlu Şît aleyhisselâma dedi ki: “Yavrum! Bu alnında parlayan nûr, son peygamber Muhammed aleyhisselâmın nûrudur. Bu nûru, mü’min, temiz ve afif hanımlara teslim et ve oğluna da böyle vasiyet et! Muhammed aleyhisselâma gelinceye kadar, bütün babalar, oğullarına böyle vasiyet etti. Hepsi bu vasiyeti yerine getirip, en asîl, en kibâr kız ile evlendi. Nûr, temiz alınlardan, temiz kadınlardan geçerek sâhibine ulaştı. Resûlullah’ın sallallahü aleyhi ve sellem dedelerinden birinin iki oğlu olsa, yahut bir kabîle iki kola ayrılsa Muhammed aleyhisselâmın soyu, en şerefli ve hayırlı olan tarafta bulunurdu. Her asırda onun dedesi olan zât, yüzündeki nûrdan belli olurdu. O’nun nûrunu taşıyan seçilmiş bir soy vardı ki, her asırda bu soydan olan zâtın yüzü pek güzel ve nûrlu olurdu. Bu nûr ile kardeşleri arasında belli olur, içinde bulunduğu kabîle başka kabîlelerden daha üstün, daha şerefli olurdu. Âdem aleyhisselâmdan beri evlâttan evlâda geçerek gelen bu nûr İbrâhim’e ondan da oğlu İsmâil’e aleyhimüsselâm geçmiştir. Onun da alnında sabâh yıldızı gibi parlayan nûr, evlâdlarından Adnan’a, ondan Me’ad ondan Nizâr’a intikal etmiştir. Nizâr doğunca babası Me’ad, oğlunun alnındaki nûru görüp sevinmiş, büyük ziyâfet vermiştir. “Böyle oğul için, bu kadar ziyâfet az bir şey.” dediği için de oğlunun adı Nizâr (az bir şey) kalmıştır. Bundan sonra da nûr sıra ile intikal ederek asıl sâhibi olan sevgili Peygamberimize ulaşmıştır.

Sevgili Peygamberimiz; “Ben, Abdullah, Abdülmuttalib, Hâşim, Abdü Menaf, Kuseyy, Kilâb, Mürre, Ka’b, Lüveyy, Gâlib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Mudrike, İlyâs, Mudar, Nizâr, Me’ad, Adnân oğlu Muhammed’im. Mensup olduğum topluluk, ne zaman ikiye ayrılmış ise, Allah beni muhakkak onların en hayırlı olan tarafında bulundurmuştur. Ben, câhiliyyet ahlâksızlıklarından hiçbir şey bulaşmaksızın, ana ve babamdan meydana geldim. Ben, Âdem’den babama ve anneme gelinceye kadar, hep nikâhlı anne babadan geldim. Ben ana ve baba îtibâriyle en hayırlınızım.” Başka bir hadîs-i şerîfte de; “Allahü teâlâ, İbrâhim oğullarından İsmâil’i seçti. İsmâil oğullarından Kinâne oğullarını seçti. Kinâne oğullarından Kureyş’i seçti. Kureyş’ten Hâşim oğullarını seçti. Hâşim oğullarından Abdülmuttalib oğullarını seçti. Abdülmuttalib oğullarından da beni seçti.” buyurdu.

Peygamberimiz Kureyş kabîlesinin Hâşim oğulları kolundandır. Babası Abdullah’dır. Abdullah’ın babası Abdülmuttalib, annesi de Fâtımâ binti Amr’dır. Dedesi Abdülmuttalib, Mekke’nin hâkimi ve Arapların şeref îtibâriyle en üstün kabilesi olan Kureyş kabîlesine mensuptu. Abdülmuttalib’in alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parladığından Kureyş kavmi onunla bereketlenirdi. Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib, oğulları arasında en çok Abdullah’ı severdi. Çünkü onun alnında Muhammed aleyhisselâmın nûru parlıyordu. Abdullah’ın güzelliği Mısır’a kadar şöhret bulmuştu. Alnındaki nûr yüzünden iki yüze yakın kız, onunla evlenmek arzusu ile Mekke’ye gelmişti. Abdülmuttalib ise, O’nu her yönüyle O’na denk olan bir kız ile evlendirmek istiyordu. Bunun için Benî Zühre kabîlesinin büyüğü Vehb bin Abd-i Menâf’ın kızı Âmine’yi oğlu Abdullah’a istedi. Vehb’in kızı Âmine; güzellik, ahlâk ve neseb îtibâriyle Kureyş kızlarının en üstünü idi. Ayrıca soy bakımından Abdullah ile birkaç batın yukarıda birleşmekte idi. Abdülmuttalib, Vehb’in kızını oğlu Abdullah’a isteyince Vehb şöyle dedi: “Ey amcam oğlu, biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine’nin annesi bir rüyâ gördü. Anlattığına göre evimize bir nûr girmiş, aydınlığı yeri ve gökleri tutmuş. Ben de bu gece rüyâmda dedemiz İbrahim’i gördüm. Bana; “Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’la kızın Âmine’nin nikâhlarını ben kıydım. Onu sen de kabûl et.” dedi. Bugün sabahtan beri bu rüyânın tesiri altındayım. Acaba ne zaman gelecekler, diye merak ediyordum.” Bu sözleri duyan Abdülmuttalib sevincinden“Allahü Ekber! Allahü Ekber!” diyerek tekbir getirdi. Nihâyet oğlu Abdullah’ı Vehb’in kızı Âmine ile evlendirdi. Bu konuda başka rivâyetler de vardır.

Abdullah, Âmine ile evlenince alnında parlayan nûr, hanımına intikal etti. Abdullah’ın evlendiği geceye Türkiye’de ve birçok İslâm memleketlerinde bir asırdan beri Regâib kandili ismi verilmekte ise de bu yanlıştır. Regâib gecesi, Receb ayının ilk cumâ gecesidir. Muhammed aleyhisselâmın nûru ise hazret-i Âmine’ye Cemâzilahir ayında intikal etmiştir. Câhiliyye devrinde Arapların harbi haram saydıkları aylarda harp etmek istedikleri zaman ayların ismini ve sırasını değiştirmeleri yâni Cemâzilahir ayına o sene Recep demeleri sebebiyle halk içinde bu yanlışlık yayılmıştır. Gerçekte bunun dînen ve ilmen bir kıymeti yoktur. O halde Nübüvvet yâni peygamberlik nûrunun Âmine vâlidemize intikali, şimdiki Cemâzilahir ayındadır, Regâib gecesinde değildir. Âmine’nin Muhammed aleyhisselâma hâmile olduğu sırada Kureyş kabilesinde büyük bir darlık, kıtlık ve pahalılık olmuştu. Kureyş çok sıkıntı içinde idi. Muhammed aleyhisselâmın ana rahmine düşmesiyle birlikte, O’nun hürmetine Allahü teâlâ Kureyş kabîlesinin bağ ve bahçelerine, mahsûllerine öyle bereket verdi ki, hepsi zengin oldular. Araplar o seneye “Senet-ül feth ve’l ibtihac” yâni sevinç ve bolluk yılı dediler. Âmine Hâtun Sevgili Peygamberimize hâmile iken kocası Abdullah ticâret için Şam’a gitmişti. Dönüşünde hastalanıp Medîne’ye geldiği sırada dayılarının yanında vefât etti. Bu haber Mekke’de duyulunca çok büyük bir üzüntüye sebep oldu. Eshâb-ı kirâmdan Abdullah ibni Abbas radıyallahü anh şöyle bildirmiştir: “Peygamberimizin babası Abdullah, oğlu doğmadan önce vefât edince melekler; “Ey Rabbimiz, Resûlün yetim kaldı.” dediler. Allahü teâlâ da; “O’nun koruyucusu ve yardımcısı benim.” buyurdu.”

Âmine Hâtun şöyle anlatmıştır: “Ben altı aylık hâmile iken, bir gece rüyâmda karşıma bir zât çıkıp dedi ki: “Ey Âmine, bilmiş ol ki, sen âlemlerin en hayırlısı olan kimseye hâmile oldun. Doğurunca ismini Muhammed koy ve hâlini hiç kimseye açmayıp, gizli tut!” Başka bir rivâyette de; “İsmini Ahmed koy.” şeklinde bildirilmiştir.

Muhammed aleyhisselâmın doğmasına iki ay kadar zaman varken Fil vak’ası meydana geldi. İnsanların her taraftan akın akın gelip Kâbe’yi ziyâret etmesine engel olmak isteyen Yemen vâlisi Ebrehe, Bizans İmparatorunun da yardımıylaSan’a’da büyük bir kilise yaptırdı ve insanların burayı ziyâret etmelerini istedi. Araplar ise eskiden beri Kâbe’yi ziyâret etmekte olup, Ebrehe’nin yaptırdığı kiliseye hiç îtibar etmediler. Hattâ hakâret gözüyle baktılar. İçlerinden biri kiliseyi kirletti. Bu hâdiseye kızan Ebrehe, Kâbe’yi yıkmaya karar verdi ve bu maksatla bir ordu hazırlayıp Mekke üzerine yürüdü. Ebrehe’nin ordusunda önde yürütülen, zaferin kazanılmasında en büyük payı alacağı tahmin edilen Mahmud adında bir fil vardı. Ebrehe Kâbe’ye saldırmaya başlayınca bu fil yere çöktü ve Kâbe yönünde yürümedi. Yönü Yemen’e çevrilince koşarak geri dönüyordu. Böylece Mekke’ye yaklaşıp hücum etmek istediği halde hücum edemeyen Ebrehe ve ordusu üzerine Allahü teâlâ ebâbil (dağ kırlangıcı) denilen kuşlardan bir sürü gönderdi. Ebâbil kuşlarının herbiri, biri ağzında ikisi de ayaklarında olmak üzere, nohut veya mercimek büyüklüğünde üçer taş taşıyorlardı. Bu taşları Ebrehe’nin ordusu üzerine bıraktılar. Taş isâbet eden her asker, ânında yere düşüp öldü. Ebrehe kaçmak istedi. Taşlardan ona da isâbet edip, kaçtıkça etleri parça parça dökülerek öldü. Bu husus Kur’ân-ı kerîm’de Fil sûresinde bildirilmektedir. Böylece Kureyş kabîlesi doğmak üzere olan Muhammed aleyhisselâmın hürmetine büyük bir düşmanın şerrinden kurtuldu. Muhammed aleyhisselâmın geleceği Âdem aleyhisselâmdan îtibâren her peygambere ve ümmetlerine müjdelene gelmiş, doğması yaklaşınca da birçok haber ve müjdeler verilip alâmetler ortaya çıkmış, çeşitli hadiseler meydana gelmiştir.
[/toggle] [toggle title=”Efendimizin Doğumu ve İsimleri ” load=”hide”] Muhammed aleyhisselâm Hicret’ten 53 sene evvel Rebîulevvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha karşı Mekke’nin Haşimoğulları mahallesinde, Safâ Tepesi yakınında bir evde doğdu. Bu gün, Mîlâdî takvime göre 20 Nisan 571 tarihine rastlamaktadır. O gün henüz güneş doğmadan âlem nûr ile doldu. Âdem aleyhisselâmdan beri babadan evlâda intikal edegelen nûr asıl sâhibine ulaştı.

O’nun doğumunu annesi hazret-i Âmine şöyle anlatıyor: “Doğum ânı geldiğinde heybetli bir ses işittim. Ürpermeye başladım. Sonra beyaz bir kuş gördüm, gelip kanadı ile beni sığadı. O andan sonra bendeki korku ve ürpertiden eser kalmadı. Yanımda süt gibi beyaz bir kâse şerbet gördüm. O şerbeti bana verdiler. O anda çok susamış idim. Verilen şerbeti içtim. Baldan tatlı ve soğuk idi. İçer içmez susuzluğum gitti. Sonra büyük bir nûr gördüm, Evim o kadar nûrlandı ki, o nûrdan başka bir şey görmüyordum. O sırada çok hâtun gördüm. Boyları uzun, yüzleri güneş gibi parlıyordu. Etrafımı sarıp, bana hizmet eden bu hâtunlar, Abdü Menâf kabîlesinin kızlarına benzerlerdi. Yine o sırada beyaz, uzun ve gökten yere uzanmış ipek bir kumaş gördüm. Dediler ki: O’nu insanların gözünden örtün. O anda bir grup kuş peydâ oldu. Ağızları zümrütten, kanatları yâkuttandı. Gümüş ibrikler tutarak havada duruyorlardı. Bana korku gelip terlemiştim, ter damlalarından misk kokusu yayılıyordu. O halde iken gözümden perdeyi kaldırdılar. Doğudan batıya kadar bütün yeryüzünü gördüm. Üç alem (bayrak) dikildi. Onların biri meşrik (doğu), biri mağrip (batı) biri de Kâbe’nin üstünde idi. Etrafımda çok sayıda melekler toplandı. Muhammed doğar doğmaz, mübârek başını secdeye koydu ve şehâdet parmağını kaldırdı. O anda gökten bir parça beyaz bulut indi. O’nu kapladı. Bir ses işittim; “Onu mağripden meşrıka kadar her yerde gezdirin. Tâ ki cümle âlem onu, ismiyle, cismiyle ve sıfatıyla görsünler.” diyordu. Sonra o bulut gözden kayboldu ve Muhammed’i bir beyaz yünlü kumaş içinde sarılı gördüm. Yine o sırada yüzleri güneş gibi parlayan üç kişi gördüm. Birinin elinde gümüşten bir ibrik, birinin elinde zümrütten bir leğen, birinin elinde de bir ipek vardı. İbrikten sanki misk damlıyordu. Muhammed’i o leğenin içine koydular. Mübarek başını ve ayağını yıkadılar ve ipeğe sardılar. Sonra mübârek başına güzel koku sürüp, mübârek gözlerine sürme çektiler ve gözden kayboldular.”

Muhammed aleyhisselâmın doğduğu sırada hazret-i Âmine’nin yanında Abdurrahman bin Avf’ın annesi Şifâ Hâtun, Osman bin Ebü’l-Âs’ın annesi Fâtımâ Hâtun ve Peygamberimizin halası Safiyye Hâtun vardı. Bunlar da gördükleri nûru ve diğer hâdiseleri haber verdiler. Şifâ Hâtun şöyle anlatıyor: “Ben, o gece Âmine’nin yanında idim. Muhammed aleyhisselâmın doğar doğmaz duâ ve niyâz ettiğini işittim. Gâibden; “Yerhamüke Rabbüke” diye söylendi. Sonra bir nûr çıkıp o kadar ışık verdi ki, doğudan batıya kadar her yer göründü…” Bundan başka birçok hâdiseye şâhit olan Şifâ Hâtun; “Ne zaman ki, O’na peygamberlik verildi; hiç tereddüt etmeden ilk îmân edenlerden biri de ben oldum.” dedi.

Safiyye Hâtun da şöyle anlatmıştır: “Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada her tarafı bir nûr kapladı. Doğar doğmaz secde etti, mübârek başını kaldırıp açık bir dille “Lâ ilâhe illallah, innî resûlullah” dedi. O’nu yıkamak istediğimde, biz O’nu yıkanmış olarak gönderdik.” denildi. O sünnet olmuş ve göbeği kesilmiş görüldü. O’nu kundağa sarmak istediğimde sırtında bir mühür gördüm, mühürün üzerinde (Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah) yazılı idi. Doğar doğmaz secde ettiği sırada hafif sesle bir şeyler söylüyordu, kulağımı mübârek ağzına yaklaştırdım; “Ümmetî, Ümmetî” (Ümmetim, ümmetim) diyordu…”

Resûl-i ekrem efendimizin doğduğunu dedesi Abdülmuttalib’e Kâbe’de Allah’a yalvarıp duâ etmekteyken müjdelediler. Abdülmuttalib bu müjdeyi alınca çok sevinip O’nu görmeye giti ve; “Bu oğlumun şânı, şerefi çok yüce olacaktır” dedi. Sonra da O’nun doğumunu kutlamak için doğumun yedinci gününde Mekke halkına üç gün ziyâfet verdi. Ayrıca şehrin her mahallesinde develer keserek insan ve hayvanların istifâde etmesi için bıraktı. Ziyâfet sırasında çocuğa hangi ismi koydun diyenlere Muhammed ismini verdim dedi. Neden atalarından birinin ismini vermedin diyenlere; “Allah’ın ve insanların O’nu medh etmelerini, övmelerini istediğim için.” cevabını verdi. Annesi de Ahmed ismini koydu.

Muhammed aleyhisselâm doğduğu sırada ve doğduktan sonra pekçok hâdise meydana geldi.

Muhammed aleyhisselâmın dünyâya geldiği gece bir yıldız doğdu. Bunu gören Yahûdî bilginleri Muhammed aleyhisselâmın doğduğunu anladılar. Eshâb-ı kirâmdan Hassân bin Sâbit anlatır: “Ben sekiz yaşında idim. Bir sabah vakti Yahûdînin biri, hey Yahûdîler! diye çığlık atarak koşuyordu. Yahûdîler ne var, ne yırtınıyorsun diyerek yanına toplanınca şöyle söyledi: “Haberiniz olsun Ahmed’in yıldızı bu gece doğdu! Ahmed bu gece dünyâya geldi…”

Muhammed aleyhisselâm doğduğu gece Kâbe’deki putlar yüz üstü yere yıkıldı. Urvetübni Zübeyr rivâyet eder: “Kureyşten bir cemaatin bir putu vardı. Yılda bir defâ onu tavâf ederler, develer kesip şarap içerlerdi. Yine öyle bir günde putun yanına vardıklarında onu yüzüstü yere yıkılmış buldular. Kaldırdılar, yine kapandı. Bu hal üç defâ tekrarlandı. Bunun üzerine etrâfına iyice destek verip diktikleri sırada şöyle bir ses işitildi: “Bir kimse doğdu yer yüzünde her yer harekete geldi. Ne kadar put varsa hepsi yıkıldı. Kralların korkudan kalbleri titredi.” Bu hâdise tam Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceye rastlıyordu.

Medâyin şehrindeki İran Kisrâsının sarayının on dört kulesi (burcu) yıkıldı. O gece gürültüyle ve dehşetle uyanan Kisrâ ve halkı yine kendilerinden bâzı ileri gelenlerin gördükleri korkunç rüyaları tâbir ettirdiklerinde bunun büyük bir şeye alâmet olduğunu anladılar.

Yine o gece Mecûsîlerin yâni ateşe tapanların bin yıldan beri yanmakta olan kocaman ateş yığınları âniden söndü. Ateşin söndüğü târihi not ettiler. Kisrânın sarayından burçların yıkıldığı geceye isâbet ediyordu.

O zaman insanların mukaddes saydıkları Sâve Gölü de yine o gece bir anda suyu çekilip, kuruyuverdi.

Şam tarafında bin yıldan beri suyu akmayan ve kurumuş olan Semave Nehrinin vâdisi de, o gece, su ile dolup taşarak akmaya başladı.

Muhammed aleyhisselâmın doğduğu geceden îtibâren şeytan artık Kureyş kâhinlerine vukû bulacak hâdiselerden haber veremez oldu. Kehânet sona erdi…

Muhammed aleyhisselâmın doğduğu gece ve daha sonra o zamâna kadar görülmemiş bu hâdiselerden başka pekçok hâdise vukû buldu, bunların hepsi son Peygamber Muhammed aleyhisselâmın dünyâyı teşrif ettiğine işâret olmuştur.

Peygamber efendimizin en çok söylenilen ismi “Muhammed”dir. Bu isim, Kur’ân-ı kerîm’de Âl-i İmrân sûresi 144. âyette, Ahzab sûresi 40. âyette, Fetih sûresi 29. âyette ve Muhammed sûresi 22. âyetinde olmak üzere dört defâ geçmektedir. Saf sûresi 6. âyetinde ise Îsâ aleyhisselâmın ümmetine Ahmed ismiyle haber verdiği bildirilmektedir. Kur’ân-ı kerîm’de Muhammed ve Ahmed isminden başka, Resûl, Nebî, Şâhid, Beşîr, Nezîr, Mübeşşir, Münzîr, Dâ’i-i ilallah, Sirâcen Münîr, Raûf, Rahîm, Musaddık, Müzekkir, Müdessir, Abdullah, Kerîm, Hak, Mübîn, Nûr, Hâtemün-Nebiyyîn, Rahmet, Ni’met, Hâdi, Tâhâ, Yâsîn… diye anılmıştır. Bundan başka yine bâzıları Kur’ân-ı kerîm’de ve bâzıları da hadîs-i şerîflerde bir kısmı da daha önceki peygamberlere gönderilen mukaddes kitaplarda geçmiştir. Daha önceki peygamberlere indirilen kitaplarda geçen isimlerin çoğu, sıfat olup, mecâzen isim sayılan kelimelerdendir. Bunlardan bâzıları da şöyledir. Dahûk, Hamyata, Ahid, Paraklit, Mazmaz, Müşaffah, Münhamennâ, Muhtar, Rûhûl-Hak, Mukimüssünneh, Mukaddes, Hırz-ul-Ümmiyyîn, Mâlum… Peygamberimizin ismi İncîl’de “Ahmed” (Paraklit), Tevrât’ta ise “Münhamenna” olarak geçmiş olup, Süryanicede Muhammed ismi karşılığıdır. İncîl’de Peygamberimizin geleceği müjdelenip Paraklit kelimesiyle de ifâde edilmiştir ki, Ahmed ve Muhammed mânâsınadır. İncîl tahrif edilince bu kelimeler kasten değiştirilmiştir.

Peygamberimizin hadîs-i şerîflerinde ise Mâhi, Hâşir, Âkıb, Mükaffi, Nebüyyür-rahme, Nebiyyüt-Tevbe, Nebüyy-ü Melâhim, Kattâl, Mütevekkil, Fâtih, Hâtem, Mustafa, Ümmî, Kusem (her hayrı kendinde toplayan) isimleri geçmektedir. Bir hadîs-i şerîfte Sevgili Peygamberimiz; “Bana mahsus beş isim vardır: “Ben Muhammed’im. Ben Ahmed’im, ben Mâhi’yim ki, Allah benimle küfrü yok eder. Ben, Hâşir’im ki halk, kıyâmet günü benim izimce haşrolunacaktır. Ben, Âkıb’ım ki benden sonra peygamber yoktur.” buyurdu.

Peygamberimizin hazret-i Hadîce’den doğan ve küçük yaşta vefât eden oğlu Kâsım’dan dolayı kendisine Ebü’l-Kâsım künyesi verilmiştir. Yine peygamberliği bildirilmeden önce O’ndaki doğruluk, îtimâd, emîn, güvenilir olması gibi sayılamayacak kadar üstün meziyetlerden dolayı Kureyş kabîlesi ona “El-Emîn” ismini vermiştir.
[/toggle] [toggle title=”Efendimizin Çocukluğu” load=”hide”] Sevgili Peygamberimiz doğduktan sonra dokuz gün kadar annesi Âmine Hâtun tarafından emzirildi. Sonra Ebû Leheb’in câriyesi Süveybe Hâtun onu günlerce emzirdi. O zaman Mekke halkının çocuklarını bir süt annesine vermeleri âdetti.

Mekke’nin havası çok sıcak olduğundan, çocukları havası iyi, suyu tatlı olan civar yerlerdeki yaylalara gönderirler, çocuklar bir müddet oralarda, verildikleri süt annelerinin yanında kalırlardı. Her sene bu maksatla Mekke’ye birçok süt anaları gelir, birer çocuk alıp giderlerdi. Çocukları büyütüp teslim edince de çok ücret ve hediyeler alırlardı.

Peygamberimizin doğduğu sene de yaylalarda yaşayan Benî Sa’d kabilesinden bir çok süt anne Mekke’ye gelip herbiri emzirmek üzere birer çocuk almıştı. Benî Sa’d kabilesi Mekke civârındaki kabileler arasında şerefte, cömertlikte mertlik ve tevâzuda ve Arapçayı düzgün konuşmakta meşhur olduğundan Kureyş kabîlesinin ileri gelenleri çocuklarını, daha çok, bu kabîleye vermek isterlerdi. O sene Benî Sa’d kabîlesinin yurdunda şiddetli bir kuraklık ve kıtlık olduğundan ücretle çocuk emzirip sıkıntılarını gidermek üzere, her senekinden daha çok süt annesi Mekke’ye gelmişti. Bilhassa zengin âilelerin çocuklarını alıyorlardı. Gelen kadınların herbiri birer çocuk almışlardı. Peygamber efendimiz yetim olduğu için fazla ücret alamama düşüncesiyle, henüz O’na tâlib olan çıkmamıştı. Gelen kadınlar içinde iffeti, temizliği, hilmi (yumuşaklığı), hayâsı ve yüksek ahlâkıyla tanınmış Halîme Hâtun da vardı. Binek hayvanları zayıf olduğu için Mekke’ye ötekilerden geç gelmişti. Kocası ile Mekke’de dolaşarak zengin âilelerin çocuklarının alınmış olduğunu görmüşler, eli boş dönmemek için bir çocuk aramaya başlamışlardı. Nihâyet görünüşü ile hürmet celbeden, sîması çok sevimli bir zat ile karşılaştılar. Bu, Peygamberimizin dedesi Abdülmuttalib idi. Onunla torununu almak üzere anlaştılar. Abdülmuttalib, Halîme Hâtunu Âmine’nin evine götürdü. Halîme Hâtun şöyle anlatır: “Çocuğun baş ucuna vardığımda O’nu, yünden beyaz bir kundağa sarılı, yeşil ipekten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyur gördüm. Etrafa misk kokusu yayılıyordu. Hayret içinde kalıp bir anda O’na öylesine ısındım ki uyandırmaya kıyamadım. Elimi göğsüne koyduğumda uyandı ve bana bakıp öyle bir tebessüm etti ki, kendimden geçtim. Annesi, böylesine güzel ve mübârek çocuğu bana vermez korkusuyla derhal yüzünü örtüp kucağıma aldım. Sağ mememi verdim, emmeye başladı. Sol mememi verdim, emmedi. Abdülmuttalib bana dedi ki: “Sana müjdeler olsun ki, hanımlar içinde senin gibi nîmete kavuşan olmadı.” Âmine Hâtun da bana çocuğunu verdikten sonra şöyle dedi. “Ey Halîme, üç gün evvel bir nidâ işittim ki: “Senin oğluna süt verecek kadın Benî Sa’d kabîlesinden Ebû Züeyb soyundandır.” diyordu.” Ben de dedim ki; “Ben, Benî Sa’d kabîlesindenim ve babamın künyesi Ebû Züeyb’dir.”

Halîme Hâtun yine şöyle anlatmıştır: “Âmine Hâtun bana daha nice vakaları anlattı ve vasiyette bulundu. Ben de Mekke’ye gelmeden önce bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda bana; “Ey Halîme! Mekke’ye var, orada çok faydalanırsın. Sana bir nûr, arkadaş olur. Bu rüyâyı kimseye anlatma, gizle!” denildi. Mekke’ye gelirken de sağımdan solumdan sesler duyardım ve bana gâibden; “Sana müjdeler olsun ey Halîme, o parlak nûru emzirmek sana nasip olacak” diye seslenilirdi.” Halîme Hâtun şâhit olduğu daha nice hâdiseleri anlatmıştır.

Halime Hâtun der ki: “Muhammed’i alıp Âmine’nin evinden ayrıldım. Kocamın yanına gelince kocam O’nun yüzüne bakıp kendinden geçti: “Ey Halîme! Bugüne kadar böyle güzel yüz görmedim” dedi. O’nu yanımıza alır almaz kavuştuğumuz bereketleri görünce de; “Ey Halîme, bilmiş ol ki, sen çok mübârek bir çocuk almışsın.” dedi. Ben de; “Vallahi, ben de zâten böyle dilerdim” dedim.”

Halîme Hâtun, kocası ile birlikte Muhammed aleyhisselâmı alıp Mekke’den ayrıldıkları andan îtibâren O’nun bereketine kavuşmaya başladılar. Çelimsiz ve hızlı gidemeyen merkebleri öylesine hızlı yürüyordu ki, beraber geldikleri kâfile, onlardan önce yola çıkıp çok uzaklaşmış olmasına rağmen, onlara yetişip geçmişti. Benî Sa’d yurduna vardıktan sonra görülmemiş bir bolluğa ve berekete kavuştular. Sütü az olan hayvanları bol bol süt veriyordu. Bunu gören komşuları hayret edip, bunun emzirmek için aldıkları çocuk sebebiyle olduğunu açıkça anladılar.

Kuraklık sebebiyle çok sıkıntıya düştüklerinde yağmur duâsına giderken O’nu yanlarında götürüp duâ ederek O’nun hürmetine bol yağmura ve berekete kavuştular.

Sevgili Peygamberimiz süt annesi Halîme Hâtunun sağ memesini emer, sol memesini emmezdi. Onu da süt kardeşine bırakırdı. İki aylıkken emekledi. Üç aylık olunca ayakta durur, dört aylıkken duvara tutunarak yürürdü. Beş aylıkken yürüdü, altı aylıkken çabuk yürümeye başladı. Yedi aylıkken her tarafa gider oldu. Sekiz aylıkken anlaşılacak şekilde, dokuz aylıkken gâyet açık konuşmaya başladı. On aylıkken ok atmaya başladı. Halîme Hâtun şöyle anlatmıştır: “İlk konuşmaya başladığında, “Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber. Velhamdülillahi rabbil âlemîn.” dedi. O günden sonra “Bismillâh” demeden hiçbir şeye elini uzatmazdı. Sol eliyle bir şey yemezdi. Yürümeye başladığında çocukların oynadıkları yerden uzak dururdu ve onlara “Biz, bunun için yaratılmadık.” derdi. Her gün O’nu güneş ışığı gibi bir nûr kaplar ve yine açılırdı. İki yaşına girdiğinde gelişmiş, gösterişli bir çocuk olmuştu. Üzerinde beyaz bir bulut dâimâ birlikte hareket eder ve O’nu gölgelerdi. Bir gün Halîme Hâtun farkında olmadan süt kardeşi Şeymâ ile öğlenin yakıcı sıcağında kuzuların yanına gitmişti. Halîme Hâtun, onu yanında göremeyince hemen arayıp buldu. Şeymâ’ya, “Niçin sıcakta dışarı çıktınız?” dedi. Şeymâ; “Anneciğim! Kardeşimin başı üzerinde bir bulut O’nu dâimâ gölgeliyor.” dedi.

Yine bir gün süt kardeşi Abdullah ile evlerinin yakınında bulunan kuzuların arasına gitmişlerdi. Süt kardeşi koşarak eve gelip; “Beyaz elbiseli iki kişi, Kureyşli kardeşimi yere yatırıp karnını yardılar, ellerini karnına soktular!” dedi. Halîme Hâtun ile kocası Hâris, süratle koşup yanına geldiler. Baktılar ki rengi değişmiş, semâya bakıyor ve tebessüm ediyor.“Sana ne oldu yavrucuğum?” diye sorduklarında şöyle anlattı: “Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi kar dolu bir tas vardı. Beni tutup, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkardılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler ve kapatıp kayboldular.” dedi. Bu hâdiseye “Şakk-ı sadr” (göğsünün yarılması) denir. Bu, Kur’ân-ı kerîm’de İnşirah sûresi ilk âyetinde bildirilmektedir.

Muhammed aleyhisselâma peygamberlik verildikten sonra Eshâb-ı kirâmdan bâzıları; “Yâ Resûlallah, bize kendinizden bahseder misiniz?” deyince; “Ben ceddim İbrahim’in duâsıyım. Kardeşim Îsâ’nın müjdesiyim! Annemin ise rüyâsıyım. O bana hâmileyken Şam saraylarını aydınlatan bir nûrun kendisinden çıktığını görmüştü. Ben Sa’d bin Bekr oğulları yanında emzirilip büyütüldüm. Bir gün süt kardeşimle birlikte evimizin arkasında kuzuları otlatıyorduk. O sırada yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir altın tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar, kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan parçası çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizlediler.” buyurdu.

Halîme Hâtun, dört yaşından sonra O’nu Mekke’ye götürüp annesine verdi. Dedesi Abdülmuttalib, Halîme Hâtuna çok büyük hediyeler verip ihsânda bulundu. Halîme Hâtun O’nu Mekke’ye bırakınca; “Sanki canım ve gönlüm de O’nunla birlikte kaldı.” demiştir.

Muhammed aleyhisselâm altı yaşına kadar da annesinin yanında büyüdü. Altı yaşındayken annesi, Ümmü Eymen adındaki câriye (hizmetçi) ile birlikte akrabâlarını ve babası Abdullah’ın mezârını ziyâret için Medîne’ye gittiler. Medîne’de bir ay kaldılar. Bu sırada Muhammed aleyhisselâm Benî Neccar kuyusu denilen havuzda yüzmeyi öğrendi. Sırtındaki nübüvvet mührünü ve diğer bâzı alâmetlerini gören Yahûdî âlimlerinden bir kısmı; “Bu çocuk âhir zaman Peygamberi olacak!” demişlerdir. Onların bu sözlerini duyan Ümmü Eymen, durumu Âmine’ye haber verince Âmine Hâtun O’na bir zarar gelmesinden çekinerek, Mekke’ye dönmek üzere yola çıktı. Ebvâ denilen yere geldiklerinde hazret-i Âmine hastalandı. Hastalığı artıp sık sık kendinden geçiyordu. Başında duran oğlu Muhammed aleyhisselâma bakarak şu beyitleri söyledi:

Eskir yeni olan, ölür yaşayan,
Tükenir çok olan, var mı genç kalan.

Ben de öleceğim tek farkım şudur:
Seni ben doğurdum şerefim budur.

Geride bıraktım hayırlı evlad,
Gözümü kapadım, içim pek rahat.

Benim nâmım kalır dâim dillerde,
Senin sevgin yaşar hep gönüllerde.

Biraz sonra vefât etti. Orada defnedildi. Ümmü Eymen, Muhammed aleyhisselâmı Mekke’ye getirip dedesi Abdülmuttalib’in yanına bıraktı.

Muhammed aleyhisselâmın babası ve annesi İbrâhim aleyhisselâmın dîninde idi. Yâni mümin idiler. İslâm âlimleri; onların İbrâhim aleyhisselâmın dîninde olduklarını ve Muhammed aleyhisselâm peygamber olduktan sonra da O’nun ümmetinden olmaları için diriltilip, Kelime-i şehâdeti işittiklerini ve söylediklerini, böylece O’nun ümmetinden olduklarını bildirmişlerdir.

Muhammed aleyhisselâm sekiz yaşına kadar da dedesinin yanında büyüdü. Dedesi Abdülmuttalib Mekke’de sevilen ve çeşitli işleri idâre eden bir zât olup, heybetli, sabırlı, ahlâkı dürüst, mert ve cömertti. Fakirleri doyurur, hattâ aç, susuz kalan hayvanlara bile su ve yiyecek verirdi. Allah’a ve âhirete inanan, kötülüklerden sakınan, câhiliyye devrinin çirkin âdetlerinden uzak duran bir zâttı. Mekke’de zulme, haksızlığa engel olur, oraya gelen misâfirleri ağırlardı. Ramazan ayında Hira Dağında inzivâya çekilmeyi âdet edinmişti. Çocukları seven ve şefkat sahibi olan Abdülmuttalib, Muhammed aleyhisselâmı bağrına basıp gece gündüz yanından ayırmadı. O’na büyük bir sevgi ve şefkat gösterirdi. Kâbe’nin gölgesinde kendisine mahsus olan minderinde O’nunla beraber oturur, mâni olmak isteyenlere; “Bırakın oğlumu, O’nun şânı yücedir!” derdi. Sevgili Peygamberimizin dadısı Ümmü Eymen’e, O’na iyi bakmasını önemle tembih eder; “Oğluma iyi bak! Ehl-i kitab, benim oğlum hakkında, bu ümmetin peygamberi olacak, diyorlar.” derdi. Ümmü Eymen demiştir ki: “O’nun çocukluğunda açlıktan ve susuzluktan şikâyet ettiğini görmedim. Sabahleyin bir yudum zemzem içerdi. Kendisine yemek yedirmek istediğimizde; “İstemem, tokum.” derdi.“Abdülmuttalib uyurken ve odasında yalnızken, O’ndan başkasının yanına girmesine müsâade etmezdi. O’nu dâimâ öper, okşar, sözlerinden ve hareketlerinden son derece hoşlanırdı. Sofrada onu yanına alır, dizine oturtur; yemeğin en iyisini ve en lezzetlisini O’na yedirir ve O gelmeden sofraya oturmazdı. O’nun hakkında nice rüyâlar görüp birçok hâdiseye şâhit oldu. Bir defâsında, Mekke’de kuraklık ve kıtlık olmuştu. Abdülmuttalib, gördüğü bir rüyâ üzerine Muhammed aleyhisselâmın elinden tutup Ebû Kubeys Dağına çıktı ve; “Allah’ım, bu çocuk hakkı için, bizi bereketli bir yağmur ile sevindir.” diyerek duâ etti. Duâsı kabul olundu ve bol yağmur yağdı. O zamanki şâirler bu hâdiseyi şiirler yazarak dile getirmişlerdir.

Abdülmuttalib, bir gün Kâbe’nin yanında otururken, Necranlı bir râhip yanına gelip onunla konuşmaya başladı. Bir ara; “Biz İsmâiloğullarından en son gelecek olan peygamberin sıfatlarını kitaplarda bulduk. Burası (Mekke) O’nun doğum yeridir. Sıfatları şöyle, şöyledir!” diyerek birer birer saymağa başladığı sırada, Peygamberimiz yanlarına geldi. Necranlı râhip, O’nu dikkatle seyretmeye başladı, sonra da yaklaşıp gözlerine, sırtına, ayaklarına baktı ve heyecanla; “İşte, O budur. Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Abdülmuttalib; “Oğlumdur!” deyince, Necranlı râhip; “Kitaplarda okuduğumuza göre O’nun babasının sağ olmaması lazım!” dedi. Abdülmuttalib; “O, oğlumun oğludur. Babası daha O doğmadan, annesi hâmile iken ölmüştü” deyince, râhip; “Şimdi doğru söyledin.” dedi. Bunun üzerine Abdülmuttalib oğullarına; “Kardeşinizin oğlu hakkında söylenileni işitin de, O’nu iyi koruyun!” dedi.

Abdülmuttalib vefâtı yaklaşınca oğullarını toplayıp Sevgili Peygamberimize; “Yavrum, bu amcalarından hangisinin yanında kalmak istersin” diye sordu, Resûl-i ekrem efendimiz koşup amcası Ebû Tâlib’in kucağına oturdu. Onun yanında kalmak istediğini söyledi. Abdülmuttalib de O’nu oğlu Ebû Talib’e bıraktı ve O’na iyi bakmasını önemle vasiyet etti. Bundan sonra da vefât etti.

Peygamberimiz sekiz yaşından sonra amcası Ebû Tâlib’in yanında kalmaya başladı ve onun himâyesinde büyüdü. O zaman Mekke’de Ebû Tâlib de babası Abdülmuttalib gibi Kureyş’in ileri gelenlerinden, sevilen, saygı gösterilen ve sözü dinlenilen bir zât idi. O da Peygamberimize büyük bir sevgi ve şefkat gösterdi. O’nu kendi çocuklarından çok sever, yanına almadan uyuyamaz, bir yere gitmez ve; “Sen çok hayırlısın, çok mübâreksin!” derdi. O elini uzatmadan yemeğe başlamaz, önce O’nun başlamasını isterdi. Bâzan da ona ayrı sofra kurdururdu. Sabahları uyandığında yüzünden nur saçıldığını, saçlarının taranmış olduğunu görürlerdi. Ebû Tâlib’in fazla malı yoktu ve âilesi de kalabalıktı. Muhammed aleyhisselâmı himâyesine aldıktan sonra bolluğa ve berekete kavuştu. Mekke’de vukû bulan kuraklık sebebiyle halk sıkıntıya düştüklerinde Ebû Tâlib O’nu Kâbe’nin yanına götürüp duâ etti. O’nun bereketiyle bol yağmur yağdı. Kuraklıktan ve kıtlıktan kurtuldular.

Ebû Tâlib bir defâsında Şam’a ticâret için giderken Muhammed aleyhisselâmı da dokuz veya on iki yaşında bulunduğu sırada yanında götürdü. Ticâret kervanı uzun bir yolculuktan sonra Busra’da Hristiyanlara mahsus bir manastırın yakınında konakladı. Bu manastırda Bahîra adında bir râhip vardı. Önceden Yahûdî âlimlerindenken sonradan Hristiyan olan bu bilgili râhibin yanında elden ele geçerek saklanan bir kitap bulunmakta ve birçok şey ondan sorulmakta idi. Kureyş kervanı daha önceki yıllarda buradan defâlarca gelip geçmesine rağmen hiç ilgilenmeyen ve her sabah manastırın damına çıkıp kâfilelerin geldiği yöne bakarak merakla bir şey bekleyen râhib Bahîra’ya bu defa bir hâl olmuş ve heycanla irkilip yerinden fırlamıştı. Çünkü o, Kureyş kervanı uzaktan göründüğü sırada kervanın üstünde beyaz bir bulutun da onlarla birlikte akıp geldiği ve onların yanına oturduğu ağacın üstünde durduğunu görmüştü. Bu bulut Muhammed aleyhisselâmı gölgelemekte idi. Kervan konunca Muhammed aleyhisselâmın altına oturduğu ağacın dallarının üzerine doğru eğildiğini görerek iyice heyecanlanan râhip, hemen bir sofra hazırlatıp, acele ile bir de dâvetçi göndererek Kureyş kervanında bulunanların hepsini yemeğe dâvet etti. Kervanda bulunanlar Muhammed aleyhisselâmı mallarının yanında gözcü olarak bırakıp râhip Bahîra’nın yanına gittiler. Ona defâlarca buradan gelip geçtikleri hâlde şimdiye kadar kendilerini dâvet etmeyip de bugün dâvet etmesinin sebebini sorarlarken, Bahîra gelenlere dikkatle bakıp; “Ey Kureyş topluluğu, içinizden yemeğe gelmeyen var mı?” diye sordu. “Evet, bir kişi var.” dediler. Râhip Bahîra ısrarla, O’nun da çağrılmasını isteyince gidip çağırdılar. Gelir gelmez dikkatle O’na bakmaya, incelemeye başlayan Bahîra, yemekten sonra hallerine, işlerine dâir birçok soru sordu. Muhammed aleyhisselâm da cevap verdi. Bahîra gördüğü alâmetlerin ve aldığı cevapların hepsinin, âhir zamanda gelecek peygamberin sıfatları hakkında bildiklerine tam uyduğunu gördü. Sonra sırtını açıp nübüvvet mührüne baktı ve Ebû Tâlib’e; “Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Ebû Tâlib; “Oğlum” deyince Bahîra; “Kitaplarda bu çocuğun babasının sağ olmayacağı yazılı, O senin oğlun değildir.” dedi. Bu sefer Ebû Tâlib; “O benim kardeşimin oğludur.” dedi. “Babası ne oldu?” deyince de, O’nun doğumuna yakın öldüğü cevâbını alan Bahîra; “Doğru söyledin, annesi ne oldu?” dedi. Ebû Tâlib; “O da öldü.” deyince yine; “Doğru söyledin.” dedi. Sonra da ısrarla şöyle dedi: “Kardeşinin oğlunu hemen memleketine geri götür. O’nu, hasetçi Yahûdîlerden koru! Vallahi Yahûdîler bu çocuğu görüp, benim fark ettiklerimi fark ederlerse, O’na bir zarar vermeye kalkışırlar. Çünkü kardeşinin oğlunda büyük bir hâl ve şan vardır. Bu, peygamberlerin sonuncusu olacaktır. Getireceği din bütün yeryüzüne yayılsa gerektir. Sakın bu çocuğu Şam’a götürme, mübârek bedenine bir zarar verirler. Bunun hakkında çok ahd ve misak olmuştur.”

Ebû Tâlib “Mîsak nedir?” diye sorunca, Bahîra; “Allahü teâlâ bütün peygamberlerden ve en son da Îsâ aleyhisselâmdan ümmetlerine âhir zaman peygamberinin geleceğini bildirmeleri üzerine söz almıştır.” dedi. Ebû Tâlib, Bahîra’nın bu sözleri üzerine Şam’a gitmekten vazgeçti ve mallarını Busra’da ucuz fiyata satıp Mekke’ye döndü. Ebû Tâlib, Bahîra’dan işittikleri şeylerden sonra, Muhammed aleyhisselâmı daha da çok sevip ömrü boyunca O’nu korudu ve her işinde O’na yardımcı oldu. Her hâliyle fazîletler ve güzellikler sâhibi müstesnâ bir insan olarak büyüyen Muhammed aleyhisselâm, on yedi yaşına ulaştığı sırada Yemen’e ticâret için giden amcası Zübeyr, ticâretinin bereketli olması için O’nu da yanında götürdü. Bu seferde de nice hârikulade (olağanüstü) halleri görüldü. Mekke’ye döndüklerinde O’nun bu halleri anlatıldı ve Kureyş kabîlesi arasında; “Bunun şânı pek yüce olacak” diye söylenmeye başlandı.
[/toggle] [toggle title=”Efendimizin Gençliği” load=”hide”] Her bakımdan insanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselâm, daha gençliğinde Mekke halkı arasında, diğerlerinden farklı olarak, çok sevilmiştir. Güzel ahlâkı, insanlara görülmemiş bir şekil

 

Veli Dede – Edirne

Edirne – Lari camii karşısında Veli Dede Tekkesinde

Veli dede ile ilgili olarak kaynaklarda fazla bilgi yoktur. Mezar taşında ; ” Gülşeniyye tarikatı şeyhleri büyüklerinden himmet ehlinin kutbu ve asrın en seçkin Veli Dede Efendi” yazar. 1043/1631 tarihinde vefat ettiğinde şeyhi olduğu tekkenin yakınındaki Lari caminin karşısındaki türbesinde sırlanmıştır. Söz konusu tekkeye Veli Dede’den sonra 1049/ 1637 yılında oğlu Mehmed Efendi (ö. 1070/ 1659) postnişin olmuştur.

Uzun yıllar harap halde olan türbesi , Edirne valiliği tarafında restore edilmiştir. Allah onardan razı olsun.

Mehmed Efendi
Mehmed Efendi, Gülşeni Veli Dede‘nin oğlu olup, Edirne’de dünyaya gelmiştir. İlim ve irfan tahsilini tamamladıktan sonra Gülşeniyye tarikatı meşayihinden, Süleymaniye Küçük Pazarı’ndaki Şah Melek Zaviyesi şeyhi Kutub Efendi’ye inabet etmiş ve tarikat adabını kesbe himmetini sarfederek babasının makamına postnişin olmuştur. Bu hal ile günlerini geçirmekte iken 1070/ 1659 tarihind vefat etmiş ve Lari Camii yakınında olan babasının türbesine defnolunmuştur.

Meşhur şair Karni Efendi’nin babası Şeyh İbrahim Gülşeni bu zattan icazet almıştır. Vakayi’u’l-Fuzala’nın beyanına göre, Mehmed Efendi Kutub Efendi’den, onlar da Hamdi Efendi’den, onlar da Seyyid Salih Efendi’den, onlar da babası Seyyid İbrahim Efendi bin Seyyid Hasan Efendi’den, onlar da eniştesi Şeyh Muhyiddin Efendi’den, onlar da babası olan Seyyid Hasan Efendi’den, onlar da büyük kardeşi Şeyh Ali Sükuti Efendi’den, onlar da babası Seyyid Ahmed Hayali Efendi’den, onlar da büyük nazar sahibi olan babası Pir İbrahim Gülşeni’den feyzyab olmuştu

İbrahim Efendi
İbrahim Efendi, Gülşeni Veli Dede’nin ikinci oğludur. 1107/ 1695 tarihinde Lari Camii karşısında Veli Dede Dergahı postnişinliğinde bulunduğu sırada vefat etmiş ve buraya defnedilmiştir Edirne ulemasından Faizi Efendi irtihfiline şu tarihi tanzim etmiştir:
Gelüb didi birisi kudsiya’nın Fayiza tarih
Revan oldı gülizar-ı cinona Gülşenizade.

Kaynak ;
Dr. Selami Şimşek , Edirne’de Tasavvuf Kültürü , Buhara Yayınları , 2008

La’li Muhammed Fenayi (k.s.)

Edirne – Kavaklı Tekke sokakta yer alan Hasan Sezai Tekkesinde .

La’li Muhammed Efendi , aslen Kastamonulu olup , tahsilini tamamladıktan sonra Edirne’ye gelerek Gülşeni Şeyhi Şeyh Mehmet Sırri Efendi’nin meclisine katılmış ve tarikat adabını öğrenmiştir. Daha sonra Mehmed Sırri Efendi’nin irtihaline ve işaretine mahsuben ; İstanbul’a gelip Sümbüliyye Şeyhi Şeyh Alaeddin Efendi’ye intisap ederek seyr-ü sülükunu tamamlamış ve bir erbain çıkarmıştır.

La’li Efendi İstanbul’da aynı zamanda ; Balat Şeyhi Seyyid Hasan Nuri Efendi ve Manisa Şeyhi Hasan Kenzi vs ile de hemdem olmuş ,onlardan da hilafet almıştır. Yani sümbüliyye tarikatından başka , Şabani , Uşaki , Celveti ve Nakşi tarikatlarından da icazet alır. Sonra Edirne’ye dönmüş ve Şeyh Şücaeddin Dergahına postnişin olmuştur. Bir süre sonra Hicaz gitmiş ve bir çok şeyh efendiyle görüşmüş. Hicaz’dan döndükten sonra da Edirne de Kutbi Efendizade Seyyid Ali Efendi’den boşalan Şah Melek zaviyesine postnişin olmuştur.

En önemli halifesi Hasan Sezai hazretleridir. İbrahim Gülşeni hazretlerinin Mesnevi-i Manevi’sinin başlarına arifene bir şerhi vardır. Doğum tarihi kesin olarak bilinmeyen La’li Efendi 6 sene şeyhlik yaptıktan sonra Zilhicce 1112 / mayıs 1701 senesinde 110 yaşlarında vefat etmiştir.

Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , Batı Anadolu evliyaları cilt 2
Dr. Selami Şimşek , Edirne’de Tasavvuf Kültürü , Buhara Yayınları , 2008

Hasan Sezai Gülşeni (k.s.)

Edirne – Kavaklı Tekke sokakta yer alan Hasan Sezai Tekkesinde .

XVIII. asırda Gülşeniliğin güçlü temsilcisi ve kendi adına izafe edilen Sezaiyye kolunun piri Hasan Sezayi Efendi‘nin tam adı Hasan b. Ali’dir. Aslen Mora’lı olup, 1080/ 1669 yılında Gördes’te (Korent) doğmuştur. W. Björkman tarafından Sezayi’nin aslen Rum olduğuna dair verilen malumatın doğruluğunu teyid eden bir kayda kaynaklarda rastlanmamaktadır. Bu iddia olsa olsa Kamusu’l-A ‘lam’da “an asl Maralı” ibaresinin yanlış anlaşılmasından ileri gelmiş olmalıdır. On sekiz yaşına kadar doğum yeri olan Gördes’te kalmış, 1098/ 1687’de Venediklilerin burayı işgal etmeleri üzerine gemi ile İstanbul’a gelmiştir.

Bir müddet İstanbul’da kaldıktan sonra Edime’ye geçmiş, burada Piyade Mukabelesi Kalemi’nde kendisine görev verilmiştir. Hasan Sezayi, bir yandan bu görevini ifa ederken diğer yandan kendisini Hakk’a erdirecek bir mürşid-i kamil aramıştır. Gördüğü bir rüya üzerine Aşık Musa Dergahı Şeyhi Muhammed Sırri Efendi’ye intisab etmiş ve bir süre hizmetinde bulunmuştur. Şeyh Şucaüddin Zaviyesi’nde talebe yetiştirmekle meşgul iken, Şeyh Mehmed Sırri’nin vefatından sonra yerine geçen Kastamonulu La’li Muhammed Fenayi‘ye intisab ederek manevi terbiyesi altına girmiştir. Daha sonra seyr u sülukunu tamamlayıp icazetini almış ve halifesi olarak Veli Dede Dergahı’na postnişin olmuştur. La’li Fenayi Efendi’ye son derece sıkı bir hürmet hissi ile bağlanan Sezayi’nin, pek çok yerde kendi ismi ile birlikte onu da zikrettiğini görüyoruz:
Her biri vechine mir’at olmuş
Gören ol vechi bizzat olmuş

Görinür vech-i Sezayi’den ol
Bilinen hal Fenayi’den olmuş

Hasan Sezayi‘nin La’li Efendi’den başka Mısır’da bulunan Gülşeni şeyhlerinden İbrahim Çelebi’den de tarikat icazeti aldığını biliyoruz. Şöyle ki, Hüseyin Vassaf Sefine’de, Mısır Kahire Gülşeni Asitanesi’nde irşad seccadesinde oturan Şeyh İbrahim Çelebi tarafından Pir-i Sani Sezayi-i Gülşeni’ye verilen icazetnamenin suretini o zamanın şive-i beyanına göre vermektedir.

Hasan Sezayi de şeyhi La’li Efendi gibi Sümbüli, Celveti, Uşşaki ve Nakşibendi tariklerinde yekta olup, Bektaşiyye tarikatında da devrin önderidir. Dolayısıyla pek çok abdalı terbiyesi altına almış, hatta Edime yakınlarında bulunan Muhyiddin Baba Tekkesi’ni tamir ettirmiştir.

La’li Muhammed Efendi’den sonra posta oturan Mahmud Hamdi Efendi (ö. 113/ 1702)’nin vefat etmesi üzerine, Aşık Musa Efendi Dergahı postnişinliğine tevcih olunmuş, halifelerinden Ahmed Müsellem Efendi’yi Veli Dede Dergahı’na geçirerek görevini buraya nakletmiştir.

Dergaha ait vakıfların kiralarını topladığı için “Cabi Dede Efendi” olarak da tanınan Hasan Sezayi, “Didi hatif Sezayi rıhlet itdi”, “Kudse pervaz eyledi ruh-ı Sezayi Gülşen”, “Sezayi göçdi kutb-ı ‘asr iken Firdevs-i a’laya”, “Kutb iken göçdü Sezayi rahmetullahi aleyh” ve “Sezayi kutb-ı ‘alem şimdi uçmağa olur bülbül” mısralarının delaleti olan 18 Ramazan 1151/29-30 Aralık 1738 Pazartesi sabaha karşı saat 4.30’da vefat etmiş, ismi ile anılan dergahın haziresine defnedilmiştir.

Sezayi Efendi’nin irtihal ettiği gece aşağıdaki beyitleri okuduğu rivayet edilmektedir:

Rah-ı ‘aşkda canını kurban iden
Şüphesiz ol vasıl-ı Yezdan olur

Gülşeni’den bir kadeh nüş eyleyen
Ey Sezayi nail-i canan olur


La’li Efendi işaretleriyle Sezayi’nin terbiye ettiği Nazir İbrahim Efendi, bir şiirinde onun aşıkların önderi, sadıkların rehberi, vaktin kutbu ve aktabı hakikat sırlarının agahı olduğunu beyan eder:


Sezayi pişva-yı ‘aşıkandır
Sezayi reh-nüma-yı sadıkandır

Sezayi kutb-ı vaktı olmuş idi
Hem aktab ile bil ol hem-mugandır

Nazıra derdmend-i dergehidir
Ol esrar-ı hakikat agehidir

Ailesi
Oldukça küçük yaşta Ali Efendi tarafından Şeyh Seyyid Osman Efendi’nin kızıyla evlendirilen Hasan Sezayi’nin, kaç çocuğu olduğu tam olarak bilinmemekle birlikte, kaynaklarda iki oğlu ile iki kızından söz edilmektedir. Büyük oğlunun ismi Muhammed Sadık (ö. 1175/ 1761-62) iken, küçüğünün ismi bilinmemektedir. Kızlarından Zehra Hanım’ı halifelerinden Ahmed Müsellem Efendi, diğerini de Şeyh Gürcü Ali
Efendi’nin halifesi Hafız Mustafa Efendi ile evlendirdiğini biliyoruz. Sezayi’nin Divan’ındaki bir tarih manzümesi bize onun 1123/ 1711 senesinde çok küçük yaşta kaybettiği Fatma Zehra adlı bir kızının olduğunu haber vermektedir. Bunların dışında Mora yarımadasında yaşayan İbrahim Efendi adında bir kayın biraderi de vardır. Bu zat, Gördes’te zaviye haline getirdiği evin yönetiminden sorumludur. Mektübat’ta bu zata temas edilmiştir.

Osmanlı Müellifleri’nde, Hasan Sezayi Efendi‘nin hem aşık ve hem de şiirlerinin hikmetlerle dolu bir şair olduğu ve şiirlerinde kullandığı “Sezayi” mahlasının kendisine Niyazi-i Mısri (ö. 1105/ 1694) tarafından verildiği belirtilmektedir. Bir şiiri şu şekildedir:
Hal-i siretden haber bilmez o kim süret görür
Süretin aslın duyarsa ‘aynıla siret görür

Ademin aslın bilür anlar hilafet sırrını
Meclisinde mürşidin kim sıdkıla sohbet görür

Hakin iksir aldığın seyreyler ol ‘ayne’l-yakin
Dergeh-i pir-i hakikatde o kim hıdmet görür

Seyr iden eşyada vech-i mutlakın envannı
Her dil mür-ı za’ifi ‘alem-i vüs’at görür

Kim görür burc-ı celalinden tecelli cilvesin
Zillet-i yari kabül eyler anı ‘izzet görür

Narını nür-ı cemalinden o kim itfa ider
Narını nür eyler amma yine germiyyet görür

Nar-ı nürından Sezayi mahvolan ehl-i kemal
Görmez ol gayrı tecelli ‘ayn-ı ‘ayniyyet görür.

Eserleri
Sezayi’nin tespit edilebilen eserleri şunlardır: Mektübat, müretteb ve matbu Divan, İzahu’l-Meram, Kaside, Makale-i Niyazi-i Mısri Şerhi, Makale-i Şerifeleri, Nutk-ı Arifane, Risale-i Eşrat-ı Saat, Şümü’un Lami’dir

Silsilesi
Sezaiyye, Pir Hasan Sezayi’ye nisbet edilen Gülşeniliğe bağlı bir koldur. Gülşeniyye tarikatının XVIII. asırdaki yeni bir filizi olarak değerlendirilen Sezailik’te saliklerin işini kolaylaştırmak ve muhib olanları da teşvik etmek amacıyla Hasan Sezayi, seyr u sülükta asıl ve furü’ isimlerde bazı değişiklikler yapmıştır. Asıl (La ilahe illallah, Allah, Hü, Hak, Hayy, Kayyüm, Kahhar) ve furü’ (Fettah, Vahid, Ehad, Samed, Allah) isimlerde bazı kolaylıklar getirmiştir.

Hasan Sezayi’nin silsilesi Pir İbrahim Gülşeni’ye şu şekilde ulaşmaktadır: Şeyh La’li Muhammed Fenayi, Şeyh Mehmed Sırri (ö. 1051/ 1640), Şeyh Necibüddin Hasan Ahseni, Seyyid Ali Safveti (ö. 1005/ 1595), Emir Ahmed Hayali (ö. 977 / 1569), Pir İbrahim Gülşeni (ö. 940/ 1533)

Halifeleri
Hasan Sezayi’nin bilinen halifeleri ise şu zatlardır: Şeyh Ahmed Müsellem Efendi, Şeyh Vefa b. Müsellem, Şeyh Abdullah b. Müsellem, Şeyh Hafız Mustafa Efendi, Şeyh Gürcü Ali Efendi, Şeyh Peyk Dede Efendi, Şeyh Hasib Bey, Şeyh Kmmi Hasan Efendi, Şeyh İbrahim Nazir Efendi, Şeyh Muhammed Fakri-i Kırımi, Derviş Yüsuf Efendi, Şeyh Seyyid Osman Efendi, Hayrabolulu Fazıl Dede, Karasulu Ali Dede, Çukadar Muhammed Efendi, Receb Dede, Şeyh Süleyman Efendi, Mahmüd Efendi, Boğazhisari Ahmed Efendi, Keşfi Hüseyin Efendi, Filibeli Seyyid Muhammed Efendi,
Muhammed Sadık Efendi ve Tatar Hasan Efendi.

Hasan Sezai Gülşeni Tekkesi
Gülşeniler Zaviyesi, Aşık Efendi, Gülşeni, Sezai Tekkesi ve Şah Melek Zaviyesi adlarıyla da bilinen Hasan Sezai Tekkesi; Talat Paşa Mahallesi, Bostan Pazarı Caddesi ‘nde yer almaktadır. Halveti tarikatının (Gülşeni-Sezai) koluna bağlı bu tekke, Şah Melek Bey tarafından H.892/M.1486 tarihinde camisiyle birlikte inşa edilmiştir. Cami, türbe, şadırvan, çeşme ve hazireden oluşan tekkenin günümüze; minaresi, iki türbesi, şadırvanı, çeşmesi ve haziresi ulaşabilmiştir. Bu yapılar; doğu, kuzey ve güney yönlerinden bahçe du­ varlarıyla çevrili bir avlu içerisinde yer almaktadır.

Tekkenin bulunduğu avluya giriş, avlu duvarının batı kanadındaki iki türbenin (Hasan Sezai, La’li Fenai ve Aşık Efendi türbeleri) ortasında kalan bir kapıyla sa­ğlanmaktadır. Kapı, iki türbe arasındaki taş ve tuğla ile almaşık teknikte örülmüş ve üstten iki sıva tuğla kirpi saçakla son­lanan bir duvar üzerinde yer almaktadır. Düşey dikdörtgen planlı, mermer söveli ve kemerli kapı açıklığının üzerinde yatay dikdörtgen formlu H.1151/M. l 738 tarihli onarım kitabesi bulunmaktadır. İki basamakla ulaşılan kapının kemer köşeliklerinde, birer gülbezenk motifi yer almaktadır. Kapı, yandan profil silmelerle kuşatılmıştır. İki kanatlı demir kapıdan düz tavan örtülü girişe ulaşılır. Buradan da tekke yapılarının bulunduğu bahçeye geçilmektedir. Bahçeye giriş kapısı üzerinde bakıldığında yuvarlak bir kemer, kemeri oluşturan tuğlalar şeklindedir. Kalın der­zlidir. Kapının bulunduğu bu duvar, dış cephede olduğu gibi, burada da üstten iki sıra tuğla kirpi saçakla sonlanmaktadır.

Kapıdan avluya girildiğinde, girişin kuzey ve güneyinde birer türbe yer almaktadır. Bunlardan güneydeki, Hasan Sezai’ye, kuzeydeki ise tekke şeyhlerinden La’li Fenai Efendi ve Aşık Efendi’ye aittir
yükselen pabuç kısmının doğu ve batı cepheleri üst seviyelerde  pahlanmıştır. İki sıra düzgün kesme taş örgüden sonra gelen yarım daire profilli bilezikten sonra geçilen gövde, düşey olarak uzanan silmelerle bölümlenmiştir. Yine bir yanın daire profilli bilezikle sonlanan gövdeden ve üç sıra taş örgüden sonra şerefe gelmektedir. Mermer korkuluğa sahip şerefe altı, beş sıra mukarnasla dolgulanmıştır. Şerefeden sonra petek ve piramidal külahla devam eden minare, alem ile sonlanmaktadır.

Minare kaidesinin doğu cephesindeki basık kapıyla harime, pabuç kısmına giriş cephesindeki yine basık bir kapıyla da caminin mahfil katına geçilmektedir. 1971 yılına ait fotoğraflarında, şerefeden soması yıkık olarak görülen minare, son onarımlarla aslına bağlı kalınarak tamamlanmıştır. Bu onarımlar sırasında, şerefe ve korkuluğu ile petek, külah, alem ve pabuç kısmındaki eksik kısımlar tamamlanmıştır.

1950’li yıllara ait fotoğraflardan anlaşıldığına göre cami ile minare arasında bir boşluk bulunmaktadır. Belirleyemediğimiz bir tarihte, minare ile cami arasına; cami ile aynı yükseklikte bir mekan eklenmiştir. Niteliği belirlenemeyen bu mekanın selamlık olma ihtimali vardır. 10.12.2006-10.03.2007
tarihleri arasında yapılan kazı çalışmasında caminin batı cephesinde bu bölüme ait temel kalıntılarına rastlanılmış ve bir ocak nişi ortaya çıkarılmıştır. Günümüzde bu yapı­lardan sadece minare sağlam, onarılmış olarak ayakta durmaktadır.

Sezai Tekkesinin Şeyhler

Tekkede Pir Hasan Sezayi’ye kadar şu zatlar şeyhlik postuna oturmuştur: Aşık Müsa Efendi, Abdülkerim Efendi, Sadık Efendi, Kutbi Efendi, Sırrı Efendi, Seyyid Ali Efendi, La’li Muhammed Efendi, Mahmud Efendi ve Hasan Sezayi.

Pir Hasan Sezayi:’den sonra sırasıyla şu zatlar postnişin olmuştur: Hasan Sezayi:’nin oğlu Mehmed Sadık Efendi, onun oğlu Çelebi Hasan Efendi -kızının oğlu Şeyh Mahmud ve Şeyh Ahmed Efendilerle müştereken­ Çelebizade Sezayi: Efendi – kız kardeşinin mahdumları Şeyh Mahmud ve Şeyh Ahmed Efendilerle müştereken-, Çelebi Hasan Efendi’nin kızının oğlu Şeyh Ahmed Efendi, Ahmedzade Mehmed Efendi, Çelebi Hasan Efendi’nin kızının bir diğer oğlu Şeyh Ahmed Efendi -Çelebi Abdüllatif Efendi’nin babası Şeyh Mehmed Efendi ile müştereken-, Ahmedzade Şeyh Hasan Sezayi Efendi.

Hasan Sezai Türbesi
Eskiden bir sebzeci dükkanı olduğu bilinen yapı, Hasan Sezai Efendi ‘nin vasiyeti üzerine H.1151/M.1738 yılında türbeye dönüştürülmüştür. Kareye yakın dikdörtgen planlı ve düzgün kesme taştan inşa edilen yapının üzeri pandantifli kubbeyle örtülüdür. Bu kubbenin 1751 yılında yapılan onarım sırasında yaptırıldığı bilinmektedir. Düzgün kesme taşlarla örülmüş olan türbenin batı cephesinde; dıştan demir şebekeli kare formlu, mermer söveli, sağır alınlıklı ve sivri kemerli iki adet pencere yer almaktadır. Bu pencerelerin sivri kemerleri kalın derzli tuğla ile örülmüştür. Cephenin üst bölümünde ortaya yakın bir yerde, pencere kemerlerinin ortasına gelecek şekilde yerleştirilmiş yatay dikdörtgen formlu dört satırlık H.1153/M.1741 tarihli bir onarım kitabesi bulunmaktadır. Cephe üstten ve yandan yarım daire kesitli profil süsleme ile sınırlandırılmıştır.

Düzgün kesme taş ile örülen kuzey cephe üzerinde, batı cephes­ indekilerle aynı karakterde bir adet pencere ile bu pencerenin mermer sövesi üzerinde tarihi belli olmayan bir kitabe kuşağı bulunmaktadır. Ahmet Efendi1 tarafından kaleme alınan kitabenin okunuşu .

“Eya Şah-ı rus’ül rahm et Seza-i derdimendindir
Kapun bekler kadem-i hizmetinde pir u perverdir” şeklindedir.

Türbenin sağır olan güney cephesine karşın doğu cephesinde biri büyük; diğeri ise küçük boyutlu iki kapı bulunmaktadır. Kapılardan güney kesimde olanı diğerine göre daha büyük olup, sövesiz ve lentosuzdur. Diğer kapı ise, boyut olarak daha küçük ve aşağı kotta olup, mermer sövelidir. Kemerin kilit taşında çarkıfelek motifi, kemer köşelerinde ise gül dalından oluşan süslemeler yer almaktadır. Bu kapının hemen üzerinde, kare formlu bir mermer levha üzerinde Hasan Sezai’nin tuğrası bulunmaktadır. Tuğra levhasının dört bir yanında bitkisel kar­akterli bir süsleme kuşağı bulunmaktadır. Mehmed Ta’ib tarafından yazılan tuğranın okunuşu;

”Ya Hazreti Şeyh Hasan Sezai Gülşeni
Ketebehu Mehmed Taib
Sene H.1153/M 1740″ şeklindedir.

Diğer cepheler gibi düzgün kesme taş ile örülen doğu cepheye belirleyemediğimiz bir tarihte betonarme olarak bir ek mekan yapılmıştır. Üzeri eğimli bir çatı ile kapatılan bu mekanın yapımı sırasında, cephede daha önce var olan büyük kapı açıklığı örülerek kapatılmıştır. Günümüzde türbeye giriş bu modem ek mekan arcılığıyla sa­ğlanmaktadır. Yuvarlak kemerli kapı açıklığından türbeye girildiğinde; ortada Hasan Sezai’ye ait mermer sanduka bu­lunmaktadır. Son onarımlar sırasında sandukanın tamamı, damarlı mermerle kaplanmıştır.

Türbenin güney duvarı, ortasında yarım daire formlu bir mihrap nişi ile bunun hemen doğusunda, dikdörtgen kesitli ve yuvarlak kemerli bir dolap nişi yer al­ maktadır. Pandantiflerle geçilen bir kubbe ile örtülü türbenin iç duvar yüzeyleri ve Hasan Sezai Türbesi, doğu cephesi kubbe tamamen sıvalı ve boyalıdır. Türbenin doğu cephesinde varlığı bilinen ancak, son onarımlar sırasında kapatılan yuvarlak kemerli büyük kapı, içeride camekanla kapatılan bir nişe dönüştürülmüştür.

La’li Fenai ve Aşık Efendi Türbesi
Kuzeydeki şeyhlere ait türbe yapısı ise, kare planlı olup üzeri iki yöne eğimli, kiremit çatıyla örtülüdür. Edime Vakıflar Bölge Müdürlüğü Arşivi’ndeki 1960 yılına ait fotoğraflardan elde edilen bilgilere göre, ahşap karkas arası hımış dolgulu yapının batı cephesinde; demir şebekeli dikdörtgen açıklıklı penceresinin solunda çift kanatlı ahşap kapısı yer almaktadır. Ancak bu kapı günümüze ulaşamamıştır. Sağır kuzey cephesine karşılık, güneyde cephede dikdörtgen kesitli bir pencere, doğu cephesinde ise yine dikdörtgen kesitli bir kapı bulunmaktadır.

Günümüzdeki girişi, doğudaki kapı ile sağlanan ve betonarme olarak yenilenen türbenin mekanında ise biri üç; diğeri iki kademeli kaide üzerinde yer alan ahşap sandukalar yer almaktadır.

Şadırvan
Tekke yapılarının bulunduğu bahçenin batı bölümünde yer alan şadırvan H.1164/M.1750 yılında Mustafa Efendi tarafından yaptırılmıştır. Poligonal planlı bir alanın ortasında yükselen taş kaideye oturan ortasındaki mermer hazne de, dilimli bir gövdeye sahiptir. Şadırvanın etrafını kuşatan dilimli mermer levhaların alt ve üst Sezai’nin tuğrası (2008) kesimlerinde profilli süslemelerden oluşan kuşaklar vardır. Dilimli gövdenin her bir yüzeyinde, birer gülbezenk motifi yer almakta ve bunların ortasında da musluklar bulunmaktadır. Son onarımlar sırasında üzeri demir profillerle örülen şadırvanın etrafında, küp şeklinde betonarme oturma birimleri bulunmaktadır. Şadırvanın doğu yüzünde Nazira Efendi tarafından kaleme alınan kitabesi bulunmaktadır. Kitabenin okunuşu şu şekildedir;
“Rum ilinin ebruyi Mustafa el hur peştevi
Yapdı bu havzu giderken hacca ‘izz ü şan ile
Geldi ba tevfik-ı Bari yazdı tarihin nazir
Oldu ihya tekye-i vala bu şadırvan ile
Sene H.1164/M 1750″

Çeşme
Hasan Sezai Türbesi’nin güney cephesine bitişik durumdaki çeşmenin yarıya yakın bir kısmı ile yalak ve ayna taşı günümüzde toprak altında kalmıştır. Kesme taştan inşa edilmiş olan çeşme, kare planlı ve piramidal taş külahla örtülüdür . Oldukça sade bir görünüşe sahip çeşmede herhangi bir mimari unsur bulunma­ maktadır.

Cami, türbe, şadırvan, çeşme ve hazire yapı­ larından oluşan tekke, günümüze kadar pek çok tahribata maruz kalmıştır. Buna bağlı olarak da, H.1041/M.163, H.1151/M.l 738, H.1153/M.l 740, H.1165/M.175, H.1286/M.1869, H.1305/M.1887, tarihlerinde onarılmıştır.

Kaynak ; Edirne Tekkeleri , N. Çiçek Akçıl , Edirne Valiliği Kültür yayınları
Edirne Tekkeleri , N. Çiçek Akçıl , Edirne Valiliği Kültür yayınları

Şeyh Sadık Ali – Sarı Saltuk

Diyarbakır – Sur içinde. Urfa kapının tam karşısında. Sarı saltuk mesicidnin içinde. Melik Ahmet paşa caddesinin hemen başında.

Urfa Kapı’da bulunan Gülşeniler Tekkesinde metfundur. Türbede Sarı Saltukla birlikte Gülşen-i Alizade ve Hacı Salih Hafız Efendi de yatmaktadır. Rivayetlere göre Sarı Saltuk gezgin bir evliyadır. Gazalara da katılmıştır. İnanışa göre Diyarbakır da yaptığı bir savaş sırasında şehit düşmüş ve türbenin olduğu yere gömülmüştür.

Sarı Saltukla ilgili çeşitli menakıblar ve rivayetler mevcuddur. Şüphesiz bu konudaki en önemli kaynak Sarı Saltuk’un hayatını konu alan Saltuk- name adlı eserdir. Ebulhayr-ı Rumi adındaki bir yazar Cem Sultan’ın emri üzerine Anadolu ve Rumeli’yi adım adım dolaşarak Sarı Saltuk’a ait menkıbeleri toplamış ve üç ciltlik bir eser haline getirmiştir. Eser tahminen 1480 yılında tamamlanmıştır. Saltuk-name’ye göre Sarı Saltuk’un asıl adı Şerif Hızır, babasının adı Seyyid Hasan dır.

16 . yy da inşa edilen türbe hem içten hem de dıştan sekizgen planlıdır. Türbenin dışı siyah ve beyaz renkte taş kullanılarak örülmüş ve kabartma yazılar kullanılarak hareketlendirilmiştir. İç mekanı da dış mekanı gibi taş süslemelerle vurgulanmıştır. Yazı sanatının en güzel örnekleri mak’ili ve sülüs hatlı yazıların yoğun olarak kullanıldığı görülmeye değer bir türbedir. Mak’ili yazılı panoların birinde ”saadet-bat” , diğerine ‘rabbil-ibad” yazıları bulunmaktadır.

Kaynak ; Diyarbakır Kutsal Yerler Atlası ; T.C. Diyarbakır Valiliği , editör Doç.Dr. İrfan Yıldız
Kaynak; Nebiler,I. Uluslar arası Sahabiler , Azizler ve Krallar Kenti Diyarbakır Sempozyumu 25-27 mayıs 2009 , diyabakır valiliği ve dicle üniversitesi , Diyarbakır camii hazirelerindeki Ulular ve Paşalar , Yrd.doç.Dr. Ahmet Akgüç

Sort