Abdurrahim Mısri (k.s.)

Abdurrahim Mısri 1

Afyon Merkez’de Mısri camii içerisindeki Türbesinde

Afyonkarahisar’ın köklü ve zengin bir ailesine mensup olan Abdürrahim Karahisari, alim ve fazıl bir zat olan itibarlı Mevlana Alaeddin Mısri’nin oğludur. Babası bazı kaynaklara göre Mısır’da tahsil yaptığı, bazı kaynaklara göre ise, 13. asır başlarında Mısır’dan Anadolu’ya göç eden bir Türk ailesine mensup olduğu için Mısri lakabıyla anılmaktadır. Abdürrahim Mısri de ; bu sebeble önemli şahsiyetlerden, alim ve ediplerden bahseden eserlerde Mısırlıoğlu Abdurrahim Çelebi, Mısri oğlu, Mısırlızade diye isimlendirilmiştir. Bunların dışında Afyonkarahisarlı oluşu sebebiyle bazı eserlerde Abdurrahim Karahisari diye anılırken, Evliya Çelebi ondan ‘Abdurrahim Sultan’ diye söz eder.

Karahisari’nin, Mustafa Çelebi Muslihuddin adında bir ağabeyi ve Hacı Bula adında bir kız kardeşi vardır. Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmese de 15. asrın ilk yarısında doğduğu ve vakfiyesini yazdırdığı 1483 tarihi ile Muğlalı Şahidi’nin Afyon’u ziyaret ettiği 1494 tarihi arasında vefat ettiği tahmin edilmektedir. Çünkü Şahidi Gülşen-i Esrar adlı eserinde Abdürrahim Karahisari’den bahsedildiğini ve onun ashabından biriyle görüştüğünü belirtmiş fakat kendisiyle görüştüğünü kaydetmemiştir. İlk medrese tahsilini Afyon’da babasından ve devrin ilim ve kültür merkezlerinden biri olan Afyon’un alim ve fazıl insanlarından görmüş olan Karahisari’nin doğumundan Akşemseddin ile tanışmasına kadar geçen hayatı hakkında elimizde kesin bir bilgi yoktur. Onun Akşemseddin’in yanına hangi yılda gittiği de tam olarak bilinmiyor, fakat bunun 1436 tarihinden önce olduğunu Lamii Çelebi’nin Nefahatü’l Üns adlı eserinden öğreniyoruz. Abdurrahim, Akşemseddin’e halifelik verildikten sonra ona ilk bağlananlardandır. 1436 yılında Akşemseddin ile birlikte Beypazarına gider. Burada sarraf Hüseyinoğlu Tennurcu İbrahim, İskilipli Attaroğlu Muslihuddin ve Hamzatü’ş-Şami ile tanışıp, arkadaş olur.

Bu tarihten sonra Karahisari uzun yıllar Akşemseddin’in yanında kalır. 1443 tarihinde şeyhi ile birlikte Edirne’dedir. II. Murad devri sadrazamlarından Halil Paşa’nın oğlu Süleyman Çelebi’nin hastalığı münasebetiyle geçen bir hadise bize bu konuda bilgi vermekte ve Karahisari’nin hayatına ışık tutmaktadır. Lamii Nefahatü’l Üns adlı eserinde bunu bize şöyle anlatır ‚”Mısırlıoğlu Şeyh Abdürrahim Hazretlerinden şöyle işitdüm. Dir ki:Halil Paşa’nın oğlu Süleyman Çelebi Edirne’de hasta olmuş. Halil Paşa Sultan Murad bin Mehmed Han’a vezir idi. Ve oğlu Süleyman Çelebi kadıasker idi ve bir oğlu İbrahim Paşa Edirne Kadısı idi. Akşeyh Hazretleri dahi Edirne’de bulundu. Halil Paşa merhum şeyhi davet eyledi.Mısırlıoğlu eydür: Şeyh Hazretleri beni bile alup vardı. Çün içeri girüp gördi ki, Süleyman Çelebi’nün etrafında padişahun tabibleri ilaca mübaşeretle havanlar dövülür. Şeyh Hazretleri tabiblerden sordu ki, nice maraza ilaç idersüz. Eyitdiler: Bunun marazı ol değüldür, biz hilafın teşhis etdük. İmdi ilacını siz buyurunuz deyu incinüp gitdiler. Mısırlıoğlu eydür: Şeyhün bu cüretinden mütehayyir oldum. Zira ne marizun yanına vardı ne ahvalin teftiş eyledü. Pes Şeyh Hazretleri heman devat ve kalem getirdüp falan falan edviyeyi getirsünler diye buyurdu. Getürdüler, ilac eyledü. Heman saat eser-i sıhhat zahir oldu. Taşra çıkıcak bana eyitdi:Tınmaya idüm bu kişiyi helak etdiler idi.Şeyhün tababet-i suri ve manevisinde hiç söz yokdur hatta dirler ki yürüdükleri yerlerde otlar ana söyleyip ben falan maraza devayım derler idi. Lokman-ı vakt idi hikmette.

II. Mehmed Han ordusuyla Konstantin şehrine yürürken Hak dostlarını da yanında görmeyi arzu ettiği için, İstanbul’un fethine Akşemseddin ve diğer şeyhler müridleriyle birlikte katıldılar. Abdurrahim Karahisari de Akşemseddin ile birlikte İstanbul fethine katılır, daha sonra da Akşemseddin ile birlikte İstanbul’dan ayrılır. Bu ayrılışı konusunda, şöyle bir rivayet vardır. İstanbul’un fethi sırasında Fatih Sultan Mehmed, Akşemseddin’i ziyaret amacıyla çadırına gelir. Abdurrahim Karahisari, Akşemseddin’in isteği üzerine, şeyhinin içeride zikirle meşgul olduğunu söyleyerek Fatih’i içeri almaz. Bu duruma öfkelenen Fatih, ‚Fetihten sonra bu dervişi cezalandıralım‛, der. Fetihten sonra Abdurrahim’i Akşemseddin’e şikayet eder. Bunun üzerine Abdürrahim Akşemseddin’in himmetiyle Afyonkarahisar’a gönderilir. Fetihten kısa bir süre sonra İstanbul’dan ayrılmış olması, ayrıca Münyetü’l Ebrar ve Gunyetü’l Ahyar adlı eserinin ilk telifinden üç dört ay sonra İznik’te yazdığı ikinci nüshasına fethe ait kıtayı koymaması Karahisari’nin Fatih’e kırgın olduğunu düşündürüyor.

Onun Afyonkarahisar’a döndüğünde, 45-50 yaşlarında olduğu muhakkaktır. Akşemseddin’in yanında geçirdiği uzun yıllardan sonra memleketinde yazmış olduğu Vahdetname adlı eserinde rastladığımız ‚Ey oğul,Ey Püser hitapları, onun artık olgun bir yaşta olduğunu gösteriyor. Kendisine verilen icazetle Bayramiyye tarikatının halifesi olan Karahisari memleketine geldikten sonra ağabeyi Muslihuddin’in de yardımıyla büyük bir vakıf kurar. Bu arada daha sonra vezir olacak olan Kasım Paşa, Abdurrahim’e intisab eder ve kervansaray, mescid, Alaca Hamamı yaptırarak vakfeder. Gelirini ve müteveliliğini Abdurrahim Karahisari’ye verir. Daha sonra mescidini genişleterek cami haline getirir.

Karahisari muhtemelen önce Sarıkız Tepesi eteklerinde yer alan ve Şehreküstü olarak bilinen mahalle yerleşir. 1528’de on üç neferin bulunduğu Şehreküstü Mahallesinde deftere kayıtlı olmayan kırk nefer dervişin bulunduğunu ve bunların Şeyh Abdürrahim’in dervişleri olduğu bilinmektedir. Burada çok sayıda mülk evleri olan Şeyh Abdürrahim, bu evlerin bir kısmını bu dervişlere vakfeder.

Karahisari’nin Afyonkarahisar’a 1453’te gelişinden sonra şeyhi Akşemseddin’in vefatı üzerine 1459 tarihinde Göynük’e gittiğini çeşitli kaynaklardan öğreniyoruz. Bu konuda Menakıb-ı Akşemseddin adlı eserinde şunları kaydediyor ‚”Akşemseddin’in vefatından bir saat sonra halifesi Şeyh Abdürrahim geldi. Şu kadar zaman tamam olmadın gelüp yetişmiş olaydım, ruh-ı şerifleri falan makama varmamış olaydı, yine dilek iderdüm döndürürdüm, el uhdetu ala’r-ravi.” Bu konu Gelibolulu Mustafa Ali’nin eserinde şöyle kaydedilmiştir ”Şeyh Abdurrahim, bundan sonra Akşemseddin hulefasından Mısrizade deyu meşhur olan azizdir. Afyonkarahisar’da doğup badehu azizin hizmetine geldiği ve envai mücahedattan sonra seccadeyi hilafete geçtiği ve tasavvufta behremend olup Vahdetname nam bir kitap telif eylediği izanı ol eserden malumdur. Mezburen müntakildir ki Akşemseddin vefat ettiğinde yabanda bulunup cenazesine can attı ve geldiğinden sonra ağlayıp nice günler teessüf ettiği…”

Abdurrahim Karahisari Vahdetname adlı eserinde de Akşemseddin’den şeyhi olarak söz etmekte ve Göynük’ten bahsetmektedir.

Abdurrahim Karahisari bu eserini yazdığı sıralarda Gedik Ahmed Paşa Medresesinde de müderrislik yapmaktadır. Halkın halledemediği meseleleri kendisine danıştığı, itibar ve itimat edilen bir kişidir. Zamanımıza kadar ulaşan bahçeleri sıra ile sulama yöntemi olan ‚dolama‛yı onun bulmuş olduğu anlatılır. Karahisari’nin birkaç defa evlendiği ve Niyaz adında bir kızının olduğu, kızını yakın arkadaşı ve müridi Kasım Paşanın oğlu Sofu Çelebi ile evlendirdiği biliniyor.

Karahisari’nin Afyonkarahisar’da bir çok arkadaşı ve dostu vardır. Bunlar, Kasım Paşa, Vahdetname’sini kendisine ithaf etmiş olduğu Şehit Mahmut Paşa, hem müridi hem de ölümünden sonra halifesi olan Ahmet Dede Balı, İmad bin Hacı Muhiddin, Abapuş Balı, Mimar Ayas, Demiryalayan, Şehreküstü Yasin Dede ve Sofu Çelebi’dir. Bunlardan başka, vakfiyesinde şahit olarak isimleri geçen Afyon’un tanınmış ve alim kişilerinden olan Mevlana Şeyh Nureddin bin Şeyh, Hamza Fakih bin Hasan Fakih, Mevlana Yakup bin Yusuf, Mevlana İdris bin İsmail isminde dostları da vardır.
Ömrünün son yıllarını, Gedik Ahmed Paşa tarafından Mimar Ayas Ağa’ya yaptırılan Taş Medresede müderrislik yaparak geçirmiş olan Karahisari, kendi yaptırdığı saraçlar içindeki mescidi ve Kasım Paşa’nın yaptırdığı Mısri Camii’nde Kur’an okunması için vakıfta bulunur.

Evliyâ Çelebi’nin, Seyahatnamesi’nde Afyonkarahisar camilerini sayarken ‚Abdurrahim Efendi Camii diye bahsettiği yapı eski Saraçlar Çarşısı diye anılan yerde idi. Cami 1635 yılında 1200 akçe ile tamir ettirilmiştir. Afyonkarahisar’da 1794’teki büyük zelzelede, İmaret Camii ile Abdurrahim Camii önemli ölçüde harap olmuştur. Karahisari ayrıca 159 adet kitabını ilim ehli kişilerin istifadesi için vakfetmiştir. Kasım Paşa tarafından yaptırılan Mısri Camii bitişiğindeki hangi tarihte yaptırıldığı bilinmeyen türbesinde medfundur.

Kasım Paşa Camii ve Mısri Türbesinin çevresi önceden mezarlık idi. Türbe altında da büyüklü küçüklü beş on mezar vardı. Üst kısımda olan sandukalardan büyük olanı Abdürrahim Mısri’ye, küçük olanı damadı ve halefi Kasım Paşa oğlu Kemaleddin (Sofu) Çelebi’ye aittir. Cami haziresinde ise Kasım Paşa’nın mezarı bulunmaktadır. Türbeye hem cami içerisinden hem de yan harimden geçilmektedir. Ölümünden sonra tüm vakfiyesine kızı Niyaz mütevelli olmuştur.

Abdürrahim Mısri hazretlerinin eserleri ;

1- Vahdetname ; Abdürrahim’in en önemli eseri, 1460’ta kaleme alınan ‘Vahdetname’ dir. Aşık Paşa’nın ‘Garipname’ si tarzında ahlaki ve tasavvufi mahiyette yazılan bu mesnevi 3030 beyitten ibaret olup bir nüshası Afyonkarahisar Gedik Ahmet Paşa Kütüphanesinde, bir nüshası da İstanbul Üniversitesi Kütüphanesindedir. Kimi nüshaların da kişilerde olduğu sanılmaktadır.
2- Münyetü’l Ebrar
3- Günyetü’l Ahyar
4- Tercüme-i Kaside-i Bürde
Eserlerin tamamı Türkçe’dir. ‘Münyetü’l Ebrar ve Günyetü’l Ahyar’ ın yazma bir nüshası İstanbul’da Molla Murat Kütüphanesinde, bir nüshası da Ali Emiri Kütüphanesinde kayıtlıdır. Ayrıca bir nüsha da Afyonkarahisar Gedik Ahmet Paşa Kütüphanesinde bulunmaktadır. Mısri Sultan’ın öteki eseri ‘Kaside-i Bürde’ nin bir nüshası İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kütüphanesinde, bir nüshası da merhum Edip Ali Bakı Hoca’nın özel Kütüphanesindedir.
Son olarak, Abdürrahim Karahisari hakkında Edip Ali Bakı ve Ġsmail Hikmet Ertaylan’ın kitapları ile Hurşit Akbaş, Şaban Sözbilici, Sadi Gedik, Kamil Sarıtaş, Saim Kıstırak, Erol Topal ve Ayşe Gülay Keskin’in yüksek lisans ve doktora tezlerinin olduğunu ilave edelim.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]

Abdulhalim Durma , Afyon Evliyaları
Mehmet Gündoğan , Afyon Alim ve Evliyaları , Medrese kitabevi , 1999
H. Fikri Yazıcıoğlu , Afyon Evliyaları ve İlim Adamları , 1969
[/toggle]

Akşemseddin (k.s.)

Bolu – Göynük ilçe merkezinde Süleymanpaşa camii yanında

Asıl adı Şemseddin Muhammed b. Hamza’dır. Ancak Akşemseddin veya kı­saca Akşeyh adıyla şöhret bulmuştur. 792 (1390) yılında Şam’da doğdu. ‘Avarifü’1-ma’arif sahibi Şeyh Şehabeddin Sühreverdi’nin (ö 632/ 1234) torunların­ dan Şeyh Hamza’nın oğludur. Baba tarafından nesebi Hz. Ebu Bekir’e kadar uzanmaktadır. Yedi yaşlarında babasıy­la birlikte Anadolu’ya gelerek o zaman Amasya’ya bağlı olan Kavak ilçesine yerleştiler ( 7 9 9 / 1396-97 ) Kur’an’ı ezberleyip kuvvetli bir dini tahsil gördükten sonra Osmancık Medresesl’ne müderris oldu. Yine bu arada iyi bir tıp tahsili yaptığı da anlaşılmaktadır. Hayatı hakkında en geniş ve doğru bilgilerin yer aldığı Enisi’nin Mendkıbname’sine göre “ilm-i batın lezzeti dimağından gitmediği için”, tahminen yirmi beş yaşlarında iken kendisine bir mürşid aramak üzere Fars ve Maveraünnehir’e doğru yola çıktı; ancak arzusunu gerçekleştiremeden geri döndü. Bazı tavsiyeler üzerine Hacı Bayram-ı Veli’ye intisap etmeyi düşündüy­se de vazgeçti ve şöhreti Anadolu’ya kadar yayılmış bulunan Zeynüddin El Hafi’ye intisap için Halep’e gitti. Fakat bir gece rüyasında, boynuna takılı bir zincirin Hacı Bayram’ın elinde olduğunu görünce Ankara’ya döndü. Akşemseddin hakkında bugüne kadar en geniş araş­tırmayı yapmış bulunan A. İhsan Yurd, Akşemseddin’in Def’u meta’in adlı eserinde Zeynüddin El-Hafı’ye açıkça tarizde bulunduğuna dikkati çekerek tenkit ettiği bir kimseye intisap etmeyi düşünmesinin mümkün olamayacağını belirtmekte ve onun doğrudan doğruya Hacı Bayram’a bağlandığını kaydetmektedir.

İntisap tarihi belli olmayan Akşemsed­din sıkı bir riyazet ve mücahededen sonra kendisini takdir eden şeyhinden kısa zamanda hilafet aldı. Akşemseddin’in içinde çileye girdiği hücre bugün de Ankara Hacıbayram Camii bodrumunda mevcuttur ve şeyhin adıyla anılmakta­dır.

Daha sonra şeyhinin yanından ayrılarak Beypazarı’na gitti, burada bir mescid ve değirmen inşa ettirdi. Fakat halkın büyük rağbet gösterip etrafına toplanması üzerine günümüzde Çorum’a bağlı olan iskitip kazasında Kösedağı civarın­ daki Evlek köyüne çekildi. Bir süre sonra buradan da ayrılarak Göynük’e yerleşti ve orada da yine bir mescidle değirmen yaptırdı. Bir yandan çocukları­ nın, diğer yandan da dervişlerinin talim ve terbiyeleriyle meşgul oldu; bu arada hacca gitti. Şeyhi Hacı Bayram-ı Veli’nin vefatından sonra onun yerine irşad makamına geçti (833 / 1429-30)

Akşemseddin, şeyhi Hacı Bayram’ın II. Murad’la münasebetlerinde hemen daima yanında olduğundan oğlu II. Mehmed ile de tanışmış ve tahta çıktıktan sonra da onunla görüşmeye devam etmişti. Tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber İstanbul’un fethinden önce iki defa Fatih’in yanına Edirne’ye giden Akşemseddin, ilkinde II. Murad’ın kazaskeri Çandarlıoğlu Süleyman Çelebi’yi, öbür defasında da Fatih’in kızlarından birini tedavi ederek iyileştirmiş, Fatih’in kızı da kendisine Beypazarı’ndaki pirinç mezraalarını vermişti. Fatih 1453 yılı baharında istanbul’u muhasara etmek üzere ordusuyla Edirne’den yola çıkınca Akşemseddin, Akbıyık Sultan ve devrin diğer tanınmış şeyhleri de yüzlerce müridleriyle ona katıldılar. Akşemseddin kuşatmanın en sıkıntılı anlarında gerek padişahın gerekse ordunun manevi gücünün yükseltilmesine yardımcı oldu. Araştırmacılar, Akşemseddin’in bu sı­kıntılı anlarda zaferin yakın olduğu müjdesini vererek sabredip gayret göstermesi gerektiğine dair Fatih’e yazdığı mektupların fethin kısa zamanda gerçekleşmesinde büyük bir tesiri olduğu­ nu belirtmektedirler.

Fetihten sonra Ayasofya ‘da kılınan ilk cuma namazında hutbeyi Akşemseddin okuduğu gibi, İslam ordularının daha önceki kuşatmalarından birinde şehid düşmüş olan sahabeden Ebu Eyyub el-Ensari’nin kabrini de Fatih’in isteği üzerine yine o keşfetti. Fatih tarafından kiliseden çevrildikten sonra Fatih medreseleri yapılıncaya kadar önce medrese olarak kullanılan Zeyrek Camii’nin güney ihata duvarında pencere üstündeki bir kitabeden, Akşemseddin’in istanbul’da bulunduğu yıllarda burada oturduğu ve ders verdiği anlaşılmaktadır. Fetihten sonra padişahın taç ve tahtını terkedip bütünüyle şeyhe bağlanmak ve ondan tarikat ahkamını öğrenmek istemesi üzerine Akşemseddin büyük bir dirayet göstererek Fatih’in bu arzusuna engel olmaya çalıştı. Bunu başaramayacağını anlayınca Gelibolu üzerinden Anadolu yakasına geçerek Göynük’e döndü. Sultanın gönlünü almak üzere arkasından gönderdiği hediyeleri geri çevirdiği gibi Göynük’te yaptırmak istediği cami ve tekkeyi de kabul etmeyerek sadece bir çeş­me yapılmasına razı oldu.
Hayatının son yıllarını Göynük’te geçirdiği tahmin edilen Akşemseddin , Menakıbname’ye göre 863 Rebiülahiri nin sonunda (Şubat 1459) burada vefat etti. Türbesi halen ziyaretgahtır.

Halifelerin’den Abdürrahim Karahisari’nin 865’te ( 1460-6 1) Mahmud Paşa adına kaleme aldığı Vahdetname’nin başında yer alanbir beytine göre. Akşemseddin’in bu ta-rihten önce vefat etmiş olduğu açıkça anlaşıldığından, Menakıbname’deki vefat tarihinin doğruluğuna hükmedilebilir. Nitekim bugün türbe kapısı üzerinde bulunan inşa kitabesi de 863 Rebiül ahirini göstermekte ve menakıbın verdiği bilgiyi doğrulamaktadır. E. Hakkı Ayverdi’nin kitabedeki “rebiayn” kelimesini “rebiülevvel” olarak kabul etmesinin izahı zordur. Türbesi vefatından beş yıl kadar sonra yapılmış olup sandukası üzerindeki yazı da oğullarından Mehmed Sadullah’a aittir. Evlatlarından Mehmed Sadullah ve Nürullah da bu türbede yatmaktadır. Kaynaklarda aynı zamanda “tabib-i ebdan olduğu , devrinin iyi bir hekimi sıfatıyla da şöhret kazandığı ve tıbba dair eserleri bulunduğu belirtilen Akşemseddin’in, tıp tarihinde ilk defa mikrop meselesini ortaya atmak ve hastalıkların bu yolla bulaştığı fikrini öne sürmekle, bu alanda kesin bilgiler veren Fracastor adlı İtalyan hekimden en az 100 yıl önce bu konuya ilk temas eden tabip olduğu kabul edilmektedir.

Akşemseddin’in yedi oğlu olmuştur. Bunlar sırasıyla Sadullah, Fazlullah, Nurullah, Emrullah, Nasrullah, Nürülhüda ve Hamdullah Hamdi adlarını taşımak­tadır. Bunlardan küçük oğlu Hamdullah Hamdi (ö 909/ 1503) hey’et, nücüm ve musikide iyi derecede bilgi sahibi olup aynı zamanda devrinin önde gelen şair­leri arasında da yer almıştır.

Akşemseddin’in kurduğu Bayramiyye’nin Şemsiyye kolu kendisinden sonra Göynük’te oğlu Fazlullah, Kayseride İbrahim Tennüri, iskilip’te Attaroğ­lu Muslihuddin, Ankara ve civarında ise Hamza eş-Şami tarafından devam ettirilmiştir.

Akşemseddin Hazretlerinin Eserleri

Akşemseddin’in eserlerinin büyük bir kısmı tasavvufa dair olup baş­lıcaları şunlardır:
1. Risaletü Nuriyye. Sadece Nuriyye olarak da anılan bu Arapça eser, devrinde şöhreti çok yaygınlaşan ve bu sebeple hakkında bazı dedikodular çıkarılan Hacı Bayram-ı Veli ve dervişlerini savunma maksadıyla yazılmıştır. Akşemseddin eserinde, “taife-i nüriyye· adını verdiği sufileri müdafaa ederek onların özelliklerini, tasavvufi ahlak ve adabı anlatır. Kitapta geçen tarihlere bakarak eserin 838- 841 ( 1434- 1438) yılları arasında kaleme alındığı söylenebilir. Risaletü Nuriyye, A. İhsan Yurd tarafından Arapça metni ve Akşemseddin’in kardeşi Hacı Ali’nin Türkçe tercümesiyle birlikte yayımlanmıştır (İstanbul 1972) Bayrami halifelerinden Bolulu Himmet Efendi tarafından 1071 ‘de (1661) yapılmış eksik bir tercümesi ise Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir .
2. Def’u meta ini’s-sufiyye. Kı­saca Def’u meta adıyla da anılan bu kitap bazı kaynaklarda Hall-i Müşkilat olarak zikredilmektedir. 856 (1452) yı­ lında kaleme alınan bu Arapça eser Muhyiddin İbnü’l-Arabi ve benzeri bazı bü-yük mutasvvıfların küfür ve ilhadla itham edilmelerine karşı onların sözleriyle Kuşeyri, Gazzali, Cüneyd-i Bağdadi, Necmeddin-i Kübra gibi tanınmış ulema ve meşayihin sözleri arasında bir fark olmadığını, ikincilerin eserlerinden nakiller yaparak göstermekte ve hepsinin aynı yolda bulunduklarını ispata çalışmakta ve ithamları reddetmektedir.
3. Makamat-ı Evliya. “Mürşid kimdir. makam-ı velayet nedir ve de-receleri nelerdir” gibi tasavvufi konuları işleyen Türkçe bir eserdir. A. İhsan Yurd tarafından beş nüshası karşılaştırılarak neşredilmiştir (İstanbul 1972).
Risale-i Zikrullah, Risale-i Şerh-i Akval-i Hacı Bayram-ı Veli ve Risale-i devrani’s-sufiyye adlı eserleri ise bugüne kadar ele geçmemiştir. Ayrıca Akşemseddin’in Fatih’e yazdığı iki mektubu bilinmektedir. Bunlardan biri Halil inalcık, diğeri ise Bursalı Mehmed Tahir tarafından yayımlanmıştır. Ona nisbet edilen ve yaklaşık kırk beş beyitlik Türkçe manzum bir risale olan Nasihatname-i Akşemseddin ise yine A. İhsan Yurd, Süleymaniye Kütüphanesi nüshasına dayanarak neşretmiştir (İstanbul ı972).
[/toggle]


Kaynak ; Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi , Orhan F. Köprülü – Mustafa Uzun