Mahmut Esad Çoşan (k.s.)

İstanbul eyüp’de Piyer lotiye çıkan İdris köşkü yokuşunun başında solda

Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi 14.4.1938 tarihinde, Çanakkale’ye bağlı Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde dünyaya geldi. Babası Halil Necati Efendi, annesi Şadiye Hanım’dır. Babası ile annesi üçüncü kuşakta aynı kökte birleşmektedir. Hz. Hüseyin Efendimiz’in soyundan olan dedeleri Buhara’dan gelip Çanakkale’ye yerleşmişlerdir. Büyük dedesi Molla Abdullah Efendi, İstanbul’da ilim tahsilinde bulunmuş ve dönemin ünlü meşâyihinden Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendi’nin yakın bağlıları arasına girmiştir.

Dedesi Molla Mehmed Efendi ise Fatih medreselerinde okuyup icazet aldıktan sonra, Birinci Cihan Harbi’ne iştirak etmiş ve bu savaşta şehit düşmüştür. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi’nin babası Hâfız Halil Necati Efendi 1942 yılında çocuklarının tahsili için İstanbul’a göç etti. Es’ad Coşan Hocaefendi ilk öğrenimini Eminönü Vezneciler İlkokulu’nda, 1950 yılında tamamladı. Bu arada babası vasıtasıyla dönemin âlim ve âriflerinden Serezli Hasib ve Abdülaziz Bekkine Efendilerle tanıştı. Sohbet meclislerine devam etti.

Vefa Lisesi orta kısmından 1953, aynı okulun lise kısmı Fen Kolu’ndan ise 1956 yılında mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi bölümünü 1960 yılında bitirdi. Arap Dili ve Edebiyatı, Fars Dili ve Edebiyatı, Ortaçağ Tarihi ve Türk-İslâm Sanatı sertifikaları aldı. Fakülte son sınıfta iken Mehmed Zâhid (Kotku) Efendi’nin küçük kızı Muhterem Hanımefendi ile evlendi. Fakülte’den mezuniyetini müteakip girdiği imtihanı başarı ile vererek Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Klasik-Dînî Türkçe Metinler Kürsüsü asistanlığını kazandı ve bu suretle de üniversiteye intisap etti.

Fakülte yayın komisyonunda iki yıl sekreterlik yapan Es’ad Coşan Hocaefendi, 1965 yılında XV. Yüzyıl Şairlerinden Hatiboğlu Muhammed ve Eserleri adlı çalışmasıyla “İlâhiyat Doktoru” ünvanını aldı. İlâhiyat Fakültesi öğretim üyeliği yanısıra 1967-68 yıllarında Ankara Yükseliş Mühendislik ve Mimarlık Özel Yüksek Okulu’nda “Türkçe ve Hümaniter Bilgiler” dersi verdi.

Es’ad Coşan hocaefendi 1972 yılında Hacı Bektaş Velî ve Makâlât adlı tezi ile doçent ünvanını aldı. 1971-1972 yıllarında yedek subay olarak askerlik hizmetini yaptı. 1973 yılında aynı fakültesin Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü öğretim üyeliğine, bir yıl sonra da aynı kürsünün başkanlığına atandı. Emekli olduğu 1987 yılına kadar adı geçen kürsünün Anabilim dalı başkanlığını yürüttü.

1977-1980 yılları arasında Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademis’nde Türk Dili ve Hümaniter Bilgiler dersleri verdi. Matbaacı İbrâhim-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiyye adlı takdim teziyle 1982 yılında Profesör unvanını aldı. Üniversiteye intisap etmesinden emekliliğine kadar geçen süre içerisinde Milli Eğitim Bakanlığı ve Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde kurulan çeşitli komisyonlarda üye olarak çalıştı. Aynı zamanda Almanya, Avusturya, Irak, İran, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerde uluslararası toplantı ve konferanslara katıldı, araştırma ve incelemelerde bulundu.

Mensubu bulunduğu fakültede Türk-İslâm Edebiyatı, Osmanlıca, Türkçe-Kompozisyon, Farsça ve Arapça derslerini okuttu. Yedi adet doktora ve çok sayıda lisans tezi yönetti. Mahmud Es’ad Coşan hocaefendi başarılı ve verimli bir öğretim üyeliği hayatı sürdürmekte iken irşad faaliyetleri ile sosyal ve kültürel çalışmalara daha fazla zaman ayırabilmek amacıyla 1987 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Bundan sonra Hocası ve kayınpederi Mehmed Zahid Efendi’den aldığı tebliğ ve irşad görevini daha aktif yerine getirebilmek için faaliyetlere başladı. Seleflerinin başlattığı hadis derslerini Türkiye’nin bir çok ilinde yapmak suretiyle yaygınlaştırdı. Yaygın ve örgün eğitim, kültür, yardımlaşma, sanat ve yayın alanlarında hizmet üretmeleri için dostlarını teşvik etti. Bu alanlarda bir çok çalışmanın başlamasına önayak oldu. Çok sayıda kitap ve makale kaleme aldı.

Sohbetlerine gösterilen ilgiden dolayı hizmet sınırlarını genişletti ve bu gaye ile dünyanın bir çok ülkesine seyahatlerde bulundu. Avrupa, ABD, Orta Asya ve Avustralya’ya defalarca giderek eğitim proğramlarına katıldı. Doğup büyüdüğü vatanından yirmi bin kilometre uzakta bulunan Avustralya’da, bir cami açılışı için yaptığı bir seyahat esnasında elim bir trafik kazası neticesinde Hakk’a yürüdü (4 Şubat 2001). Nâşı Türkiye’ye getirildi. 9 Şubat 2001 tarihinde Fatih Camii’nde Cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazına, yüzbinlerce talebe ve seveni katıldı. Eyüpsultan Mezarlığı’nın Nakşi Tarlası denilen kısmında Hakk’ın rahmetine tevdi edildi.

Hüseyin Hilmi Işık (k.s.)

Eyüp’den pierre Lotiye giden yokuştan yukarı çıkıyoruz.Kaşgari dergahını geçtikten hemen sonra soldaki merdivenlerden yukarı çıkıyoruz. İhlas çeşmesi yazan çeşmenin arkasında Mavi Parmaklıklı Kabristan Hüseyin Hilmi efendinin aile kabristanıdır.

Son devir İslam âlimi, evliya ve fen adamı. Müsteâr ismi “Sıddîk Gümüş”tür. Bazı kitaplarında bu ismi
kullanmıştır. 8 Mart 1911 tarihinde (H.1329) İstanbul-Eyüp Sultan’da doğdu. Babası Saîd Efendi ve dedesi İbrâhîm Pehlivân, Plevne’nin Lofca kasabası, Tepova köyünden, annesi Âişe hanım ve annesinin babası Hüseyin ağa da, Lofca kasabasından idiler. Babası Said Efendi, Doksanüç Harbi denilen 1877 Osmanlı-Rus Harbinde muhâcir olarak İstanbul’a gelip, Eyyûp Vezirtekke’ye yerleşti. Said Efendi 1929 senesinde vefât etti. Eyüp Sultân kabristânında medfûndur. Annesi Âişe Hanım, 1954’te Ankara’da vefât etti. Bağlum mezarlığındadır.

Okula Başlaması
Hüseyin Hilmi Efendi beş yaşında, Eyyüb Câmii ile Bostan iskelesi arasındaki Mihri Şâh Sultân ilk mektebine başladı. Burada Kur’ânı kerîm’i hatmetti. 1924 senesinde aynı yerdeki Reşadiye numune mektebini birincilikle bitirdi. O sene, Konya’dan İstanbul’a getirilmiş olan, Halıcıoğlu Askerî Lisesi giriş imtihânlarını pekiyi derece ile kazandığı gibi ikinci sınıfa da birincilikle geçti. Her sene takdîrler alarak 1929’da askerî liseyi birincilikle bitirdi ve askerî tıbbiyye mektebine seçildi.Derslerindeki çalışkanlığı ve üstün istidadı hocalarının dikkatini çekiyordu. Lisede iken geometri hocası, her dersi verince Hüseyin Hilmi Efendiye tekrâr ettirirdi. Arkadaşları, “Sen anlatınca dahâ iyi anlıyoruz” derlerdi.Lisede okurken, mukaddesâtına saldıranları görünce, hayâl kırıklığına uğradı. Birkaç sene önce, berâber oruç tuttuğu, namaz kıldığı arkadaşları iftirâlara aldanarak, ibâdetten vazgeçtiler. Namaz kılan oruç tutan tek o kalmıştı. Yalnız kalmak, onu çok üzdü. 1929 senesinde, lise son sınıfta, on sekiz yaşında idi. Kadir Gecesi, okulda yatmışlardı. Uyuyamadı. yatağından fırladı. Düşüncelerinde, îmânda yalnız kalmıştı. Sıkılıyordu, bunalıyordu. Bahçeye çıktı. Gökyüzü yıldızlarla dolu idi. Eyüp Sultân’ın, yâni Hâlid bin Zeyd’in türbesine karşı, Haliç’in ışıklı dalgaları, sanki ona, “üzülme, sen haklısın” diyorlardı. Hıçkırarak ağladı. “Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Seni ve Peygamberlerini seviyorum. İslâm bilgilerini öğrenmek istiyorum. Beni, din düşmanlarına aldanmaktan koru!” diye yalvardı. Allahü teâlâ, bu mâsum ve hâlis duâsını kabul buyurdu. Kerâmetler, hârikalar hazînesi, ilim deryâsı Abdülhakîm Arvasi “rahmetullahi aleyh”, önce rüyâda, sonra câmide karşısına çıktı ve onu kendine çekti.

Abdülhakîm Arvasi hazretleri ile karşılaşması
Bir gün dersten çıkmış öğle namazını kılmak için Bâyezîd Câmiine gitmişti. Nur yüzlü bir ihtiyâr, içerde oturmuş, önündeki bir kitaptan anlatıyordu. Güçlükle gidip, arkasına oturup dinledi. (Evliyâ mezârları nasıl
ziyâret edilir?) konusunu işliyordu. Hiç bilmediği, çok merâk ettiği şeylerdi. O sırada câmi içinde ikindi namazı kılınmaya başlandı. Hoca da kitâbı kapayıp, “Bu kitâp Allah rızâsı için bu küçük efendiye hediyem olsun” diyerek arkasına uzattı. Kalkıp namaza başladı. Hoca efendi, kendisini görmemişti. Arkasında küçük efendi olduğunu nereden anlamıştı? Kitâbı alınca, câminin boş yerine koşup namazını kıldı. Kitâbın kapağında “Râbıta-i Şerîfe” ve altında “Abdülhakîm” yazılı idi. Yanındakine sorup, kitâbı verenin Abdülhakîm Efendi olduğunu, Cuma günleri, Eyüp Câmiinde vaaz verdiğini öğrendi. Cuma gününü bekledi. Büyük câmide hocayı aradı. Göremedi. Sordu. “O, başka câmide imâmdır. Orada kılıp, buraya gelir. Dışarıda bekler” dediler. Dayanamadı. Dışarı çıktı. Onu, bir kitâpçı sergisinin yanında duruyor gördü.

Cemâat câmiden çıkmaya başlayınca Abdülhakim Efendi kalktı, câminin yan tarafındaki küçük bölüme girdi. Yerdeki yüksek mindere oturup rahle üstündeki kitaptan anlatmaya başladı. Hüseyin Hilmi Efendi, en önde karşısına oturmuş dikkatle dinliyordu. Hiç işitmemiş olduğu çok merâk ettiği din ve dünyâ bilgilerini zevkle dinledi. Defîne bulmuş fakir gibi, serin suya kavuşmuş, ciğeri yanık kimse gibi idi. Gözlerini Seyyid Abdülhakîm Efendiden hiç ayırmıyor, onun sevimli, nûrlu yüzünü seyretmeye, söylediği, her biri pırlanta gibi kıymetli bilgileri dinlemeye dalmış, kendinden geçmiş, dünyâ işlerini, mektebini, her şeyi unutmuştu. Kalbinde, tatlı tatlı bir şeyler dolaşıyor, sanki yıkanarak temizleniyordu. Dahâ ilk sohbeti, ilk sözleri Hüseyin Hilmi Efendiyi mest etmişti. “Fenâ” denilen ve kavuşmak için uzun seneler çile çekilen nimet, sanki bir derste hâsıl olmuştu.

Ne yazık ki, bir saat geçmiş, ders bitmişti. Bu bir saat, Hüseyin Hilmi Efendiye bir an gibi gelmiş, rüyâdan uyanır gibi, elindeki not defterini cebine koyarak, dışarı çıkmak için kapıdaki kalabalığa karışmıştı. Ayakkabılarının bağcıklarını bağlarken, birisi eğilip, kulağına, “Küçük efendi! Seni çok sevdim. Bizim ev mezârlık arasındadır. Bize gel. Seninle konuşuruz!” dedi. Bu sesin sahibi, Seyyid Abdülhakîm Efendi idi.
O gece, Hilmi Efendi, rüyâsında “Bulutsuz, parlak mâvi bir semâ gördü. Etrâfı, câmi kubbesindeki gibi parmaklıkla çevrilmiş, burada nur yüzlü biri gidiyordu. Başını kaldırıp bakınca, Seyyid Abdülhakîm efendi olduğunu gördü.” Heyecanla uyandı. Birkaç gün sonra, yine rüyâsında, “Hazret-i Hâlid’in türbesinde sandukanın baş tarafına oturmuş bir zat gördü. Yüzü ay gibi parlıyordu. İnsanlar elini öpmek için bekliyordu. Hilmi Efendi de gitti ve sırası geldiğinde elini öperken uyandı.”

Artık sık sık Abdülhakîm Efendinin evine gitmeye başladı. Bâzan sabâh namazından önce gelip, yatsıdan sonra, istemeye istemeye zorla ayrılıyordu. Hatta herşeyi unutup, yeniden görüyormuş gibi oluyordu. Yemekte, namazda, istirâhatte, bir yere gitmekte, Abdülhakîm Efendiden hiç ayrılmıyor, hareketlerine dikkat ediyor ve hep onu dinliyordu. Bir dakîkanın boş geçmemesi için çırpındığı gibi, tatil günlerinde, boş kaldığı zamanlarda da, hep oraya gidiyordu. Câmilerdeki vaazlarını hiç kaçırmıyordu. Abdülhakîm efendi ona önce Türkçe kitaplar, birkaç ay sonra, Arabî ve Farisî okuttu. Emsile, Avâmil, Simâ’î masdarlar. Emâlî kasîdesi, Mevlânâ Hâlid Dîvânı, İsaguci denilen mantık kitâbını ezberletti.Seyyid Abdülhakîm Efendinin Hüseyin Hilmi Efendiye ilk verdiği vazîfe, İmâm-ı Begavî’nin “Kazâ-kader” hakkındaki, birkaç satırının Arabî’den Türkçeye tercümesi oldu. Tercümeyi, yaparak, ertesi gün hocasına götürünce, “Çok iyi, doğru tercüme etmişsin. Hoşuma gitti” buyurdu. (Bu tercüme, Seadet-i Ebediyye kitabının 412. sayfasındadır)

Tıb Fakültesinden eczacılığa geçmesi
Hüseyin Hilmi Efendi, tıbbiye mektebinde ikinci sınıfa birincilikle geçti. Kemik vizesini vermiş, kadavra üzerinde çalışma zamanı gelmişti. O hafta Eyüp’e gitti. Abdülhakîm Efendi ile bahçede başbaşa otururlarken, “Sen doktor olma. Eczâcılığa naklet! Çok iyi olur” buyurdu. Hilmi Efendi, “Ben sınıfın birincisiyim. Eczâclığa geçmek için izin vermezler” deyince: “Sen istida (dilekçe) ver. Allahü teâlâ inşâallah nasîb eder” buyurdu. Dilekçelerden, yazışmalardan sonra, Hilmi Efendi Eczâcı mektebi ikinci sınıfına gecti. Abdülhakîm Efendinin emri ile, Paris’te çıkan Le Matin gazetesine abone olup, Fransızcasını ilerletti. Eczâcı mektebini ve sonra Gülhâne hastahânesinde bir senelik stajını hep birincilikle bitirip, ilk önce, üsteğmen olarak askerî tıbbiye mektebine müzâkereci tâyin edildi.

Yeni bir buluşu
Bu arada yine hocasının emriyle Kimyâ Yüksek Mühendisliğini okumaya başladı. Von Mises’den yüksek matematik, Prager’den mekanik, Dember’den fizik, Goss’dan teknik kimyâ okudu. Kimyâ profesörü Arndt’ın yanında çalıştı. Takdîrlerini kazandı. Arndt’ın yanında altı ay travay yapıp, (Phenyl-cyan-nitromethan’ın nitron-esteri) cisminin sentezini yaptı ve formülünü tesbit etti. Dünyâda ilk olan bu başarılı travayı, fen fakültesi mecmûasında ve Almanya’da çıkan “Zentral Blatt” kimyâ kitâbının 1937 târîh ve 2519 sayısında (H. Hilmi Işık) isminde yazılıdır.
Hüseyin Hilmi Işık, 1936 senesi sonunda 1/1 sayılı Kimyâ Yüksek Mühendisliği diplomasını aldı. O sene Türkiye’de ilk kimyâ yüksek mühendisi olduğu, günlük gazetelerde yazıldı. Bu başarısından dolayı askerî kimyâ sınıfına geçirilerek, Ankara, Mamak’ta zehirli gazlar kimyâgeri yapıldı. Burada on bir sene kalıp, Auer fabrikası genel direktörü Merzbacher ve kimyâ doktoru Goldstein ve optik mütehassısı Neumann ile yıllarca çalıştı. Onlardan Almanca da öğrendi. Harp gazları mütehassısı oldu. Başarılı hizmetler gördü.

Sarf ve nahv mühendisi
Hüseyin Hilmi Işık “rahmetullahi aleyh”, her fırsatta İstanbul’a giderdi. Bu ziyâretleri güçleşince mektup yazarak gönlünü ferahlatırdı. Abdülhakîm Efendi, cevaben bir mektupta şöyle yazmıştır: “Pekçok sevilen Hilmi ve Sedâd! Sevimli mektûbunuzu aldık. Senâ ve şükre bâis oldu. Avâmil’in tercümesini güzel yapmış. Demek ki, anlamış. Hilmi istifâde eder. Sedâd istifâde eder. Avâmil’in bir şerhi, bir de mu’rebi vardır. Bunları bir vâsıta ile gönderirim. Zâten nahiv itibâriyle kâfî olur. Sonra kimyâ mühendisi olduğunuz gibi, bir de sarf ve nahiv mühendisi olursunuz. Diğer mühendisler çoğaldıkça, kıymetten düşerler. Bu mühendislik haddi zâtında makbûl olduğu gibi, nâdir olmuş, azalmış ve bitmiş olduğundan çok makbûl olur. Demek orada bulunmanız, böyle devlet-i azîmeye nâil olmak için olmuş. Selâmlar ve düâlar ederiz.” Başka bir mektupta, “Hilmi, mektûbunuza müteşekkir oldum. Sıhhatinize şükrettim. Din ve dünyânıza en ziyâde yarayan ve dîn-i islâmda misli telîf edilmiş olmayan Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî kitâbını okuyup bâzısını anlamanın çok ziyâde bir fadl ve ihsân olduğunu bilmelisin!…” Hüseyin Hilmi Işık, Mamak’ta iken, İmâm-ı Rabbânî’nin ve oğlu Muhammed Masûm’un üçer cild Mektûbât’larının Müstekımzâde tarafından yapılan Türkçe tercümelerini birkaç kere okuyarak, bu altı cild kitâptan, harf sırası ile özet çıkardı. Üç bin sekiz yüz kırk altı madde hâlinde meydâna gelen bu özeti, İstanbul’a gelince Seyyid Abdülhakîm Efendiye okudu. Hepsini, dikkatle dinledi, çok beğendi. Bu bir kitâp olmuş. İsmini “Kıymetsiz Yazılar” koy, buyurdu. Hüseyin Hilmi Işık’ın şaşırdığını görünce, “Anlamadın mı? Bu yazılara kıymet biçilebilir mi?” dedi. (Bu kitap, Hakikat kitabevi tarafından bastırılmıştır)

Evlenmesi
1940 senesinde, Abdülhakîm Efendinin tavassutu ile Karamürsel Kumaş Fabrikası Müdürü Ziya Beyin kızı Nefise Siret Hanım ile evlendi. Belediye kaydını müteakip, nikahı, Hanefî ve Şâfi’î mezheblerine göre Abdülhakîm Efendi kıydı. Düğün yemeğinde Hilmi Işık’ı yanına oturttu. Yatsıdan sonra kendisine duâ etti ve zevcesine teveccüh buyurarak, “Sen benim hem kızım, hem de gelinimsin” dedi. Böylece Hüseyin Işık’ı manevi oğulluğa kabul ettiği anlaşıldı.

Hocasının vefatı
Hüseyin Hilmi Işık “rahmetullahi aleyh”, 1943 senesi sonbahârında Ankara, Hamamönü’ndeki evinde otururken, Abdülhakîm Efendinin yeğeni Fârûk Beyin oğlu avukat Nevzâd Işık gelip, “Hilmi ağabey! Efendi babam seni istiyor” dedi. Şaşırdı. Efendi hazretlerinin Ankara’da ne işi olabilirdi? Birlikte, Fârûk Beyin Hâcı Bayram’daki evine geldiler. Abdülhakim Efendinin Ankara’da mecburi ikamete tâbi tutulduğunu öğrendi. Yorgunluktan çok zayıf, hâlsiz oturmakta olduğunu gördü. Hilmi Işık, her akşam gelip, koluna girer ve yatak odasına geçirdikten sonra, üstünü örtüp, yüksek sesle “Kul-e’ûzü”leri okuduktan sonra ayrılırdı. Gündüzleri, ziyârete gelenler, karşısındaki sandalyelere otururlar, az sonra giderlerdi. Hilmi Işık’ı her zaman yatağının içine oturtur, hafîfçe bir şeyler söylerdi. Yirmi gün sonra burada vefat etti. Bağlum’da defnedilirken, oğlu Ahmed Mekkî Efendinin emri ile, Hilmi Işık kabre girip, dînî vazifeleri yaptı. Yine Mekki Efendi, “Babam, Hilmi’yi çok severdi. Onun sesini tanır. Telkîni Hilmi okusun!” buyurdu ve bu şerefli vazîfeyi de Hilmi Efendi yerine getirdi. Hüseyin Hilmi Işık “rahmetullahi aleyh”, birkaç sene sonra, İstanbul’da yazdırdığı mermer taşı Bağlum’daki kabre koydurdu. Van’da Seyyid Fehîm hazretlerine de mermer taş yazdırdı. İstanbul’da Abdülfettâh Akri ve Muhammed Emîn Tokâdî’nin kabirlerini de tamîr ettirdi. 1971′de Delhi, Diyobend, Serhend ve sonra Karaşi’yi ziyâret etti; Panipüt şehrinde, Senâullah Dehlevî hazretleri ile Mazhar-ı Cân-ı Cânân’ın zevcesinin kabirlerini tamir ettirerek her iki kabrin muhâfazasını temin etti. Hüseyin Hilmi Işık, ilim güneşi Abdülhakîm Efendinin vefatlarından sonra, mahdûm-i mükerremi, Üsküdar, sonra Kadıköy Müftîsi, fazîletli Seyyid Ahmed Mekkî Efendinin halka-i tedrîsine kabûl buyuruldu. Büyük bir şefkat ve mahâret ile, (fıkh), (tefsîr), (hadîs), ma’kûl ve menkûl, üsûl ve fürû’ ilimlerini tâlim buyurup kendisini, 27 Ramazân-ı mübârek 1953 (H.1373) pazar günü icâzet-i mutlaka ile, tedrîse mezun eyledi.

Öğretmenlik hayatı
Hüseyin Hilmi Işık, 1947′de Bursa Askerî Lisesi’nde kimyâ muallimi, sonra öğretim müdürü oldu. Kuleli ve Erzincan askerî liselerinde uzun seneler kimyâ okutarak yüzlerce subaya hocalık yaptı. 1960′da emekli olduktan sonra, Vefâ Lisesi’nde, Fatih imâm hatîp okulunda, Cağaloğlu ve Bakırköy sanat enstitülerinde matematik ve kimyâ hocalığı yapıp çok sayıda îmânlı genç yetiştirdi. 1962 senesinde Yeşilköy’de Merkez Eczâhânesi’ni satın aldı. Sâhip ve mesûl müdürü olarak, uzun seneler halkın sıhhatine hizmet etti.

“Seâdet-i Ebediyye” yi yazması
HüseyinHilmi Işık “rahmetullahi aleyh”, 1956 senesinde “Seâdet-i Ebediyye” kitâbını neşretti. Seâdet-i Ebediyye kitâbını okuyanların teşvîki ile, ikinci kısmını da hazırladı. Bu da, 1957′de bastırıldı. Bu iki kitâp, temiz gençlikte, İslâmiyete karşı, öyle bir alâka ve câzibe uyandırdı ki, suâl yağmuru altında kaldı. Bu çeşitli soruları cevâplandırmak için, mûteber kitâplardan tercüme ederek yaptığı açıklamalar ve ilâvelerle, üçüncü kısmını da 1960′da bastırdı. Bu üç kitâbı, 1963′de bir araya getirip, “Tam İlmihâl” adını verdi. Devâmlı suâller sebebi ile, kitâbının her baskısına yeni ilâveler yaparak 1248 sayfalık eşsiz bir eser meydana getirdi. Eserin İngilizceye tercümesi yapıldı, “Endless Bliss” ismi verildi ve Hakîkat Kitâbevi tarafından beş cild olarak bastırıldı.

Abdülhakîm-i Arvasi hazretlerinin oğlu derin âlim Ahmet Mekki Efendi, Seâdet-i Ebediyye kitâbına yazdığı takrizde şöyle söylemektedir: “Asrımızın fâdıllarından, zamânımızın bir tânesinin yazmış olduğu Seâdet-i Ebediyye kitâbına göz gezdirdim. Bu kitâpta, kelâm, fıkıh ve tasavvuf bilgilerini buldum. Bunların hepsinin, bilgilerini nübüvvet kaynağından almış olanların kitâplarından toplanmış olduğunu gördüm. Bu kitâpta, Ehl-i sünnet velcemâ’at itikâdına uygun olmayan hiçbir bilgi, hiçbir söz yoktur. Ey Temiz gençler! Dînî ve millî bilgilerinizi, bu latîf, benzeri bulunmayan, belki de, ileride bir benzeri yazılamayacak olan, bu kitâptan alınız!”

İlmi faaliyetleri
Hüseyin Hilmi Işık, 1966 senesinde İstanbul’da Işık Kitâbevi’ni, sonra da Hakîkat Kitâbevi’ni açtı. 1976 yılında, İhlâs Vakfı’nı kurdu. Türkçe, Almanca, Fransızca, İngilizce ve ofset ile hazırladığı Arabî, Fârisî yüzden fazla kitâbı dünyânın her tarafına yaydı. Bütün bu hizmetlerin, Seyyid Abdülhakîm-i Arvâsî hazretlerinin tasarrufları ve himmetleri ile ve İslâm âlimlerine olan aşırı sevgi ve saygısının bereketi ile olduğunu söylerdi.

Vefatı
Hüseyin Hilmi Işık “rahmetullahi aleyh” 26 Ekim 2001 (H. 9 Şabân 1422)’de vefât etti. Eyüp Camiinde kılınan cenaze namazına binlerce insan katıldı. Eyüp Sultan’da toprağa verildi. Hüseyin Hilmi Işık’ın, bir kızı, bir oğlu olup, oğlu Abdülhakim Bey babasından yedi ay önce Hakk’ın rahmetine kavuştu. Damadı İhlas Holding’in sahibi Enver Ören, torunu A. Mücahid Ören’dir. Bir torunu da Abdülhakim Bey’in oğlu Ferruh Işık Bey’dir.

 

 

 

 

Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.)

Karacaahmet Mezarlığında Kabri şerifi.Karacaahmet 7 bölümden oluştuğu için bulmak biraz karışık olabilir.Karacahamet^in türbesinden Dr eyüp aksoy caddesine doğru iniyoruz yolun solunda 200 m sonra demir kapından içeri giriyoruz. 100 m kadar sonra sağda.

 

Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerinin Silsile-i Şerifi

Daha 30 yaşındayken profesör unvanı alan Süleyman Hilmi Tunahan (k.s.), hayatının tamamını Kur’an ahlakına ve eğitimine adayarak canla başla çalışırken, zaman geldi ihbarlar ve zorbalıklarla tutuklandı.

Zorlukları görmezden gelerek her fırsatta talebe eğiten Tunahan, hayatının son 9 yılına girdiğinde tutuklanarak elinden alınan vaizlik belgesini geri aldı. İlk kursunu açtı ve binlerce talebeye eğitim vererek bir neslin daha kurtuluşuna vesile oldu. Gerçek bir âlimin akıllara durgunluk veren öyküsü…

MEKTEPLERİN BİRİNCİSİYDİ
Süleyman Hilmi Tunahan, 1888 yılında Bulgaristan’ın Silistre vilayetinin Ferhatlar Köyü’nde dünyaya geldi. İlk tahsilini Silistre’nin Satırlı Medresesi’nde babası Osman Efendi’nin yanında tamamladı. 1916 yılı Eylül ayında Fatih Medresesini 80 üzerinden 76 puan alarak birincilikle bitirdi. Aynı yıl, Medresetü’l-Mütehassisin’in Tefsir-Hadis bölümüne girerek Hafız Ahmet Paşa’dan ders okumaya başladı. 1919 yılı 27 Mayıs’ta Medresetü’l Kuzat’tan devrin tüm ilimlerini öğrenmek için girdiği Süleymaniye Medresesi’nden birincilikle mezun oldu.

30 YAŞINDA PROFESÖR OLDU
1918 yılında İstanbul müderrisliği Dersiâmlığına yükseldi ve bugünün ilim adamlarına verilen en büyük ilmî unvan olan ve ortalama 50’li yaşlara kadar alınamayan ordinaryüs profesörlük unvanının 30 yaşında sahibi oldu. 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun yürürlüğe girmesi ile bütün medreseler kapatıldığı için dersiamlar ve müderrislerle beraber Süleyman Efendi’nin de vazifesine son verilerek Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından İstanbul vaizliğine tayin edildi. İstanbul’un bütün camilerinde vaiz olarak ilim ve irşad vazifesini yürüttü. 1936 yılında dini ilimleri öğretmenin yanında manevi ilimleri de öğretmek üzere Silsile-i Sâdât’ın 33 halkası olarak maddeten Selahaddin İbni Mevlana Siracüddin, manen İmam-ı Rabbani’ye bağlı olarak manevi irşad vazifesine başladı.

TUTUKLANDI, GÖREVDEN ALINDI

1939 yılında ilim ve irşad vazifesini çekemeyenler tarafından ihbar edilerek ilk defa tutuklandı. Özellikle hükümet kanadından hapishanelerde de kötü koşullara tabi tutulan Süleyman Hilmi Efendi, burada da kendisini ilim irfan için adayıp durmadan çalıştı. Dışarıda da yapılan tüm baskılara ve takibatlara rağmen ilim öğretmeye devam etti. Vaizlik maaşını talebelere vererek, yüzlerce kişiyi okutup ilim adamı olarak yetişmesini sağladı. 1944 yılında ikinci defa tutuklanarak Birinci Şube tabutluklarında, bu defa 8 günlük bir işkenceye tabi tutuldu. O günkü hükümet tarafından 1946 yılında vaizlik belgesi resmen elinden alındı. 1949 yılında Kur’an kurslarının açılmasına sınırlı da olsa müsaade eden kanun yürürlüğe girdi. Süleyman Efendi’nin ilim öğretme faaliyeti bir nebze rahatladı. Talebelerine büyük önem vererek, onlara değer verdiğini göstermek için, “Sizler benim müsteşarlarımsınız” derdi.

TRENLERDE EĞİTİM VERDİ
1950 yılında hükümet tarafından vaizlik belgesi yeniden iade edilen Tunahan (k.s.); bugün birçok kişiye örnek olurcasına, yaşlı ve hasta haline rağmen, günde 4 vasıta değiştirerek hem talebe okuttu ve hem de İstanbul’un önemli camilerinde resmen vaizlik yaptı. Trenlerde bile birilerine bir nebze de olsa ilmen katkı sağlamak için para vererek ders dinlemesini istiyor, bazen trenden inmeyerek gidiş ve dönüşlerde daha çok öğrenciyi okutuyordu. 1951 Çamlıca’da Konya Lezzet Lokantası sahibi Mustafa Bey’in tahsis ettiği yerde ilk düzenli Kur’an kursu hizmetleri başladı. Bu kurslardan yetişen binlerce talebe Diyanet İşleri Başkanlığı’nın açtığı müftü, vaiz, Kur’an kursu öğretmeni, imam ve müezzinlik imtihanlarında başarılı oldular. Tarihinde ilk defa İstanbul’un büyük camilerinin kürsüleri, Süleyman Efendi’nin yetiştirdiği talebeleri sayesinde genç vaizler tarafından dolduruldu. Diyanet İşleri Başkanlığı’nda 1950’li yıllarda görev yapan yetkililer, yaptığı hizmetlerden dolayı Süleyman Hilmi Tunahan’a büyük ilgi ve sevgi gösterirler. Bu kadar ilim sahibi olmasına rağmen niçin kitap yazmadığını sorduklarında onlara şu cevabı verirdi; “Ben tozlu raflarda duran, kesekâğıdı olarak satılan birçok kitap gördüm. Ben canlı kitaplar yazıyorum. Onlar hiçbir zaman tozlanmayacak, sürekli kendisini okutturacak” derdi. Kendisi tarafından yazılan ve kısa sürede Kur’an-ı Kerim’i okumayı öğreten Elif cüzü büyük ilgi görmektedir.

KARDEŞİNİZE DUA EDİN’ SÖZÜNÜ SUÇ SAYDILAR
1956’da Süleyman Efendi (k.s.), Cezayir halkının Fransız sömürgecilere karşı verdiği özgürlük mücadelesine manevi destek vermek için camilerdeki vaazlarında, “Cezayirli Müslüman kardeşlerimize dua edelim” dediği için, defalarca karakola çağırıldı ve ifade verdi. 1957 yılında Bursa’da gerçekleşen mehdilik hadisesi üzerine iftiraya uğrayarak yine haksız olarak tutuklandı ve Kütahya Hapishanesi’nde 69 yaşında 59 gün tutuklu kaldı. İdam talebiyle yargılandı, mahkeme tarafından suçsuz bulunarak beraat etti.

NAAŞINA TAHAMMÜL EDEMEDİLER
Tunahan’ın en önemli eseri Kur’an–ı Kerim okumayı kısa zamanda öğreten “Elif Cüzü”dür. Tunahan’ın, ömrünün son günlerinde uzun zamandır muzdarip bulunduğu şeker hastalığı ağırlaşmış, kanlarında yükselen şeker, bütün gayretlere rağmen bir türlü düşürülememişti. Süleyman Hilmi Tunahan, 16 Eylül 1959 Çarşamba günü, İstanbul Kısıklı’daki hâne–i şeriflerinde Rahmet–i Rahmân’a kavuştu. 72 yaşında vefat eden Süleyman Hilmi Tunahan’ın naaşı, dönemin İçişleri Bakanı Namık Gedik’in engellemesi sebebiyle Fatih Camii Haziresi yerine Karacaahmet Mezarlığı’nda, polisin gösterdiği mezarda toprağa verildi.

Musa Topbaş Hocaefendi (k.s.)

 

İstanbul – Kadıköy’de Sahrayı cedid mezarlığındadır. İstanbul avrupa yakasından gelenler Boğaz köprüsünü geçtik sonra göztepe sapağından sağa giriyoruz . erenköy tabelalarını takip ederek Sahrayı cedid mezarlığını bulabiliriz. Mezarlık içindeki yeride ;Mezarlığın kapısından girdiğimizde Mezalığın kuzeydoğu köşesinde

Musa Topbaş 1917 (1333) yılında Konya’nın Kadınhanı ilçesinde dünyaya geldi. Tüccârândan Ahmed Hamdi Efendi’nin oğludur. Büyük dedesi Topbaşzâde Ahmed Kudsî Efendi, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî hulefâsındandı. Babasının işi sebebi ile İstanbul’a yerleştikleri için Mûsâ Efendi’nin çocukluğu ve hayatı İstanbul’da geçti.

İlk eğitimine Erenköy’deki Fransız mektebinde başladı, daha sonra Nuruosmaniye’deki İnkılap Lisesinde devam etti. Orada iki yıl kadar okuduktan sonra ayrıldı. Ailesinin dînî bir eğitim almasını istemesi sebebiyle, Elmalılı M. Hamdi Yazır’dan Kur’an ve din dersleri okudu. Bir ara Âyân Meclisi âzâsı Mustafa Âsım Yörük Hoca’dan eski usülde Arapça ve dînî bilgiler aldı. Prof. Angel isimli bir Mûsevî’den dört beş yıl kadar özel Fransızca dersleri gördü. Fransızca’sını bu dilden tercüme yapacak seviyeye getirdi. Nitekim onun imzâsıyla yayınlanmış bir Fransızca kitap da bulunmaktadır. Küçük yaşlardan itibâren güzel sanatlara özellikle hüsn-i hatta meraklıydı. Hattat Hâmid Aytaç’dan hatt dersleri aldı. Hatt ile meşgul olduğu dönemde oluşturduğu zengin hatt koleksiyonunu tasavvuf yoluna girince “kalbimi meşgul etmesin” düşüncesi ile çevresindeki hatt meraklılarına dağıttı. İlim ve hizmet özellikleri ile tanınan Topbaş âilesi, âilenin İstanbul’daki ilk büyüğü Ahmed Hamdi Efendi’den itibâren dînî ve ilmî muhitlerin destekçisi oldu. Elmalılı M. Hamdi Yazır ve Âyân âzâsı Mustafa Âsım Efendi gibi âlimlere maaş tahsis ederek sıkıntılarını gidermeye çalıştı. Daha sonraki dönemlerde ailenin büyükleri İlim Yayma Cemiyetinin kuruluşunda ve hizmetlerinin devâmında müessir rol oynadı.

Mûsâ Efendi gençlik yıllarında Bekir Hâkî Efendi, Ali Yektâ Efendi ve Ömer Nasûhî Bilmen gibi devrin önemli âlimleri ile görüşür, ziyâretlerine giderdi. İstanbul’a geldiği zamanlarda Bediuzzaman Said Nursî’ye de arabasıyla hizmet ettiğini kendisi anlatırdı. Sultanhamamı’nda babası Ahmed Hamdi Efendi ile başladığı ticarî hayâtını, kardeşleri ile sürdürdü. Daha sonra kardeşleri ile tekstil sanayine yöneldi. 1970 yılına kadar fiilen ticaret ve sanayiin içinde bulundu. Tasavvufî ifadesiyle “halvet der-encümen” temel esası çerçevesinde iş hayatı ile mânevî hizmetleri birlikte yürüterek “el kârda, gönül yarda” ilkesini kendi hayatında fiilen gerçekleştirdi. 1970 yılından sonra sanayi ve ticaret işlerini oğullarına devrederek kendisini tamamıyla hizmete verdi. Vâkıa yine de ticarî hayattan bütünüyle kopmadı. Kardeşi ve oğullarının yönettiği fabrikasının üretimi ve ticârî işleri ile yakından ilgilenirdi.

Mûsâ Efendi’nin hayatında en büyük değişiklik Ramazanoğlu M. Sami Efendi’yi tanıdıktan sonra gerçekleşmiştir. Kendisi ile ilk defa 1950 yılında Bursa’da tanıştı. Bu tanışmadan sonra zaman zaman Sami Efendi’nin ziyaretine gitse de esas intisabı 1956 yılındadır. Kendisi manevi tecrübesini ve intisabını şöyle anlatır: “Muhterem Üstâdımızın huzûr-i âlîlerine girdiğimizde tasavvufa dair hiçbir malumatım yoktu. Bize evrad verecekler yapacağız, o kadar sanıyordum. Manevi terakkî gibi şeyleri bilmiyordum. Maneviyatı zâhirî ders gibi telakki ediyordum… Oysa kalbe kuvvetli bir aşk aşısı yapılıyor. Sâlik zeki ve anlayışlı ise onun farkına varıyor, kıymetini biliyor ve o hali muhâfaza ile terakkî ediyormuş”. Sami Efendi’yi tanıdıktan sonra hizmete ve insanlığa bakışı daha derin bir anlam kazanan Musa Efendi 1980 yılında Erkam Yayınlarının kurulmasına öncülük etti. 1986 yılında da Altınoluk dergisinin çıkarılmasına ön ayak olduğu gibi, aynı yıl Üsküdar’da Aziz Mahmûd Hüdayi Vakfının kuruluşuna maddî ve mânevî katkılar sağladı.

Kendisi başlı başına bir müessese ve vakıf gibiydi. Hayır hizmetlerinin her türü için ayrılmış fonu vardı. Kitap, yetimler, hastalar, cami ve okul yapımı için ayrılmış tahsisatı bulunurdu. Bu fonlardan her birini bir seveni vasıtasıyla yürütür ve kendisi de kontrol ederdi. Kitap fonunu kitap almaya mali gücü olmayan, okumaya meraklı kişilerle pek çok insanın istifade edebileceği kütüphaneler için kullandırırdı. Yetimler fonunu ebeveyninden birini kaybetmiş okumaya istidadlı, bilhassa hafız gençler için tahsis ederdi. Nitekim Bosna-Hersek zulmünün devam ettiği günlerde bu savaşta ebeveynlerini kaybeden Boşnak çocukları için bir yetimler yurdu tesisine öncülük etmiş, ancak bürokratik engeller sebebiyle maalesef bu yetimler Türkiye’ye getirilememişti.

Hasta ve ilaç fonunu ise hastanelerde parası olmayan hastalara ilaç, ameliyat ve tedavi masraflarına katkıda bulunmak üzere sarf ettirirdi. Cami ve okul inşaatı için de özel bir fonu bulunur, bunu da camisi ve okulu bulunmayan yer ve yöreler için ayırırdı. Hastalar ve yaşlılar onun merhametini en çok celbeden kesimdi. 1987 yılında evlerinden ve yuvalarından olmuş yaşlı ihtiyarlar için: “Bunlar haklarında Allah’ın üff bile demeyin buyurduğu kimselerdir.” aslında bunları evlerimizde barındırmalıyız. Madem bunu yapamıyoruz, öyleyse onlara yuva sıcaklığında hizmet verecek huzur yurtları kurmalıyız, demiş ve Hüdayi Vakfına bağlı olarak tesis olunan huzur yurdunun kuruluş masraflarını bizzat kendisi ve yeğenleri karşılamıştı. Yoksul hastalar için bir poliklinik ve bir hastane açarak onların acılarını paylaşmak arzusundaydı. Bu maksatla gerçekleştirilen polikliniğin açılışında onun yüzündeki mutluluk ve heyecan herkesi sevindirmişti. Polikliniğin hizmetlerini takib için zaman zaman ziyârete gelmesi ve hizmetleri görmesi ona hazz veriyordu.

İnsanların gençlik çağlarından itibaren güzel alışkanlıklar kazanmasına özen gösterirdi. On beş yıl kadar önce Topbaş âilesinin çocukları için bir özel eğitim başlatmış ve onlara harçlıklarından infâk ve hediye için mutlaka pay ayırmalarını söylemişti. Hattâ onların bu iş için bir defter tutmalarını ve harçlıklarından infâka ayırdıkları miktarı yazıp kendisine göstermelerini çocuk rûhunun anlayıp algılayacağı bir üslûpla öğretmeye çalışmıştı.

Onun şefkat ve merhameti sessiz ve derinden her türlü ehl-i derde ulaşırdı. Şairin dediği gibi: “Dert çok, hemdert yok, düşmen kavî, tâli’ zebun.” düşmanın zalim, derdin çok ve talihin yaver gitmediği zor zamanlarda onun şefkat eli Hızır gibi yetişirdi. Hem de adını vermeyen isimsiz bir kahraman olarak. Yakın dönemlerde Afganistan ıstırabını, Bosna sancısını, Çeçenistan sıkıntısını, Kosova sızısını ve Filistin acısını yüreğinde hissedip himmetini esirgemeyen oydu. Bir sohbet meclisinden sonra Bosna-Hersek’teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkes kendi adına belli bir yardımda bulunduğu sırada o, büyük bir meblağ uzatmış ve: “Bir dostun buraya verilmek üzere fakîre emâneti!” diyerek takdim etmişti. Orada bulunanların çoğunda, verilen bu paranın meclise gelmemiş bir şahsın gönderdiği yardım intibaı uyandı. Ancak onun emanet dediği kendi malı, dost dediği de Allâh’tı…

Endonezya’da ekonomik sıkıntıyı istismar eden Batılı bazı devletlerin misyonerler aracılığıyla oralara girmesi ve kiliseler inşa ederek Hıristiyanlığı yaymaya çalışması söz konusu olduğunda “Şimdi dil bilen insanlar olsa da oralara gönderilebilse..” diyerek teessürünü ifade etmişti. Yaptığı hizmetlerin faili imiş gibi görünmesinden rahatsız olur, maslahat gereği kendisi ile alakalı bir şey anlatacağı zaman daha çok meçhul sîgası kullanırdı. “..şöyle şöyle yapıldı, filan yere gidildi” derdi.

Onun üzerinde çok durduğu meselelerden biri de günümüzün en yaygın hastalığı olan ferdiyetçi yaşamaktı, içtimâîleşme zarûretine verdiği önemdi. Sohbetlerinde dâimâ Hz peygamberin ashab-ı kirama sorduğu “Bugün Allah için bir yetim başı okşadın mı? Bir hasta ziyaretine gittin mi? Bir cenaze teşyiinde bulundun mu?” hadisini sık sık gündeme getirirdi. Her sene örf haline getirdiği toplu düğünlerde birçok gencin mutlu bir aile yuvası kurmasına vesile olur, bu gençlere maddi olarak da yardımda bulunurdu. Ayrıca hem Türkiye’de hem de Medine’de Ramazan aylarında iftar sofraları kurdurur, iftar sevincini Müslümanlarla paylaşırdı.

O, Hakk’ın cemâl sıfatına mazhar bir güzel insandı. Hem surette, hem sirette güzeldi. Hâli, kâli ve ahlâkı ile mükemmeldi. Yaradanına açık gönlünde, herkese yer vardı. Nebatattan hayvanata, oradan insanlara ulaşan bir sevgiydi bu. Her türlü güzelliğin çiçek açtığı gönlünde çiçeklerin ve güzellik timsali güllerin ayrı bir yeri vardı. Onları şefkatle seyreder, sevgi ile büyütürdü. Evinin bahçesindeki kediler ve köpekler bile ayrı bir şefkate mazhardı. Birbirlerinin hasmı olan bu iki cins, ondan gördükleri şefkatle husumeti unutmuşlar, adeta kardeş olmuşlardı. Kedi ile köpeğin birbirlerini yaladıkları onun bahçesinde çok görülmüştür.

Ona göre tasavvuf demek sadece ibadet hayatı manasına gelmezdi. İnsanlığa ve canlılara hizmet onun hem hayatında hem de terbiye sisteminde muazzam bir ehemmiyete sahipti. Fakir fukaranın hasta olanları için açılmasına vesile olduğu Hüdayi kliniğine hastalığı sebebi ile bedenen hizmet edemediği için üzülür: “-Gücüm yerinde olsa, gider hastalara bil-fiil hizmet ederdim.” derdi. Musa Efendi’ye göre tasavvufun gayesi kalbi olgunlaştırmak ve insanı Hakk’a vâsıl eylemektir. “Tasavvuf bir derya, çok dereceleri var. Mesela, kalp, ruh, sır hafi, ahfa diye gidiyor, muhabbetle bitiyor. Ama o kâfî mi? Hayır kafî değil. İlla Fahr-i Kainat Efendimiz’in ahlakıyla ahlaklanmak, edebiyle edeplenmek. Yani her an Cenab-ı Hak’la beraber olabilmek”. Tasavvufun aslı istikamet üzere olmaktır. Çok insan istikamet ehlidir ama onlara keramet verilmemiştir. Aksine bazen de istikamet ehlinin daha alt seviyesinde bulunanlardan keramet sadır olabilir. İstikamet Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmek, ahlakî bakımdan durumunu düzeltmektir.

Musa Efendi hizipçiliği kalp eğitimi almamış, noksan kalmış insanların bir hastalığı olarak görürdü. Kalp olgunlaşmış olsa ne hizipçilik kalır, ne de Müslümanlar arasında ihtilaflar. Bir güzel herkes birbirini bağışlayıverir. Diyelim ki hayırlı bir iş var; “Efendim illa ben” yok. Kabiliyetli ise ona bırak, sen de onun muavini gibi çalış. Yani yol sarih. Herkes onu yapamıyor. “Ene” mani oluyor. Ama tasavvufun tam zevkini alanlar müstesna. Ayrıca ona göre hizmete giren kimse şöhretten kaçınmalıdır. İslam yolunda yapılan bazı fedakarlıklar insanı gurura sevk etmemelidir.

Musa Topbaş Hocaefendi’nin Silsile-i Şerifi

O, mânevî yolun bütün büyükleri gibi ne dünyâyı ne ukbâyı istedi. Sadece Allâh’a yöneldi. Cümle lezzetleri ifnâ ederek, gerçek lezzetin mârifetullâh olduğunun idrâki içinde yaşadı. Hiçbir meşguliyet, onu Hakk ile beraber olmaktan alıkoymadı. Âhıret amelini dâimâ dünyâ ameline takdim etti. Gönlü, nisan yağmuru damlalarından iri inciler peydâ eden sedefler gibiydi. Son günlerini büyük hastalıklar içinde geçiren Musa Efendi’nin en zor zamanlarında bile dilinden sadece Allah kelimesi dökülmüş, böylece zikir terbiyesinin en güzel örneğini sunmuştur. Ömrünün son üç yılında ve bilhassa vefatına yakın aylarda sıhhî iptilâ ve sıkıntılar, üst üste geldi. Evvelâ böbreklerini kaybetti. Devam eden iptilâlarla ıstırap, halsizlik ve dermansızlıktan konuşamaz hale gelmişti. Buna rağmen bütün gücüyle “Allâh, Allâh…” diye zikir hâlindeydi. 16 Temmuz 1999 Cuma günü Cuma ezanları okunurken Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Mustafa Kara, Musa Efendinin vefatına şöyle tarih düşmüştür.
Gönül bu, iki hece
Esrarlı bir bilmece
Tarihin üçler dedi
Vâh “ŞAM-I HATM-İ HÂCE”
Hayatın mânâsını bilir sahib-i iz’an
Kalblerin esrarını çözer sahib-i ihsan
Bir ney çıkıp söylesin vefatın tarihini
İki anahtar lâfız, işte “HUZUR VE İRFAN”
Musa Efendi’nin ömrünün son demlerinde hasta yatağında ara sıra gözünü açıp yakınlarıyla göz göze geldiği anlarda dudaklarından dökülen bazı sözleri:
-Bütün mahlûkatı sevdim. Hayvânâtı, nebâtâtı sevdim. Her şeyi, herkesi sevdim. Bir insan yanlış söylese de onu yine sevmek lazım. Allah düşmanları müstesnâ.
-Hizmetle yorulan hizmetle dinlenir.
-Merhamet her şeyin başıdır.
-Dünya da boş, ukbâ da; illa Hakk’ın rızâsı.

 

Abdülfettah Bağdadi El – Akri (k.s.)

İstanbul – Üsküdar’da, Eski Vâlide Câmii’nden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile, Selîmiye-Bağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kabristanındadır.

Mevlana Halid Bağdadi Hazretleri’nin halifesi.

Abdülfettah Bağdadi el Akri Hazretlerinin (k.s.) Silsile-i Şerifi

İstanbul’daki âlim ve evliyânın en büyüklerinden. 1192 (m. 1778) senesinde doğan Abdülfettâh Efendi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin talebesidir. Tasavvufda pek yüksek derecelerin sahibi olduğu gibi, fıkıh ilminde de büyük âlim idi. İstanbul halkı senelerce onun feyz ve bereketlerinden istifâde etti. 1281 (m. 1864) senesinde Muharrem ayının dokuzunda Cum’a günü vefât etti.

Abdülfettâh hazretleri, küçük yaşta Bağdat’ın ileri gelen âlimlerinden ilim öğrenmeye başladı. Çok zekî idi. Kısa sürede Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Gayretli ve devamlı çalışmalarıyla hem arkadaşlarının, hem de hocalarının dikkatini çekiyordu. Genç yaşta tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde ve o zamanın fen ilimlerinde mütehassıs bir âlim oldu. Fıkıh ile ilgili mevzûları cevaplandırmada meşhûr idi.
Abdülfettâh-ı Bağdadî, bu zâhirî ilimlerin yanısıra, bâtın ilmi olan tasavvufta da yetişmek istiyordu. Bunun için Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) gelen feyz ve bereketleri insanların kalblerine akıtan, kendilerine silsile-i aliyye denilen âlim ve evliyânın en meşhûrlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerine talebe oldu. Abdülfettâh-ı Bağdadî, hocasının her emrini yerine getirmek için canla başla çalıştı. Verilen her vazîfeyi ânında yapardı. Nefsinin hiçbir arzusunu yapmaz, arzu etmediği şeyleri yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını dahî terkeder, dünyâya hiç meyletmezdi. Tek arzusu hocasından hiç ayrılmamak, onun kalblere şifâ olan kıymetli sohbetlerini dinlemek, verdiği vazîfeyi canı pahasına da olsa yerine getirmekti. Dertlere, sıkıntılara, meşakkatlere çok dayanıklı idi. Gelen sıkıntıları gülerek karşılar, verenin Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hattâ, dert ve belâ gelmediği zaman; “Rabbimin husûsi ihsânına kavuşamadım” diye üzülürdü. Maksadı çok yüksek olup, evliyâlık makamlarından en üstün derecelere kavuşmak isterdi. Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, onun bu güzel hasletlerini bildiği için, ona en zor işleri yaptırır, diğer talebeleri ile haberleşmeye bunu gönderirdi. Yolculukta herhangi bir vâsıtaya, bineğe binmesini yasaklamıştı. Yaya olarak gitmesini emrederdi. O da bunu zevk ile yapar, çok uzak yolculuklara hiçbirşeye binmeden giderdi. Yaya yürüyerek, yolculuk ânında doğan belâ ve mihnetlere katlanarak nefsini terbiye eder, rûhunun yüksek derecelere vâsıl olmasını sağlardı. Vazifeli olarak İstanbul’a iki defa yaya gitmişti. Bu tahammülü sayesinde, hocasının iltifâtlarına, feyz ve bereketli teveccühlerine mazhar oldu. Hocasının en önde gelen talebeleri arasına girdi. Hazerde ve seferde, Mevlânâ Hâlid hazretlerinden hiç ayrılmazdı. Hocasının evine girer çıkar, onun hizmetini ve işlerini görürdü. Çok hizmetlerde bulundu. Çok fâidelere kavuştu. Hilâfet-i mutlaka ile şereflendi. Şeyh Abdullah-ı Hirâti vefât edince, onun yerine geçti.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin ilminin derinliği, evliyâlığının üstünlüğü, dünyânın her tarafına yayılmıştı. Her yerden akın akın talebeler, onun ilminin bir damlasına kavuşmak için geliyordu. Saltanat şehri olan İstanbul’dan da pekçok kimse, Bağdat’a gidip, onun talebesi olmakla âhırette yüksek derecelere kavuşmak istiyorlardı. İsteklilerin hepsinin Bağdat’a gitmesi mümkün değil idi. Bu sebeple Mevlânâ Hâlid hazretleri, Hak âşıklarının yanan rûhlarını serinletmek için Abdülfettâh-ı Bağdâdî’yi İstanbul’a gönderdi.

Abdülfettâh hazretleri, İstanbul’un Üsküdar semtinde Karacaahmed Kabristanı ile Bağlarbaşı arasında, Nûh Kuyusu mevkiindeki dergâha yerleşti. Bunu işitenler bir anda dergâha akın ettiler. Abdülfettâh hazretleri, bu Hak âşıklarının hasta ve ölü rûhlarına hayat veriyor, kararan kalblerine nûr akıtarak Ahrâriyye yolunun Müceddidî ve Hâlidiyye kolunun feyzlerini sunuyordu. Kısa zamanda, devlet erkânından vezirler, komutanlar, paşalar, âlimler, velîler onun talebesi olmak için etrâfını doldurdular. O, âb-ı hayat pınarı, herkesi kabiliyetlerine göre yetiştiriyordu. Bu şekilde senelerce çalışarak, pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesile oldu.

Abdülfettâh-ı Bağdadî Akrî hazretleri, ömrünün son senelerinde, Allahü teâlâya ve otuzdokuz sene önce vefât eden mübârek hocası, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’ye kavuşmak arzusu ile yanmaya başladı. 1281 (m. 1864) senesinde Muharrem ayının ortalarında talebeleri ve tanıdıkları ile helâlleşti, vedâlaştı. Vasıyyetini bildirdi. Muharrem’in ondukuzunda Cum’a günü talebelerinin başında okudukları Kur’ân-ı kerîmi dinleyerek son nefesini verdi.

Mezârı, Üsküdar’da, Eski Vâlide Câmii’nden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile, Selîmiye-Bağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kabristanındadır.

Bütün âlimler ve evliyâlar sözbirliği ile bildirdiler ki: Eyyûb Sultan’da medfûn bulunan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârî ve diğer Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) hâriç, İstanbul’un en yüksek üç evliyâsından biri de Abdülfettâh-ı Akrî hazretleridir. Âşıkları onun feyz ve nûr saçan mübârek kabr-i şerîfini ziyâret etmekte, bereketlenmektedirler. Diğerleri ise Edirnekapı-Eyyûb arasındaki Murâd-ı Münzâvî ile Zeyrek’deki Mehmed Emîn Tokâdî hazretleridir.

Kabir Taşı ;
1281 Muharrem 19 (24 Haziran 1864) Yevm-i Cum’a.
Kutbu’l-arifin
Mevlana Halid kuddise sirruhu’l-vahid
Hazretlerinin hulefasından Bağdadi eşşeyh
Abdu’l-fettah Efendi’nin ruh-ı purfutuhları
cun el-Fatiha.

 

Ali Rıza Bezzaz (k.s.)

Balıkesir , Bandırma’da; Tekke camiinde

İslam alimlerinin ve silsile-ialiyyenin 34. kişisidir. Doğum tarihi bilinmemektedir.  Hicri 1330 yılında Bandırma da vefat ettiği bilinmektedir. Doğum yeri Bulgaristan , Burgaz  , Ahyolu dur. Hacı Ali Rıza EL-Bezzaz Hz’lerinin 3 oğlu vardır .1.Hafız Sami Efendi Beylerbeyi camii imamı doğumu 1866 vefatı 1962
2.Mustafa Efendi Bandırma Mezbaha Müdürü
 3.Hafız Bahattin Mustafa Efendinin ve Hafız Bahattin’in doğum ve ölüm tarihleri bilinmemektedir. Efendi Hz’lerinin hanımı Fatımatüzehra validemizdir. Efendi Hz’lerinin vefatından üç sene sonra vefat etmiştir.
Hafız Sami babasından kalan servetle gemi nakliyatı yapar. İki gemisi olan Hafız Sami gemilerini kurtuluş savaşında cephane taşımak üzere muharebeye gönderir. Büyük milli mücadelemizde üstün hizmetlerde bulunmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk Hafız Sami’yi Ankara’ya çağırarak kendisine milletvekilliği teklif etti. Hafız Sami Atatürk’ü nazik bir dille kabul etmemiştir. Yapılan işin karşılık beklemeden yapılması gerektiğini savunan bir kişiliğe sahipti. 96 yaşında vefat etti.
Kendisi beylerbeyi mezarlığında medfundur. Yüce Rabbimiz Hafız Sami Efendi’ye ve kurtuluş savaşında mücadele gösteren tüm dedelerimize rahmet etsin, ruhları şad olsun…

Ali Rıza Efendi (k.s) , Bezzaz ismi ile tanınmıştır. Kendisi çok zengindir, bezzaz yani  manifaturacı dükkanları vardır. Ayrıca Türkiye nin her yerine nakliye yapan ticaret gemileri vardır. Bihayli zengindir. Ölmeden önce zenbil sırtında bütün malını mülkünü ihtiyacı olan kişilere bağışlamıştır.  Manifaturacılık yaparken  kumaşı iki oluna açarak ölçer ve bunu bir metre kabul ederdi. Şeyhi Halil Nurullah efendi ‘nin 1893 te vefat etmesiyle meşihat makamında irşad, insanlara doğru yolu gösterme görevi Hacı Ali Riza El-Bezzaz (ks) ye verildi.
Hacı Ali Riza El-Bezzaz (k.s) efendi nin 20 sene müezzinliğini yapmış Süleyman dede isimli zat, Ali Rıza efendi ye intisab ettiğinde, bir sene merkebiyle dergaha gelip gider: -”bir senedir gelip gidiyorum. hala birşey bulamadım.” der. 
Ali rıza efendi bunun üzerine ona, gözlerini kapatmasını söyler. Süleyman gözlerini kapatıp açtığında  Ali Rıza efendi yi kaplayan bir nur olduğunu görür  ve dayanamayıp düşüp bayılır.  Ali Rıza efendi ona , ayıldığında  – ”bu muydu görmek istediğin , bir daha böyle şeyler isteme, bunlar marifet değildir ”der

Yunan harbi zamanında Ali Rıza efendi tekkesine Yunan Askerleri doldular, subaylardan birinin köpeği Ali Rıza efendi nin kabrine pislemek isteyince, köpek çarpılır. Köpeğin çarpıldığını gören subaylar kabire tekme atma teşebbüsünde bulununur ,  subaylarda çarpılır.  Bu olayı gören yunan askerleri korkup , tekkeyi bırakıp kaçarlar. Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri’nin müezzini olan Süleyman Efendi, ezan okumak için minareye çıktığında ezan okumadan önce tefekküre dalıp içinden: “Şeyhim bana minareden kendini aşağıya at dese, atarım.” der. Minarenin yanından geçip namaza gitmekte olan Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri minareye doğru seslenerek; “Yapamazsın evladım! Yapamazsın.” diye seslenir.

Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri orta boylu, ince yapılı, uzuna yakın ve gayer güzel yüzlü, siyah gözlü, nurani buğday tenliymiş. Kendisi zekat mallarından dağıttığı kumaşlardan, zekat kumaşı olarak alan bir hanımefendi, aldığı zekatlık kumaşı pazarda satarken gören  Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri: “Kızım niçin satıyorsun?” dediğinde, “Efendi Hazretleri, benim kumaşa ihtiyacım yok! Paraya ihtiyacım var efendim!” der. Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri dükkanına gelerek, dükkanında çalışan elemanlara bundan böyle zekat olarak kumaş değil de nakit para verileceğini söyler.

Tekke camii cematımızdan Hacı Sami Abimizin kendisi bir ramazan akşamında sohbet ederken: “Hocam babam Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri’nin yanında çalışmış. Çok kibar insanmış, güleç yüzlü, nurani bir Osman beyefendisi.” Diye bana anlatırdı ve yine “Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri’nin yanında kim çalıştıysa onun vefatından sonra hepsi dükkan açtılar.” Diye bana anlatmıştı. Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri yaptırdığı tekke camii de hergün Hatmi Hacegan (Zikir Halkası) yapar muridleriyle zikir ederlerdi. Yine bir keresinde bir sabah tekkede Hatmi Hacegan esnasında müridlerinden birinin aklına bağının budanacağı gelir. Eve dönüp kahvaltı yapan ve biraz istirahat eden mürit Livatya’daki bağını budamak için yola çıkar. Bağa vardığında bağın işlerinin çokluğunu görüp kederlenir. O arada kendisine bir uyku çöker uyandığında günün bir hayli ilerlemiş olduğunu gören müridin telaşı daha da artar. Ancak o anda bağın budanmış olduğunu görür. Şaşkınlık içinde evine dönen mürit ertesi sabah tekkedeki Hatmi Hacegan’a katılır. O zaman Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri’nin dilinden şu sözler dökülür: “Ehlullah Allahın izniyle insanların yardımına koşabilir hatta bağını da budayabilir.”

Hacı Ali Rıza Efendi Hazretleri Bandırmamızın birçok yerlerine çeşmeler, sebiller yaptırmıştır. Çelme ustalarına yaptırdığı çeşmeleri gidip yerinde dahi görmemiştir. Çeşme ustası efendi hazretleri çeşmeyi yaptım görebilirsiniz deyince evladım gerek yok deyip ücretini verirmiş. Bandırmamızın birçok köylerinde ve merkezde halen çeşmeler ve sebiller mevcuttur.

Sort

Hace Ubeydullah Ahrar (k.s.)

Özbekistan – Semerkan’ta ; Semerkant’ın güneyinde yer alan Hoca Ahrar Külliyesinin bahçesinde

Türkistan’ın büyük velîlerinden. Kendilerine “Silsile-i aliyye” adı verilen ve insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak dünyâ ve âhirette seâdete kavuşmalarına vesîle olan büyük âlim ve velîlerin on sekizincisidir. İsmi, Ubeydullah bin Mahmûd bin Şihâbüddîn’dir. Babası Mahmûd Şâşî, devrinin âlimlerinden velî bir zât idi. Annesi, hazret-i Ömer’in soyundandır. Ahrâr lakabıyla ve Taşkendî nisbesiyle tanınmıştır. 1403 (H.806) senesinde Taşkent’te doğdu. 1490 (H.895) senesinde Semerkant’ta vefât etti. Kabri oradadır.
Doğumundan îtibâren üstün halleri görülen Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri annesi nifastan (lohusalık hâli) temizlendikten sonra emmeye başlamıştır. Yüzünde öyle bir nûr parlardı ki, görenler hayrân kalıp, ona duâ ederlerdi. Dilinden Allahü teâlânın ismi hiç düşmez, devamlı zikr ile meşgûl olurdu. Dedesi Hâce Şihâbüddîn, âlim ve velî bir zât idi.
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri daha çocuk iken, üstün hâllere kavuşmuş olup, kerâmetleri görülüyordu.Küçük yaştan îtibâren memleketi olan Taşkent’te ilim tahsîl eden Ubeydullah-ıAhrâr, ilim tahsîlinden artan zamanda Allahü teâlâya ibâdet etmek ve O’nun ismini anmakla geçirdi. Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için gayret etti.
Ubeydullah-ı Ahrâr’ın yetiştirilmesinde özel bir gayreti olan dayısı Hâce İbrâhim onu ilim tahsîli için Taşkent’ten Semerkant’a gönderdi. İki yıl müddetle Mâverâünnehr’deki büyük âlim ve velîlerin ilim meclislerinde ve sohbetlerinde bulundu. Buhârâ’ya ve Herat’a da giden Ubeydullah-ı Ahrâr, buralarda ve diğer yerlerde Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden bir kısmıyla ve onların da meşhûr talebelerinden bir kısmıyla görüşüp, sohbetlerinde bulundu. Hâcegân yolunun diğer tabakasının büyüklerinden pekçok zâtla da görüşüp, sohbet etti. Horasan’a gitmeden önce, Seyyid Kâsım Tebrîzî hazretlerinin sohbetinde bulundu. Horasan’a gittikten sonra, bir defâ daha Seyyid Kâsım Tebrîzî’nin sohbetine gitti. Bundan başka Herat’ta bulunan evliyâ ve meşhûr zâtların da sohbetlerinde bulundu.
Ubeydullah-ı Ahrâr, dört sene bu hocasının yanında kalıp, sohbetlerine devâm etti. Bundan sonra, en başta gelen hocası Yâkûb-i Çerhî hazretlerine talebe oldu ve onun sohbetinde kemâle ulaştı.
Ubeydullah-ı Ahrâr, Yâkûb-i Çerhî hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldı.Ondan feyz alıp, tasavvuf hâllerinde yükseldi. Ondan icâzet (diploma) aldı. İnsanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere vedâlaşıp ayrılırken, hocası ona, râbıta şartını anlattı ve; “Bu yolu tâlim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et! Emâneti isteklilere ve istidâtlılara ulaştır!” buyurdu.

Yâkûb-i Çerhî, talebesi Ubeydullah-ı Ahrâr hakkında şöyle buyurmuştur: “Bir talebe, bir büyüğün huzûruna gelince, Hâce Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması için sâdece bir ateş tutmak gerekecek.”

Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri yirmi dokuz yaşında iken, ilim tahsîlini tamamlayıp, tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur. Yirmi dokuz yaşından sonra memleketine dönüp, helâl kazanmak için zirâatle ve insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl olmaya başladı. Kısa zamanda mahsûlleri o kadar bereketli oldu ki idâresi için vekil tâyin etti. 1300’den fazla çiftliği vardı. Herbirinde üç bin amele çalışırdı. Allahü teâlâ onun mahsûlüne öyle bir bereket verdi ki, her sene sekiz yüz bin batman zâhire uşr verirdi. Anbarlarına konulan mahsûl, her çıkardıklarında, koyduklarından fazla geliyordu. Bu hâli görenler, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine hayrân kalıp, daha çok bağlanıyorlardı. Kendisi bu husûsta; “Bizim malımız, fakîrler içindir. Bunca malın hassası işte bu noktadadır” buyurmuştur.

Ubeydullah-ı Ahrâr, tenhâda olsun, kalabalıkta olsun, zâhirî ve bâtınî edeblere çok dikkat ederdi. Sabaha kadar hep iki diz üstü oturduğu çok olurdu. Hizmetinde olanlara ve herkese, ihsânları, lütufları çoktu. Meşakkati, zorluğu kendisi yüklenip, başkalarının rahatını, kendi istirahatine tercih ederdi. Ömrü boyunca kimseden bir şey almamış, verilen şeyleri kabûl etmemiştir. Büyüklerden bir zât, kendi eliyle beyaz kuzu yününden bir kaftan dikip, ona gönderirdi. Bu hediyenin helâl maldan olmasına çok dikkat etmişti. Kaftan kendisine verildiğinde; “Bu kaftanı giymek câizdir. Fakat ben, ömrüm boyunca kimseden hediye kabûl etmedim. Bunu gönderen zâttan özür dileyin ve bu defâ bu kaftanı, bizim hediyemiz olarak kendisine takdim edin.” demiştir.

[toggle title=”Hace Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin Menkıbeleri” load=”hide”]
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir defâsında talebeleri ve sevenleriyle birlikte, büyük bir kalabalık hâlinde, şehre çok uzak olan bir arâziden geçiyorlardı. Hava çok sıcaktı. Uzakta kara çadırlardan bir oba görünmüştü. Bu obadan üç kişi, hediye takdim etmek üzere yanlarına yaklaştı. Birisinin omuzunda semiz bir keçi, birinin de kucağında, tahtadan büyük bir çanak içinde yoğurt vardı. Bu üç kişiden oba reisi olan kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine yaklaşıp, getirdiklerini hediye olarak takdim etmek istediklerini bildirerek; “Bu keçi helâl maldır ve size vermek üzere ayrılmıştır. Yoğurt da temizdir. Kabûl buyurmanızı istirhâm ederim.” dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri; “Ben kimsenin hediyesini kabûl etmedim. Keçiyi yine sürüye kat. Yoğurda gelince, parasını verip alabiliriz” dedi. Oba reisi yoğurdun buralarda kıymeti olmaz, boldur. Kimse para ile yoğurt almaz. Lütfen kabûl buyurunuz.” dedi. “Kabûl etmeyiz.” buyurup, hizmetçilerinden birine işâret edip, yoğurdu bir Şahrûh altınına satın aldırdı. Önce kendisi yedi. Sonra yanında bulunanların hepsine ikrâm ettiler.

Ubeydullah-ı Ahrâr’ın, bütün ömrü boyunca tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dost-düşman herkese yardım ve şefkati pekçok idi. Hiç kimseyi ayırd etmeden yaptığı iyilik ve hizmetler dillere destan idi. “Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır umduğum herkese hizmet ederim.” buyurmuştur.

Kendisi şöyle anlatmıştır: “Semerkand’da Mevlânâ Kutbüddîn Medresesinde, iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için, hastalıkları bana da geçti ve yatağa düştüm. Bu hâlimle bile, birkaç testi su getirip, hastaların kirlerini yine ben yıkamaya devâm ettim.”

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Bu fakîr, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin gece-gündüz hizmetinde iken, hiç esnediklerini görmedim. Öksürük veya benzeri sebeblerle ağızlarından bir şey çıkardığına şâhid olmadım. Sümkürdüklerini de görmedim. İnsanlar arasında veya yalnızken, bir defâ bile bağdaş kurarak oturduklarını görmedim.”

Otuz beş yıl hizmetinde bulunan Mevlânâ Ebû Saîd de şöyle anlatmıştır: “Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin üzüm, elma, ayva ve benzeri meyveleri yerken kabuklarını ağzından çıkardığını hiç görmedim. Sümkürdüklerine ve tükürdüklerine de şâhid olmadım. Bâzan nezle ve grip olurdu. Bu hâllerinde bile tiksinti verecek bir davranışta bulunmazdı. Hiçbir uzvunda uygunsuz bir hâl, görenlere tiksinti ve rahatsızlık verecek bir davranışı görülmemiştir. Yalnız iken de, başkaları ile bir arada iken de, dâimâ edeb ve güzel muâmele ile hareket ederdi.”

Seyyid Abdülkâdir Meşhedî, Sultan Ebû Saîd Mirzâ zamânında, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetinde bulunmak üzere Semerkand’a gitti ve onun sohbetiyle şereflendi. Şöyle anlatmıştır: “Yatsı namazını kıldıktan sonra, bana; “Seyyid Abdülkâdir bizim misâfirimizdir. Bu geceyi bizimle birlikte ihyâ etmeyi istiyor. Biz bâzı dostlarla oturmak isteriz. Sen gençsin, istirahat et.” buyurdu. Bunun üzerine; “Eğer izin verirseniz, sizinle berâber olayım.” dedim. Sonra; “Eğer kendinde oturmağa güç bulursan olur” buyurdu. Ben de üç kişi ile birlikte o sohbet meclisinde bulundum. O gece sabaha kadar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin hâllerini gördüm. Devamlı iki diz üstünde, tevâzu ile oturdu. Dizlerini hiç değiştirmedi.Hep hareketsiz oturdu, hiçbir uzvunu oynatmadı.Teheccüde kalktı, namazdan sonra yine aynı şekilde sabah namazı vaktine kadar vekar ile oturdu. Hiç hareket etmedi. Ben genç olmama rağmen, her saatte bir dizimi değiştirdim. Uyumamak için kendimi zor tuttum. Sonra sabah namazını kılmak üzere kalktılar, yatsı namazı abdesti ile sabah namazını kıldılar.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kerem ve lütfu o kadar çoktu ki, talebelerinin ve sevenlerinin rahatını düşünür, bunun için kendisi mihnet ve meşakkat çekerdi. Mîr Abdülevvel hazretleri şöyle yazmıştır: “Ubeydullah-ı Ahrâr, talebeleri ile birlikte bir bahar mevsimi başında,Keş’e gitmek üzere yola çıkmışlardı. Bir gece yolda, bir dağ eteğinde gecelemeleri gerekti. Talebeleri hemen bir çadır kurdular. Akşam namazından sonra şiddetli bir yağmur başladı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri biraz sonra dışarı çıktı. Talebelerin ve hizmetçilerin çadıra girmesini söyledi. Bu emri üzerine hepsi çadıra girdiler. Başka bir çadır da yoktu. O gece sabaha kadar yağmur yağdı, seller aktı. Sabah namazını kıldıktan sonra, talebelerine ve diğer dostlarına; “Siz yağmur altında iken, ben çadırda durmayı tercih etmedim.” buyurdu. Bunun üzerine, talebeleri kendisinin çadırda bulunması sebebiyle, edebinden yanına girip de geceleyemeyecek olan talebelerinin yağmur altında kalmalarını istemediğini anladılar. Kendisi çadırdan uzaklaşıp, geceyi çadırın dışında bir yerde geçirmişti.”

Bir defâsında da, bir yaz mevsiminde talebeleri ile birlikte tarlalarından birine gitmişlerdi. O gün şiddetli bir sıcak vardı. Tarlada sâdece bekçinin küçük bir kulübesi bulunuyordu. Talebeleri, onunla birlikte bu kulübeye girip gölgelenmekten hayâ ettiler. Edeblerinden girmediler. Başka gölgelenecek bir yer de yoktu. Sıcak iyice şiddetlenince, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri atını istedi. “Zirâat için sürülen yerleri görmek istiyorum.” diyerek, atına binip oradan uzaklaştı. Güneşin yakıcı sıcağı dayanılmaz hâle gelince, bir derede başını gölgeleyecek kadar bir yerde, hava serinleyinceye kadar istirahat edip, sonra talebelerinin yanına döndü. Talebeleri sonradan, hocalarının oradan uzaklaşıp, kendilerinin gölgelenmelerini istediğini anladılar.

Talebelerinden Şeyh İyân şöyle anlatmıştır:

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle, bir bahar mevsiminde yola çıkmıştık. Yolumuz, sel sularıyla dolup taşarak akan bir dereye rastladı. Karşıya geçmemiz îcâb etti. Talebeler karşıya geçmek üzere saz ve kamışlardan sal yapıp, sudan geçtiler. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de karşıya geçmek için sallardan birine bindi. Beni de yanına aldı. Hareketten biraz sonra, derenin ortasında suyun büyük bir hızla aktığı noktaya gelmiştik. Bindiğimiz salın kamışları çözülmeye başladı. Sular, bağlar gevşediğinden kamışları ve sazları sökerek salı dağıtıyordu. Ben çok korktum. Karşı sâhile bir ok atımı mesâfe vardı. Suyun şiddetle aktığı yeri aşıp karşıya ulaşmamız mümkün değildi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bu hâle hiç aldırmadan oturuyordu. Kamışlar git gide biraz daha çözülüp dağılıyor, ben ise korkudan eriyordum. Hocamın yanında, onun rûhâniyyetine, tasarrufuna sığınıp, tevekkülle bekledim. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bu durum karşısında birdenbire “Allah!” diye bağırdı. Derin bir ürperti geçirerek, neticeyi bekledim. Bindiğimiz sal, suyun en şiddetli aktığı noktayı geçti. Sazlardan ve kamışlardan hiçbiri çözülmeden, sal karşı kıyıya ulaştı. Kıyıya gelince, hocam bana;”Kalk!” buyurdu. Kalkıp, sal üzerinden kıyıya atladım. Kendisi de indi. Mübârek ayaklarını yere basar basmaz, sal birdenbire bir çöp yığını hâline gelip, su üzerinde dağılıverdi.”

Mevlânâzâde Nizâmeddîn anlatır: “Kış zamanıydı. Günlerin en kısa olduğu bir mevsimde, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriyle bir köyden bir köye gidiyorduk. İkindi namazını yolda kıldık. Güneş solmaya başlamış ve ufuk çizgisine yaklaşmıştı. Menzilimiz gâyet uzaktı ve bu vaziyette oraya gecenin geç saatlerinden evvel varmak ihtimâli yoktu. Etrafta ise barınılacak hiçbir yer bulunmuyordu. Her taraf bozkırdı. Kendi kendime; “Menzil ırak, vakit akşam, yol korkunç, hava soğuk, sığınılacak yer yok; hâlimiz ne olacak?” diye düşünmeye başladım. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, atını hızla sürüp gidiyor ve hiçbir telâş eseri göstermiyordu. İçimden bu düşünceler geçince, başlarını bana döndürdüler ve; “Yoksa korkuyor musun?” diye sordular. Sükût ettim. “Atını sıkı sürüp yol almaya bak! Belki güneş batmadan menzilimize ulaşırız” buyurdu. Böylece atlarımızı sıkı sürerek yol almaya başladık. Bir hayli gittikten sonra, güneşin yerinde durduğunu gördüm. Ufka yakın bir noktada ve göğe çivilenmiş gibiydi. Köye girer girmez, sanki güneş söndürülmüş gibi, birdenbire zifirî karanlık içinde kaldık.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebelerinden ticâret işlerine bakan Mevlânâ Necmeddîn şöyle anlatmıştır: Bir defâsında büyük bir kervan hâlinde, develerimiz ticâret eşyâsı yüklü olarak dönerken, eşkıyâ yolumuzu kesti. Kervanda bulunanlar, eşkıyâyı görünce büyük bir dehşete kapıldı. Mallarını gitmiş, kendilerini de esir edilmiş düşündüler. Ben içimden dedim ki; Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bana emânet edilmiş mallarını, cenk etmeden eşkıyâya teslim etmek talebelik şânına uymaz. Böyle bir hareket mertlik ve insanlıktan uzaktır. En iyisi, hocamın mallarını muhâfaza etmek yolunda şehîd olmaktır. Böyle düşünerek, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin rûhâniyyetinden yardım isteyerek kılıcımı çektim. O ânda kendimi, hocam Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri şeklinde gördüm ve eşkıyâ üzerine at sürerek, kılıç sallamaya başladım. Sonunda eşkıyânın kervanı bırakıp kaçtığını gördüm. Hâlbuki eşkıyâ bizden fazla idi. Benim maksadım şehîd olmaktı. Kervandakiler, bu hâle benden daha çok hayret etti. Kaldı ki, ömrümde cenk etmiş ve çarpışma nedir bilen bir insan da değildim. Bu işin Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufu ile olduğunu anladım. Huzûruna gittiğimde, hâdiseyi bütün teferruatıyla anlattım. Buyurdu ki: “Zayıflar, kuvvetli düşmanla karşılaştıkları zaman, kendi kuvvetlerinden geçerler ve büyüklerin rûhâniyyetinden yardım isterlerse, Allahü teâlâ onlara öyle bir kuvvet verir ki, onunla düşmanlarını yenerler.”

Ubeydullah-ı Ahrâr zamânında, Taşkend’de şeyhlik iddiâsında bulunup, irşâd makâmına kurulup oturan pek çok kimse vardı. Bunlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi. Neticede, hepsi tek tek silinip gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Bagistan’dan Taşkend’e gelip, tâlibleri irşâd ile meşgûl olduğu zaman orada bir âlim vardı. Etrâfında çok talebe toplanmıştı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufunu ve üstünlüğünü görünce, hasedinden çatlayacak hâle geldi. Bir gün meclisine gidip, tasarrufu ile Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini tesir altında bırakıp, müflis göstermek istedi. Gözlerini Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine dikip, tesir altında bırakmak için bütün gayretini topladı. Altından kalkılmaz bir yük havâle etmek istiyordu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, onun tesirini defetmeye koyuldu. Böylece bir saat geçti. Nihâyet Ubeydullah-ı Ahrâr ayağa kalkıp, o kişiye yaklaşıp yanında duran havluyu çekti ve yüzüne çarparak; “Aklı bozulmuş bir divâne ile ne uğraşıyorum!” dedi ve oradan uzaklaştı. Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan âlim, aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti. Pazarlarda çırıl çıplak gezmeye kalkışacak kadar aklî dengesini kaybedip, perişân hâle düştü.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin yakınlarından biri, bir defâsında haram bir işi yapmak üzere iken, Ubeydullah-ı Ahrâr birdenbire; “Ne yapıyorsun?” diye seslenip, îkâz etti. O kimse yerinden fırlayıp, kendine geldi ve haram işlemekten vaz geçti. Biraz sonra Ubeydullah-ı Ahrâr evine gelip; “Allahü teâlânın yardımı olmasaydı, şeytana kapılmış gitmiştin!” buyurdu. Yine aynı kişi, bir gece şarap içmek istedi. Bir yakınını, gece karanlığında kendisine şarap alıp getirmesi için gönderdi. Gönderdiği kimse şarabı alıp gelince, onun bulunduğu evin önünde durup, şarap testisini yukarıdan sarkıttığı bir sepete koydu. O da sepeti yukarı çekmeğe başladı. Çekerken, sepet duvara çarpıp ipi koptu, yere düştü ve şarap testisi kırıldı. Şarap isteyen kimse, bilinmesinden korkarak, sabahleyin erkenden kalkıp kırılan şarap testisinin parçalarını topladı. Bundan hemen sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr o kimsenin evine geldi. “Gece yukarı çektiğin testinin sesi kulağıma geldi. Eğer o testi kırılmasaydı, benim kalbim kırılacaktı ve bir daha seninle buluşmama imkân kalmayacaktı” buyurdu.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri buyurdu ki: “Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden “Mesh” yâni sûretinin değiştirilmesi, hayvan sûretine döndürülmesi kaldırılmıştır. Fakat bâtından, mânen sûretin değişmesi kaldırılmamıştır. Bâtından sûretin hayvan sûretine çevrilmiş olmanın alâmeti, büyük günah işleyen kimsenin bu günahları işlemekten, bâtının, kalbinin elem duymaması, işlediği haramlar sebebiyle müteessir olmaması, fısk ve isyân olan işlerde ısrâr etmesidir. Bu öyle bir dereceye ulaşır ve işlediği büyük günahlardan dolayı kalbi o kadar kararır ki, artık tenbih ve nasîhat da yapılsa gafletten uyanmaz.”

Mevlânâ Gilân Ziyâretgâhî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Burhâneddîn Muhammed şöyle anlatmıştır: “Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri, Şeyh Şâhin’in evinden çıktığı sırada, büyük biraderlerimMevlânâ Abdürrahmân ve Mevlânâ Ebü’l-Mekârim önüne geçip, herbiri evine dâvet etti.Teşrif etmesi için istirhâm ettiler. Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr bana; “Sen niçin dâvet etmezsin?” buyurdu. “Bu arzu, gönlümde haddinden fazladır. Fakat ağabeylerimin yanında küstahlık etmedim” dedim. Bana, iki batman un ile çorba pişirmemi söyledi. “Bundan fazla bir şey yapma!” buyurdu. Emrini yerine getirdim. Köyün âlimleri, sâlihleri ve fakirleri, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin teşrifini duyar duymaz, grup grup evime gelmeye başladı. İki büyük sofa, gelenlerle doldu. İki sofa arasındaki mâbeyn de doldu. Yine gelenleri almadı. Bir kısmı da, dam saçağının altına ve evin dışına oturdu. Ben bu kalabalığı görünce, hatırımdan; “Bu kadar kimse geldi” diye geçti. Hâce Ubeydullah hazretleri bana tekrar; “İki batman undan başka bir şey pişirme!” buyurdu. Bir türlü, biraz daha pişireyim diyemedim. Son derece telâşlanıp, tereddüdde kaldım. Bu hâlde iken, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri başını kaldırıp; “Söyleyeceğimi söyledim. Söylediğim gibi yap, fazla pişirme!” buyurdu. Bu emri üzerine, çorba pişirip, büyük bir kaba doldurdum. O kabdan da, kâselere ve tabaklara doldurarak, iki sofada ve mâbeynde oturan misâfirlere dağıttım. Komşulardan emânet tabak toplatıp, onlarla da dışarıdaki topluluğa çorba dağıttım. Herkese yetip, arttı. Emânet aldığım tabaklara da doldurup, sâhiblerine gönderdim. Orada bulunanlar da, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kerâmetiyle yemeğin herkese yetip arttığını görerek, hayret ettiler. Böylece onu daha çok sevip, bağlılıkları arttı.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, zamânının sultanları üzerinde büyük bir tesire sâhipti. Sultanlara sözü geçer, müslümanların rahatı için onlara nasîhat ederdi. Kendisi şöyle anlatmıştır: “Eğer biz şeyhlik yapsaydık, zamânımızda hiçbir şeyh kendisine talebe bulamazdı. Fakat bize başka iş emredildi. Bizim işimiz, müslümanları zâlimlerin şerrinden korumaktır. Bu sebeple, pâdişâhlar ile görüşmek ve onların gönlünü avlamak, dilediğimiz istikâmete çevirmek bize vazife olmuştur. Allahü teâlâ bize öyle bir kuvvet verdi ki, eğer isteseydim, ilâhlık dâvâsında bulunan Çin pâdişâhını bir mektubla öylesine tesir altında bırakırdım ki, sultanlığı terkedip, yalın ayak koşarak kapıma gelirdi. Bununla berâber biz, Allahü teâlânın bu husustaki takdîrini beklemekteyiz. Bizim makâmımızda edebli olmak lâzımdır. Bu edeb de, kulun kendi irâdesini bırakıp, Rabbinin irâdesine teslim olmasıdır.”

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Bir gün Sultan Ahmed Mirzâ, Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerini Mâtürîd köyünde ziyârete geldi. Huzûruna girince, geride iki dizi üzerine edeble oturdu. Ubeydullah-ı Ahrâr, ona çok iltifât etti. Buna rağmen Sultan Ahmed Mirzâ, onun heybeti karşısında tir tir titriyor, alnından ter damlaları dökülüyordu.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine bir gün rüyâsında şöyle denildi: “İslâmiyet, senin hizmetinle, mededinle kuvvet bulacak.” Bunun üzerine bu iş, sultanları ve emîrleri vâsıta etmeden yerine gelmez diyerek, zamânın sultânı ile görüşmek üzere Semerkand’a gitti. Bu yolculuğunda Mevlânâ Nâsıruddîn Etrârî de yanında bulunuyordu. O, şöyle anlattı: “O zaman Semerkand’da Mirzâ Abdullah sultan idi. Semerkand’a vardığımız zaman, Mirzâ Abdullah’ın beylerinden biri, HâceUbeydullah hazretlerini karşıladı. Hâce hazretleri ona dedi ki: “Bizim buralara kadar gelmekten maksadımız, sizin Mirzâ’nız ile görüşmektir.” Karşılamaya gelen bey, edebsizce şöyle cevap verdi: “Bizim Mirzâ’mız, pervâsız bir gençtir. Onunla görüşmek kolayca kabûl edilir bir iş değildir. Hem dervişlerin bu sultanla görüşmekte ne maksadları olabilir?” Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri bu sözden gadaba gelip; “Bize Sultan ile görüşmek emredilmiştir. Ben buraya kendi kendime gelmedim. SizinMirzâ’nız eğer pervâsız ise, onu değiştirip yerine pervâlı olan birini getirirler!” buyurdu. Bunun üzerine karşılamaya gelen o bey ayrılıp gitti. O gidince Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onun ismini mürekkeple duvara yazdı. Sonra parmağını ağzında ıslatarak sildi. “Bizim işimiz, o sultandan ve onun kumandanlarından beklenemez, gidelim!” dedi. O gün Taşkend’e döndüler. Bir hafta sonra, o karşılayan ve edebsizlik eden bey vefât etti. Bir ay sonra da, Türkistan’daMirzâ Ebû Saîd zuhûr edip, Mirzâ Abdullah’ı öldürüp, mülküne el koydu. Yerine sultan oldu.”

Talebelerinin ileri gelenlerinden biri şöyle anlatmıştır: “Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ile Firket denilen yerde idik. Bir gün kâğıt ve kalem istedi. Kâğıt üzerine birkaç isim yazdı.Bu sırada “SultanEbû Saîd Mirzâ” diye bir isim yazıp, cebine koydu. O sırada Ebû Saîd Mirzâ’nın hiçbir yerde nâmı ve nişânı yoktu. Yakınlarından biri sormaya cesâret gösterip; “Bir takım isimler yazdıktan sonra, Ebû Saîd Mirzâ ismine alâka gösterip, onu cebinize koydunuz. Bu isim kime âittir?” dedi. Buyurdu ki: “Bu o kimsedir ki; siz, biz, Semerkand, Taşkend ve Horasan, yakında onun tebeası olsa gerektir.” Pek kısa bir zaman sonra, Türkistan’dan Mirzâ Ebû Saîd’in sesi yükseldi. Meğer Mirzâ Ebû Saîd, rüyâsında Ahmed Yesevî hazretlerini görmüş. Rüyâda Ahmed Yesevî hazretleri, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerine Mirzâ Ebû Saîd için Fâtiha okumasını işâret etmiş, o da okumuştur. Yine bu rüyâsında, SultanEbû Saîd Mirzâ, Ahmed Yesevî hazretlerinden kendisine Fâtiha okuyan zâtın ismini sormuş ve sîmâsını zihninde tutmuş. Uyanır uyanmaz, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın kim olduğunu sorup araştırdığında; “Evet, Taşkend’de buyurduğunuz gibi bir azîz vardır.” dediler. Hemen atına binip, maiyeti ile Taşkend’e doğru yola çıktı. Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr Firket’e doğru yola çıkmıştı. Sultan onun Firket’e gittiğini duyunca, atını oraya doğru sürdü. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Sultan’ı,Firket yakınlarında karşıladı.SultanEbû Saîd Mirzâ, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerini uzaktan görünce; “İşte rüyâda gördüğüm azîz!” diyerek, atından inip ayaklarına kapandı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de Sultân’a alâka gösterip, sohbet etti. Sultan, bu sohbetin câzibesi ile, Ubeydullah-ı Ahrâr’dan kendisi için Fâtiha okumasını istedi. “Fâtiha bir kere okunur.” buyurarak, Sultân’ın gördüğü rüyâya işâret etti.

Bu görüşmesinden sonra, Sultan Ebû Saîd Mirzâ’nın etrâfında çok asker toplandı. Bunun üzerine Semerkand’ı almak istedi. Durumunu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine arzetmek üzere huzûruna tekrar geldi.Maksadını anlatıp, himmet istedi. “Ne niyet ile fethetmeyi istiyorsun? Eğer İslâmiyeti kuvvetlendirmek ve tebeaya şefkat göstermek niyeti ile giderseniz, zafer sizindir” buyurdu. Sultan bu şartı kabûl edip, İslâmiyete hizmet edeceğine ve tebeaya merhamet ve şefkat edeceğine söz verdi. Bunun üzerine; “İslâmiyete hizmet etmek şartıyla gidin, başarı sizindir” buyurdu.

Reşehât müellifi, bu hâdisenin devâmını şöyle anlatmıştır: “Ubeydullah-ı Ahrâr, Ebû Saîd Mirzâ’ya; “Düşmanla karşılaştığınız zaman, ardınızdan bir karga sürüsü gelinceye kadar hücûm etmeyiniz! Karga sürüsü gelir gelmez hücûm ediniz!” buyurdu. Ebû Saîd Mirzâ’nın ordusu, Mirzâ Abdullah’ın ordusu ile karşı karşıya gelince, ilk hücûm karşı tarafdan geldi.Ebû Saîd Mirzâ’nın ordusunun sol tarafını çökerttiler. Sağ taraftan da aynı şekilde hücûm etmek üzere hazırlandıkları sırada, Ebû Saîd Mirzâ’nın ordusunun arkasından bir karga sürüsü göründü. Düşman üzerine doğru uçtu. Sultan ve askerleri, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin; “Arkanızdan bir karga sürüsü gelmeyince hücûm etmeyiniz” buyurduğunu hatırlayıp, kerâmetini görünce, kalbleri kuvvet ve cesâretle doldu. Hep birden düşman üzerine hücûma geçtiler. İlk hamlede düşman saflarını yarıp, dağıttılar. Mirzâ Abdullah da atından düşüp, çamura battı. Atların ayakları altında ezildi.Sonra da başı kesilerek öldürüldü.”

Bu zaferden sonra Sultan Ebû Saîd, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinden Semerkand’ı teşrif etmesini istirhâm etti. Sultânın istirhâmını kabûl edip, Taşkent’ten Semerkand’a gitti. Bu sırada öldürülen Mirzâ Abdullah’ın akrabâsından Mirzâ Bâbür’ün, büyük bir ordu ile Semerkand’a hareket ettiği haberi geldi. Sultan Ebû Saîd telâş ve ızdırâba düşüp, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine hâlini arzedip; “Benim bu orduya karşı koymam imkânsızdır. Ne yapayım?” dedi. O da, Sultânı teskin ve tesellî edip, sükûnet içinde bulunduğu yerde düşmanı beklemesini tavsiye etti. Bu sırada Sultan Ebû Saîd’in yakınları, onu Türkistan’a kaçırmak ve orada saklamak üzere hazırlığa başlayıp, eşyâlarını develere yüklemişlerdi. Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri durumu öğrenince celâllenip, yükleri develerden indirtti. Sultan Ebû Saîd’e; “Nereye gidiyorsunuz? Kaçıyor musunuz? Buna ihtiyaç yok! Müşkülünüzü burada hallederiz. Buna kefilim! Gönlünüzü hoş tutun. Bâbür’ü durdurmak bizim vazifemizdir.” buyurdu. Bu sözleri işitenlerden bâzıları; “Hâce hazretleri bizi topyekûn kurban etmek istiyor.” diye söylendiler. SultanEbû Saîd, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerine bağlılığı ve güveninden dolayı onlar gibi düşünmedi ve Semerkand’da kalmaya karar verdi. Beyleri; “Biz bu kadar askerle koca bir orduya nasıl karşı koyabiliriz?” dedilerse de, Ebû Saîd’i iknâ edemediler.

Sultan Ebû Saîd, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın tavsiyesi üzerine, kalenin zayıf ve yıkık yerlerini hemen tâmir ettirdi ve düşmanı bekledi. Nihâyet Mirzâ Bâbür’ün ordusundan Halîl Hindu isimli bir kimsenin kumanda ettiği bir öncü kuvvet geldi. Bu küçük kuvvet, büyük kuvvetten uzak olduğu için, şehirden üzerine hücûma geçilip, perişân edildi. Yaklaşan Mirzâ Bâbür, Sultan Ebû Saîd’in iç kaleye çekilip, orada sıkı bir muhâfaza altında olduğunu öğrenince, eski hisarda konakladı. Birdenbire hücûma geçmekten çekiniyordu. Aradan günler geçti, asker yiyecek sıkıntısı çekmeye başladı. Etrâfa yiyecek temini için gönderdiği askerlerin bâzılarını Semerkandlılar yakaladılar. Bir taraftan açlık bir taraftan hastalık, Mirzâ Bâbür’ün ordusunu perişân ediyordu. O sırada bir de hayvan vebâsı hastalığı çıktı. Mirzâ Bâbür’ün ordusundaki bütün atlar bu hastalıktan öldü. Öyle oldu ki, at leşinin kokusundan o civarda barınılamaz oldu. Nihâyet Mirzâ Bâbür, Sultan Ebû Saîd ile anlaşma yapmaya râzı oldu. Bu iş için maiyetindenMevlânâ Mehmed Muammâî adlı birini gönderdi. Bu elçi, Ubeydullah-ı Ahrâr ile uzun bir görüşme yaptı. Elçi; “Bizim Mirzâ’mız çok gayretli ve yüksek himmetli bir zâttır. Ne tarafa gitse, o tarafı almadan dönmez.” dedi. Bunun üzerine Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri şöyle dedi: “Eğer Mirzâ Bâbür’ün dedesi Mirzâ Şahrûh’un kalbimizdeki sevgisi ve üzerimizdeki hakları olmasaydı, neticeyi görürdünüz! Ben, dedesi zamânındaHerat’ta idim. Onun zamânında çok iyilikler ve himâyeler gördük. Hakkını çiğnemeyiz!” Nihâyet elçi, anlaşma yapmak istediklerini bildirdi ve bunun için Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini Mirzâ Bâbür’ün yanına, anlaşmaya dâvet etti. Sultan Ebû Saîd, anlaşma için Ubeydullah-ı Ahrâr’ın bizzat gitmemesini istirhâm yoluyla bildirdi. Yapılan istişâreden sonra, Mevlânâ Kâsım’ı anlaşma yapmak üzere gönderdiler. Böylece anlaşma sağlandı.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin en meşhûr talebesi Mevlânâ Muhammed Kâdı, Silsilet-ül-Ârifîn adlı eserinde şöyle bildirmiştir: “Bir gün Şeyh Mirzâ Ömer’in, Kıpçak Çölü sultanlarından Sultan Mahmûd’dan da yardım alarak, büyük bir orduyla Semerkand üzerine yürüdüğü haberi geldi.Bunun üzerine Semerkand sultânı Sultan Ahmed Mirzâ, savaş hazırlıklarını tamamlayıp, karşı koymak üzere büyük bir orduyla yola çıktı. Ubeydullah-ı Ahrâr’a da yanlarında gelmesini ricâ etti. Ubeydullah-i Ahrâr da orduyla berâber gitti. Halk, Sultânın onu, sulh yapmak için yanında götürdüğünü zannetmişti. Ubeydullah-ı Ahrâr, kırk gün Sultan Ahmed’in ordusunda kaldı. Ordu, “Akkurgân” denilen yerde konaklamıştı. Sultan Ahmed, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı askerlerden bir edebsizlik olmasın diye, orduyu geniş bir yerde topladı. Böylece orduyu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bulunduğu yerden biraz uzakta tutmuştu. Birkaç gün bu şekilde hareketsiz beklediler.

Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr gadablanarak, Sultan Ahmed Mirzâ’ya; “Beni buraya niçin getirdin? Eğer savaş yapmak istiyorsanız, ben sipâhi değilim. Anlaşma yapmak istiyorsanız, neden geciktiriyorsunuz? Benim artık burada asker arasında durmaya mecâlim kalmadı.” dedi. Sultan Ahmed Mirzâ; “Benim bir kararım yok. Her şeyi sizin doğru olan reyinize bıraktım. Siz ne emrederseniz, biz ona uyarız.” dedi. Bunun üzerine Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bir ata binip, yanına da yakınlarından bir cemâat alarak, karşı tarafta bulunan Şeyh Ömer Mirzâ’nın ve Sultan Mahmûd’un bulunduğu yere doğru hareket etti. Bunu haber alan her iki sultan da karşılamaya çıktılar. Yolun yarısında karşıladılar. Sonra Şahrûh’a gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmûd’a çok iltifât gösterdi. Konuşma sırasında hep ona bakarak konuştu. Bundan sonra, üç sultânın savaşmaktan vazgeçip, sulh yapmaları kararlaştırıldı. Anlaşma şartları da tesbit edildi. İki tarafın askerlerinin saf bağlaması, aralarına büyük bir çadır kurulması ve üç sultânın bu çadırda toplanarak Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin idâresi altında anlaşma şekli kararlaştırılacaktı.

Bu şekilde anlaşma yapılması karara bağlanınca, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Ahmed Mirzâ’nın yanına dönüp durumu bildirdi. Ertesi gün sabah vakti, Sultan Ahmed Mirzâ’nın askerleri, zırh giyinmeden, fakat silâhlarını kuşanmış olarak kararlaştırılan yere geldi. Saf hâlinde durdular. Ubeydullah-ı Ahrâr, diğer iki sultânı getirmek üzere Şahrûh’a gitti. Mirzâ Mahmûd’un, bu işden memnûniyeti yüzünden okunuyordu. Fakat Sultan Şeyh Ömer Mirzâ’nın hâlinde, garib bir tutukluk ve ihtiyat vardı. Nitekim Ubeydullah-ı Ahrâr onları çağırdığında, Sultan Mahmûd şevkle dışarı çıktığı hâlde, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ hesaplı ve tedbirli bir tavır takınmış gözüküyordu. Onun bu tavrı üzerine, Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Mahmûd’u îkâz edip, herhangi bir hîleye karşı tedbirli olmasını söyledi. Peygamberimizin; “Deveni bağla, sonra tevekkül et.” buyurduğunu bildirdi. Sonra karşı tarafın askerlerinde olduğu gibi, bunların askerlerini de zırhsız, fakat silâhlı olarak anlaşma yapılacak yere götürdüler. Böylece, üç pâdişâhın askerleri birbirleri karşısında da saf tutup durdular. İçinde üç sultânın anlaşma yapacağı çadır da orta yere kurulacağı sırada, çadır bize uzak, size yakın gibi bir anlaşmazlık çıktı. Münâzara uzadı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, öğle namazı için abdestini, karşılıklı saflar hâlinde duran iki ordu arasında aldı. Sonra Sultan Ahmed Mirzâ’ya haber gönderip; “Ben tek kişiyim ve ihtiyarlık zaafı içindeyim. Sizin bu kadar meşakkatli yolunuza dayanmaya çalışmam, birbirinize girmemeniz içindir. Kuvvet, ancak bu kadar olur. Artık tâkatim kalmadı. Eğer bana îtimâdınız varsa, çekişmeyi bırakınız! Çadırı nereye kurarlarsa kursunlar.” dedi.

Bunun üzerine Sultan Ahmed Mirzâ emir verip; “Mâni olmayın! Çadırı nerede isterlerse orada kursunlar. Benim îtimâdım Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinedir.” dedi. Nihâyet çadır kuruldu. Sultan Ahmed Mirzâ, maiyeti ile geldi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, Sultan Mahmûd Mirzâ’yı veSultan Şeyh Ömer Mirzâ’yı getirdi. Sultan Ahmed Mirzâ onları karşıladı ve Ubeydullah-ı Ahrâr’ın işâretiyle Sultan Mahmûd Mirzâ ile kucaklaştı. Bundan sonra Ubeydullah-ı Ahrâr, Sultan Şeyh Ömer Mirzâ’yı, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ’nın yanına götürdü. Sultan Şeyh Ömer Mirzâ, ağabeyi Sultan Ahmed Mirzâ’nın elini öpüp, yüzüne gözüne sürerek ağladı. Bu manzarayı görenler de gözyaşlarını tutamadılar. Bundan sonra çadıra girdiler. Heybetli bir toplantı oldu. Her üç sultan da, bütün meselelerde anlaştılar. Artık birbirlerine kılıç çekmeyeceklerine ahdettiler. Ahidnâme yazılınca üçü de imzâladı. Bu anlaşma gereğince Taşkend, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri vâsıtasıyla, Sultan Ahmed Mirzâ’dan Sultan Mahmûd Mirzâ’ya geçti. Bundan sonra Fâtiha okundu.Sultanlar birbirlerine vedâ edip ayrıldılar.

Anlaşmanın yapıldığı gün, halk, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufundan ve tesirinden hayret ve dehşet içinde kaldı. Onun tasavvufta yükselmiş büyük bir velî ve mürşid-i kâmil olduğunu anlamışlardı. O gün anlaşma sağlanıp kan dökülmesi önlendikten sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr, SultanMahmûd Mirzâ’ya; “Siz Taşkend’e gidin. Ben de başka bir yoldan gelir size ulaşırım.” buyurdu ve talebeleri ile Taşkend’e dönmek üzere yola çıktılar. Yolda Mevlânâ Muhammed Kâdı’ya; “Bu işlere ne dersin?Bu vak’a, kitaba yazılacak şeylerdendir!” buyurdu.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri zamânının en büyük velîsi idi. İnsanların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermeleri için gayret eder, onlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatırdı. Bir sohbeti sırasında buyurdu ki: “İkindi namazından sonra öyle bir vakit vardır ki, o vakitte amellerin en iyisiyle meşgûl olmak lâzımdır. Bâzıları demişlerdir ki: “O saatte amelin en iyisi muhâsebe, insanın kendini hesâba çekmesidir. Öyle ki, gece ve gündüz geçirdiği saatler içinde yaptığı işleri gözden geçirip, ne kadar zamânı tâat, ne kadar zamânı günâh işlemekle geçirmiş hesâb etmeli. Tâat ile geçirdiği zamânı için şükretmeli. Günâh ile geçen zamânı için de istigfâr etmelidir.” Bâzıları da şöyle demişlerdir: “Amellerin en iyisi, bir büyük zâtın sohbetine kavuşmak için gayret göstermek ve o zâtın sohbetinde, gönlünü Allahü teâlâdan başka her şeyden çevirmesidir.” demişlerdir ki, en iyi amel, Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirip, Allahü teâlâya dönmektir.”

Allah adamlarıyla ve akıllılarla berâber bulunmayı, gâfil ve câhil kimselerden de uzak durmayı tavsiye ederek buyurdu ki:

“Bir gün Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerine, sohbet sırasında bir fütur, dağınıklık hâli gelmişti. Bunun üzerine; “Meclisimize bir bîgâne, gâfil girmiştir. Bu hâl ondan dolayıdır. Onu arayıp bulunuz.” buyurdu. Talebeleri iyice aradıktan sonra, böyle birinin bulunmadığını söyleyince; “Bastonların bulunduğu yere bakınız.” dedi. Talebeleri oraya bakınca, bir bîgânenin asâsını bırakmış olduğunu anladılar, o asâyı oradan çıkarıp attılar.”

Bir gün Ubeydullah-ı Ahrâr’ın talebelerinden biri, gâfil bir kimsenin elbisesini giyip sohbetine gelmişti. Oturduktan bir müddet sonra, hocası; “Bu mecliste bir gâfilin kokusu geliyor.” dedikten sonra, o talebeye dönüp; “Bu koku senden geliyor, yoksa bir gâfilin elbisesini mi giydin?” dedi. O talebe hemen dışarı çıkıp, o elbiseyi değiştirip geldi.

Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri kendisi sâlih ameller işlediği gibi, talebelerine ve sevenlerine de sâlih ameller işlemelerini tavsiye ederdi. Hattâ insanın yaptığı iyi veya kötü işlerin cansızlara bile tesir edeceğini bildirerek buyurdu ki: “İnsanların amelleri, işleri ve ahlâkı, cansız şeylere de tesir eder. Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin bu hususta çok keşfi vardır. Bu bakımdan, kötü işlerin işlendiği bir yerde yapılan ibâdet ile iyi işlerin işlendiği yerde yapılan ibâdet birbirinden kıymetçe farklıdır. Bunun içindir ki, Kâbe’de kılınan iki rekat, başka yerlerde kılınan namazın bin rekatına bedeldir.”

Tasavvuf yolunda bulunan kimsenin vasıflarını anlatırken buyurdu ki:

“Şeyh Ebû Saîd Ebü’l-Hayr, tasavvufu şöyle târif etmiştir: “Şimdiye kadar evliyâdan yedi yüz zât tasavvufun târifi husûsunda çeşitli sözler söylemişlerdir. Bütün bu sözlerin özü şu noktada toplanır:Tasavvuf; vakti, en değerli olan şeye sarfetmektir.”

“İnsanın kıymeti; idrâkinin, zekâsının, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır.”

“Şeyh Ebû Tâlib-i Mekkî buyurdu ki: “Allahü teâlâdan başka hiçbir murâdın kalmayıncaya kadar gayret göster. Bu murâdın hâsıl olunca, işin tamamdır. İsterse senden kerâmetler, haller ve tecellîler hâsıl olmasın, gam değildir.”

“Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir.”

“Allahü teâlâdan gelen belâlara sabırlı, hattâ şükredici olmak lâzımdır. Zîrâ, Allahü teâlânın birbirinden acı belâları çoktur.”

“Bir gün Mevlânâ Hâmûş hazretlerinin huzûruna gitmiştim. Yanında bulunanlarla ilmî meseleleri konuşuyordu. Ben de bir yere oturmuş, hiç konuşmuyordum. Bana dönüp; “Ne dersin, konuşmak mı daha iyi, susmak mı daha iyi?” dedi. Sonra da; “Bir kimse kendi varlığının kaydından (nefsinden) kurtulmuşsa, ne yapsa iyidir. Kurtulmamışsa, ne yapsa kötü.” Ben, Mevlânâ Nizâmeddîn Hâmûş’tan bundan daha iyi bir söz işitmedim.”

“Zikir bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri temizlenir.”

“İbâdet; emirlere uyup, amel etmek, nehyedilen şeylerden sakınmaktan ibârettir. Ubûdiyyet, kulluk da bu şekilde Allahü teâlâya yönelmektir.”

“İnsanın yaratılmasından murâd, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, her hâlükârda Allahü teâlâyı unutmamaktır.”

Asıl ve kıymetli olan ilmin, ilm-i ledünnî olduğunu bildirerek buyurdu ki:

“İlim iki çeşittir: Biri verâset ilmi, biri de ledün ilmidir. Verâset ilmi çalışarak elde edilir. Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem); “Kim bildikleriyle amel ederse, Allahü teâlâ ona bilmediklerini öğretir.” buyurdu. İlm-i ledün ise, Allahü teâlânın ihsânıdır. Çalışmadan elde edilir. İlâhî bir mevhibedir. Kullarından dilediğine verir.”

İnsanlara hizmet etmenin ibâdet ve tasavvufun esâsı olduğunu bildiren Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri buyurdu ki:

“Biz bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettik. Herkesi bir yola götürürler. Bizi de hizmet yoluna götürdüler.”

“Tasavvuf bilgilerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan, her ân Allahü teâlâya teveccüh ve ikbâldir. Yâni, her ân Allahü teâlâyı hatırlamaktır.”

Ehl-i sünnet îtikâdı üzere bulunmayı medhederek buyurdu ki: “Bütün halleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi karanlık bilirim. Eğer bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem.”

Yerinde ve zamânında konuşmanın önemini belirterek buyurdu ki:

“Söz, yüce bir şeydir. Zamânında ve yerinde olmalıdır.”

“Söz söylemek, dilin gönülle, gönlün de Hak ile olduğu zaman makbûldür.”

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleriPeygamber efendimizin neslinden gelen seyyid ve şerîflere çok hürmet gösterirdi. Hattâ bir defâsında buyurdu ki:

“Seyyidlerin bulunduğu bir memlekette ben oturamam. Zîrâ, Resûlullah’a (sallallahü aleyhi ve sellem) bağlı bir nesebten gelmenin şerefini taşıyanlara, lâyık oldukları tâzimi gösterememekten korkuyorum.”

Helâl kazanç elde etmenin önemini belirterek buyurdu ki: “Bizim yolumuzda, el helâl kârda, gönül ise hakîkî yârdadır.”

Ubeydullah-ı Ahrâr; bir kimsenin neyi maksad edinirse, ona kavuşacağını bildirerek buyurdu ki:

“Himmet etmek; Allahü teâlânın isimleri ile münâsebeti olan bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurması demektir. Bu şeye teveccüh eder. Kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez. Yalnız, o işin yapılmasını ister. Allahü teâlâ da o işi yaratır. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Kâfirlerin himmet ettikleri şeylerin de hâsıl oldukları görülmüştür. Allahü teâlâ, bana bu kuvveti ihsân etmiştir. Fakat, bu makâmda edep lâzımdır. Edep de, kulun kendisini Hak teâlânın irâdesine tâbi etmesidir. Kendi irâdesine tâbi olmamak, Hak teâlânın fermânını beklemek lâzımdır.”

Talebelerine şöyle buyurmuştur: “Sizden hanginizin yirmi kere, belki daha fazla tasarruf edildiği ve nisbet sâhibi kılındığı hâlde, her dışarı çıktığında kaybetmemiş olsun? Size verilen veriliyor. Fakat siz onu muhâfaza edemiyorsunuz. Eline bir nûr teslim edilen kişi, onu en kıymetli şeyi bilsin. Fânî varlığını tasfiye etsin, o nûr ile kendini karanlıkta aydınlatsın.”

Yine şöyle buyurmuştur: “Benim birkaç günlük hayâtımı fırsat bilip Allahü teâlâya bağlanmayan sizler, ya benden sonra ne yapacaksınız? Bu fırsatı ganîmet bilin, bu nîmet elden giderse pişmân olursunuz. Son pişmânlığın faydası olmaz.”

“Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri zamânındaki tasavvuf ehli geçinenlerin durumunu bildirerek buyurdu ki: “Zamânımızda ehl-i irâdet, mürîd, talebe olma kâbiliyetine sâhib olanlar azdır. Bir âlim, büyüklerden birine haber gönderip; “Burada mürîd olacak vasıflı insan azdır; sizin orada bu vasfı taşıyan kimseler varsa bize gönderiniz!” demiştir. Bu haberi alan büyük zât, bir mektup yazarak şöyle cevap vermiştir: “Bahsettiğiniz vasıfta insanlar bizim burada yoktur. Eğer şeyh isterseniz, istediğiniz kadar gönderelim!”

Bir sohbeti sırasında büyüklerin hallerinden anlatarak şöyle buyurdu:

“Evliyânın meşhûrlarından olan Şiblî hazretleri, tasavvuf büyüklerinin yoluna girdiği sırada, babası Vâsıt şehrinin hâkimi, vâlisi idi. Önce Muhammed Hayr’ın huzûrunda tövbe etti. Sonra Muhammed Hayr hazretleri onu Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine gönderdi. Göndermesindeki sebep; Şiblî hazretlerinin, Cüneyd-i Bağdâdî’nin akrabâsı olmasıydı. Böylece edebe riâyet etmiş oldu.

Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî’ye talebe olunca; önce ona yedi sene ticâret yapmasını ve bu ticâretten elde ettiği kazancını, o zamâna kadar olan günahlarının affı için sadaka olarak dağıtmasını emretti. Bunu yaptıktan sonra da, yedi sene de helâ temizliği yapmasını emretti. Bunu da yaptı. Bu on dört seneden sonra onu tasavvufta yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.”

“Sehl bin Abdullah Tüsterî hazretleri, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için öyle riyâzet yapıp, zikre dalmıştı ki, bir gün ağzından ve burnundan kan geldi. Yere düşen her damla kanı “Allah” yazıyordu. Bundan sonra hocası ona, tasavvufta her ân Allahü teâlâyı hatırlamak ve kendisini gördüğünü düşünmek gibi mânâlara gelen “Yâd-ı daşt” makâmı üzere olmasını emretti.”

Ömrünü İslâm dîninin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek, vâz ve nasîhatlarıyla insanların kurtuluşuna vesîle olmakla geçiren Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri 1490 (H.895) senesi Muharrem ayının başında hastalandı. Hastalığı seksen dokuz gün sürdü. Vefâtından on iki gün önce; “Eğer sağ kalırsak, beş ay sonra seksen dokuz yaşım tamam olup, doksana girerim. Bâzı büyükler, ömrünün yıl sayısı ile hasta yattığı gün sayısı arasındaki uygunluğu; “Bir günlük hastalık (humma), bir senenin keffâretidir.” hadîs-i şerîfinde buyrulan husûsa ugun olduğunu söylemişlerdir.” buyurdu.

1490 (H.895) senesi Rebîu’l-evvel ayının sonunda, bir Cumâ günü hastalığı ağırlaştı ve sekerât-ı mevt hâli Cumâ günü öğle vaktinde başlamıştı. Tam o sırada, Semerkand’da büyük bir zelzele oldu.

Vefât ettiği gün, akşam vakti hastalığı pek şiddetlenmişti. “Akşam namazının vakti girdi mi?” diye sordu. “Evet girdi.” dediler. Akşam namazını îmâ ile kıldı. Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini veriyordu. Vefâtı sırasında huzûrunda bulunan talebelerinden Hâce Muhammed Yahyâ şöyle anlatmıştır: “Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin mübârek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arasında bir vakitde idik. Bulunduğu odada birkaç lâmba yaktılar. Ev son derece aydınlık olmuştu. Bu sırada Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin iki kaşı arasından, birdenbire şimşek gibi bir nûr çıkıp öyle parladı ki, evde yanmakta olan lâmbalar, o nûr arasında sönük kaldı. Herkes bu nûru gördü. Bu nûr parladıktan sonra, Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri son nefesini verip vefât etti. Vefât ettiği sırada da şiddetli bir zelzele oldu.

Sultan Ahmed Mirzâ, Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin hastalığının şiddetlendiğini duyunca, Cumâ sabahı bütün devlet erkânı ile Ubeydullah-ıAhrâr hazretlerinin bulunduğu Kemânkerân köyüne gitmek üzere yola çıktı. Akşam namazından sonra ulaşıp, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini son defâ gördü. Vefât ettiği bu gecenin sabahı olan Cumartesi sabahı, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin cenâzesini Semerkand’a getirtti. Öğle namazı vaktinde Kefşir mahallelerine getirilip, cenâzesi orada yıkandı, techiz ve tekfin edildi. Cenâze namazı kılınıp, defnedildi.

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin oğulları, kabri üzerine bir kubbe ve yanına bir imârethâne yaptırdılar.

Talebeleri: Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin en başta gelen talebesi, Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid Bedahşî’dir. Halîfesidir. Bu talebesi, evliyânın büyüklerinden olan Yâkûb-iÇerhî hazretlerinin kızının oğlu olup, torunudur. Hocası Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin kıymetli sözlerini Mesmûât-ı Mevlânâ Kâdı Muhammed Zâhid adlı bir kitap yazarak toplamıştır.

Oğlu Muhammed, zâhirî ilimde yüksek derecede âlim idi. İlk oğlu olup, tasavvuf ilmini babasından öğrenip kemâle ulaşmıştır. Bu oğlu, Hâcegân lakabı ile tanınmıştır.

Hâce Muhammed Yahyâ; küçük oğlu olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derecede idi. Babasından feyz alarak tasavvufta yükseldi. Babası, hayâtının son günlerinde onu yerine vekil bıraktı.

Mevlânâ Seyyid Hasan; meşhûr talebelerinden olup, babası onu küçük yaşında iken Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetine getirmiştir. Geldikleri sırada, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın yanında bir tabak içinde bal görüp, hemen yemeye başlamıştı. Ubeydullah-ı Ahrâr ona; “Senin ismin nedir?” diye sorunca, balın tadına öylesine dalmıştı ki; “Adım Bal’dır.” cevâbını verdi. Ubeydullah-ı Ahrâr tebessüm ederek buyurdu ki: “Bu çocukta tam bir kâbiliyet var. Kendi ismini balın tadından dolayı unutup, balın lezzetine o kadar daldı ki, ismim Bal’dır dedi.” Onu kucaklayıp babasından aldı. Önce Kur’ân-ı kerîmi, ilk tahsîl için gereken bilgileri öğretti. Sonra Ubeydullah-ı Ahrâr, ona yüksek ilimleri öğrenmesini emretti. Bundan sonra da onu tasavvufda yetiştirip, yüksek derecelere kavuşturdu.

Mevlânâ Kâsım; en meşhûr ve çok sevdiği talebelerindendir. Hocasına tâbi olması tam idi. Bu hususta örnek teşkil eden bir talebesi idi.

Mevlânâ Mîr Abdülevvel; talebelerinin meşhûrlarından olup, hocasına dâmâd olmakla şereflenmiştir. Tasavvufta yüksek derecelere kavuşmuştur.

Mevlânâ Câfer; tasavvuf hâllerine gark olmuş bir talebesi olup, âlim ve fâdıl bir zât idi.

Mevlânâ Burhâneddîn Hatelânî; bu talebesi, Semerkant’ta parmakla gösterilen âlimlerden idi.

Mevlânâ Lütfullah Hatelânî; meşhûr talebelerinden olup, diğer talebesi Burhâneddîn Hatelânî’nin kızkardeşinin oğludur. Din ilimlerinde âlim idi.

Mevlânâ Şeyh; talebelerinin ileri gelenlerinden olup, senelerce hocasının ev ve dergâh işlerini görüp, hizmet etmiştir.

Mevlânâ Sultan Ahmed; meşhûr talebelerinden olup, zâhirî ve bâtınî ilimlerde derin âlimdi.

Mevlânâ Ebû Saîd Evbehî, Mevlânâ Hâce Ali Taşkendî, Mevlânâ Nûreddîn Taşkendî, Mevlânâzâde Etrârî, Mevlânâ Nasîruddîn Etrârî ve Mevlânâ İsmâil Firketî de talebelerinin meşhûrlarındandır.

Ubeydullah-ı Ahrâr’ın talebelerinden biri de, Abdullah-i İlâhî’dir. Simavlıdır. İlim edindikten sonra, Semerkand ve Buhârâ’ya giderek feyz aldı. İcâzetle şereflenip, Ubeydullah-ı Ahrâr’a intisâbı bulunan Emîr Ahmed-i Buhârî ile İstanbul’a geldi.

Ubeydullah-ıAhrâr’ın bir talebesi de Abdullah-ı Semerkandî’dir. Önce, Yâkûb-i Çerhî’ye talebe olmuş ve Nizâmeddîn-i Hâmûş’tan da feyz almıştır. Uluğ Bey Medresesinde müderristi.

Ubeydullah-ı Ahrâr’ın bir talebesi de HaydarBaba’dır. Kırk sene devamlı İstanbul Eyyûb Câmiinde îtikâf etti. Kânûnî SultanSüleymân bu zâtın üstün hâllerini işitince, Eyyûb Nişâncası ile Haliç arasında,Cezerî Kâsım Paşa Câmiine inen yol üzerinde “Haydar Baba Mescidi”ni yaptırdı. Haydar Baba, 1550 (H. 957)de vefât etti. Kabri, mescide girerken solda, sed üstündedir.

Eserleri:

Enîs-üs-Sâlikîn fit-Tasavuf, El-Urvet-ül-Vüskâ li Erbâb-il-İrtikâ, Rukaât, Fıkarât Risâlesi, Vâlidiyye Risâlesi.

KERÂMET ve MENKÎBELERİ

HER GÖRDÜĞÜNÜ HIZIR, HER GECEYİ KADİR BİL

Bir gün annesi tarladan kaldırdığı buğdayları, biriyle Ubeydullah-ı Ahrâr’a gönderdi. Ubeydullah-ı Ahrâr buğdayları ambara koymakla meşgûlken, buğdayları getiren kimse, boş çuvallarını alıp gitti. Nereye gittiği ve hangi yoldan gittiği belli değildi. Ubeydullah-ı Ahrâr o anda neden bu zavallı ve garib kimseden duâ almadığına üzüldü. İçine garib bir ızdırap çöktü. Buğdayı olduğu gibi bırakıp koşarak o kimsenin peşine düştü. Yanına vararak tevâzu ile kendisine duâ etmesini istedi ve; “Beni gönlünüze alın. Hâlime biraz inâyet nazarıyla bakın. Belki duânız ve himmetiniz bereketiyle Allahü teâlâ beni bağışlar, merhâmet eder de yolum açılır.” dedi. Onun yüzüne şaşkın ve hayret dolu ifâdelerle bakan zât; “Zannediyorum ki Türk şeyhlerinin söyledikleri; “Her geleni Hızır bil, her geceyi Kadir bil” sözüne göre hareket ediyorsun. Fakat ben hiçbir özelliği olmayan kendi hâline yaşayan bir kimseyim. Elimi yüzümü bile lâyıkı ile yıkamayı bilmem. Senin istediğin şeyden ben haberdâr değilim. O bende yoktur.” dedi. Ubeydullah-ıAhrâr duâ etmesi için yalvarmaya devâm etti. O kimse, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın yalvarışına dayanamayarak ellerini kaldırdı ve; “Allahü teâlâ senin kalb gözünü açsın.” diye duâ etti. Bu duâ bereketiyle Ubeydullah-ı Ahrâr’ın kalbinde açılmalar oldu.

ONU NİÇİN KABÛL ETMEDİ?

Ubeydullah-ı Ahrâr zamânında, bir kâdı devamlı kapısına gelip, talebe olmak, onun yoluna girmek istiyordu. Fakat Ubeydullah-ı Ahrâr ona iltifât etmediğinden gâyet melûl ve mahzûn bir hâlde gelip gidiyordu. Birgün Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin neşeli bir ânında, yakın bir talebesi, o kâdıdan bahsedip, talebe olmak istediğini arzetti. “Kâdı, boynu bükük, inâyetinizi bekliyor ve mahrum kalmaktan çok üzülüyor.” dedi. Ubeydullah-ı Ahrâr; “Ben, kimin içinde büyüklük ve üstünlük arzusundan bir şey sezsem, hattâ o üstünlük ve büyüklük arzusuna on yıl sonra bile kavuşacak olsa, ona Hâcegân yolundan (büyüklerin yolundan) bahsedemem.” dedi. Talebelerinden bâzıları, bu sözü söylediği günün târihini yazdılar. Aradan on yıl geçti. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de vefât etmişti. O kâdı, on yıl sonra memleketinde hâkim ve reis makâmına çıktı. Bu hâlinden çok memnun idi ve kalbinde büyüklerin yoluna girmeye dâir hiçbir istek ve arzu kalmamıştı. O zaman Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin talebeleri, hocalarının onu neden kabûl etmediğinin hikmetini anladılar.

SELE KAPILANLAR

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir ilkbahar mevsiminde, Herat’dan Taşkend’e gitmek üzere yola çıkmıştı. Akşam olunca, yolda bir talebesinin bulunduğu yere ulaşmış ve o gece orada misâfir olmuştu. Bu talebesi şöyle anlatmıştır: “Gece yatacağımız zaman bana; “Sen benim yattığım odada yat!” dedi. Bunun üzerine onun yattığı odada, ondan uzak bir köşeye çekilip, orada geceledim. Geceyarısı ismimi söyleyip; “Uyuyor musun! Uyanık mısın?” dedi. Ben de; “Uyumuyorum efendim.” dedim. “Hemen kalk, kıymetli eşyâlarını topla ve derhâl dışarı çık!” buyurdu ve kendisi de süratle dışarı çıktı. Bu çevrede olanları da uyandır. Kıymetli eşyâlarını toplayıp hayvanlara yüklesinler. Beni tâkib edip peşimden geliniz?” dedi. Süratle uzak bir tepeye doğru yürüdü, biz de hemen toparlanıp onu tâkib ettik. Tepeye çıkıp, üzerinde durdu. Biz de yanında durduk. Bizimle gelenler, bu duruma şaşırarak; “Sebeb nedir ki, geceyarısı uykumuzu bölüp buraya geldik.” diyorlardı.Bir kısmı da ihmâl gösterip, gelmemişti. Biz tepe üzerinde iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne gelen ağaç, kaya, duvar, ev ve ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de sel suları içinde kalmış, gelmeyenler de sele kapılmıştı. Kendilerini, selle uzun bir mücâdeleden sonra zor kurtardılar. Pekçok yeri harab eden bu selin, o beldede bir benzeri görülmemişti. Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin bu kerâmetini görerek, onun büyük bir velî olduğunu anladılar. Ona daha çok bağlanıp, sevdiler.”

BAL İSTEDİM ŞARAP MI GETİRDİN

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Taşkend’den Semerkand’a göçmeden önce, hizmetkârlarından birine, Semerkand’a gidip, kendisine birkaç kutu saf bal almasını emretmişti. Hizmetkâr gidip, emredildiği gibi balı satın aldı. Kutuları da gâyet güzel bir şekilde sarıp, dönmeye hazırlandı. Tam döneceği sırada, tanıdığı bir esnafın dükkanına gidip, biraz konuşmak üzere oturdu. Bal kutularını da önüne koydu. Onlar konuşurken, güzel bir kadın içeri girdi. Hizmetkâr, tanıdığı esnaf ile konuşurken, birkaç kere kadına şehvet nazarı ile baktı. Sonra da oradan kalkıp yola çıktı. Taşkend’e gelince, balları Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine götürdü. Kutuları koyunca, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri kaşlarını çatıp; “Ey saâdetten mahrum kimse, ben sana bal ısmarlamıştım! Sen bana şarap mı getiriyorsun?” dedi. Hizmetkâr; “Aman efendim, ben size emriniz üzere saf bal getirdim!” dedi. Bunun üzerine kutuları açınca hepsinin şarap olduğunu gördüler. Hizmetkâr, bu işin kadına bakması sebebiyle olduğunu düşünerek, hatâsını anladı ve tövbe etti.

ANNEN VE BABAN RAHATIMI BOZUYOR

Reşehât kitabının müellifi şöyle anlatmıştır: “Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr’ın huzûruna ilk gelişimde, Mevlânâ Sa’deddîn Kaşgârî hazretlerinin oğlu Mevlânâ Hâce Külân ile berâberdim. Senelerce sohbet ve hizmetinde bulunmakla şereflendim. Bâzan sohbet sırasında bana; “Niçin Horasan’a dönmüyorsun? Dön! Annen ve baban benim rahatımı bozuyor” buyururdu. Ben, başkaları arasında bu sözü işitince çok utanırdım. Nihâyet berâber geldiğim Hâce Külân, Horasan’a dönmek üzere izin istemişti. Ona izin verip, bana da; “Sen de bununla birlikte süratle Horasan’a anne ve babanın hizmetine dön! Benim rahatımı bozuyorlar” buyurdu. Bunun üzerine onunla berâber Horasan’a döndüm. Annemin ve babamın yanına ulaşınca, hocam Ubeydullah-ı Ahrâr’ın kendileri hakkında buyurduğu sözü söyledim. İkisi birden ağlaşmaya başladılar ve; “Biz her namazdan sonra, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine teveccüh edip, seni göndermesi için ağlayıp, duâ ediyorduk” dediler. Bir müddet annemin ve babamın yanında kaldım. Sonra tekrar hocamın yanına dönmem için ağlayarak, yalvararak müsâade etmelerini isteyince izin verdiler. İkinci defâ hocamın sohbetiyle şereflendim. Sonra bir daha, Horasan’a git buyurmadı.

KÖPEK YAVRUSU

Bir defâsında, Ubeydullah-ı Ahrâr’ın huzûruna Horasan’dan fâsık biri gelmişti. Bu kimse şarap içen, haram işleyen, sapık îtikâdlı biriydi. O zamana kadar hiç gelmemişti. Gelip oturur oturmaz, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri onu azarlayıp, huzûrundan kovdu. Bu sırada orada bulunan talebesi Mîr Abdülevvel’in kalbinde; “Uzaktan garîb bir adam, ihlâs ve niyazla gelmiş, acabâ onu neden hoşnud etmedi?” düşüncesi geçti. Ubeydullah-ı Ahrâr, hemen bu talebesinin kalbinden geçen düşünceyi anlayıp; “Bu kimseyi köpek yavrusu sûretinde gördüm ve bu sebeple kovdum. Köpek yavrusuna bundan iyi muâmele yapılmaz.” buyurdu. Bunun üzerine talebesi Abdülevvel, gelen adamın hâlini araştırıp, öğrendi. Adam fâsık, haramlara dalmış, içki içen, haramlara aldırmayan birisiymiş. O zaman hocasının o kimseyi, günahlara dalmasından dolayı köpek sûretinde gördüğünü ve kovmasının hikmetini anladı.

İSTANBUL’UN MÂNEVÎ FÂTİHİ

Ubeydullah-ı Ahrâr’ın torunu Hâce Muhammed Kâsım’dan şöyle nakledilmiştir: “Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra, âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkant’tan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, tâkib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkant’ın dışında bir yerde talebelerine; “Siz burada durunuz!” buyurdu.Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen sahrâya doğru sürdü. Talebeleri arasındaMevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip tâkib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı: “Hâce Ubeydullah-ıAhrâr hazretleri ile sahrâya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu.”

Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında; “Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı” buyurdu.

Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî’nin şöyle anlattığını nakletmiştir: “Bilâd-ı Rûm’a (Anadolu’ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hânın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydullah-ıAhrâr’ın şeklini ve şemâilini târif etti ve; “O zâtın beyaz bir atı var mıydı?” diye sordu. Ben de târif ettiği bu zâtın, babam Ubeydullah-ı Ahrâr olduğunu ve beyâz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine SultanBâyezîd Hân, bana şöyle anlattı: Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şunları dedi: “İstanbul’u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr Semerkandî’nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şekil ve şemâilini târif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi; “Korkma!” buyurdu. Ben de; “Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok.” dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm. “İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defâ kös vur ve orduna hücûm emri ver.” buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücûma geçti. Böylece düşman hezîmete uğradı. İstanbul’un fetih işi gerçekleşti.”

ÖLÜ KALBLERİ DİRİLTMEK

Ubeydullah-ı Ahrâr şöyle anlatmıştır: “Çocukluğumda rüyâda kendimi Şeyh Ebû Bekr-i Şâşî’nin mezarı yanında gördüm. Mezarın eşiğinde Îsâ aleyhisselâm vardı. Hemen ayaklarına kapandım. Elleri ile başımı kaldırıp; “Gam çekme! Seni ben terbiye edeceğim!” buyurdu. Rüyâyı anlattığım zâtlar, tıb ilmi ile tâbir ettiler. Yâni tıb ilminden nasîbim olacağını söylediler. Ben bu tâbire râzı değildim. Tâbirim şuydu: Îsâ aleyhisselâm, ölüleri dirilten bir Peygamberdir. Evliyâdan ihyâ sıfatına mazhâr büyüklere de “Îsevî meşreb” denirdi. Mâdem ki, Îsâ aleyhisselâm bu fakîrin terbiyesini üzerine aldılar, demek bana ölü kalbleri ihyâ sıfatı verilecek. Nitekim kısa bir zaman sonra, Allahü teâlâ bana öyle bir hâl ve kuvvet bahşetti ki, bende o mânâ, kemâliyle meydana geldi. Vâsıtamızla nice ölü kalbler, gaflet karanlığından şühûd ve huzûr ışığına çıktılar.”

Sort