Ana Sayfa>Özel(Sayfa 21)

Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a.)

Medine – Mescid-i Nebevi

Peygamberlerden sonra, Eshâb-ı kiramın ve insanların en üstünü. Asıl adı Abdullah bin Ebû Kuhâfe bin Âmir bin Amr bin Ka’b bin Sa’d bin Teym bin Mürre’dir. Babasının adı Osman olup, Kuhâfe lakabıyla meşhûrdur. Annesinin adı ise Selmâ binti Sahr’dır. Ümmül-Hayr lakabıyla tanınmaktadır. Hazreti Ebû Bekir, Peygamber Efendimizden 2 yıl 3 ay küçüktür. Fil vak’asından sonra m. 573 yılında dünyâya gelmiştir. Müslüman olmadan önce adı, Abdüluzzâ veya Abdulkâ’be idi. Peygamberimize ( aleyhisselâm ) îmân ettikten sonra O’nun ismini “Abdullah” olarak değiştirdi. 38 yaşında müslüman olmakla şereflenen Hazreti Ebû Bekir; Peygamber efendimizin vefât ettiği gün halife seçildi. Hilâfeti 2 sene 3 ay 10 gün sürdü. 63 yaşında iken hicretin 13 (m. 634) yılında Cemaziyelâhir ayının yedisinde Pazartesi günü hastalandı. 15 gün hasta olarak yattıktan sonra vefât etti. Vasıyyeti üzerine, hanımı Esma yıkadı. Cenâze namazını Hazreti Ömer kıldırdı. Peygamber efendimizin kabrinin bulunduğu Hücre-i Se’âdete defn edildi.

Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) Aşere-i Mübeşşerenin yani Cennetle müjdelenen on sahabenin birincisidir. Peygamber efendimizin kayınpederi, Hazreti Âişe’nin babasıdır. Ebû Bekir ( radıyallahü anh )’ın Resûlullah efendimize fevkalâde sadâkat ve sevgisi vardı. Vefâtına, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) ayrıldığından duyduğu aşırı üzüntüsü, gammı ve hasreti sebep olmuştur. Çünkü O’na karşı olan, sevgisi ve bağlılığı kelimelerle tarif edilemiyecek kadar çoktur.

Peygamber efendimiz de, Ebû Bekir’i ( radıyallahü anh ) çok severdi. O’nun için bizzat kendisine “Sen Allahü teâlânın Cehennemden atîki (yâni azâd ettiği kimse)sin” ve “Cehennemden atîk olan (âzâd edilmiş kimse) görüp sevinmek isteyen kimse, Ebû Bekir’e baksın” buyurması bunun bir alâmetidir. Bir rivâyette de, Ebû Bekir’in annesi Ümmül Hayr-ı Selmâ’nın bir iki evladı olmuş ise de hiçbirisi yaşamamış olduğundan, Hazreti Ebû Bekir doğduğu zaman, annesi kucağına alıp, Kâ’beye götürmüş ve yaşaması için “Allahım bu çocuğu ölümden Âzâd edip bana bağışla!” diye duâ eyleyince; Kâ’be’nin her yanında “Yâ Emetellah, sana müjdeler olsun ki, çocuğun yaşayacak, seni pek sevindirecek Tevrat’da adı Sıddîk olarak bildirildi” nidası geldi. Oradakilerin hepsi bunu duydular. Bu sebeple de Atîk ismini verdiler. Yahud, soy ve sopunda ayıp ve kusur sayılabilecek herhangi bir şey görülmediği için bu lakabı vermişlerdir, denildi.

Hazreti Ebû Bekir, ilk imâna gelen, müslümanlıkla şereflenen hür erkektir. Kadınlardan ilk imâna gelen Hazreti Hadîce, kölelerden Zeyd bin Harise ve çocuklardan Hazreti Ali’dir. Müslüman olmadan evvel, gençliğinde de Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) arkadaşı idi. Büyük bir tüccârdı. Bütün malını, evini barkını Resûlullah’ın uğrunda harcadı. Ebû Bekir ( radıyallahü anh ), İslâmiyeti kabûl etmesine kadar geçen 38 senelik hayatında asla içki kullanmamış, putlara tapmamış, her türlü sapıklıktan, hurafelerden kaçınmış, iffetiyle ve güzel ahlâkı ile tanınmış bir kişiydi. Kavmi arasında sevilen ve saygı gösterilen birisi olup, fakîrlere yardım eder, muhtaç olanları gözetirdi. Dürüst bir tüccârdı. Herkesin ona sonsuz bir itimadı vardı.

Hazreti Ebû Bekir’e Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ), Peygamberliğini bildirip müslüman olmasını teklif ettiği zaman, hiç tereddüt etmeden İslâmiyeti kabûl etmişti. Babası, annesi, çocukları ve torunları da müslümanlığı kabûl etti. Peygamberimizi görüp Eshâb-ı kiramdan olmakla şereflendiler. Eshâb-ı kiramdan hiçbiri, böyle bir şerefe nail olmamıştır.

O’nun müslüman oluşu hakkında bildirilen haberler çeşitlidir. Şöyle ki; Hazreti Ebû Bekir, İslâmiyeti kabûl etmeden yirmi sene önce, bir rüya görmüştü: “Gökten dolunay inip, Kâ’be-i muazzama’ya gelmiş ve sonra parça parça olmuş, parçalardan her biri, Mekke evlerinden biri üzerine düşmüş, sonra bu parçalar bir araya gelerek gök yüzüne yükselmişti. Ebû Bekir’in ( radıyallahü anh ) evine düşen parça ise, gök yüzüne yükselmemişti. Hadîseyi gören Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) hemen evin kapısını kapamış sanki bu ay parçasının gitmesine mani olmuştu.”

Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) heyecanla rüyadan uyanmış, sabah olunca, hemen, yahûdi âlimlerinden birisine koşup, rüyasını anlatmıştı. O âlim cevabında: “Bu karışık rüyalardan biridir, onun için tabir edilmez” demişti. Fakat bu rüya, Ebû Bekir’in ( radıyallahü anh ) zihnini kurcalamaya devam etmiş, yahûdinin cevabı, O’nu tatmin etmemişti. Bundan dolayı bir zaman sonra ticâretlerinden birinde, yolu rahib Bahîra’nın diyarına uğramıştı. Gördüğü rüyasının tabirini Bahîra’dan istemiş ve şu cevabı almıştı. Bahîra: “Sen neredensin?” dedi. Hazreti Ebû Bekir “Kureyştenim” diye cevap verince, Bahîra: “Mekke’de bir peygamber ortaya çıkıp hidâyet nûru, Mekke’nin her yerine ulaşacak, sen hayatında O’nun veziri, vefâtından sonra da, halifesi olacaksın” deyince Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) bu cevaba çok hayret etmişti. Hatta rahib, O’na şöyle demişti: “Çabuk, şimdi O’na ulaş. Şu anda vahy geldi. Mûsâ aleyhisselâmın da Rabbi olan Allah hakkı için, herkesten önce îmân eyle!” Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) bu rüyasını ve tabirlerini, Peygamber efendimiz, ( aleyhisselâm ) peygamberliğini açıklayıncaya kadar kimseye söylememişti.

Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), peygamberliğini açıklayınca, Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) hemen Peygamber efendimize koşup, “Peygamberlerin, peygamberliklerine delîlleri vardır, senin delîlin nedir?” diye suâl etmişti. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) cevabında: “Bu nübüvvetime delîl, o rüyadır ki, bir yahûdi âlimden tabirini istedin. O âlim karışık rüyadandır, itibar edilmez dedi. Sonra Bahîra rahib doğru tabir etti.” buyurarak, Ebû Bekir’e ( radıyallahü anh ) hitaben: “Ey Ebû Bekir! Seni Hüdâya ve Resûlüne davet ederim.”buyurmuştu. Bunun üzerine Hazreti Ebû Bekir, “Şehâdet ederim ki, sen Allahü teâlânın resûlüsün ve senin peygamberliğin hakdır ve cihanı aydınlatan bir nûrdur.” diyerek, O’nu tasdîk edip müslüman olmuştu.

Hazreti Ebû Bekir’in müslüman oluşu, şu şekilde de ifâde edilmiştir: Muhammed aleyhisselâma peygamberlik emri geldiğinde, “Bu sırrı kime söyleyebilirim, bu işi kime açıklayabilirim” diye düşünmüştü. Peygamber efendimizin, Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) ile, yakın arkadaşlığı ve bu sebeple de O’na karşı pek fazla sevgisi vardı. Ayrıca Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) çok akıllı ve doğruyu görüp seçebilmesiyle de meşhûrdu. Bunun için, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) nübüvvet sırrını O’na açmayı tasarlamıştı. Sabahleyin, Ebû Bekir’e ( radıyallahü anh ) varmak ve bu sırrı O’na açmak maksadıyla evden çıkmıştı.

O gece, Peygamber efendimiz böyle düşünürken, Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) da şöyle düşünüyordu: “Baba ve dedelerimizin seçtiği din, hiç uygun değildir. Zira, hiçbir zarar ve fayda vermeye kadir olmayan bir heykele ibâdet etmek, akıllıca bir iş değildir. Yerin ve göğün yaratıcısı buna râzı olmaz. Bu düşünceyi ise, Muhammed’den ( aleyhisselâm ) başkasına arz etmek lâyık değildir. Zira, olgun ve akıllı, doğru görüşlü olduğu tecrübe edilmiştir. Yarın, ziyâret için O’na varayım, bu hâli arz edeyim. O ne derse, öyle amel edeyim!” Bu düşünce ile Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) sabahlamış, Peygamber efendimize varmak için evden çıkıp, yolda karşılaşmışlar, birbirlerine karşı “Sözleşmeden birleştik” demişlerdi. Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) şöyle söze başlamışlar: “Bir meşveret için, sana geliyordum.” Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) da: “Ben de, bir fikir sormak için yanınıza geliyordum” dedi. Resûlullah ( aleyhisselâm )“Söyle yâ Ebâ Bekir” buyurdular. Ebû Bekir ( radıyallahü anh ): “Sen her işte öndersin, önce sen söyle!” dediler. Peygamber efendimiz: “Dün, bana bir melek görünüp, Hak teâlâdan (Halkı dine davet eyle!) diye emir getirdi. Ben endişede kaldım. Bugün sana geldim. Seni, İslâm dinine davet ederim. Ne dersin?” buyurdular. Ebû Bekir ( radıyallahü anh ): “İslâmiyete önce beni kabûl eyle! Çünkü, dün gece sabaha kadar bu fikirde idim. Şimdi ise bu sözü işittim” dedi. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buna çok sevinip, Ebû Bekir’e ( radıyallahü anh ) İslâmiyyeti anlattılar. Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) da kabûl edip, mü’minlerin serdârı oldu.

Diğer bir rivâyette ise Hazreti Ebû Bekir, Peygamber efendimize peygamberlik gelmeden önce ticâret maksadıyla Yemen’e gitmişlerdi. Bu seferlerinde, Yemen’de bulunan, Ezd kabilesinden, çok kitap okumuş ve ömrü üçyüzdoksan yıla ermiş bulunan bir ihtiyâra rastlamıştı. Bu ihtiyâr Hazreti Ebû Bekir’e bakıp: “Zannederim ki sen, “Mekke halkındansın” deyince, Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) “Evet, öyledir” demiş ve aralarında şu konuşma geçmişti. İhtiyâr: “Sen Kureyşten misin?” “Evet!” “Benî Temimden misin?” Evet!. “Bir alâmet daha kaldı.” Nedir? diye sormuşlar “Karnını aç, göreyim.” “Bundan maksadın nedir, söyle?” “Kitaplarda okudum ki, Mekke’de bir Peygamber gelir. O’na, iki kimse yardımcı olur. Biri genç, diğeri ihtiyârdır. Genç olanı, nice zorlukları kolaylığa çevirir. Çok belâları giderir. O ihtiyâr kişi ise, beyaz benizli, ince belli olup, karnı üzerinde bir siyah ben vardır. Zannederim ki, o kimse sensin. Karnını aç, göreyim” dedi. Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) da açmış; göbeği üzerindeki siyah beni görünce, “Vallahi o kimse sensin” deyip, Ebû Bekir’e bir çok vasıyyetlerde bulunmuştu. Ebû Bekir ( radıyallahü anh ), işini bitirince, vedalaşmak, için ihtiyârın huzûruna varmış, Peygamber efendimiz hakkında bir kaç beyit söylemesini ondan istemiş, bunun üzerine ihtiyâr, oniki beyt okumuş, Ebû Bekir ( radıyallahü anh )’da bunları ezberlemişti.

Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) seferden Mekke-i mükerreme’ye dönünce, Ukbe İbni Ebû Mu’ayt, Şeybe, Ebû Cehil, Ebü’l Bühterî gibi, Kureyşten ileri gelen kimseler, O’nu ziyârete evine gelmişlerdi. Ebû Bekir onlara hitaben: “Aranızda hiçbir hâdise oldu mu?” buyurmuş. Cevaplarında: “Bundan daha garip bir hâdise olur mu ki, Ebû Tâlib’in yetimi, peygamberlik dâvası ediyor ve sizler, baba ve dedeleriniz, bâtıl dindensiniz diyor. Eğer hatırın olmasaydı, O’nu bu zamana kadar sağ bırakmazdık. Sen O’nun iyi dostusun, bu işi sen hallet” demişlerdi. Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) onlardan özür dileyerek, oradan ayrılmış, Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) Hadîce’nin ( radıyallahü anha ) evinde olduğunu öğrenip, varıp kapıyı çalmış, Peygamber efendimiz kendilerini karşılayınca: “Yâ Muhammed ( aleyhisselâm ), senin hakkında söylenilenler nedir?” demiş. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) “Ben Hak teâlânın peygamberiyim. Sana ve bütün Âdemoğullarına gönderildim, îmân getir ki, Hak teâlânın rızâsına vâsıl olasın ve canını Cehennemden koruyasın” buyurdular. Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) buna delîl nedir? deyince, Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) “O, Yemen’de gördüğün ihtiyârın hikâyesi delîldir”, buyurdular. Ebû Bekir ( radıyallahü anh ): “Ben Yemen’de pek çok ihtiyâr ve genç gördüm” dedi. Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) cevabında: “O ihtiyâr ki, sana oniki beyit emânet verdi ve bana gönderdi” diyerek o beyitlerin hepsini okudu. Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) bunu sana kim haber verdi, deyince; cevabında; “Benden evvelki peygamberlere gelen melek haber verdi” buyurdular. Bunu söyler söylemez, elini bana ver deyip, mübârek elini tutmuş, “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah” diyerek müslüman olmuştur. Hayatında ilk defa duyduğu, yüksek bir sevinçle evine müslüman olarak dönmüştür. Nitekim bir hadîs-i şerîfte: “Her kime imânı arz ettiysem, yüzünü buruşturur, tereddütle bakardı. Ancak Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh )imânı kabûl etmekte hiç tereddüt ve duraklama etmedi.” buyurulmuştur.

Hazreti Ebû Bekir, müslüman olunca, hemen çok sevdiği arkadaşlarına gitti. Onları da, müslüman olmaları için ikna etti. Eshâb-ı kiramın ileri gelenlerinden ve Cennetle müjdelenenlerden olan Osman bin Affân, Talha bin Ubeydullah, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d İbni Vakkâs, Ebû Ubeyde bin Cerrah gibi yüksek şahsiyetler onun tavsiyesi ile müslüman olmuşlardır.

İslâmiyeti kabûl eden Hazreti Ebû Bekir’i dininden vazgeçirmek için Kureyş müşriklerinin azılı pehlivanlarından Nevfel bin Adviye, bir ipe bağlayıp işkence etmeye başladı. Kendi kabilesi olan Benî Teym, bunu gördükleri halde aldırış etmediler. Birgün Resûlullah efendimiz, yeni müslüman olanlardan birkaçı ile Erkam bin Erkam’ın ( radıyallahü anh ) Safa tepesindeki evinde oturuyorlardı. Başta Hazreti Ebû Bekir olmak üzere, hepsi bu yeni dinin müşriklere açıklanmasını arzuladıklarını bildirdiler. Henüz açıkça tebliğ edilmek emri verilmemişti. Peygamber efendimiz de: “Ey Ebû Bekir! Bizim sayımız henüz az. Bu işe yetmeyiz” buyurdu ise de, Ebû Bekir’in ve arkadaşlarının arzularının çokluğundan onları kıramadı. Hemen Mescid-i Haram’ın bir tarafına topluca oturdular. O sırada müşrikler de orada toplu halde bulunuyorlardı. Hazreti Ebû Bekir ayağa kalktı. Putlardan yüz çevirip, Allahü teâlâya ve O’nun Peygamberi Muhammed aleyhisselâma inanmanın lâzım olduğunu anlatmaya başlayınca, müşrikler hep birden Ebû Bekir’e ve arkadaşlarına saldırdılar. Yumruk ve tekmelerle ortalığı, alt üst ettiler. Hazreti Ebû Bekir’i fenâ halde tartaklayıp dövdüler. Utbe bin Rebîa, demirli ayakkabılarını Ebû Bekir’in ( radıyallahü anh ) yüzüne çarpa çarpa yüzünü gözünü kanlar içinde bıraktı, bilinmez hale getirdi. Benî Teym kabilesine mensûb olan kişiler yetişip ayırmasaydılar öldürünceye kadar dövmeye devam edeceklerdi. Kabilesinden olan kişiler bitkin ve perişan bir hale gelen Hazreti Ebû Bekir’i bir çarşafın içine koyarak evine götürdüler. Hemen geri dönüp Kâ’beye geldiler: “Eğer Ebû Bekir ölecek olursa, yemîn olsun ki, biz de Utbe’yi gebertiriz!” dediler ve yine Hazreti Ebû Bekir’in yanına gittiler.

Hazreti Ebû Bekir, uzun bir süre kendine gelemedi. Babası ve Benî Teym’liler, O’nu ayıltmak için çok uğraştılar. Ancak akşama doğru kendine gelebildi, gözlerini açar açmaz, ezik bir sesle: “Resûlullah ne yapıyor? O, ne haldedir? Ona da dil uzatmışlar, hakaret etmişlerdi” diyebilmişti; Annesi Ümm-ül-Hayr’a dediler ki: “Sor bakalım, birşey yer veya içer mi?” Hazreti Ebû Bekir’in yemeğe ve içmeğe ne isteği vardı, ne de bir gücü! Ev, tenhalaşınca annesi ona: “Ne yersin, ne içersin?” diye sordu. Hazreti Ebû Bekir gözlerini açtı ve “Resûlullah ne haldedir, ne yapıyor?” dedi. Annesi, “Vallahi arkadaşın hakkında hiçbir bilgim yok!” dedi. Ebû Bekir ( radıyallahü anh ): “Hattâb’ın kızı Ümmü Cemil’e git, Resûlullah’ı ondan sor!” dedi. Annesi Ümm-ül-Hayr, kalkıp Ümmü Cemil’in yanına gitti ve: “Oğlum Ebû Bekir, senden Abdullah’ın oğlu Muhammed’i ( aleyhisselâm ) soruyor. Acaba ne haldedir?” Ümmü Cemil de: “Benim ne Muhammed ( aleyhisselâm ), ne de Ebû Bekir hakkında bir bilgim var! İstersen seninle birlikte gidelim?” dedi. Ümm-ül-Hayr, “Olur” deyince, kalktılar, Hazreti Ebû Bekir’in yanına geldiler. Ümmü Cemîl, Hazreti Ebû Bekir’i böyle perişan bir vaziyette, yaralar ve bereler içinde görünce, kendisini tutamıyarak çığlık kopardı ve: “Sana bunu yapan bir kavim, muhakkak azgın ve taşkındır. Allah’tan dileğim, onlardan öcünü almasıdır.” dedi. Hazreti Ebû Bekir, Ümmü Cemil’e: “Resûlullah ne yapıyor, ne haldedir?” diye sordu. Ümmü Cemîl, Ona: “Burada annen var, söylediğimi işitir” dedi. Hazreti Ebû Bekir de: “Ondan sana bir zarar gelmez, sırrını yaymaz” deyince, Ümmü Cemîl: “Hayattadır, hali iyidir” dedi. Tekrar “Şimdi o nerededir?” diye sordu. Ümmü Cemîl: “Erkam’ın evindedir.” dedi. Hazreti Ebû Bekir: “Vallahi, Resûlullahı gidip görmedikçe, ne yemek yerim, ne de bir şey içerim!” dedi. Annesi: “Sen, şimdi biraz bekle, herkes uykuya dalsın!” dedi. Herkes uyuyup, ortalık tenhalaşınca, Hazreti Ebû Bekir, annesine ve Ümmü Cemîl’e dayanarak, yavaş yavaş Resûlullah’ın yanına vardı. Sarılıp öptü. Müslüman kardeşleriyle kucaklaştı. Ebû Bekir’in ( radıyallahü anh ) bu hali, Peygamber efendimizi çok üzdü. Hazreti Ebû Bekir: “Yâ Resûlallah! Babam, anam sana feda olsun! O azgın adamın, yüzümü gözümü yerlere sürtüp, beni bilinmez hâle getirmesinden başka bir üzüntüm yok! Bu yanımdaki de, beni dünyâya getiren annem Selmâ’dır. Onun hakkında duâ buyurmanızı istirhâm ediyorum. Umulur ki, Allahü teâlâ, Onu senin hürmetine Cehennem ateşinden kurtarır” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, Selmâ’nın müslüman olması için Allahü teâlâya yalvardı. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) duâsı kabûl olunmuştu. Annesi de hidâyete kavuşup müslümanlığı kabûl etti. Böylece ilk müslümanlardan biri olmakla şereflendi.

Hazreti Ebû Bekir, Peygamber efendimiz ne söylerse, itiraz etmez hemen kabûl ederdi. Hatta herkesin itiraz ettiği meseleleri bile itirazsız kabûllenirdi. Meselâ Peygamberimizin Mi’râc mucizesini kabûl etmeleri böyle oldu. Resûlullah efendimiz, Mi’râc’tan dönüp sabah olunca, Kâ’be yanına gidip Mekkelilere Mi’râcı anlattı. İşiten kâfirler, alay etti. Muhammed aklını kaçırmış, iyice sapıtmış, dediler. Müslüman olmaya niyeti olanlar da vaz geçti. Birkaçı sevinerek Ebû Bekir’in evine geldi. Çünkü bunun akıllı, tecrübeli, hesaplı bir tüccâr olduğunu biliyorlardı. Kapıya çıkınca hemen sordular: “Ey Ebû Bekir! Sen çok kerre Kudüs’e gittin geldin. İyi bilirsin. Mekke’den Kudüs’e gidip gelmek ne kadar zaman sürer” dediler. Hazreti Ebû Bekir: “İyi biliyorum. Bir aydan fazla”, dedi. Kâfirler bu söze sevindiler. Akıllı, tecrübeli adamın sözü böyle olur, dediler. Gülerek, alay ederek ve Ebû Bekir’in de kendi kafalarında olduğuna sevinerek: “Senin efendin, Kudüs’e bir gecede gidip geldiğini söylüyor, artık iyice sapıttı” diyerek, Ebû Bekir’e sevgi, saygı ve güven gösterdiler.

Ebû Bekir ( radıyallahü anh ), Resûlullahın mübârek adını işitince, “Eğer O söyledi ise, inandım. Bir anda gidip gelmişdir” deyip içeri girdi. Kâfirler neye uğradıklarını anlıyamadı. Önlerine bakıp gidiyor ve “Vay canına, Muhammed ne yaman büyücü imiş. Ebû Bekir’e sihir yapmış” diyorlardı. Ebû Bekir hemen giyinip, Resûlullahın yanına geldi. Büyük kalabalık arasında yüksek sesle, “Yâ Resûlallah! Mi’râcınız mübârek olsun! Allâhü teâlâya sonsuz şükürler ederim ki, bizleri, senin gibi büyük Peygambere, hizmetçi yapmakla şereflendirdi. Parlıyan yüzünü görmekle, kalbleri alan, rûhları çeken tatlı sözlerini işitmekle ni’metlendirdi. Yâ Resûlallah! Senin her sözün doğrudur. İnandım. Canım sana feda olsun.” dedi. Ebû Bekir’in sözleri, kâfirleri şaşırttı. Diyecek şey bulamayıp dağıldılar. Şüpheye düşen, imânı zayıf birkaç kişinin de kalbine kuvvet verdi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) o gün Hazreti Ebû Bekir’e “Sıddîk” dedi. Bu adı almakla, bir kat daha yükseldi.

Hazreti Ebû Bekir, Resûlullah’ın en yakın dostu idi. Ondan hiç ayrılmazdı. Onların bu beraberliği, Mekke’den Medine’ye hicrette de devam etti. O’na mağara arkadaşı oldu. Mağara’da üç gün kaldıktan sonra, ikisi bir deveye binerek yolculuk ettiler. Medine’ye varıncaya kadar Resûlullah’ın bütün hizmetini O gördü. Medine’deki mescid yapılırken O’nunla beraber çalıştı. Hiçbir hizmetten, fedâkârlıktan geri kalmadı.

Hazreti Ebû Bekir, Resûlullah efendimizle birlikte bütün harplerde bulunmuş, bir kısmında ordu kumandanlığı vazîfesi kendisine verilmiştir. Çok şiddetli muharebelerde, Peygamber efendimizin muhafızlığını yapmış, Efendimize karşı bedenini siper etmiştir. Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te müşriklere karşı büyük kahramanlıklar göstermiştir. Tebük harbinde, sancaktarlık görevini yürütmüştür.

İslâmın zuhurundan 21 yıl sonra Mekke şehri, müslümanlar tarafından feth edildi. Mekke halkı Hazreti Peygamberin huzûruna gelerek İslâm’ı kabûl etmeye başladılar. Hazreti Peygamber, Safa tepesine oturmuş, yeni müslümanların bîatini kabûl ediyordu. Hazreti Ebû Bekir babasının yanına gelerek: “Babacığım! Artık İslâm’ı kabûl etme zamanı geldi. Haydi, seni Resûlullah’ın yanına götüreyim dedi. Ebû Kuhâfe’nin kabûl etmesi üzerine, Hazreti Ebû Bekir, babasının koluna girerek onu, iki cihanın efendisi Muhammed aleyhisselâmın huzûruna getirdi. Ebû Kuhâfe, gayet ihtiyârdı ve gözleri de görmüyordu. Hazreti Peygamber onları görünce ayağa kalktı ve muhabbet dolu bir sesle: “Ey Ebû Bekir! İhtiyar babana niçin zahmet verdin? Onu buralara kadar yordun. Biz onun ayağına giderdik” diye iltifât buyurdu. İhlâs, takvâ ve sadakat güneşi Hazreti Ebû Bekir “Yâ Resûlallah! Babamın sizin ayağınıza gelmesi daha uygundur” dedi.

Ebû Kuhâfe’nin müslüman olmasıyla Hazreti Ebû Bekir’in ailesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmeti içinde hiçbir aileye nasip olmayan büyük bir şeref ve fazîlete erişti. Çünkü bir ailede dört kuşak müslümanlık ve sahabîlik tacını başlarına giymiş oldular. Ebû Kuhâfe, oğlu Ebû Bekir’in halife olduğu günleri gördü. Hazreti Ömer’in hilâfeti devrinde îmânlı olarak âhirete göç etti. Hazreti Ebû Bekir hicretin dokuzuncu (m. 631) senesinde Hac kâfilesi başkanlığında görev yapmıştır. Peygamber efendimizin ( aleyhisselâm ) son hastalıklarında üç gün imamlık görevinde bulunup, onyedi vakit namaz kıldırmış, üç vaktinde de Peygamberimiz ( aleyhisselâm ), Ebû Bekir’e ( radıyallahü anh ) uyarak arkasında namaz kılmışlardır.

Hazreti Ebû Bekir, 10 (m. 632) senesinde, Peygamberimizin vefâtı üzerine Eshâb-ı kiramın sözbirliğiyle halife seçilmiştir. Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed aleyhisselâmdan sonra müslümanların halifesi, yani Peygamberimizin vekîli ve müslümanların reîsi, Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk olmuştur. Ondan sonra da sırası ile Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali halife olmuşlardır. Bu dördünün üstünlük sıraları, halifelikleri sırası gibidir. Bunlardan ilk ikisinin, yani Hazreti Ebû Bekir ile Hazreti Ömer’in, diğer ikisinden üstün olduğunu Eshâb-ı kiramın ve Tabiîn hazretlerinin hepsi söylemişlerdir. Bu sözbirliğini bütün din âlimleri haber vermektedir. Ebü’l-Hasen-i Eş’âri buyuruyor ki “Hazreti Ebû Bekir ile Hazreti Ömer’in (Şeyhaynın), diğer bütün ümmetten üstün olduğu muhakkaktır. Buna inanmıyan ya cahildir veya inatçıdır” Hazreti Ali ( radıyallahü anh ) buyuruyor ki: “Beni, Hazreti Ebû Bekir ile Hazreti Ömer’den üstün tutan, iftira etmiş olur. İftira edenleri dövdükleri gibi, onu döverim.” Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri de (Gunyet-üt-Talîbîn) kitabında buyuruyor ki Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâdan istedim ki, benden sonra Ali ( radıyallahü anh ) halife olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halife, Ebû Bekr-i Sıddîkdır”, Abdülkâdir-ı Geylânî yine buyurdu ki: Ali ( radıyallahü anh ) dedi ki: Peygamber ( aleyhisselâm ) bana dedi ki: “Benden sonra halife Hazreti Ebû Bekir olacaktır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osman, ondan sonra da Sen ( radıyallahü anh ) olacaksın!”

Hazreti Ali ( radıyallahü anh ) buyuruyor ki: Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) doğru sözlüdür. Ondan işittim ki, Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Günah işleyen biri, pişman olur, abdest alıp, namaz kılar ve günahı için istiğfar ederse, Allahü teâlâ, o günahı elbette af eder. Çünkü Allahü teâlâ, Nisa sûresi yüzdokuzuncu âyetinde: Biri günah işler veya kendine zulüm eder, sonra pişman olup, Allahü teâlâya istiğfar ederse Allahü teâlâyı çok merhametli ve af ve mağfiret edici bulur buyurmaktadır” dedi.

Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) vefât ettiği haberi, Eshâb-ı kiram arasında yayılınca herkesin aklı başından gitti. Hazreti Ömer kılıcı eline alıp, “Resûlullah öldü” diyenin kellesini uçururum, deyip ortaya çıktı. Herkes, üzüntüden ve Ömer’in ( radıyallahü anh ) bu halinden korktuğu halde, Hazreti Ebû Bekir, cesâretini muhafaza ederek, Eshâb-ı kiramın arasına girdi. Onlara Resûlullah’ın da öleceğini, O’nun da bir insan olduğunu bildiren âyet-i kerîmeyi okuyup, te’sîrli sözler söyleyerek nasîhat etti. Halkı sükûna ve huzûra kavuşturdu. Derhal halife seçimi yapıldı. Müslümanlar başsızlıktan, dağınıklıktan kurtarıldı.

Hazreti Ebû Bekir Pazartesi günü halife seçilince, Salı günü, Mescid-i şerîfe gelip, Eshâbı topladı. Minbere çıktı. Hamd ve senadan sonra: “Ey Müslümanlar! Sizin üzerinize halife ve emir oldum. Halbuki, sizin en iyiniz değilim. Eğer iyilik yaparsam bana yardım ediniz. Fenâ bir iş yaparsam, bana doğru yolu gösteriniz. Doğruluk emanettir. Yalancılık hıyânettir. Sizin zayıfınız, bence çok kıymetlidir. Onun hakkını kurtarırım. Kuvvetine güveneniniz ise, bence zayıftır. Çünkü ondan başkasının hakkını alırım. İnşa Allahü teâlâ, hiçbiriniz cihadı terk etmesin. Cihadı terk edenler zelîl olur. Ben Allah’a ve Resûlüne itaat ettikçe, siz de bana itaat ediniz. Eğer ben Allah’a ve Resûlüne âsi olur, doğru yoldan saparsam, sizin de bana itaat etmeniz lazım gelmez. Kalkınız, namaz kılalım. Allahü teâlâ hepinize iyilik versin.” dedi.

Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) vefât edince, İslâmiyetten ayrılma tehlikesi birdenbire büyüdü. Her tarafı dehşet bürüdü. Yemen’deki ve başka yerlerdeki memurlar geri gelmeye, kara haberler getirmeğe başladılar. Müslümanlar ne yapacaklarını şaşırdılar. Mekke, Medine ve Tâiften başka bütün Arabistan halkı İslâmiyetten ayrıldılar. Mürtedlerin sayısı yanında müslümanlar pek az idi. Fakat, Resûlullahın halifesi, zamân-ı seâdetteki gelişmeyi hiç değiştirmemeye ve Resûlullahın niyetlerini yerine getirmeye kararlı idi. Halife seçiminden sonra, Eshâb-ı kiram arasında Hazreti Üsâme’nin sefere gidip gitmemesi hakkında ihtilaf edilmişti. Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) Üsâme’yi sekizbin kişilik bir kuvvetle Şam tarafına göndermişti. Mübârek eliyle Üsâme’ye bir de bayrak vermişlerdi. Ordu henüz Medine’den çıkmamıştı. Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) vefât ettiler. Muhacirler ve ensar ( radıyallahü anh ) bu kuvvetin Şam’a gönderilmemesini istiyorlardı. Çünkü, bir taraftan yahudi ve hıristiyanlar, diğer tarafdan mürted ve münâfıklar dine saldırıyorlardı. Bu kadar kuvveti kendimizden uzak tutarsak halimiz ne olur! diyorlardı. Hazreti Ebû Bekir, “Kuvvetimiz olmadığını her tarafın boş olduğunu görerek, kurtlar gelip çoluk çocuğumuzu evden çekip götürmeye kalkışsalar, yine bayrağını Resûl-i Ekrem’in ( aleyhisselâm ) mübârek eliyle verdiği Üsâme’nin ( radıyallahü anh ) ordusunu Şam’a göndereceğim” buyurup hemen gönderdi. İslâm düşmanları bu hareketi görüp korktular. Müslümanlar kuvvetli olmasaydı, bu kadar kuvveti uzağa göndermezlerdi, dediler. Mürtedlerle (dinden ayrılanlar) muharebeyi göze aldı. Her tarafa birlikler gönderdi. Medine’ye hücuma hazırlanan düşman üzerine, gece şiddetli bir çıkış yaparak, sabaha kadar savaştı. Hepsini dağıttı. Yanındaki askerlerle birlikte, uzakdaki mürtedlerle muharebeye gitmek üzere devesine bindi. Fakat, Hazreti Ali ( radıyallahü anh ) halifenin devesinin yularını tutup, “Ey Resûlün halifesi! Nereye gidiyorsun? Sana Resûlullahın Uhud muharebesinde söylediğini söylerim. O gün sana (Kılıcını kınına sok! Ölümünle bizi yakma!)buyurmuştu. Vallahi, sana bir hâl olur ise, müslümanlar, senden sonra düzen bulmaz” dedi. Eshâb-ı kiramın hepsi, Hazreti Ali’yi tasdîk etti. Bunun üzerine halife hazretleri Medine-i münevvere’ye döndü. Sonra, onbir kabileye bölükler gönderdi. Bunlardan Hazreti İkrime emrindeki asker, Yemâme’de, Müseyleme’nin kırkbin askerine karşı gelemedi. Halife, Hazreti Hâlid bin Velîd’i imdâda gönderdi. Hazreti Hâlid, Talha ve Sücâh ve Mâlik bin Nüveyre’yi perişan edip, Medine’ye dönmüştü. Yemâme’de de büyük zafer kazandı. Yirmibin mürted öldürdü. İkibine yakın müslüman şehîd oldu. Amr İbn-i Âs ( radıyallahü anh ) da, Huzâ’a kabilesini hidâyete getirdi. Âlâ bin Hadremi ( radıyallahü anh ) Bahreyn’de çetin muharebeler yapıp mürtedleri dağıttı. Huzeyfe, Arfece ve İkrime, ( radıyallahü anh ) Umman ve Bahreyn’de birleşip, mürtedleri bozdular. Onbin mürted öldürdüler. Halife, Hâlid bin Velîd’i ( radıyallahü anh ) Irak tarafına gönderdi. Hîre’de yüzbin altın cizye aldı. Hürmüz kumandasındaki İran ordusunu bozdu. Basra’da otuzbin kişilik orduyu perişan etti. İmdada gelen büyük ordudan yetmişbin kâfir öldürüldü. Sonra, çeşitli muharebelerle, büyük şehirler aldı. Halife, Medine’de ordu toplayıp, Hazreti Ebû Ubeyde kumandasında Şam taraflarına, Amr İbni Âs’ı ( radıyallahü anh ) da Filistin’e gönderdi. Sonra Yezîd bin Ebû Süfyân’ı Şam’a yardımcı gönderdi. Sonra asker toplayıp, Hazreti Muâviye kumandasında, kardeşi Yezîd’e yardımcı gönderdi. Hazreti Hâlid bin Velîd’i de Irak’dan Şam’a gönderdi. Hazreti Hâlid, askerin bir kısmını Müseynâ’ya bırakıp, birçok, muharebe ve zaferlerle Suriye’ye geldi.

İslâm askerleri birleşerek Ecnadin’de büyük Rum ordusunu yendiler. Sonra, Yermük’de 46.000 İslâm askeri, Herakliyüs’ün 240 000 askeri ile uzun ve çetin savaşlar yapıp galip geldi. Yüzbinden ziyâde Rum askeri öldürüldü. Üçbin müslüman şehîd oldu. Bu muharebede İslâm kadınları da harp etti. Baş kumandan Hazreti Hâlid bin Velîd’in ve tümen komutanı Hazreti İkrime’nin şaşılacak kahramanlıkları görüldü. Bütün bu zaferler, halifenin cesâreti, dehası, güzel idâresi ve bereketi ile oldu. Yermük savaşı yapılırken, halife Medine’de vefât etti.

Onun devrinde, İslâm devlet idâresinin temelleri sağlamlaşmış, Kur’ân-ı kerîm’in bir hükmü dışına çıkılmadığı gibi, dinden ayrılmak isteyenlere fırsat verilmemiştir. Mürtedlerle yapılan bu harplerden Yemâme’de, birçok hafız şehîd olmuştu, Hazreti Ömer’in de teklifi ile Kur’ân-ı kerîm’in bir kitap halinde toplanması kararlaştırılıp, bu görev Zeyd bin Sâbit’e ( radıyallahü anh ) verildi. Hazreti Ebû Bekir’in en büyük hizmetlerinden biri de, Kur’ân-ı kerîmi kitap halinde toplatması olmuştur.

Cebrâil aleyhisselâm her sene bir kerre gelip, o ana kadar inmiş olan Kur’ân-ı kerîm’i, Levh-il-Mahfûz’daki sırasına göre okur, Peygamber ( aleyhisselâm ) efendimiz dinler ve tekrar ederdi. Âhireti teşrîf edeceği sene, iki kerre gelip, tamamını okudular. Muhammed aleyhisselâm ve Eshâbından çoğu, Kur’ân-ı kerîm’i tamamen ezberlemişti. Bazıları da bazı kısımları ezberlemiş, birçok kısımlarını yazmışlardı. Muhammed aleyhisselâm ahirete teşrîf ettiği sene, halife Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) ezber bilenleri toplayıp ve yazılı olanları getirtip, Hazreti Zeyd bin Sâbit’in başkanlığındaki bir hey’ete, bütün Kur’ân-ı kerîm’i kâğıt üzerine yazdırdı. Böylece, Mıshaf veya Mushaf denilen bir kitap meydana geldi. Otuzüçbin Sahâbîbu Mushaf’ın her harfinin, tam yerinde olduğuna söz birliği ile karar verdi. Sûreler belli değildi. Üçüncü halife Osman ( radıyallahü anh ) hicretin yirmibeşinci senesinde, sûreleri birbirinden ayırdı, yerlerini sıraladı. Altı tane daha Mushaf yazdırıp, Bahreyn, Şam, Basra, Bağdâd, Yemen, Mekke ve Medine’ye gönderdi. Bugün, bütün dünyâda bulunan mushaflar, hep bu yedisinden yazılıp, çoğalmıştır. Aralarında bir nokta farkı bile yoktur.

Hazreti Ebû Bekir, Eshâb-ı kiramın en çok ilim sahibi olanlarındandı. Her ilimde müracaat kaynağı olmuştur. İslâmî ilimlerin bütün meselelerini bilirdi. Nitekim Resûlullah efendimiz O’nun hakkında “Allahü teâlânın kalbime akıttıklarını, Ebû Bekir’in kalbine akıttım” buyurmuştur. Böylece O, Muhammed aleyhisselâmdan sonra insanların en üstünü oldu. Hicrette O’nun yol arkadaşı idi. Mağarada beraber idiler. Hayatı boyunca Peygamber efendimizin yanından hiç ayrılmadı. Her işinde O’nun veziri oldu. Bir meselede Eshâb-ı kiram ile istişâre ederken Hazreti Ebû Bekir’i sağına, Hazreti Ömer’i de soluna oturturdu. Görülecek mesele husûsunda, önce bu ikisinin reyini, görüşünü sorar, sonra da diğer Sahâbîlerin görüşlerine yer verirdi. Çünkü Hazreti Ebû Bekir’in ilmi o kadar yüksekti ki, Eshâb-ı kiramın ( radıyallahü anh ) en yükseklerinden olan Hazreti Ömer, Peygamber efendimizin Hazreti Ebû Bekir seviyesinde anlattığı şeyleri anlayamazdı. Hazreti Ömer bir gün geçerken, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Ebû Bekir Sıddîk’a ( radıyallahü anh ) birşey anlattığını gördü. Yanlarına gidip dinledi. Sonra, başkaları da, gördü ise de, gelip dinlemeğe çekindiler. Ertesi gün, Ömer’i ( radıyallahü anh ) görünce, “Yâ Ömer, Resûlullah ( aleyhisselâm ) dün size bir şey anlatıyordu. Bize de söyle, öğrenelim” dediler. Çünkü o dâima, “Benden duyduklarınızı, din kardeşlerinize de anlatınız! Birbirinize duyurunuz!” buyururdu. Hazreti Ömer, “Dün Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) Kur’ân-ı kerîm’den anlayamadığı bir âyetin mânâsını sormuş, Resûlullah ona anlatıyordu. Bir saat dinledim, birşey anlıyamadım” dedi. Çünkü Ebû Bekir’in yüksek derecesine göre anlatıyordu. Ömer ( radıyallahü anh ) o kadar yüksek idi ki, Resûlullah ( aleyhisselâm ), “Ben Peygamberlerin sonuncusuyum. Benden sonra peygamber gelmeyecektir. Eğer, benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer Peygamber olurdu” buyurdu. Böyle yüksek olduğu halde ve Arabiyi çok iyi bildiği halde, Kur’ân-ı kerîm’in Hazreti Ebû Bekir’e anlatılan tefsîrini anlıyamadı. Çünkü Resûlullah ( aleyhisselâm ) herkesin derecesine göre anlatıyordu. Ebû Bekir’in derecesi, ondan çok daha yüksekti. Fakat, bu da, hatta Cebrâil aleyhisselâm dahi, Kur’ân-ı kerîm’in mânâsını, esrârını, Resûlullah’a sorardı. Resûlullah Kur’ân-ı kerîm’in hepsinin tefsîrini Eshâbına bildirmiştir. Kur’ân-ı kerîm’in tefsîri için lâzım olan bütün ilimler, Hazreti Ebû Bekir’de mevcûttu. Yaşadığı zamanda Kureyş’in âlimi olarak tanınırdı. Gayet güzel konuşur, Arap dilinin belagatına da vâkıftı. Resûlullahtan ( aleyhisselâm ) çok feyizlere kavuşmuş, Kur’ân-ı kerîm’in mânâsına ve hakîkatine âit bütün bilgileri bizzat O’ndan almıştır. Kur’ân-ı kerîm’den hüküm çıkarmak husûsunda üstün bir kudret ve maharet sahibi idi. Âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şeriflerin mânâ ve hakîkatlarına hakkıyla muttali (öğrenmiş) idi. Eshâb-ı kiram ve Tabiînin âlimleri, birçok âyet-i kerîmelerin tefsîrini O’ndan alıp bildirmişlerdir.

Hazreti Ebû Bekir’in hadîs ilminde de üstün bir hizmeti olmuştur. Resûlullah’ın her haline ve her işine pek yakından vâkıf bulunuyordu. Eshâb-ı kiram, birçok meselede Resûlullah’ın nasıl hareket ettiğini Ebû Bekir’den ( radıyallahü anh ) soruyordu. Kendisinden, Hazreti Ömer bin Hattâb, Osman bin Affân, Aliyyü’l-Mürtezâ, Abdurrahmân bin Avf, Abdullah İbni Mes’ûd, Abdullah İbni Abbas, Abdullah İbni Ömer, Huzeyfet-ül-Yemânî, Zeyd bin Sabit (r.anhüm.) ve daha birçok Sahâbî hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Resûl-i Ekrem’in ( aleyhisselâm ) vefâtından sonra hemen hilâfet işlerine başlaması ve meşgûliyetinin çok olması ve her işittiğini rivâyet edecek kadar uzun yaşamamış olması sebebiyle rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerin sayısı azdır. Bunların 142 adet olduğu kaynak eserlerde zikredilmektedir. Resûlullah efendimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerin bazıları şunlardır:

“Misvak ağzı temizlemeğe, Cenab-ı Hakk’ın rızasına kavuşmağa vesiledir.”

“Allahü teâlâ’dan ömrünüzün başında ve sonunda afiyet ve yakîn isteyeniz.”

“İmamlar (halîfeler) Kureyştendir.”

“Doğruluğa ve iyiliğe dikkat edin, zira bu ikisi Cennete götürür. Yalandan ve kötülükten sakının, zira bunlar Cehenneme götürür.”

“Peygamberler miras bırakmazlar. Onların bıraktıkları sadakadır.”

“Peygamberler, rûhunun kabz olunduğu yere (vefât ettikleri yere) defin olunurlar.”

Ebû Bekr-i Sıddîk’ın ( radıyallahü anh ), fıkıh ilminde üstün bir yeri vardır. Eshâb-ı kiramın en büyük fakîhlerindendi. Resûl-i Ekrem’in zamanında bile fetvâ verirdi. Resûlullah’tan yayılan bütün ilimlere ve feyizlere ayna olmuştu. İslâmî ilimlerin her meselesini bilirdi (ve hükümlerinin hepsine hakkıyla vâkıftı). Eshâb-ı kiramın içinde “fukahâ-ı seb’a” adı ile meşhûr olan yedi büyük âlimden biri de Hazreti Ebû Bekir idi. Fetvâlarının adedi itibarıyla bunların mutavassıtlarındandı? Kendi hilafeti devrinde kurulan dîni müesseselerden (kuruluşlardan) biri de, “İftâ makamı” (fetvâ makamı) idi. Bu kuruluşun en önemli görevi, fıkhî (dini meseleleri araştırıp, tetkik ve tahkîk edip), dînî hükümlerde icma’ın (birliğin) hâsıl olmasına çalışmaktı. Müslümanların sorularına cevap vermek sûretiyle, hem onlara faydalı olunuyor, hem de, ilmin gelişmesi temin ediliyordu (sağlanıyordu). İslâmiyetin zimmîlere (gayri müslim vatandaşlara) tanıdığı bütün haklar eksiksiz yerine getirilmekteydi.

Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk, tasavvuf ilminin bütün yüksek marifetlerine kavuşmuştu. Resûlullah’ın kalbine akıtılan feyizlerin, marifetlerin hepsi O’na da verilmişti. Resûlullah’tan sonra Allahü teâlâyı en iyi tanıyan ve en çok ibadet eden O’dur. Tasavvuf, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) izinde bulunmak, O’nun gösterdiği yoldan ayrılmamaktır. İnsanların yaratılışları ayrı ayrı olduğu için tasavvuf yolları da ayrılmıştır. Bu ümmetin sonra gelen evliyâsı, Resûlullah’tan gelen feyizlere, nûrlara iki yoldan kavuşmuştur. Birisi nübüvvet yolu, diğeri de vilâyet yoludur. Müslümanlar, nübüvvet yolunun bütün marifetlerine, Hazreti Ebû Bekir vasıtası ile kavuşmuşlardır. Eshâb-ı kiramın hepsi, Allahü teâlâya bu yoldan kavuştular.

Ebû Bekr-i Sıddîk ( radıyallahü anh ) Neseb ilminde de yükselmişti. Arapların soylarına âit vak’aları (olaylar) en iyi bilendi. Aralarındaki kan davalarını halleder, O’nun hakemliğine ve kararlarına itirazları olmazdı.

Hazreti Ebû Bekir’in fazîletleri, üstünlükleri çoktur. Bunların her biri, Kur’ân-ı kerîm’in, hadîs-i şerîflerin ve Eshâb-ı kiram ile diğer din âlimlerinin haber vermesiyle anlaşılmıştır. Bu ümmet içinde, Peygamberimizden ( aleyhisselâm ) sonra olma se’âdetinin sahibi, Ebû Bekir Sıddîk’dır. Çünkü dîni kuvvetlendirmek ve Peygamberlerin efendisine yardım etmek için, malını dağıtmakta, cihad etmekte, yani düşmanlarla şiddetli mücadele etmek ve şânını, şerefini kaybetmekte, öncelerin öncesi odur. Ebû Bekir Sıddîk’ın ( radıyallahü anh ) diğer müslümanların en üstünü olmasının sebebi, imâna gelmekte, malının çoğunu ve canını feda etmekte ve her türlü hizmette, başkalarının önünde bulunmasıdır. Hadid sûresinin onuncu âyetinde: “Mekke-i Mükerreme’nin fethinden önce malını veren ve cihâd eden kimseye, fetihden sonra malını dağıtan ve cihâd edenden daha büyük derece vardır. Allahü teâlâ hepsine Cenneti va’d etti” âyet-i kerîmesi, onun için indirilmiştir ve yine Tevbe sûresinin yüzüçüncü âyetinde, “Önce imâna gelenlerden, her fazilette öne geçenlerden, hem Mekke’den gelen Muhacirlerden, hem de Medine’de bunları karşılayıp, yardım eden Ensârdan, önde olanlardan ve iyilikte bunların izinde gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır. Hepsini sever. Onlar da, Allahü teâlâdan râzıdır. Allahü teâlâ, onlara Cenneti hazırladı. Cennette sonsuz kalacaklardır” buyuruldu.

Feth sûresi onsekizinci âyetinde, “Ağaç altında, sana söz veren mü’minlerden, Allahü teâlâ elbette râzıdır” müjdesine, Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) de dahildir. Nitekim Resûlullah ( aleyhisselâm ) de “Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri Cehenneme girmez!” buyurdu. Bu sözleşmeye “Bi’at-ür-Rıdvân” denir. Çünkü, Allahü teâlâ, bunlardan râzıdır. Bunlar, bindörtyüz kişi idi.

Bedir Gazâsında, Ramazan-ı şerîfin onyedinci Cuma günü, Temmuz ayının öğle sıcağında, iki taraf hücum etmişti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Ebû Bekir, Ömer, Ebû Zer, Sa’d ve Sa’îd ile (radıyallahü anhüm) kumanda yerinde oturmuştu, İslâm askeri sıkıntı çekiyordu. Sa’d ve Sa’îd’i ( radıyallahü anh ) yardımcı gönderdi. Sonra Ebû Zer’i ( radıyallahü anh ) gönderdi. Sonra, Ömer’i ( radıyallahü anh ) gönderdi. Bir saat geçti. Ebû Bekir, sıkıntının azalmadığını görerek, kılıcını çekip, atını sürerken, Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) elinden tutup, “Yanımdan ayrılma ya Ebâ Bekir! Bedenime ve kalbime gelen her sıkıntı, senin mübârek yüzünü görmekle hafifliyor. Seninle kalbim kuvvetleniyor.” buyurdu. Hicretten evvel altı köle âzâd etmiştir. Yedinci olarak Bilâl-i Habeşî’yi ( radıyallahü anh ) âzâd edince, hakkında Leyl sûresi onyedinci: “Takvâ sahibi olan Cehennem ateşinden uzaklaştırılacaktır” âyet-i kerîmesi indirildi. İbni Ömer ( radıyallahü anh ) Resûlullah’dan ( aleyhisselâm ) bildirdi. Resûlullah ( aleyhisselâm ), Hazreti Ebû Bekir’e: “Sen benim havuz başında ve mağarada arkadaşımsın” buyurdu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) kâfirlerden mağarada saklanınca, gizli ve aleni herşeyine vâkıf olan sadece Ebû Bekir idi. O ise, sâdık, sıddîk, muhlis mü’minlerdendi. Halini bildiği için, bu korkulu yerde onunla arkadaşlığı tercih etti. Bu hicret Allahü teâlânın izni ile idi. Demek ki, Allahü teâlâ, Habîbine, başka akraba ve yakınlarını değil, özellikle Hazreti Ebû Bekir Sıddîk’ı arkadaş etti. Bu özellik Ebû Bekir’in ( radıyallahü anh ) şerefini ve diğerlerinden üstün olduğunu göstermektedir.

Hazerde ve seferde Resûlullahdan hiç ayrılmadı, hep yanında bulundu. Bu da Resûlullaha olan sevgisinin doğruluğunu, O’nun arkadaşı olduğunun açık delîlidir. Resûlullahı o kadar severdi ki, malını, canını, her şeyini O’nun için feda etmiş ve her an fedaya hazır halde idi.

Tevbe sûresi kırkıncı: “Mekke kâfirleri onu Mekke’den çıkardıklarında ikinin ikincisi, (ya’nî Hazreti Ebû Bekir) ile mağaradaydılar” âyeti ile, Allahü teâlâ onu, Resûlullahın ikincisi kıldı. Bunda Hazreti Ebû Bekir için son derece üstünlük vardır. Bazı âlimler, Hazreti Ebû Bekir, çoğu zaman Resûlullahın yanında idi, dediler.

Resûlullahı insanları imâna davet etti. Ebû Bekr-i Sıddîk îmân edenlerin birincisi oldu. Böylece imânda O’nun ikincisi oldu. Sonra Hazreti Ebû Bekir insanları Allah’a ve Resûlüne imâna çağırdı. Birçokları bu çağrıyı kabûl etti. Böylece davette de ikincisi oldu. Her savaşta Resûlullahın yanında idi. Bedir’de de O’nun ikincisidir. Resûlullahı hastalanınca, O’nun yerine insanlara imam olup, öne geçti. Bu husûsta da ikinci oldu. Resûlullahdan sonra O’nun türbesine defin olunmada da ikincisi oldu. Bunlar hep O’na en yakın olma delîlleridir. Allahü teâlâ, Resûlünün arkadaşı olarak, Hazreti Ebû Bekir’i Kur’ân-ı kerîm’de bilhassa bildiriyor ve: “O vakit Peygamber, arkadaşına, mahzûn olma!” diyordu” buyuruyor. Üçüncüleri Allahü teâlâ idi. Allahü teâlânın kendisiyle olduğu bir kimse ise, şüphesiz, şeref ve fazîlet yönünden diğerlerinden üstündür.

Hazreti Ebû Bekir’in ismi geçince, Hazreti Ömer şöyle dedi: “Ömrümdeki bütün amelimin Hazreti Ebû Bekir’in, bir gün ve gecelik ameli gibi olmasını isterdim. O’nun o mes’ûd gecesi ki, Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile birlikte mağaraya gitti. Mağaraya varınca, “Allah için, yâ Resûlallah içeri girmeyin! Ben gireyim, içerde zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem gelmesin” dedi ve içeri girdi. İçeriyi süpürüp temizledi. Sağında solunda birçok irili ufaklı delikler gördü. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı. Bir iki delik kaldı. Onları da ayakları ile kapayıp, sonra Resûlullaha, içeri girmesini söyledi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) içeri girdi ve mübârek başını Ebû Bekir’in kucağına koyup uyudu. Ayağını yılan soktu. Resûlullah uyanır korkusuyla, sabredip, hiç hareket etmedi. Gözyaşı Resûlullahın mübârek yüzüne damlayınca: “Ne oldu yâ Ebâ Bekir?” buyurdu.

Hazreti Ebû Bekir ayağım ile kapattığım delikten bir yılan ayağımı soktu. Ayağımı çekersem çıkıp size zarar vereceğinden korkuyorum, dedi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) ayağını çek buyurdular. Ayağını çekince heybetli ve zehirli bir yılan çıktı. “Ey utanmaz yılan, benim mağara arkadaşıma, sırdaşıma eziyyet etmeğe Allahü teâlâdan korkup, benden utanmıyor musun?” buyurdu. Yılan, “Ey Allahın Habîbi, insanların, cinnin Peygamberi. Sana yalnız insanlar değil, hayvanlar, kuşlar, yılanlar, karıncalar, hepsi âşıktır. Hattâ bu köleniz gözü yaşlı, büyüklerimizden yüksek vasıflarınızı dinlemiş, mübârek yüzünüzü görmeğe âşık olmuştur. Bu mağarayı şereflendireceğinizi biliyordum. Onun için çok zamandan beri bu sıkıntılı mağarada gece gündüz demeyip yolunuzu bekliyordum. Sıddîk, bu karanlık mağaraya sabahı, siz de güneşi getirdiniz. Fakat Sıddîk, sizi görmeme mani olunca benden korku ve haya kalktı. Bu küstahlığa cesâret ettim.” diyerek özür diledi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) özürünü kabûl etti. Hazreti Ebû Bekir’in yarasına mübârek tükrüğünden sürdü. Hemen iyi oldu.

Peygamberimize, ( aleyhisselâm ) bir gümüş yüzük hediye getirmişlerdi. Hazreti Ebû Bekir’e, “Yâ Atîk, bu yüzüğü bir kuyumcuya götür. Üzerine (Lâ ilahe illallah) yazılsın.” buyurdu. Hazreti Ebû Bekir yüzüğü alıp kuyumcuya götürdü. Bu yüzüğün üzerine “Lâ ilahe illallah Muhammedün resûlullah” yaz, dedi. Resûlullah ( aleyhisselâm ), böyle emretmemişdi. Fakat Allahü teâlânın ism-i şerîfi ile Resûl-i Ekrem’in ism-i şerîfinin ayrı olmasını uygun görmemişti.

Kuyumcu Hazreti Ebû Bekir’in söylediği gibi yazdı. Hazreti Ebû Bekir kuyumcudan alıp, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) götürürken Hak teâlâ Cebrâil aleyhisselâma, “Çabuk git, Habîbimin yüzüğüne Ebû Bekir ismini yaz, çünkü Ebû Bekir benim ismim ile Habîbimin isminin ayrı olmasını uygun bulmadı. Ben de Habîbimin isminden Ebû Bekir’in ismini ayırmağı uygun görmedim” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm derhal yetişip, mübârek yüzük Hazreti Ebû Bekir’in elinde iken ve haberi yok iken yüzüğe Ebû Bekir ismini yazdı. Sonra Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) yüzüğü Sultân-ı enbiyâya teslim etti. Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) yüzüğe baktılar. Yüzüğün üzerinde (Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlullah, Ebû Bekir Sıddîk) yazılı idi. Hazreti Ebû Bekir’e bu yüzüğün üstüne yalnız Lâ ilahe illallah yazılması söylenmişti. Halbuki fazla yazılmış hikmeti nedir? diye sordular. Hazreti Ebû Bekir çok utandı, terledi. Bir cevap vermeden Cebrâil aleyhisselâm gelip, Hak teâlânın selâmını söyledikten sonra, Ebû Bekir’in kendi adının yazıldığından haberi yoktur, ben yazdırdım. Habîbim üzülmesin buyurduğunu söyledi ve olanları anlattı.

Hazreti Ebû Bekir, müslüman olunca Allahü teâlânın rızası, Habîbullahın aşkı için seksenbin altın fakîrlere sadaka verdi. Kırkbin altını gizli, kırkbini de aşikâre vermişti. Bundan sonra giyecek elbisesi bile kalmamıştı. Sonra eski bir mutaf (keçi kılından dokunmuş elbise) eline geçti. Arkasına giydi. Namaz vakitleri haricinde göğsüne kadar tandıra girer, mutafı arkasına alırdı. Namazları evinde kılardı. Böylece üç gün geçti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) dördüncü gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirama dönerek,“Ebû Bekir Sıddîk üç gündür mescide gelmiyor. Acaba hasta mıdır, gidip hatırını soralım” buyurdular. O sırada Cebrâil aleyhisselâm siyah mutaf giymiş vaziyette geldi. Resûl-i ekrem Cebrâil aleyhisselâmı görünce rengi değişti. Ey kardeşim Cebrâil bu ne haldir? diye sordular. Yâ Resûlallah gökteki bütün melekler böyle giydiler, dedi. Neden bu şekilde giydiler diye sorunca, Yâ Resûlallah! Hazreti Ebû Bekir Hak teâlânın rızası ve senin dinin uğruna, kırkbini gizli, kırkbini de aşikâre olarak seksenbin altın sadaka verdi. Hiç giyeceği kalmadığı için üç gündür mescide gelemedi. Hak teâlâ sana selâm edip, Hazreti Ebû Bekir’e bir elbise gönderilmesini emir buyurduğunu haber verdi. Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) eshâbına, “Kimde bir fazla elbise varsa versin! Hak teâlâ ona çok sevâb verip, Firdevs Cennetinde bana komşu yapacaktır.” buyurdu. Eshâb-ı kiramın hiçbirinin fazla elbisesi yoktu. Sonunda bir Sahâbî başka birisinden bir elbise bulup, Hazreti Ebû Bekir’e gönderdi. Hazreti Ebû Bekir o elbiseyi giyip, Resûl-i Ekrem’in huzûru ile şereflenmek için yola çıktı. Henüz huzûra varmadan Cebrâil aleyhisselâm gelip, Yâ Resûlallah! Hak teâlâ sana selâm edip, Ebû Bekir’i karşılamanızı emir buyurdu, dedi, Resûlullah ( aleyhisselâm ) Hazreti Ebû Bekir’e karşı çıkıp musâfeha etti. Bütün Eshâb-ı kiram da musâfeha edip, hepsi candan Hazreti Ebû Bekir’e duâ ettiler.

Eshâb-ı kiramın büyüklerinden Ebû Sa’îd-i Hudrî ( radıyallahü anh ) şöyle bildiriyor: Birgün Resûlullah ( aleyhisselâm ) hutbe okuyordu. Hutbelerinde: “Allahü teâlâ bir kulunu dünyâ ile kendi katında olan arasında serbest bıraktı. O da, Allahü teâlâ katında olanı seçti” buyurdu. Hazreti Ebû Bekir bunu duyunca ağladı. Kendi kendime, bu zatı hangi şey ağlatıyor. Kulunu Allahü teâlâ, dünyâ ile kendi katında olan arasında serbest bıraktı, o da Allahü teâlâ katında olanı seçti. Ebû Bekr-i Sıddîk bizim en âlimimiz idi. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) Ona, “Ey Ebû Bekir, ağlama! Arkadaşlığı ve malı bana Ebû Bekir’den daha bereketli olan yoktur. Eğer ümmetimden dost edinseydim, Ebû Bekir’i edinirdim. Fakat İslâm kardeşliği ve muhabbeti vardır.” Hazreti Ebû Bekir’in mescide açılan kapısı hariç, diğer bütün kapıları kapattırdı. “Onun kapısında nûr görüyorum.” buyurduğundan, âlimler, bu kendisinden sonra onun halifeliğine işârettir, dediler.

İbni Münzir, Hazreti Ali’den ( radıyallahü anh ) bildirir: “Bu ümmetin Resûlullahdan sonra en üstünü Ebû Bekir, sonra Ömer, sonra Osman’dır ( radıyallahü anh )” sonra da kendisinin olduğunda ittifâk vardır. Hazreti Ebû Bekir’den başka hiç kimse Cebrâil aleyhisselâmdan vahiy işitmemiştir.

Resûlullah efendimiz, Mi’râc gecesi Cebrâil aleyhisselâma: “Ümmetimin hepsine sual, hesap var mıdır?” diye sordu. “Ebû Bekir’den başka herkese vardır. Ona, (Buyur! Hesapsız Cennete gir!) denilecektir. O da (Yâ Rabbî! Dünyâda beni sevenleri bana bağışla, onlarla birlikte Cennete girelim) diyecektir.”

Diline hâkim olmak, lüzumsuz hiçbir söz söylememek için mübârek ağzına taş koyardı. Mecbûr olmadıkça asla dünyâ kelâmı söylemezdi. Bir hadîs-i şerîfte: “Ebû Bekir’in imânı, bütün mü’minlerin imânları ile tartılsa, Ebû Bekir’in imânı ağır gelir” buyuruldu.

Hazreti Ömer anlatır: “Tebük gazâsında, Resûlullah ( aleyhisselâm ) herkesin sadaka getirmesini emir buyurmuştu. O sırada benim de malım çok idi. Her zaman Hazreti Ebû Bekir hepimizden fazla sadaka verirdi. Bu sefer de ben en fazla vereyim düşüncesiyle malımın yarısını götürdüm. Resûlullah, “Ey Ömer evine ne kadar mal bıraktın!” buyurdu. Bunun kadar da evimde var dedim. O esnada, Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) geldi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) O’na da, “Evine ne kadar mal bıraktın!” buyurdu. Hiç bir şey bırakmadım dedi.“İkinizin arasındaki fark, cevaplarınız arasındaki fark kadardır.” buyurdu.

Hazreti Ebû Bekir ile Ebûdderdâ ( radıyallahü anh ) beraber bir yolda giderken, dar bir yere geldiler. Hazreti Ebûdderdâ önde, Hazreti Ebû Bekir arkada yürürlerdi. O sırada, karşıdan Resûl-i Ekrem parlak ay gibi göründü. Hazreti Ebûdderda’ya hitaben: “Neden Ebû Bekir’in önünde yürüyorsun! Onun daha üstün olduğunu bilmiyor musun? Böyle gitmek edebe aykırı değil midir?” buyurdu. Ebûdderdâ ( radıyallahü anh ) hatasını anlayıp tevbe etti.

Birgün Eshâb-ı kiram Resûlullaha, Hazreti Ebû Bekir’den şikâyet için gelip, “Yâ Resûlallah! Hazreti Ebû Bekir, odasında yalnız başına ciğer kebabı yer, kokusunu duyarız, bizi hiç davet etmez” dediler. “Bir daha böyle yaptığında, bana haber verin, beraber evine gidelim!” buyurdu. Birgün haber verdiler. Resûl-i ekrem, hemen kalkıp, Hazreti Ebû Bekir’in evine gitti. Ateş ve kebap yoktu. “Yâ Ebâ Bekir, sen ciğer kebabı yiyor muşsun, bize de var mıdır?” buyurdu. Yâ Resûlallah, ben ciğer kebabı yemiyorum, pişen kendi ciğerimdir, dedi. Resûlullah, bunun nasıl olduğunu sorunca: “Hak teâlâ, bana İslâm Dinini nasîb etti. Habîbine dost eyledi. Eshâb-ı kiram arasında büyük yer verdi. Acaba kıyâmet gününde hâlim ne olur, bu kadar ni’metin şükrünü yapabilir miyim, diye korktuğumdan, ciğerim kebap oluyor” cevabını verdi. Bunu işitince, Eshâb-ı kiramın, Hazreti Ebû Bekir’e olan muhabbetleri daha çok arttı.

Birgün Resûlullah efendimiz, Eshâbı ile mescidde otururken, Cebrâil aleyhisselâm geldi. Resûl-i Ekrem’e, Hazreti Ebû Bekir’in bir saat ibâdeti yetmiş yıllık ibâdet yerini tutar, dedi. Resûl-i Ekrem, birşey söylemeyip, Hazreti Bilâl’e Ebû Bekir’i ( radıyallahü anh ) çağırmasını emir buyurdu. Hazreti Ebû Bekir’e haber gidince, hemen yola çıktı. Resûlullah Hazreti Ebû Bekir’i karşıdan görünce, karşılayıp, yanına oturttu. Evde ne yapıyordun diye sordu. Hatırıma şu gelmişti: “Hak teâlâ Cenneti ve Cehennemi yarattı. Her ikisini de dolduracağını diledi (takdîr etti). Hak teâlâdan, vücudumu Cehennemi dolduracak kadar büyük yapmasını diledim. Böylece hem Hak teâlânın takdîri yerine gelmiş, hem de bütün insanlar Cehennem korkusundan kurtulmuş olurlar cevabını verdi. Eshâb-ı kiram, Hazreti Ebû Bekir’in bu yüksek arzulu duâsını çok beğenip, O’na, hayır duâ ettiler.

Resûl-i Ekrem bir gün: “Bu gün içinizde oruçlu olan var mıdır?” buyurunca; Hazreti Ebû Bekir, ben oruçluyum, dedi. “İçinizde kim, bugün cenâzede bulundu?” buyurdu. Hazreti Ebû Bekir, ben bulundum, dedi. Yine: “İçinizden kim, bugün bir fakîre yemek verdi?” buyurdu. Hazreti Ebû Bekir, ben verdim cevabını verdi. Sonra: “İçinizden kim, bugün hasta yokladı?” buyurdu. Hazreti Ebû Bekir, ben yokladım dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ): “Bu kadar hasletlerin bulunduğu kimse, muhakkak Cennete girer” buyurdu. Cennete girmekten maksat, kötü işlere yapılan cezayı görmeden, hesapsız Cennete girmektir, denilmiştir.

Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfte buyurdu ki: “Bize her ni’met verene, iyilik edene mükâfatını verdik. Fakat Ebû Bekir’in iyiliğinin, ikramının karşılığını veremedik. O’na, Hak teâlâ hazretleri, kıyâmette ikramda bulunacak, mükâfatını verecektir. Bana Ebû Bekir’in malının verdiği fayda gibi hiç kimsenin malının faydası olmadı. Dost edinseydim, Ebû Bekir’i edinirdim. Fakat ben Hak teâlânın dostuyum.” Hazreti Ömer: “Hazreti Ebû Bekir, bizim Seyyidimiz, büyüğümüz, hayırlımızdır. Resûl-i Ekrem’e hepimizden çok sevgilidir” buyurmuştur.

Hazreti Ebû Bekir, Resûlullahın vefâtından sonra, her geçen gün biraz daha zayıflıyordu. Birgün kızı Âişe-i Sıddîka hazretleri bu zayıflamanın sebebini sordu. Cevabında: “Beni, Muhammed aleyhisselâmın ayrılığı böyle zayıflattı” buyurdu.

Hazreti Âişe anlatır: Babam vefât edince, Eshâb-ı kiram nereye defn edelim diye tereddüde düştüler. O halde uyumuşum. Kulağıma, “Dostu dosta kavuşturun” diye bir ses geldi. Uyandım, Eshâb-ı kirama anlattım. Onlar da aynı sesi işittiklerini söylediler. Hatta mescidde namaz kılanlar da, işittik dediler. Artık müşavereye lüzum kalmamıştı. Habîb-i Ekrem’in yanına defn ettiler.

Hazreti Ebû Bekir, son hastalığında: “Halifeliği kime bırakacağım husûsunda tekrar istihâre ettim. Hak teâlâdan, rızâsına uygun olmasını diledim. Bilirsiniz, yalan söylemem. Hiçbir akıllı kimse de, Hakteâlâya kavuşma zamanında kendisine iftira edilmesini istemez ve müslümanları aldatmayı uygun bulmaz” buyurdu. Orada bulunan Eshâb-ı kiram, ey Allah’ın Resûlünün halifesi! Senin doğruluğunda şüphemiz yoktur. Söyleyeceklerini söyle dediler. Şöyle buyurdu: Gecenin sonuna doğru uyumuşum. Resûl-i Ekrem’i rüyada gördüm. İki beyaz elbise giymişti. O elbiselerin eteklerini ben tutuyordum. O sırada elbiseler yeşil olup, parlamağa başladı. Bakanların gözlerini alırdı. İki yanında, uzun boylu, gayet güzel yüzlü, nûr elbiseli ve bakanlara neşe veren iki kimse vardı. Resûl-i Ekrem selâm verip musafeha etmekle beni şereflendirdi. Mübârek elini göğsüme koydu. Üzüntüm gitti. “Yâ Ebâ Bekir, seni çok özledik, kavuşma zamanı yaklaştı” buyurdu. Uykuda o kadar ağlamışım ki, evdekiler uyanmışlar. Sonradan bana söylediler. Ben de seni özledim, yâ Resûlallah dedim. “Bu ümmet için âdil, sâdık, yerde ve gökte herkesin rızasını kazanmış, zamanın en temiz olan Fârûk’u (Hazreti Ömer’i) halife seç!” buyurdular. Yanındakileri göstererek: “Bunlar, dünyâda vezirlerin, vefâtın zamanında yardımcıların, Cennette komşularındır. Bana senin isminin gökte melekler arasında, yerde halk arasında Sıddîk olduğunu haber verdiler” buyurdu. Yâ Resûlallah, anam babam sana feda olsun, bu iki kişiyi tanıyamadım ve onlar gibi kimse de görmedim, dedim. “Bunlar Cebrâil ve Mikâil’dir” buyurdular. Sonra gittiler. Uyandım. Yüzüm gözyaşlarımdan ıslanmış, evdekiler baş ucumda ağlıyordu.

Hazreti Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) ölüm hastalığında çocuklarını Hazreti Âişe’ye, iki oğlan, iki kız olarak ısmarladı. Hazreti Âişe, benim bir kız kardeşim var, ikincisi hangisidir? diye sordu. “Hanımım hâmiledir. Kızı olacağını zan ediyorum” buyurdu. Hakîkaten vefâtından sonra, hanımının bir kızı oldu.

Hazreti Ebû Bekir ( radıyallahü anh ), hicretin onüçüncü yılında vefât edince, Medine’de herkes ağladı. Hazreti Ali ( radıyallahü anh ) işitince, ağlayarak geldi ve “Hilâfet bugün tamam oldu” buyurdu. Kapı önünde durup:

Yâ Ebâ Bekir! Sen, Resûlullahın sevgilisi, arkadaşı, dert ortağı, sırdaşı ve müşaviri idin. Önce İslama gelen sensin. Senin imânın, hepimizin imânından daha saf oldu. Senin yakînin, daha kuvvetli, Allah’dan korkun daha büyük oldu. Herkesten zengin, herkesten daha cömert sen idin. Resûlullaha en şefkatli, en yardımcı, sen idin. Resûlullah ile sohbetin, hepimizin sohbetinden daha iyi idi. Hayır sahiplerinin birincisi sensin. Senin iyiliklerin, hepimizinkinden çoktur. Her iyilikte ileridesin. Resûlullahın huzûrunda, senin derecen en yüksek oldu. O’na en yakın, sen oldun. İkramda, ihsânda, güzel huylarda, boyda, yaşda, O’na en çok benzeyen, sen oldun. Allahü teâlâ, sana, çok mükâfat versin ki, Resûlullaha herkes yalancı derken sen, doğru söylüyorsun, inandım dedin. Sen, O’nun kulağı ve gözü gibi idin. Allahü teâlâ seni, Kur’ân-ı kerîmde (sıdk) ismi ile şereflendirdi. Resûlullaha, en sıkıntılı zamanlarında yardımcı oldun. Sulhda, O’nun huzûrunda, harplerde, O’nun yanında idin, O’nun ümmetinin halifesi, O’nun dininin koruyucusu idin. Câhiller dinden çıkarken, sen İslâm dinine kuvvet verdin. Herkes şaşırdığı zaman, sen kükremiş arslan gibi ortaya çıktın. Herkes dağılırken sen Muhammed Mustafa’nın ( aleyhisselâm ) yolunu tuttun. Eshâbın az konuşanı ve en belîği, edîbi sen idin. Her sözün, her buluşun doğru, her işin temizdi. Gönlün herkesten kuvvetli, yakînin hepimizden sağlam idi. Her işin sonunu, önceden görür, geri kalmışları İslama sokarak aydınlatırdın. Mü’minlere şefkatli, af edici baba idin. İslâm’ın ağır yükünü sen taşıdın, İslâm’ın hakkını herkes elden kaçırırken, sen yerine getirdin. Sen rüzgarların oynatamıyacağı bir dağ gibi idin. İşin doğruluk idi, ilim idi. Sözün mertçe, doğruyu bildirmek idi. Gerici düşüncelerin, bozuk inançların kökünü kazıdın. Hak dinin ağacını diktin. Güçlükleri, müslümanlara kolaylaştırdın. Küfür ve mürtedlik ateşini söndürdün. Allah’ın dinini, sen doğrulttun. İslama, imâna sen kuvvet oldun. Göklerde, melekler arasında, senin derecen çok büyüktür. Muhacirler ve Ensâr arasında, senden ayrılık yarası çok derindir) buyurdu. Ve çok ağladı. Mübârek gözlerinden yaşlar aktı. Sonra: “Allahü teâlânın kaza ve kaderine râzı olduk. Verdiği elemleri kabûl ettik. Yâ Ebâ Bekir! Resûlullahdan ayrılık acısından sonra, bize senin vefâtından daha acı bir musîbet gelmedi. Sen mü’minlere sığınak, dayanak ve gölge idin. Münâfıklara karşı çok sert ve ateşli idin. Allahü teâlâ, seni Muhammed aleyhisselâmın huzûruna kavuştursun! Bize, senden ayrılma acısı için sabırlar ve ecirler versin! Bizleri, senden sonra, azmaktan, sapıtmaktan korusun” buyurdu. Eshâb-ı kiramın hepsi, sessizce, Hazreti Ali’nin sözlerini dinledi. Sonunda hepsi, hüngür hüngür ağladı.

Yine Hazreti Ali, ilk İslâm’a gelen ve en önce Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile kıbleye karşı namaz kılan Ebû Bekir’dir” buyurdu. O’nun her sözü, dinleyenin ve okuyanın kalbine tesir etmektedir.

[toggle title=”Hz. Ebu Bekir’in (r.a.)  Sözleri” load=”hide”]

Buyurdu ki:

“Takvâ akıllıca yapılan işlerin en güzelidir. Hakka asî olmak ahmakça yapılan işlerin en çirkinidir. Verilen emâneti yerine getirmek en üstün doğruluk sayılır. Hıyânet olarak da, en önde yalan gelir.”

Bir defasında bilmeden şüpheli birşey yiyip hemen anlayınca zorla istifra edip, midesini boşalttı ve sonra şöyle duâ etti: “Allahım, bilmeden yaptım. Çıkarabildiğim kadarını çıkardım. Beni bundan ve damarlarımda kalanlardan sorguya çekme!”

Birine nasîhat veriyordu. Sonunda şöyle buyurdu: “Ey kardeşim, sana yaptığım tavsiyeyi aklında tut ve kaybolmamasına dikkat et! Ölümü özüne sevdir. Nasıl olsa gelecek.” Çok kerre dilini parmağıyla tutar ve: “Başıma gelen herşey bunun yüzündendir” derdi. Binekte iken devesinin yuları düşse, verin demez, deveyi çöktürür alırdı. Sebebini sordular, “Resûlullah bana, insanlardan birşey isteme diye emretti” buyurdu.

“Allah sevgisini hâlis olarak tadanı, bu sevgi, dünyâyı istemekten alı koyar ve bütün insanlardan uzaklaşır, kesilir.”

“Ömrünü faydasız, boş şeylerle geçiren, tarlaya tohum ekme vaktini kaçırmış olur. Vaktinde tohum ekmeyen ise, hasat zamanında pişman olur.”

“Ne söyleyeceğine ve ne zaman söyleyeceğine dikkat et!”

Ordu kumandanlarını bir yere gönderdiği zaman, onlara: “Kadınları öldürmeyiniz, çocuklara dokunmayınız, ihtiyârlara tecâvüz etmeyiniz, meyvalı ağacı kesmeyiniz, ma’mur yerleri tahrip etmeyiniz, haddi tecâvüz etmeyiniz, korkmayınız ve gıdadan başka bir maksatla koyun ve deve kesmeyiniz ve manastırlarına çekilmiş insanlara zarar vermeyiniz” diye emirler ve nasihatler verdi.

Bir hutbesinde buyurdu ki: “Ey insanlar! Allah’tan af ve afiyet isteyiniz. Çünkü mü’mine, İslâm’dan sonra af ve afiyetten daha hayırlı bir şey verilmemiştir.”

“Müslümanlardan hiçbiri, diğerini hakîr görmesin! Zira müslümanların küçüğü, Allah yanında büyüktür.”

“Allahü teâlâdan, kendisini, kıyâmet gününde cehennem ateşiden korumasını isteyen bir kimse, mü’minlere karşı çok merhametli ve ince kalbli davransın!”

Oğlu Abdurrahmân’ı, komşusu ile münâkaşa ederken gördü ve oğluna gücenerek: “Oğlum, komşu ile dedikodu yapma! Şu gördüğün insanlar dağılır gider ve sen yine komşunla başbaşa kalırsın” dedi.

Yine bir hutbesinde: Ey insanlar!

Allahü teâlânın “Ey imân edenler, siz kendinize bakınız, siz doğru yolda bulundukça, yoldan çıkanların size zararı olmaz” (Mâide-105) âyet-i celîlesini okuyorsunuz, fakat onu yerine koymuyor, başka mânâda kullanıyorsunuz. Zira ben, Resûl-i Ekrem’den şöyle buyurduğunu işittim: “İnsanlar kötülüğü görüp mani olmadıkları zaman, Allahü teâlânın, onların hepsini azâba uğratmasından korkulur” dedi.

Bir gün Eshâb-ı kirama hitaben buyurdu ki: “Allahü teâlâ size dünyâyı fethettirecek, kapılarını açacaktır. Siz, ihtiyâcınızdan fazlasını almayınız!”

“Bilmiş ol ki, sabah namazını kılan kimse, Allah’ın himâyesindedir. Allah’ın hakkını küçümseme, zira yüzüstü seni Cehenneme atar.”

“Allahü teâlâya olan hâlis sevginin zevkine varan, dünyalıktan vazgeçer ve bütün insanlardan yüz çevirir.”

Hazreti Ömer’e şöyle tavsiye buyurdu: “Hak ağırdır. Ağır olduğu kadar da acıdır. Ve aynı zamanda faydalıdır. Bâtıl ise hafif ve aynı zamanda belâlı ve zararlıdır. Eğer tavsiyeme uyarsan, henüz erişemediğin ve mutlak sûrette sana ulaşacak olan ölümden sevimli bir şey senin için olamaz. Vasıyyetime uymazsan da gaybda olan ölümden daha çok buğz ettiğin bir şey olmaz. Halbuki onu önlemeğe gücün yetmez.”

“Kişinin kelâmı, aklının beyânı, faziletinin tercümanıdır.” Yine bir hutbesinde buyurdu ki: Bütün hamd ve senalar Allahü teâlâya mahsûstur. O’na hamd eder. O’ndan yardım dilerim. O’ndan af niyaz eder, O’na inanır, O’na güvenirim. Hidayeti Allah’tan bekler, sapıklık düşüklük, şüphe ve körlükten O’na sığınırım. Allah’ın dürüst yürümeyi nasip ettiği kişi dosdoğru yol alır, onun saptırdığı ise ne bir dost, ne de bir mürşid bulabilir.. Bütün varlığımla inanırım ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. O tektir ve şeriki yoktur. Mülk ve saltanat O’nundur, hamd O’nadır. Dirilten de öldüren de O’dur. Ve O, hiç ölmeyen diridir. Dilediğini yüceltir, dilediğini alçaltın Bütün hayırlar O’nun elindedir, O, her şeye gücü yetendir.

Bütün varağımla inanırım ki, Muhammed Mustafa ( aleyhisselâm ) O’nun kulu ve Peygamberidir. “O’nu hak ve hakîkat olan dîni tebliğ vazîfesiyle göndermiştir ki, Hak din diğer dinlere galip gelsin. Putperestler beğenmeseler de bu böyledir.” (Tevbe 33). O’nu bütün insanlığa bir rahmet ve bütün insanlık için bir dayanak ve delîl olarak göndermiştir. O gönderildiği zaman insanlar, olabilecekleri hallerin en kötüsü içindeydiler. Bilgisizlik karanlıklarına gömülmüş durumdaydılar. Dinleri uydurma, davetleri yalan ve sahte idi. Allahü teâlâ hakîkat dînini Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm ile azîz kıldı.

Ey mü’minler, Allah sizin gönüllerinizi birbirinize ısındırdı. O’nun ni’meti sayesinde sizler kardeş haline geldiniz. Daha önceleri bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz. Sizi oradan çıkaran O oldu. İşte, Allah size işâretlerini böyle apaçık gösterir ki, doğru yola kavuşabilirsiniz. O halde ey îmân edenler! Allah’a ve O’nun Resûlüne tam uyun! Allahü teâlâ: “Resûle uyan, Allah’a uymuş demektir. Eğer yüz çevirirlerse ey Peygamberim, bu onların bileceği bir şeydir. Biz seni onların başına bekçi göndermedik.”buyurmaktadır. (Nisa, 80).

Ey îmân edenler! Size her işte, her durumda Allahü teâlâdan korkmanızı nasîhat ederim. Hoşunuza giden işler kadar, size zor gelen durumlarda da hakîkate sarılın. Şunu bilin ki, doğru söz dışında hiçbir kelâm hayır ve yarar getirmez. Yalan söyleyen, yaradılış hikmetini saptırmış, bunu yapan ise, helak olmuştur. Ey insanlar! Büyüklenmekden sakının. Topraktan yaratılıp, yine toprağa dönecek olan bir varlığın kibirlenmesi de, ne demek oluyor? Bugün var, yarın yok olan bir varlığın kendini beğenmesi ne kadar anlamsız!..

Ey insanlar! Çalışın ve nefislerinizi, içinde yer alacakları ölüm ötesi için hazırlayın. Önünüzde çözümü zorlaşan şeyleri Allah’ın ilmine havale edin. Öbür âleme geçmeden önce bir şey hazırlayın ki, oraya vardığınızda karşınıza çıksın. Çünkü Allahü teâlâ, “Mahşer gününde herkes, dünyâda hayır ve kötülük olarak yaptığı her şeyi hazır bulacak ve isteyecek ki, kötülüklerle arasında uzak bir mesafe bulunsun. Allah size kendinden korkmanızı emreder. Allah kullarını çok esirgeyicidir.” (Âl-i İmrân-30).

O halde, Allah’tan korkun, O’nun emir ve yasaklarına iyice kulak verin. Sizden önce gelip geçenlerden de ibret alın. Ve unutmayın ki, Rabbinizin huzûruna mutlaka çıkarılacak ve küçük-büyük bütün davranışlarınızın karşılığını bulacaksınız. Bununla beraber Allah dilediğini bağışlayabilir. O bağışlayıcı ve affedicidir.

Kendinizi iyi tanıyın, sadece kendi noksanlarınızla meşgûl olun. Yardım istenilecek tek kudret sahibi Allahü teâlâdır. O’nun dışında hiçbir güç, ne yapabilir, ne bozabilir.

“Muhakkak Allah ve melekler, sürekli olarak O Yüce Peygambere salât ve selâm getirirler. Ey îmân edenler! Siz de o Yüce Peygamber’e salât ve selâm edin.” (Ahzâb-56)

Allah’ım! Kulun ve Peygamberin Muhammed Mustafa’ya ( aleyhisselâm ) salât ve selâmların en seçkiniyle salât ve selâm et! Bizleri de o âlemlerin Efendisine salât ve selâm etmekle şereflendir, yücelt! Bizleri, ona gönül verenler arasında haşr et! Bizleri onun havzından su içen bahtiyarlardan kıl! Allah’ım, sana boyun eğmemiz husûsunda bize yardımcı ol! Bizleri düşmanlarımız karşısında muzaffer kıl!..

[/toggle][toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”] 1) Tabakât-ı İbni Sa’d cild-3, sh. 169
2) Hilyet-ül-Evliyâ cild-1, sh. 28
3) Câmi’u Kerâmât-il-Evliyâ cild-1, sh. 75
4) Târîh-i Hulefâ sh. 3, 26
5) Tehzîb-üt-tehzîb cild-5, sh. 315
6) El-A’lâm cild-4, sh. 102
7) Tezkiret-ül-Huffâz cild-1, sh. 1
8) Kâmûs-ul-a’lâm cild-1, sh. 696
9) Savâik-ul-Muhrika sh. 9
10) El-Kâmil fi’t-târîh cild-2, sh. 160
11) Târîh-ul-ümem-i ve’l-mülûk cild-4, sh. 46
12) El-İstiâb cild-2, sh. 243
13) El-İsâbe cild-2, sh. 341
14) Sahîh-i Buhârî Bab-ül-hicre
15) Müsned-i Ahmed İbni Hanbel, cild-1, sh. 1
16) Sahîh-i Müslim Fedâil-üs-Sahâbe
17) Tuhfe-i İsnâ Aşeriyye sh. 28
18) Hucec-i katiyye sh. 8
19) İkd-ül-ferîd, cild-2, sh. 142
[/toggle]

Hz. Cafer-i Sadık (r.a.)

 

Cafer-i Sadık (r.a.) hazretlerinin kabri şerifi ; Medine’de Cennetül Baki Kabristanında

Eshâb-ı kirâmı görmekle şereflenen Tâbiîn devrinin yükseklerinden ve evliyânın büyüklerindendir. İsmi Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali Zeynelâbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib, künyesi Ebû Abdullah’dır. Tâhir, Fâdıl gibi lakabları vardır. En meşhûr lakabı, “Sâdık”tır. Babası Muhammed Bâkır, Annesi Ümmü Ferve’dir. Annesinin babası Kâsım, onun babası Muhammed ve onun babası da hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’tır. Annesinin annesi, Abdurrahmân bin Ebû Bekr’in kızı Esmâ’dır. 702 (H.83) senesinin Rebîul-evvel ayının on yedisinde Pazartesi günü Medîne-i münevverede doğdu. 765 (H.148) senesi Recep ayının on beşinde Pazartesi günü Mekke’de vefât etti. Kabri, Cennet-ül-Bâkî’de olup, babası ve dedesi yanındadır.

İmâmlığı, yâni tasavvufta, Kur’ân-ı kerîmin mânevî hükümlerini kalblere yerleştirme vazîfesi, feyz vermesi otuz dört sene sürmüştür.

Câfer-i Sâdık hazretleri, temiz ve yüksek bir neseb ve soya sâhip olduğu gibi, güzel yüzlü ve tatlı dilliydi. Bedeni sanki nûr saçıyordu. Yüzünün renginde beyaz ve kırmızı karışmış olup, tatlı bir çehresi vardı. Kuvvetli ve orta boylu idi. Kısa ve şişman değildi, saçı kumrala yakındı. Hazret-i Ali’ye çok benzerdi. On evlâdı olup, yedisi erkek, üçü kız idi. Oğulları: Mûsâ Kâzım, İshak, Muhammed, İsmâil, Abdullah, Abbâs ve Ali’dir. Evlâtlarının hepsi zamânının süsü, âlimi ve üstünlerinden olup, evliyânın rehberiydiler. Mûsâ Kâzım, oniki imâmın yedincisidir.

İmâm-ı Câfer, ilmi, oniki imâmdan beşincisi olan babası Muhammed Bâkır’dan öğrendi. İlim ve fazîlette zamânının bir tânesi oldu. Bütün din bilgilerinde olduğu gibi, zamânının bütün fen ilimlerinde de söz sâhibiydi. Yetiştirdiği talebeler, cebir ve kimyâ ilimlerinde çeşitli keşifler yapmışlar, bu ilimlerin temel sistematiğini kurmuşlardır. Fizik ve kimyâ ilimlerinin konusunu teşkil eden madde ve onlar üzerindeki bilgisi, o kadar çoktu ki, bu hususlarda zamânında yaşayan herkese akıl-ilim hocalığı yapardı. Kimyânın babası sayılan Câbir de, Câfer-i Sâdık’ın talebesidir. İmâm-ı Câfer’in en meşhûr talebesi, Hanefî mezhebinin kurucusu ve Ehl-i sünnetin reisi olan İmâm-ı A’zâm Ebû Hanife Nu’man bin Sâbit’tir. İmâm-ı A’zâm, Câfer-i Sâdık’ın derslerine ve sohbetlerine iki sene devâm ederek, o gizli ve âşikâr mârifet kaynağından ilim ve evliyâlık yolunda çok istifâde etti. İmâm-ı A’zâm, onun huzûrunda kavuştuğu yüksek mertebeleri anlatmak için; “O iki sene olmasaydı, Nûman helâk olmuştu.” buyurmuştur. İmâm-ı A’zâm bu sözü ile hocası Câfer-i Sâdık hazretlerinin büyüklüğünü, kıymetini, kavuştuğu yüksek dereceleri anlatmak istemiştir.

İmâm-ı Câfer-i Sâdık’ın ilimde, mârifette, zühd, takvâ, kanâat ve bütün güzel ahlâktaki üstünlüğünü, büyüklüğünü duymayan kalmamıştır. Büyükler gibi çocuklar arasında da meşhûr olmuştur. Hikmetli sözleri ve menkıbeleri ile ibret dolu hayat olayları her yere yayılmış, kitaplara yazılmıştır. Onun büyüklüğü bâzı eserlerde şöyle anlatılmaktadır.

Tasavvuf ilimlerinde yüksek mârifetlere kavuşmuş olan ve bu bilgileri arzu edenlere öğreterek onlara mürşidlik, rehberlik yapan Câfer-i Sâdık, kelâm, tefsîr, hadîs ve diğer din ilimlerinde de yüksek derecelere ulaşmıştır. Bu ilimlerde kendisinin olduğu bildirilen eserler, risâleler sonradan yazılmıştır. Din bilgisi üzerinde hiç kitap yazmadı. Kelâm ilminde, sapık îtikâd, inanç sâhibi olan Ehl-i bid’ate ve felsefecilere karşı verdiği sağlam, vesikalı cevaplar, bu hususta yazılan Ehl-i sünnetin kelâm kitaplarında yer aldı.

İmâm-ı Câfer-i Sâdık, hadîs ilminde sika güvenilir bir râvi olup, kendisinden pek çok hadîs-i şerîf rivâyet edilmiştir. Bu hadîs-i şerîfleri, babasından, o da kendi babasından ve annesinden, Atâ bin Ebî Rebâh’dan ve Zührî gibi birçok râviden alıp öğrenmiş ve kendisinden de Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe, Mâlik bin Enes, Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî gibi büyükler hadîs-i şerîf bildirmişlerdir. Hadîs-i şerîfler, Sahîh-i Buhârî’nin dışında kalan Kütüb-i Sitte’nin hepsinde yer alır. Hadîs ilminde, İmâm-ı Şâfiî ve Yahyâ bin Muîn, onun sika, güvenilir olduğunu bildirmişlerdir. İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe, onun hakkında; “Ondan daha fakih, fıkıh ilmini bilen kimse görmedim.” buyurdu. Ebû Hâtem de, onun sika bir râvi olduğunu söylüyor. Sâlih bin Ebil-Esved, İmâm-ı Câfer’in; “Beni kaybetmeden önce, her ilimden sorunuz. Benden sonra, size, benim gibi söyleyen birisini bulamazsınız.” buyurduğunu haber verdi. Her ilimde üstâd, her mârifette mâhirdi. Doğruluğu ve sadâkatı o kadar çoktur ki, bundan dolayı kendisine “Sâdık” lakabı verildi.

[toggle title=”Menkıbeleri ve Sözleri” load=”hide”]Üstün hallerinden ve menkıbelerinden bir kısmı şöyledir:

İmâm-ı Câfer hazretleri bir müddet halvet, yalnızlık hâlinde kalmış, evinden insanlar arasına çıkmamıştı. Evliyânın büyüklerinden Süfyân-ı Sevrî evine gelip:

“Ey Resûlullah’ın torunu! İnsanlar bereketli nefesinizden, faydalı sohbetinizden mahrum kaldı. Niçin uzlete çekildiniz?” deyince, buyurdu ki: “Şimdi böyle gerekiyor. (Zaman bozuldu ve dostlar değişti). Sözümüzün hakîkatı meydana çıktı.” ve şu iki beyti okudu:

Geçen gün gibi geçip gitti, vefâ da,

İnsanların kimi hayâl, kimi ümit peşinde.

Dostluk, vefâ görünüşte kaldı aralarında,

Fakat kalbleri akreplerle dolu gerçekte.

Zamânın hükümdarı bir gece vezirine dedi ki: “Hemen git, İmâm-ı Câfer’i buraya getir. Onu hemen öldürmek istiyorum.”

Vezir: “Evinde oturmuş, gece-gündüz ibâdetle meşgûl olan, devlet işlerine karışmayan bu kimseyi öldürmekten vazgeç!” dedi.

Hükümdârı bundan vazgeçirmek için epey dil döktü. Fakat iknâ edemedi. Mecbûren çağırmaya gitti. Vezir çağırmaya gidince, hükümdâr cellâtlara emir verdi.

“İmâm-ı Câfer içeri girince, ben başımdan külâhımı çıkardığım zaman hemen başını vuracaksınız!”

Bir müddet sonra, İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleri içeri girdi. Hükümdâr bunu görünce, derhal ayağa kalktı. Büyük bir tevâzu ile onu karşıladı. Koltuğuna oturttu. Kendisi edeple karşısına diz çöküp oturdu. Cellâtlar ve hizmetçiler şaşırıp kaldılar. Hükümdar, Câfer-i Sâdık’a:

“Efendim, benden bir emriniz, isteğiniz olursa hemen emredin, yapayım.” dedi.

Câfer-i Sâdık hazretleri; “Senden bir ricâm yok. Beni bir daha yanına çağırma! Rabbime ibâdetten beni alıkoyma, başka bir şey istemem.” buyurup, gitmek üzere ayağa kalktı. Hükümdar, izzet ve ikrâmla onu uğurladı. Gittikten sonra vücûdunda bir titreme oldu, bayılıp düştü. Kendine gelince, veziri sordu: “Bu ne hâldir. Hani o zâtı öldürtecektiniz?”

Hükümdar; “O içeri girince, yanında büyük bir arslan gördüm. Lisân-ı hâl ile bana; “Onu incitirsen seni parça parça ederim.” diyordu. Bunu görünce ne yapacağımı şaşırdım.” dedi.

Süfyân-ı Sevrî hazretleri, bir gün Câfer-i Sâdık’ın evine gitti. Câfer-i Sâdık:

“Ey Süfyân! Sen, zaman zaman sultân ile görüşüyorsun. O seni arıyor, sen de ona gidiyorsun. Ben ise, mümkün mertebe sultandan uzak duruyorum. Zamânın hâli bunu îcâb ettiriyor. Yanımdan hemen çık, git!”

Süfyân-ı Sevrî; “Bana bir hadîs-i şerîf nakletmedikçe buradan ayrılmayacağım, ey İmâm! Senden nasihat alacak bir şey işitip gideyim.” dedi.

Câfer-i Sâdık; “Çok sözün sana faydası yoktur. Ben atalarımdan rivâyetle Resûlullah’tan bildirilen şu üç şeyi sana anlatayım.” dedi. Bu üç şey şudur:

Allahü teâlânın nîmetine kavuşan ve bu nîmetin devamlı olmasını isteyen kimse, Allah’a hamd ve şükrünü çoğaltsın! Zîrâ Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde İbrâhim sûresi onuncu âyetinde meâlen;”Nîmetlerimin kİymetini bilir, emretti?im gibi kullanİrsanİz, onlarİ arttİrİrİm. Kİymetini bilmez, bunlarİ be?enmezseniz, elinizden alİr, Şiddetli azâb ederim.” buyurdu.

Bir kimse, rızkı azaldığı zaman çok tövbe ve istigfâr etsin! Zîrâ Allahü teâlâ Nuh sûresinde tövbe ve istigfâr edenlerin, günâhlarını bağışlayacağını ve rızıklarını arttıracağını vâd ediyor.

Bir kimse sultandan veya herhangi şeyden sıkıntı görür ve bir belâya u?rarsa; “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil-aliyyil-azîm.” desin!

Bunun üzerine Süfyân-ı Sevrî, İmâm-ı Câfer’in elini tuttu ve ona dedi ki: “Hepsi, bu üçü müdür?” Câfer-i Sâdık; “Bunları iyi anla! Allahü teâlâya yemin ederek söylüyorum ki, bunları yaparsan çok ihsânlara, iyiliklere kavuşursun.” buyurdu.

Bir gün Câfer-i Sâdık’a sordular: “Allahü teâlâ, fâizi niçin haram kılmıştır?”

Buyurdu ki: “İnsanların birbirine iyilik yapmaları, ihsânda bulunmaları için, Allahü teâlâ onu haram etti. Fâiz haram olmasaydı, birbirine karşılıksız iyilik yapan kalmazdı. Yapılan her iyiliğin karşılığı olarak dünyâda menfaat bekleyen çok olurdu.”

İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleri duâsı makbûl olanlardandı. Allahü teâlâdan birşey istediğinde daha sözü bitmeden isteği verilirdi. Bir gün yalnız başına yolda gidiyordu. Kendisini sevenlerden biri de arkasından yürüyordu. Bir ara Câfer-i Sâdık hazretleri; “Yâ Rabbî! Elbisem yoktur, bana elbise gönder.” buyurdu. Âniden bir paket içinde elbise geldi. Arkadan tâkip eden zât evlerine kadar geldi. Hazret-i İmâma; “Yâ efendim siz duâ ederken ben de âmin dedim. Eski elbiselerinizi bana verin.” dedi. Bu söz Câfer-i Sâdık hazretlerinin hoşuna gitti ve elbiselerini ona verdi.

Bir şahıs, İmâm-ı Câfer hazretlerinden, Allahü teâlânın kendisine çok mal verip, çok hac yapması için duâ buyurmasını istedi. O da; “Yâ Rabbî! Buna elli hac yapacak kadar mal ver!” diye duâ etti. O şahıs elli hac yaptı. Elli birinci hac için Cühfe denilen yerde gusül edecekti. Sel geldi ve orada vefât etti.

Hakem bin Abbâs-ı Kelbî buyuruyor ki; “Benim Zeyd isminde bir amcam var idi. O, Câfer-i Sâdık hazretlerine çok îtirâzda bulunurdu. Bir gün bir hurma mevzuu açıldı. Yine çok îtirâzda bulundu ve; Câfer-i Sâdık nerede, böyle işler nerede?” dedi. Câfer-i Sâdık’ın bu sözden haberi oldu ve şöyle buyurdu: “Yâ Zeyd-i Kelbî, eğer böyle bir şey varsa, Allahü teâlâ sana, kelb büyüklüğünde bir hayvan musallat etsin ki o hayvan seni helâk etsin.”

Bir gün Zeyd bir yere giderken, yolda köpek büyüklüğünde bir arslan saldırdı ve onu öldürüp ciğerlerini söktü. Bu olaydan sonra kimse Câfer-i Sâdık’a îtirâzda bulunmadı.

İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretleri, Ehl-i beytin en büyüklerindendir. Nûrlu kalbine akıp gelen ilmin ve feyzin çokluğu, akıl ve dil ile anlatılamaz. İnce mârifetleri bildiren sözleri, nükte ve latîfeleri çok meşhûrdur. Sayılamayacak kadar hikmetli sözleri vardır.

Buyurdular ki: “Beş kimsenin sohbetinden, yâni beş kimse ile berâber bulunmaktan sakın: Birincisi, yalan söyleyenden sakın. Çünkü ona dâimâ aldanırsın. Sana iyilik yapayım derken, kötülük yapar. İkincisi, cimriden sakın. Üçüncüsü, ahmaktan yâni aklı az olandan sakın. Çünkü en çok işine yarıyacağı zaman, seni bırakır. Dördüncüsü, kötü kalbli kimseden sakın. Çünkü işi bozulunca, seni harcar. Beşincisi, fâsıktan yâni günâh işlemekten utanmayan kimseden sakın! Çünkü, seni bir lokma ekmeğe satar.”

“Bir mümin kardeşine âit hoş olmayan bir iş duyarsan, birden yetmişe kadar özür kapısını araştır. Bulamazsan belki benim anlamadığım bir özür kapısı vardır de ve kapa.”

“Müslüman kardeşinizden mânâsını anlamadığınız bir söz duyarsanız, iyiye yorunuz. Daha iyisi kâbil olmayacak kadar iyiye yorumlayınız. Anlayamamaktan dolayı kendinizi ayıplayın.”

“Bir hatâ işlediğiniz zaman istigfâr edin, hatâda ısrâr helâk olmaya sebeptir. Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istigfâra devam etsin.”

“Mihnete şükretmeyen, nîmete şükretmez.”

“Perşembe günü ikindi vakti olunca, Allahü teâlâ, meleklerini gökten yere indirir. Meleklerin yanında gümüşten sahifeler ve altından kalemler vardır. Ertesi gün güneş batıncaya kadar Resûlullah’a okunan salevâtı yazarlar.”

Allahü teâlâ, dünyâya emretti ki: “Ey dünyâ, bana hizmet edene, sen de hizmetçi ol! Senin peşinden koşana da zahmet, sıkıntı ver!”

“Bu dört şeyi, her şerefli kimsenin yapması gerekir. Yapmaması ona yakışmaz:

1. Bulunduğu meclise babası gelirse ayağa kalkmak,

2. Misâfire hizmet etmek.

3. Yüz tâne hizmetçisi olsa, muhtâc olmadığı zaman bineğine yardım istemeden binmek.

4. İlim öğrendiği hocasına hizmet etmek.”

“Bir kimse, sevdiği bir malının elinde devamlı kalmasını isterse, ona baktıkça, “Mâşâallah, lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (yâni, Allah’ın dilediği olur, kuvvet O’nundur) desin!”

“Malı ve evlâdı çok olmasını isteyen, nebâtî, sebze yemek çok yesin!”

“Din âlimleri fakihler, sultanların, devlet adamlarının kapısına gidip, onlara yaltaklanmadıkça peygamberlerin vekilleridir.”

“Namaz, her takvâ sâhibi için yakınlıktır. Hac, her güçsüzün cihâdıdır. Bedenin zekâtı oruçtur. Amel, ibâdet, hayırlı iş yapmadan karşılık bekleyen, yaysız ok atana benzer.”

“Sadaka vererek rİzkİnİzİ ço?altİnİz. Zekât vererek mallarİnİzİ koruyunuz. İktisâd eden, tasarrufa riâyet eden aldanmaz. Tedbirli, düzenli yaŞamak, geçimin yarİsİdİr. İnsanlarla iyi geçinmek, aklİn yarİsİdİr.”

“Ana-babasını üzen, onlara isyân etmiş olur. Musîbet zamânında dizini döven, sevâbından mahrûm olur. Allahü teâlâ sabrı, musîbet mikdârınca indirir.”

“Takvâdan, Allahü teâlâdan korkup haramlardan sakınmaktan daha üstün azık yoktur. Susmaktan güzel şey yoktur. Bilgisizlikten zararlı düşman yoktur. Yalandan büyük hastalık yoktur.”

“İyilik üç şeyle tamam olur:

1. O iyiliği yapmakta acele etmek.

2. Yaptığı iyiliği gözünde büyütmemek, dâimâ küçük görmek.

3. İyiliği yaparken, gizlice yapmak.”

“Günâhlara tövbe etmeyi geciktirmek, Allahü teâlâya karşı mağrûr olmak, kibirli olmaktır.”

“Uzun emel sâhibi olmak ve her şeyi sonraya bırakmak, perişanlık ve düşüncesizliktir.”

“Allahü teâlânın yarattığı işlere karışmak, felâketine sebeb olur. Meselâ, Allah bana mal verseydi, hacca giderdim. Sıhhat verseydi ibâdet ederdim… gibi sözler söylemek, kişinin helâkidir.”

“Dört şey vardır ki, onların azı da çoktur: 1. Ateş, 2. Düşmanlık, 3. Fakirlik, 4. Hastalık.”

“Kız evlâtlar, ana-babası için hayır ve hasenâttırlar. Oğlanlar ise, nîmettirler. Hasenât sâhibi olanlar sevap kazanır. Nîmetlerden ise hesâba çekilir, suâl sorulur.”

“Bir kimse, kusûr, günah işlediği zaman utanmıyorsa, yaşlandığı zaman pişmanlık duyup kötü işlerinden vazgeçmezse ve tenhâ bir yerde olduğu zaman Allahü teâlâdan korkmazsa, onda hayır yoktur.”

“Üç şey vardır ki, müslümanları çok aziz, şerefli eder:

1. Kendisine zulüm edeni affetmek.

2. Kendisine bir şey vermeyene iyilikte bulunmak.

3. Kendisini aramayanları, arayıp hâllerini sormak.”

İmâm-ı Câfer-i Sâdık hazretlerinin, rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bâzıları şunlardır: Peygamber efendimiz buyurdu ki:

“Allahü teâlânın hidâyete kavuşturduğunu kimse saptıramaz. Allahü teâlânın hidâyet vermediğini, kimse hidâyete erdiremez. Sözlerin en iyisi, Allahü teâlânın kitâbıdır. Yolların en iyisi, Muhammed aleyhisselâmın gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü, bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid’atlerin hepsi, dalâlettir, sapıklıktır.”

“İlim, hazînedir. Anahtarı, sorup öğrenmektir. İlmi isteyiniz ki, Allahü teâlâ size merhamet etsin. İlim öğrenmekte dört kişiye sevap vardır. Talebeye, hocaya, dinleyenlere ve onlara icâbet edenlere.”

Rivâyet ettiği hadîs-i kudsî’de: “Lâ ilâhe illallah kal’amdİr. Bunu okuyan, kal’aya girmiŞ olur. Kal’ama giren de, azâbİmdan kurtulur.” buyruldu.

İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri Müsned’inde buyuruyor ki: Cebrâilin Allahü teâlâdan naklen, Peygamber efendimize; “Lâ ilâhe illallah hİsnî, men kâlehâ, dehale hİsnî ve men dehale hİsnî, emine min azâbî” Şeklindeki duâyı her kim rivâyet edenlerin isimleriyle, inanarak ihlâsla bir deliye veya hastaya okursa şifâ bulur.

KERÂMET VE MENKÎBELERİ

NİÇİN HAKKIYLA YAPMADIN?

Bir gün devrin meşhûr âlim ve zâhidlerinden Dâvûd-i Tâî, Câfer-i Sâdık’ın yanına gelmişti. Ona dedi ki:

“Ey Peygamber efendimizin torunu! Bana bir nasîhat ver. Çünkü kalbim karardı. O da buyurdu ki: “Ey Dâvûd! Sen, zamanımızın en zâhidi, Allah’tan en çok korkanısın. Benim nasîhatıma ne ihtiyâcın var?”

“Ey Resûlullah’ın torunu. Sizin bütün yaratılmışlara üstünlüğünüz var. O büyük Peygamberin kanı damarlarınızda dolaşmaktadır. Onun için herkese nasîhat vermeniz, üzerinize vâciptir, borçtur.”

“Ey Dâvûd! Ben kıyâmet günü gelince, ceddim Muhammed aleyhisselâmın elimden yakalayıp;

“Niçin bana hakkıyla uymadın?” demesinden korkuyorum. Bu işler, nesep, soy işi değil, ibâdet ve amel işidir. Dâvûd-i Tâî bu sözleri duyunca ağlamaya başladı ve dedi ki:

“Yâ Rabbî! Onun varlığı Peygamberlik soyundan meydana gelmiştir. Sözleri yaşayışı herkese senettir, delildir. Dedesi Resûl aleyhisselâm, annesi Betûl (Hazret-i Fâtıma) olduğu halde, böyle düşünürse, Dâvûd da kim oluyor ki, yaptıklarının bir kıymeti olsun!”

AHMAKLAR ARASINDA BULUNAN

Câfer-i Sâdık hazretlerinin, oğlu Mûsâ Kâzım için olan nasîhatı pek meşhûrdur. Oğluna buyurdu ki:

“Ey oğlum, kendi rızkına râzı ol! Kendi rızkına râzı olan, kimseye muhtâc olmaz. Gözü başkasının malında olan, fakir olarak ölür. Allahü teâlânın taksim ettiği rızka râzı olmayan, O’nu kazâ ve kaderinde, dilediğini yaratmakta töhmet altında tutmuştur. Kendi kusurlarını küçük gören, başkasınınkilerini büyütmüş olur. Her zaman kendi kusurlarını büyük gör. Başkasının gizli bir şeyini açığa vuranın, evindeki gizli şeyler herkesçe bilinir. Kardeşi için kuyu kazan, o kuyuya kendisi düşer. Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür.

“Ey oğlum, insanlara kızmaktan çok sakın, yoksa sana da kızarlar. Boş iş ve söze karışmaktan sakın, sonra aşağılanırsın.”

“Ey oğlum, lehinde veya aleyhinde de olsa, hakkı, doğruyu söyle! Böyle yaparsan herkes seninle istişâre eder danışır, fikrini alır.”

“Ey oğlum, arkadaşlık yaptığın, ziyâretine gittiğin kimse, iyi ahlâk sâhibi olsun, kötü ahlâkı olanlarla arkadaşlık etme, onlarla görüşme! Çünkü onlar, suyu olmayan çöl, dalları yeşermeyen ağaç, ot bitmeyen topraktırlar.”

“Ey oğlum, Allahü teâlânın kitâbını okuyucu, iyilikleri emredici, kötülüğü nehyedici, sana gelmeyene sen gidici, seninle konuşmayanla konuşucu ol! İsteyene ver. Gıybetten, koğuculuktan sakın. Çünkü söz taşımak, insanların kalbinde düşmanlığı arttırır. İnsanların ayıplarını görme, insanların ayıplarını gören, onların hedefi olur.”

 

Kaynaklar

1) Hilyet-ül-Evliyâ; c.3, s.192

2) Tezkiret-ül-Huffâz; c.1, s.166

3) Kâmûs-ul-A’lâm; c.3, s.820

4) Tabakât-ı İbn-i Sa’d, c.5, s.187

5) Vefeyât-ül-A’yân; c.1, s.327

6) Şezerât-üz-Zeheb; c.1, s.220

7) Mu’cem-ül-Müellifîn; c.3, s.145

8) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.2, s.145

9) Miftâh-us-Seâde; c.1, s.343, c.2, s.39, 202, 538, 549, c.3, s.94, 138, 140, 154, 300

10) El-A’lâm; c.2, s.126

11) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye; (48. Baskı) s.1046

12) Fâideli Bilgiler; (3. Baskı) s.42, 72, 156

13) Eshâb-ı Kirâm; (7. Baskı) s.111, 114, 319

14) Şevâhid-un-Nübüvve, cüz 7, s.11

15) Tabakât-ı Şa’rânî; c.1, s.111

16) Sıfat-üs-Safve; c.2, s.114, 117

17) Sefînet-ül-Evliyâ (Fârisî); s.25

18) Nûr-ul-Ebsâr; s.145

19) İslâm Târihi Ansiklopedisi; c.3, s.139

Abdullah Mekki (k.s.)

Suudi Arabistan – Mekke’de cennetül Mualla kabristanında

Nakşi – Halidi yolunun büyüklerden olan Abdullah Mekki (k.s.), Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerinin halifelerindendir. İsmi Abdullah’tır, Erzincani ve Mekki nisbeleriyle tanınmıştır. Doğum ve vefat tarihleri bilinmemektedir. On dokuzuncu yüzyılda yaşamıştır.Aslen Mekkeli olan Abdullah Efendi, zamanının usülüne göre çeşitli ilmileri tahsil etti. İlimde yüksek dereceye ulaştıktan sonra Bağdad’da bulunduğu sırada büyük alim ve veli, Nakşibendiyye yolunun mürşid-i kamili Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerini tanıdı, sohbetleriyle şereflendi.

Mevlana Halid hazretlerinin sohbet ve hizmetlerinde bulunarak, kemale, olgunluğa ulaştı. Tasavvuf yolunda ilerleyip yüksek manevi derecelere kavuştu. Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerinin talebelerinin önde gelenlerinden oldu. Hocası ona hilafet-i mutlaka yani tam icazet, diploma verdi. İnsanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmak ye talebe yetiştirmekle vazifelendirerek Erzincan’a gönderdi.

Abdullah Mekki (k.s.) önce Erzurum’a uğradıktan sonra Erzincan’a gitmek üzere yola çıktı. Erzincan’a gelirken buranın ova ve dağlarını seyredip, yanındakilere; “Allah bilir ama Mevlana Halid-i Bagdadî hazretlerinin bize tarif buyurdukları memleket burası olmalıdır. Buradaki zatın biz de nasibi ve emaneti vardır”dedi.

Abdullah Mekki (k.s.), Erzincan’ı şereflendirince insanlar akın akın ziyaretine geldiler. Gelenler arasında Terzi baba diye bilmen Muhammed Vehbi Efendi de vardı. Abdullah Mekki (k.s.), Muhammed Vehbi Efendi içeri girince ayağa kalktı. Onu davet edip yanına oturttu Muhammed Vehbî’ye karsı hiç kimseye göstermediği iltifatlarda bulundu.

Sonra Muhammed Vehbi Efendii’nin durumunu öğrenmek için yanndakilere; “Bu zatın serveti var mıdır?” diye sordu. Oradakiler; “Hayır. Yalnız köyde, Sarıgöl’de bir bağı ile, şehirde bir evi, birkaç parça tarlası ve terzilik yaptığı bir dükkanı vardır” dediler. Bunun üzerine Muhammed Vehbi’yi yanına çağıran Abdullah Mekki hazretleri, “Oğlum! Pir-i azam Mevlana Halid-i Bağdadi bizi buralara gönderdi, Bize ehline verebileceğimi bir emaneti verdi. O emanete seni layık gördüm. Kabul edersen onu sana teslim edeyim”diye teklifte bulundu. Muhammed Vehbi, Abdullah Mekki’ye gönül huzuru ve teslimiyet, ifade eden bir tavırla; “siz bilirsiniz” cevabını verdi.

Abdullah Mekki; “Vereceğim emanet sana çok faydalar sağlayacak” buyurunca, Muhammed Vehbî Efendi; ”Şeyh Efendi! Vallahi dünya için Allah demem” cevabını verdi. Bunun üzerine Abdullah Mekki; “Oğlum haydi git! Sen bulacağını buldun. Teslim edeceğim emanetde zaten bu idi” buyurarak onun yüksek derecesine işaret etti. Terzi Baba’ya himmetle nazar ederek emaneti tevdî etti. Terzi Babanın hali derhal değişti. Manevî feyzler deryasına daldı.

Bir müddet Erzincan’da kalan Abdullah-ı Mekki, sohbetleriyle insanların Allahü tealanın rızasına kavuşmaları için çalıştı. Bu sırada onun sohbetinden ve hizmetinden ayrılmayan Terzi Baba da tasavvuf yolunda ilerleyip evliyalık derecesine kavuştu. Abdullah Mekki, Terzi Baba’nın olgunluğa erdiğini görerek, ona hilafet verdi.

Yerine Terzi Babayı bıraktıktan sonra Erzincan’dan ayrılarak Erzurum’a oradan da Küdüs’e gitti. Mukaddes makamları ve büyüklerin kabirlerini ziyaret ettikten sonra Mekke-i mükerremeye ulaştı. Orada yerleşip Nakşibendiyye yolunun Halidiyye kolunun yayılması ve insanların bu manevî yoldan faydalanmaları için gayret sarf etti. Mevlana Halid-i Bağdadî hazretleri hayatta olduğu müddetçe Abdullah-ı Mekki’nin ihtiyaçalırını Süleymaniye, Şam ve Bağdad’dan gönderdi. Hac ibadetini yerine getirmek için gidişinde onun misafiri oldu.

Abdullah-ı Mekkî, Mekke’de kaldığı müddet içinde pekçok alim ve evliya ile karşılaşıp, sohbet etti. Sayısız talebe yetiştirdı. Hac ibadetini yerine getirmek için gelen Şeyh Süleyman bin Hasan Kırımi sohbetinde kemale olgunluğa erdi.

Abdullah Mekkî Hazretleri’nin halifelerinden Süleyman Kırımî (kırımlı) ve İsmet Garibullah-i Yanyavî (Yanyalı) bir gün Mekke’den Taife deve ile yolculuk yapıyorlardı. Yolculuk esnasında Süleyman Kırımi’nin devesi çöktü. Yoldaşı İsmet Garibullah’a sultanımız vefat etti dedi. Ve geriye Mekke’ye döndüler Gerçektende Abdullah Mekkİ Hazretlerİ vefat etmişti. Süleyman Kırîmî Mekke’de kalarak irşat vazifesini devam ettirdi. İsmet Garibullah hazretleri ise, Türkiye’ye geldi. Edirne de Sultan Camiinde irşat vazifesine devam etti.

Abdullah-ı Mekkî Erzincani büyük alim, ilmiyle amel eden, fazilet sahibi velî bir zat idi. Dünya ve ona aid olan her şeyden kesilerek, vatanını ve yakınlarını bırakıp İslamiyetin emir ve yasaklarmı anlatmak için çeşitli memleketleri dolaştı. Evliyanın büyüklerinden olup, sekr, cezbe ve manevî sarhoşluk hali ile fena makamlarını geçmiş, evliyalığın en yüksek makamlarına kavuşmuştu. Mevla kabri şerifi mübarek etsin . (amin)

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak

1) İslâm Meşhurları Ansiklopedisi; c.1, s.168

2) İslâm Âlimleri Ansiklopedisi; c.18, s.260,261

3) Erzincan Târihi; c.2, s.278,279

4) Şems-üş-Şümûs Tercümesi; s.107

5) Mecd-i Tâlid Tercümesi; s.107,108

6) Osmanlı Târihi Ansiklopedisi; c.6, s.151

[/toggle]

Yunus Nabi

İstanbul – Üsküdar –  Karacaahmet Kabristanında Süleyman Hilmi Tunahan Hazretlerinin 50 metre yakınında

Karacaahmet Mezarlığı’nda medfun ünlü Osmanlı şairi.

1642’de Urfa’da doğdu. Babası Seyyid Mustafa’dır. Hayriyye’sinde atalarının ilim sahibi olduklarını, nesebinin ünlü olduğunu söyler. Çocukluk ve gençlik dönemlerini Urfa’da geçirdi, iyi bir eğitim aldı. Arapça ve Farsça öğrendi. Yakup Halife adlı bir şeyhe bağlandı. 1666’da İstanbul’a gitti. İlk zamanlar İstanbul’da aradığını bulamadıysa da Padişah IV. Mehmed’in musahibi Damat Mustafa Paşa’yla tanışıp onun dostluğunu kazanınca rahat bir hayata kavuştu. Paşa’nın divan kâtibi oldu, döneminin büyük şairlerince tanınmaya başladı. Lehistan seferine katıldı. Edirne’de şehzadeler için düzenlenen sünnet düğününde bulundu, buradaki şenlikleri Surnâme adlı eserinde anlattı. Urfa yoluyla hacca gitti. Medine’ye vardığında “Sakın terk-i edeb- den kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu” mısrâıyla başlayan gazel formundaki ünlü naatını kaleme aldı. Hac seyahatinden sonra Tuhfetü’l-Haremeyn adlı eserini yazdı. Bir süre Mustafa Paşa’nın kethüdâlığını yaptı. Daha sonra bu görevinden ayrılan şair, paşanın ölümüne kadar Boğazhisar’da kaldı. Daha sonra Halep’e gidip yerleşerek burada rahat bir hayat sürdü. Ünlü eseri Hayriyye’yi burada yazdı. Padişah III. Ahmed kendisine zaman zaman çeşitli hediyeler gönderdi. Çorlulu Ali Paşa’nın sadâreti yıllarında bir ara oturduğu mâlikânesi elinden alınmış, aylığı kesilmiş olsa da bu uzun sürmedi. Halep valisiyken ikinci kez sadrazamlığa atanan Baltacı Mehmed Paşa onu İstanbul’a götürdü (1710).

Birçok şair onun İstanbul’a gelişini sevinçle karşıladı. Bu döneminde de İstanbul’un edebiyat ve kültür muhitlerinde büyük bir takdir topladı, “şeyhu’ş-şuarâ” olarak nitelendirildi. Darphane eminliği yaptı; başmukabelecilik ve mukabele-i süvârîlik gibi çeşitli mansıplar verildi. 13 Nisan 1712’de ölen şair Üsküdar’da Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi.

Türk şiirinde hikemî tarzın en büyük temsilcisi kabul edilir. Eserlerinde mahallileşme unsuları da belirgin bir şekilde görülür. Adı geçen eserlerinin dışında Divan’ı başta olmak üzere, Tercüme-i Hadis-i Erbaîn, Hay- râbâd, Münşeat, Fetihnâme-i Kamaniçe, Zeyl-i Siyer-i Veysî ve Farsça Divançe’si bulunmaktadır.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak ; Üsküdar Meşhurarı , Yayına hazırlayan Azmi Bilgin , Üsküdar Belediyesi Yayınları
[/toggle]

İmam Hasan Askeri – Samerra

Irak – Samerra – Babası İmam Ali Naki El Hadi hazretlerinin yanında

232 yılının Rebîülevvel veya Rebîülâhir ayında (Kasım – Aralık 846) Medine’de dünyaya geldi. Sâmerrâ’da doğduğunu belirten rivayetler zayıf sayılmaktadır. Babası onuncu imam Ali el-Hâdî’dir. İki üç yaşlarında iken babası ile beraber, İmâmîler’in faaliyetlerini daha yakından takip etmek isteyen Abbâsî Halifesi Mütevekkil-Alellah tarafından yeni hilâfet merkezi Sâmerrâ’ya götürüldü. Sâmerrâ’da ikamete mecbur edilen ve hayatı boyunca buradan ayrılmasına izin verilmeyen Hasan b. Ali bu sebeple Askerî nisbesiyle anılmıştır. Kendisine ayrıca Sâmit, Zekî, Naki, Refîk, Hâdî ve Hâlis gibi lakaplar verilmiştir.

Büyük kardeşi Ebû Ca’fer Muhammed babasından önce vefat ettiği için İmam Ali el-Hâdî ölümünden (254/868) dört ay önce Hasan el-Askerî’yi kendine halef tayin etti . Ali el-Hâdî’-nin ölümünden sonra Hasan el-Askerî’- nin diğer kardeşi Ca’fer kendi imâmetini iddia ettiyse de pek ilgi görmedi. Abbâsi yönetimince çok sıkı bir kontrol altında tutulan Hasan Askeri Hazretleri hayatı boyunca taraftarları ile pek temas imkânı bulamamış, ancak babasına da hizmet eden Ebû Amr Osman b. Saîd el-Ömerî, “humus” gibi imama verilmesi gereken vergileri onun adına İmâmîler’den toplayıp kendisine ulaştırmıştır.

Hasan Askeri Hazretleri 260 yılı Rebiülevvel ayının başında (874 Aralık sonu) hastalandı. Bir hafta süren bu hastalık sonunda 8 Rebîülevvel 260 (1 Ocak 874) tarihinde vefat etti. Bazı İmâmî rivayetlere göre Halife Mu’temid-Alellah’ın evine gönderdiği tabipler tarafından zehirlenerek öldürülmüştür. Halifeyi temsilen Ebû îsâ b. Mütevekkil tarafından kıldırılan cenaze namazından sonra oturduğu evde bulunan babasının mezarının yanına defnedildi.

Büveyhî Hükümdarı Muizzüddevle’nin 335’te (946) yaptırdığı, XIX. Yüzyılın sonlarına doğru İran Hükümdarı Nâsırüddin Şah tarafından geniş çapta tamir ettirilen bu iki türbe bugünkü Sâmerrâ’nın en mühim âbidesidir. Kendinden sonra imâmeti devam ettirecek erkek evlât bırakmadan öldüğü ileri sürülen Hasan el-Askerî’nin vefatı İmâmîler arasında büyük bir buhran yaratmış ve onların on dört veya on beş fırkaya ayrılmasına sebep olmuştur. Bu fırkalardan biri Hasan el-Askerî’nin ölmediğini, geçici bir süre için gaybet’e girdiğini ve mehdî olarak tekrar zuhur edeceğini, bir başka fırka ise onun ölümünü kabul etmekle beraber mehdî olarak tekrar hayata döndürüleceğini ileri sürmüştür. Fakat zamanla, Hasan el-Askerî’nin ölümünden bir süre önce Rum veya zenci asıllı Nercis adlı bircâriyeden doğan Muhammed el-Mehdî adında bir oğlunun olduğu inancı İmâmîler arasında yaygınlaştı ve diğer inançları savunan fırkalar tamamen ortadan kalktı. Doğumunda Askerî’nin teyzesi Hakime bint Cevâd’ın hazır bulunduğu, mensuplarından dört kişi ve birkaç hizmetçisinin gördüğü rivayet edilen Muhammed el-Mehdî el-Muntazar da kısa bir süre sonra ölmüştür. İmâmî Şiiler’e göre ise ölmeyip gaybete girmiştir ve zuhuru halen beklenmektedir.

Eseleri

Hasan el-Askerî’ye nisbet edilen eserlerden günümüze intikal edenler şunlardır:
1. Tefsîrü’l-İmâm el-Hasan el-Askeri. Şeyh Sadûk’un Muhammed b. Kasım el-Esterâbâdî, Ebû Ya’küb Yûsuf b. Muhammed b. Ziyâd ve Ebü’l-Hasan Ali b. Muhammed b. Seyyâr tarikiyle rivayet ettiği bu tefsirin Hasan el-Askerî’ye nisbeti hakkında Şîa âlimleri arasında ihtilâf vardır. Şeyh Sadûk, İbn Şehrâşûb ve Hür el-Âmilî eserin nisbetinin sahih olduğunu ve imlâsının imama ait bulunduğunu belirtirken Muhammed Cevâd Belâgî, Âyetullah Hûyî ve Muhakkik Şüşterî gibi son devir âlimleri eserin imama ait olmadığını söylemektedirler Tefsirin ilk taş baskısı 1268 yılında Tahran’da yapılmış, diğer iki taşbaskı 131 S’te Tebriz’de gerçekleştirilmiştir. Eser, yazma nüshaları ve ilk baskıları dikkate alınarak Müessese-i İmâm Mehdî tarafından yayımlanmıştır
2. Kitâbühû (‘aleyhi’s-selâm) ilâ İshâk b. İsmâ’îl en-Nîsâbûrî. Hasan Askeri Hazretleri İshak en-Nîsâbûrî’ye yazdığı çeşitli tavsiye ve uyarılarını ihtiva eden bir mektuptur.
3. Mâruviye ‘anhü mine’l-mevâ’izi’lkışar , Hasan el-Askerî’nin öğütleri ve hikmetli sözlerinden ibarettir (a.g.e., s. 516-
4. Risâletü’l-menkabe. Askerî’nin helâl ve haramlarla ilgili sözlerini ihtiva eden bu risâle, İbn Şehrâşûb’un Menâkıbü Âli Ebi Tâlib adlı eseri içinde yer almaktadır

Menkıbeleri ;

Behlül adında bir kimse anlatır: ”Bir yere gidiyordum. Çocukların oynadıklarını gördüm. Küçük Hasan Askeri de yolun kenannda oturmuş ağlıyordu. Onun diğer çocukların elindeki oyuncaklar için üzülüp ağladığını zannettim. Yanına yaklaştım ve,
- Sana da bir oyuncak alayım mı, dedim. Hasan Askeri hazretleri ;
- Ey akılsız kimse! Biz oyun oynamak için yaratılmadık, dedi. Behlül,
- Ya ne için yaratıldık, diye sordu. Hasan Askeri Hazretleri ; 
- Biz ilim ve ibadet için yaratıldık, dedi. Behlül,
- Bunu nereden öğrendin, diye sordu. Hasan Askeri Hazretleri
- Allah Teala Kur’an-ı Kerîm’de, “Sizi abes olarak, oyuncak olarak mı yarattık sanıyorsunuz. Bize dönmeyeceğinizi mi zannediyorsunuz” (Mü’minün 23/115)ayetinden öğrendim, dedi.
Behlül, bu küçük çocuğun sözlerine ve hareketlerine hayret etti. Ondan, kendisine nasihat etmesini istedi. Hasan Askeri Hazretleri , bazı beyitler okuyarak nasihatte bulundu. Fakat o sırada aniden fenalaştı ve düşüp bayıldı. Bir müddet sonra ayılıp. Kendine geldi. Behlül ona,
- Sana ne oldu. Sen küçük ve günahsızsın, dedi. Hasan Askeri hazretleri ,
- Ey Behlül Annemi ateş yakarken gördüm. Büyük odunları tutuşturmak için küçük odunları yakıyordu. Ben de cehennemin küçük odunlanndan olmaktan korkuyorum, diye cevap verdi.
Hasan Askeri hazretlerinin, bazı hasetçi kimselerin kışkırtmaları sebebiyle, zamanın devlet adamlarıyla arası açıldı. Bu sebeple hapse atıldı. Hapishanede bulunduğu sırada birçok kerameti görüldü.
İsa b. Feth anlatır:
Biz hapishanedeyken Hasan Askeri hazretleri yanımıza girdi. Bana,
- Ey Isa! Senin ömrün altmış beş yaşını bir ay iki gün geçti, dedi. Hakikaten doğum tarihimin yazılı olduğu kağıda baktığım zaman onun dediği gibi olduğunu gördüm. Bana,
- Senin çocuğun oldu mu, diye sordu. Ben de,
- Hayır, olmadı, dedim. Ellerini açtı ve,
- Allahım! Buna, kendisine kuvvet verecek hayırlı bir evlat ihsan eyle. Çocuk ne güzeldir, diye dua etti. Ben,
- Ey efendiml Senin evladın var mı, diye sordum. Şöyle dedi:
- Allah Teala’ya yemin ederim ki benim bir oğlum olacak ve yeryüzünü adaletle dolduracaktır. Fakat şu anda yoktur. Daha sonra onun Muhammed Mehdi isminde alim ve faziletli bir oğlu oldu.
Talebelerinden biri şöyle nakletti:
Zindana düşmüştüm. Zindan çok dar ve ayağımdaki zincirler de çok ağırdı. Askeri hazretlerine mektup yazarak sıkıntımı anlattım. Mektuba geçim sıkıntımın da olduğunu yazacaktım. fakat utandığı için yazamadım. İmam hazretleri, mektuba verdikleri cevapta,
- Bu mektubu aldığın gün, öğle namazını evde kılacaksın, diye yazmıştı. Hakikaten o gün öğle üzeri beni zindandan çıkarıp serbest bıraktılar. Sevinç içinde evime geldim, namazımı kıldım. Kapım çalındı, kapıyı açtığımda Hasan Askerî hazretlerinin hizmetçisi ile karşılaştım. Bana 100 altın ile bir mektup bıraktı. Mektubu açtığımda şunların yazılı olduğunu gördüm.
- Ne zaman bir ihtiyacın olursa iste! İstediğin şeye, Allah Teala’nın izniyle kavuşursun.
İmamı sevenlerden biri, basından geçen bir hadiseyi şöyle anlatır:
Hasan Askeri hazretlerine bir mektup yazarak bazı şeyler sordum. Bahar hummasından da soracaktım. Fakat unutmuştum. Daha sonra suallerimin cevabı geldi. Suallerin cevabından sonra şöyle yazmıştı:
- Bu sorularla beraber bahar hummasını da soracaktın, fakat unuttun. Onun cevabını da verelim. (Enbiya 21/69) ayet-i kerimesi yazılıp, hummalı hastanın boynuna asılırsa şifa bulur, buyurdu. Dedikleri gibi yaptım, hasta şifa buldu.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 16 , sy 289 , Hazırlayan ; Hamdi Algar
Ehli Beyt İmamları , Siraceddin Önlüer , Semerkand Yayınları , sy 72-75
[/toggle]

İmam Ali Naki el Hadi – Samerra

Irak – Samerra – Oğlu İmam Hasan askeri hazretlerinin yanında

Medine’nin 3 mil uzağında bulunan ve Mûsa b. Ca’fer tarafından kurulan Sureyya köyünde 214 (829) yılında doğdu. Babası Muhammed Cevâd et-Takî, annesi Semâne veya Sûsen adında Mağribli bir cariyedir. Annesinin Halife Me’mûn’un kızı Ümmü’1-Fazl olduğu da rivayet edilir. Künyesi Ebü’l-Hasan, en meşhur lakapları Hâdî ve Nakî’dir. Bunlardan başka Nâsih, Fettâh, Emîn, Murtazâ lakaplarıyla da anılır. Bağdat yakınlarındaki Sâmerrâ şehrinin Asker mahallesinde oturduğu için Askerî nisbesini almıştır.

Sâmerrâ’da altı yıl birlikte yaşadığı babası ölünce yaşının küçüklüğüne rağmen İsnâaşeriyye Şîası tarafından imam kabul edildi. Küçük bir grup ise kardeşi Mûsâ’yı imam olarak tanıdı. Avfî, Deylemî, Muhammed b. İsmâil es-Saymerî gibi şairler kendisini öven şiirler yazdılar. Hasan el-Askerî, Hüseyin, Muhammed, Ca’fer, Âişe (veya Al iyye) adlarında dört oğlu ve bir kızı olan Ali el-Hâdî’nin soyu sekizinci kuşakta Hz. Fâtıma ve Hz. Ali’ye ulaşır. Kendisinden sonra ise Hasan Askeri ile devam eder.

Aynı zamanda bir fıkıh âlimi olan Ali el-Hâdî, Halife Vâsik ve Mu’tasım devirlerinde Medine’de ömrünü zühd ve takvâ içinde ilimle uğraşarak, Kur’an, hadis, akaid ve fıkıh dersleri okutarak geçirmiştir. Ancak Mütevekkil döneminde birkaç defa halifeye şikâyet edildi. Medine Valisi Abdullah b. Muhammed de evinde silâh, devrin yöneticileri tarafından mahzurlu görülen bir kitap ve taraftarlarına ait eşya bulundurmakla suçlayarak onu halifeye ihbar etti. Ali Naki El hadi hazretleri , halifeye kendisini savunan bir mektup yazdı. Bunun üzerine Mütevekkil Ali Naki El hadi hazretleri’ye inanarak valiyi değiştirdi. Fakat sonraları Şiîler’in halifeye hücum hazırlığı içinde bulundukları haberi gelince, Mütevekkil, Ali’yi Bağdat’a getirmek üzere Yahyâ b. Herseme’yi Medine’ye gönderdi. Halifenin emriyle gelen Türk asıllı görevliler, onu tek başına kıbleye yönelmiş olarak Kur’an’daki va’d ve vaîd âyetlerini okurken buldular ve alıp Sâmerrâ’ya götürdüler (848).

Hayatının geri kalan kısmını burada gözetim altında geçiren Ali el-Hâdî, bununla birlikte şehir içinde serbest dolaşıp üst seviyedeki kimselerle görüşebiliyor, halifeden yardım görüyor ve taraftarlarıyla temas kurabiliyordu. Sâmerrâ’da vefat eden Ali Naki El Hadi hazretleri ikamet ettiği eve defnedildi. Şiîler onun, Halife Mu’tez veya Mu’temid tarafından zehirlendiğini iddia ederler ve genç yaşta ölmesini buna delil gösterirler.

Âlim, müttaki, cömert ve zâhid bir kişi olan Ali el-Hâdiye Şiî rivayetlerde, çok sayıda yabancı dil bilmesi, beklenmedik fırtınaları ve bazı insanların vefatını önceden haber vermesi, avucuna aldığı taş parçalarının altına dönüşmesi gibi kerametler atfedilir.

Ali Naki El Hadi hazretleri’ne üç risâle nisbet edilir:
1. Risâle fi’r-red “alâ ehli’l-cebı ve’t-tefviz. Cebriyye ile Kaderiyye’nin tenkit edildiği bu risâle İbn Şu’be’nin Tuhafü’l-cukîıl adlı eseri içinde yayımlanmıştır (Beyrut 1969).
2. Kıt’a min ahkâmi’d-dîn. Fıkha dair olan bu risaleyi Şehrâşûb, Mükâtebetü’r-ricâl canil-‘Askeriyyîn adlı eserinde nakletmiştir.
3. Mübâhasâtü Yahyâ b. Ekşem. Bu risâle de İbn Şu’be’nin Tuhafü’l-‘ ukül’ünde mevcuttur.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]Kaynak
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 2 , sy 394-395 , Hazırlayan ; Ahmet Saim Kılavuz
[/toggle]

Hz. Ali (r.a.)

Irak – Necef

Eshâb-ı kiramın büyüklerinden. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) dâmâdı ve dördüncü halîfesidir. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) amcası Ebû Tâlib’in oğludur. Künyesi Eb’ül-Hüseyin’dir. Bir künyesi de Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) iltifât buyurarak söylediği “Ebû Türâb”dır. Hiç puta tapmadan müslüman olduğu için “Kerremallahü vecheh”, kahramanlığı ve çok cesur olmasından dolayı “Kerrâr” “Esedullah-il gâlib” lakabları verilmiştir. Ayrıca takdîr-i ilâhiyyeye gösterdiği tam rızadan dolayı da “Mürteza” denilmiştir. Hazreti Ali, Hicret’ten yirmiüç sene önce (m. 599) senesinde Mekke’de doğdu. 40 (m. 660)’da şehîd edildi. Hazreti Ali Cennetle müjdelenen on sahâbîden dördüncüsü ve Ehl-i beytin birincisidir.

Hazreti Ali’nin babası Ebû Tâlib’in, geliri az, ailesi kalabalıktı. O sıralarda Mekke’de bir kıtlık hüküm sürdüğünden Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ), amcası Abbas’a ( radıyallahü anh ): “Ey amca, kardeşinin çoluk çocuğu çok olmakla masrafı da çoktur. Buna mukabil geliri azdır. Ona yardımcı olmak lâzımdır. Aile geçimindeki yükünü hafifletelim. Her birimiz bir oğlunu alalım”, teklifinde bulundu. Bu teklifin, amcası Ebû Tâlib tarafından kabûlü ile Hazreti Ali beş yaşından itibâren Resûlullah ile yaşamış, Resûl-i Ekrem’in tâlim ve terbiyesinde yetişmiş, O yüce irfan hazinesinin feyzinden kana kana içmiştir.

Çocuklar arasında ilk defa Muhammed aleyhisselâmın Peygamberliğini tasdîk edenlerdendir. Güzel ahlâkın canlı timsali idi. “Allah’ın arslanı!” diye tanınmıştı. Şecaati, metaneti, cesâreti eşsizdi, hiç bir vakit haddi aşmazdı.

Hayatının sonuna kadar Hazreti Resûl’ün yanından hiçbir sûretle ayrılmamış, dâima meclislerinde bulunmuş, Onu can kulağıyla dinlemiştir. Küçük yaşta müslüman olmuş ve Nebîyy-i zi-Şân’ın yüksek nazarlarına, muhabbetlerine mazhar olduğundan dolayı kendisinde harikulade meziyyetler tecelli edip durmuş, Resûl-i Ekrem’in ilmen, ahlâken vârisi olmuştur.

Müslüman olması şöyle olmuştur: Daha on yaşında iken, bir gün Resûlullah ( aleyhisselâm ) ile Hazreti Hadîce’nin beraber namaz kıldığını gördü. Namazdan sonra, “Bu nedir?” diye sordu Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ): “Bu Allahü teâlânın dinidir. Seni bu dîne davet ederim. Allahü teâlâ birdir, ortağı yoktur. Lât ile Uzzâ isimli putları terk etmeni emrederim.”diye cevap verdi. Ali ( radıyallahü anh ): “Önce bir babama danışayım.” dedi. Resûlullah ona “İslama gelmezsen, bu sırrı kimseye söyleme!” buyurdu. Hazreti Ali ertesi sabah, Resûlullahın huzûruna gelerek “Yâ Resûlallah, bana İslâmı arz eyle” diyerek müslüman oldu. Müslüman olanların üçüncüsüdür. Hazreti Ali, çok fedakâr idi. Onun Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) uğrunda gösterdiği fedâkârlık ve O’nu kendine tercih etmesi, her türlü takdîrlerin üstündedir.

Peygamber efendimiz, Hak teâlâ’dan hicret emrini aldığı zaman, Hazreti Ali’nin de Resûl-i Ekrem’in yatağında yatacağı, Allahü teâlâ tarafından emredilmişti. Böylece Hazreti Ali, Resûl-i Ekrem’in evlerindeki emânetleri yerine ulaştırmak için ve Mekke’de kalan Eshâb-ı kiram üzerine vekîli oluyordu. Resûl-i Ekrem bunların hepsini Hazreti Ali’ye emânet etmişti.

Hicret gecesi kâfirler, Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) saâdethânelerinin etrâfını sarmışlardı. Şeytan da aralarında idi. Hak teâlâ, şeytân dahil bütün kâfirlere bir uyku verdi. Bunlar uykuda iken Resûl-i Ekrem, Hazreti Ebû Bekir ile beraber evden çıktılar.

Hak teâlâ, Mikâil ve İsrâfil (aleyhisselâm)’a “Kafirler belki bir anda, Ali’ye bir hatada bulunurlar. Sizler behemehal Ali’nin yanına yetişin?” buyurdu. Bu iki büyük melek, Hazreti Ali’nin yanına geldiler. Mikâil (aleyhisselâm) hazreti Ali’nin başucunda, İsrâfil (aleyhisselâm)’da ayak ucunda oturup duâ ederlerdi. Bir zaman sonra (mel’ûn) Şeytan uyandı. Yüksek sesle: “Vay! Muhammed kaçtı.” dedi. Şeytan, kâfirlere insan sûretinde görünürdü. Kâfirler mel’ûna: “Ne biliyorsun?” dediler. Mel’ûn Şeytan: “Binlerce senedir uyku gözüme girmemişken, bu gece Muhammed’in yaptığı sihirle uyuyakalmışım” dedi.

Bunun üzerine bütün kâfirler Resûl-i Ekrem’in evine hücum ettiler. Hazreti Ali’yi, Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) yatağında gördüler. Resûl-i Ekrem’in nerede olduğunu sordular. Hazreti Ali “Bilmem” dedi. Kâfirler aramak için dışarıya çıktılar. Ertesi gün o kadar kâfirin arasında, Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) Kâ’be-i şerîfte devamlı oturdukları makama Hazreti Ali oturdu. “Resûl-i Ekrem’de kimin hakkı var ise, gelsin benden alsın!” diye nidâ ettirdi. Herkes gelip nişanını söyleyerek emânetini aldı. Bütün emânetlerini sahiplerine teslim etti.

Mekke-i Mükerreme’de kalan Eshâb-ı Güzin, Hazreti Ali’nin kanadı altına sığındılar. Hiçbir kâfir, Hazreti Ali’nin korkusundan Eshâb-ı kiramın hiçbirine eziyyet edemedi. Resûlullah’ın saâdethâneleri Mekke’de olduğu müddetçe Hazreti Ali de orada kaldı. Bir zaman sonra Resûl-i Ekrem evinin, Medine-i Münevvere’ye getirilmesini emir buyurdu.

Allah’ın arslanı Hazreti Ali, Kureyş kâfirlerinin toplandıkları yere gitti. “İnşâallahü teâlâ yarın Medine-i Münevvere’ye gidiyorum. Bir diyeceğiniz var mı? Ben burada iken söyleyin” buyurdu. Hepsi başlarını eğip hiçbir şey söylemediler. Hazreti Ali oradan ayrılınca Ebû Cehil kalktı: “Ey Kureyş’in büyükleri! Muhammed, evi burada olduğu müddetçe bize düşmanlık etmez, buna mâni olmalıyız”, dedi. Kâfirlerin her biri şöyle yaparız, böyle yaparız, dediler. Sonra Hazreti Abbas’a yalvardılar. “Kardeşinin oğluna söyle Muhammed’in evini kaldırmasın, yoksa aramız açılır”, dediler. Hazreti Abbas bu sözleri Hazreti Ali’ye söyledi. Hazreti Ali; “Amcacığım, yarın inşâallah Resûl-i Ekrem’in evindeki eşyayı götüreceğim. Kararım kat’îdir. Yoluma çıkan olursa cenk ederim.” buyurdu. Hazreti Abbas, Hazreti Ali’nin sözlerini Kureyş kâfirlerine söyleyince canları sıkıldı. Hazreti Ali’yi şehirden dışarı çıkarmayacaklarına karar aldılar. Sabah oldu. Hazreti Ali, Resûl-i Ekrem’in saâdethânesindeki eşyaları toplayıp yola koyuldu. Kureyş’den dört beş kişi atlı olarak Hazreti Ali’nin yolunu kestiler. “Geri dön, yoksa, seninle cenk ederiz.” dediler. Hazreti Ali yükleri indirip bunların üzerine yürüdü. Hak teâlânın izniyle onlara galip geldi. Tekrar hâne-i se’âdetin mübârek yüklerini kaldırıp yola koyuldu. Yolda, o zaman henüz îmân etmemiş olan Mikdâd bin Esved, Hazreti Ali’nin karşısına çıktı. Hazreti Ali hiçbir söz söyletmeden bir vuruşta yere yıktı. Göğsüne çıkıp imâna davet buyurdu. Derhâl cân-ı gönülden kabûl edip Müslüman oldu. Mikdâd bin Esved’in ( radıyallahü anh ) bir oğlu, Hazreti Hüseyin uğrunda, Kerbelâ’da canını feda edip şehîd olmuştur. Mikdâd hazretleri, Eshâb-ı kiramın büyüklerinden ve bahadırlarındandır. Hazreti Ali, Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) şişmiş olan ayaklarından kanlar akar vaziyette, Kûba’da yetişmişti. Gündüzleri saklanıp, geceleri yaya olarak yürüdüğü bu yolculuğun sonunda Peygamberimizin huzûruna gidemiyecek bir halde idi. Resûl-i Ekrem efendimiz bunu haber alınca, bizzat kendisi teşrîf etmiş, Hazreti Ali’yi görünce hâline acımış, sevgili, fedakâr amca-zâdesini kucaklamış, mübârek iki eliyle, o hak yolunda binlerce meşakkate katlanmış olan narin, nazik ayakları okşamış, kendisine afiyeti için duâ buyurmuştu. Hatta Hazreti Ali’nin bu fedâkârlığı üzerine: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah’ın rızâsı için nefsini feda eder.” âyet-i celîlesinin nâzil olduğu rivâyet edilir.

Hazreti Ali, Medine-i Münevvere’de, Mescid-i Nebevî’nin inşaasında çok çalışmış, bizzat sırtında taş ve toprak taşımıştır. Başta Bedir, Uhud ve Hendek harbleri olmak üzere, Resûlullahın bütün gazvelerinde bulunarak, fevkalâde gayret ve kahramanlıklar göstermiştir. Hazreti Ali Bedir savaşında birçok azılı müşriki öldürmüştür. Daha savaşın başlarında mübârezede Velîd bin Ukbe’yi bir kılıç darbesiyle öldürdü. Akşama doğru, iki taraf da birbirine karışmıştı. Kum tepesinin üzerinde zırhlara bürünmüş müşriklerden birisi, Sa’d bin Hayseme’yi şehîd etmişti. Hazreti Ali, O’na yaklaştı. Müşrik atından indi ve Hazreti Ali ile vuruşmaya başladı. Hazreti Ali, müşrikin darbesini kalkanı ile karşıladı ve müşrikin kılıcı kalkana saplanıp kaldı. Hamle sırası Hazreti Ali’ye gelmişti. Hazreti Ali kılıcı ile müşrikin göğsüne doğru çaldı. Zırhını enlemesine biçince müşrik titredi ve sarsıldı. Hazreti Ali o esnada arkasında bir kılıcın parladığını ve şakıdığını görünce başını eğdi. Kılıcı parlatan “Al buda ben Abdülmuttalib’in oğlundan!” derken müşrikin kellesi, miğferiyle birlikte yere yuvarlandı. Hazreti Ali dönüp arkasına baktığı zaman, Hazreti Hamza’yı gördü.

Yine bu savaşta Nevfel bin Huveylid ile karşılaştı. Nevfel hakkında Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Yâ Rabbi! Nevfel bin Huveylide karşı bana yardımcı ol! O’nun hakkından gel!” diye duâ etmişti. Hazreti Ali, onun bu savaşta kılıcıyla önce bacaklarını sonra kafasını kopardı. Sonra Peygamber efendimize ( aleyhisselâm ) Nevfeli öldürdüğünü haber verdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Allahü ekber” diye tekbir getirdi ve “Allahü teâlâ O’nun hakkında duâmı kabûl etti” buyurdu. Hazreti Ali, Bedir’de ayrıca Âs bin Sa’îd’i de katlederek, müslümanlara büyük hizmet etti. İbn-i esîr’in rivâyetine göre Hazreti Ali, Bedir savaşında müşriklerin başlarını ağaçlardan meyva düşürür gibi düşürüyordu. Bedir savaşına katıldığında 25 yaşında idi. Hazreti Ali sadece Uhud gazvesinde onaltı kılıç darbesi almıştı. Hendek savaşında da müşriklerin en azılıları ile savaştı. Muharebenin iyice şiddetlendiği yirmiikinci gün, Amr bin Abdûd adlı müşriklerin en azılılarından biri, Hendek kenarlarına gelip meydana er istedi. Müslümanlardan kimse Amr’ın davetini kabûl etmedi. Bir daha meydan okudu. Yine hiçbir müslüman çıkmadı. Yedi kere böyle oldu. Yedincide Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, Hazreti Ali’yi çağırdı, huzûruna oturttu:

“Yâ Ali! Benim atıma bin, kılıcımı al, Amr bin Abdûd’un önüne yiğitçe, cesâretle var. Onun heybetinden, uzun boyundan endişe etme. Ben, Hak teâlâ’dan sana yardım etmesi için, senin elinle Müslümanların, bunun şerrinden kurtulmaları için duâ ediyorum” buyurdu.

Hazreti Ali atına bindi. Kılıcını kuşandı. Avını gözetliyerek giden bir arslan gibi, Amr’ın önüne vardı. “Yâ Amr! Duydum ki sen Kâ’be’nin karşısında ahd etmişsin ki, Kureyş’den bir kişi senden iki şey istese birini yaparmışsın.” buyurdu. Amr “Evet öyle söz verdim” dedi. Hazreti Ali: “Biliyorsun ben Kureyşdenim. Senden iki şey isteyeceğim. Hiç olmazsa birini kabûl et”, buyurdu. Birinci isteğim, Allah’ın birliğine ve Resûlünün Hazreti Muhammed ( aleyhisselâm ) olduğunu ikrâr ve tasdîk etmendir”, buyurdu. Amr: “Bunu kabûl etmiyorum, başka ne istiyorsun?” dedi. Hazreti Ali: “İkinci isteğim bu iki kuvveti hallerine bırakıp, Mekke’i Mükerreme’ye gitmendir” buyurdu. Amr “Bunu kabûl ettim, yalnız Ebû Bekr, Ömer ve Osman ( radıyallahü anh )ın başlarını keserim,” dedi. Hazreti Ali: “Ey ahmak! Benim başımı kesmeden onların başını nasıl kesersin?” buyurdu. Amr: Yâ Ali! Sen henüz gençsin, dünyânın tadını almamışsın, ben senin başını kesmek istemem.” dedi. “Ben Allahü teâlânın yardımı ve Resûlünün duâsı ile senin başını kesmek isterim” buyurdu. Hazreti Ali’nin bu sözü üzerine Amr, atından inip Hazreti Ali’ye doğru yürüdü. Hazreti Ali de atından indi. Birbirlerine hamle ettiler. Hazreti Ali bir fırsatını bulup, Amr’ın uyluğunu bir kılıç darbesiyle kopardı. Artık işi bitti, diyerek geriye dönmüş gelirken, Amr, kendi kopmuş bacağını Hazreti Ali’ye fırlattı. Hazreti Ali hemen geri dönüp Amr’ın başını kesti. Resûlullah ( aleyhisselâm ) tekbir getirip: “Ali’nin Amr bin Abdûd ile bir kere karşılaşması, ümmetimin kıyâmete kadar olan ibâdetinden hayırlıdır.” buyurdu.

Hazreti Ali, Tebük harbinde bulunmayıp, Resûlullah ( aleyhisselâm ) tarafından Ehl-i beytin muhafazası için Medine’de bırakılmıştır. Birçok harplerde Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz, sancağı Hazreti Ali’ye vermiştir. Yemen savaşında, ordu başkomutanlığı yapmıştır. Hayber kalesinin fethinde, kalenin kapısını koparıp, kalkan olarak kullanmıştır. Bu savaşta Hazreti Ali’nin gözleri ağrıyordu. Resûlullah ( aleyhisselâm ) O’nu çağırtarak gözlerine üfledi ve şifa bulması için Allahü teâlâya duâ etti. Hazreti Ali’nin gözlerinde bir ağrı sızı kalmadı. Bu savaşta, yahudilerin meşhûr pehlivanı Merhab: “Hayber halkı iyi bilir ki: Ben, gelip çatan harplerin tutuştuğu, kızıştığı zamanlarda, tepeden tırnağa kadar silâhlanmış, cesâret ve kahramanlığı denenmiş Merhab’ımdır. Ben, kükreyerek geldikleri zaman aslanları bile kâh mızrakla, kâh kılıçla vurup yere sermişimdir” diyerek müslümanlardan er diledi. Bunun üzerine Hazreti Ali, “Ben O’yum ki: Anam bana Haydar (Arslan) adını takmıştır! Ben, ormanların, heybetli görünüşlü arslanı gibiyimdir. Sizi, geniş ölçüde ve çarçabuk tepeleyici bir er kişiyimdir” diye şiir söyleyerek Merhab’ın karşısına dikildi. Bu şiir Merhab’a o gece gördüğü rüyayı hatırlattı. Rüyasında kendisini bir arslanın parçaladığını görmüştü. Hazreti Ali, Merhab’la karşı karşıya geldiğinde, Merhab’ın tepesine öyle bir kılıç indirdi ki, kılıç, Merhab’ın siperlendiği kalkanını ve demirden miğferini kesti. Başını, ikiye ayırdı. Merhab’ın başına inen kılıncın çıkardığı ses o kadar fazla idi ki, Hayber karargâhında bulunan Ümm-i Seleme “Merhab’ın dişlerine kadar inen kılıcın sesini ben de işittim” demiştir. Hazreti Ali, o gün yahudilerin en namlı kişilerinden sekizini öldürmüştür.

Hazreti Ali şecaat ve kahramanlığı ile tanınmasına rağmen, düşmanlarıyla döğüşürken onlara acır ve haddi tecavüz etmezdi. Çok cesurdu, her yaptığı işi, insanlığın iyiliğini düşünerek yapardı. Savaşlarda düşmanlarının ölümüne bile acırdı. Çok şefkatli ve merhametliydi. Bir harpte düşmanını altına almış, kılıcı ile boğazlamak üzereydi. O anda düşmanı, var gücü ile Hazreti Ali’nin yüzüne tükürdü. Bunun üzerine öldürmekten vazgeçti. Altındaki düşman, niçin öldürmediğini sorunca, “Biraz önce seni, Allah için öldürecektim. Yüzüme tükürünce, kendi nefsim için öldüreceğimden korktum. Nefsimin isteğine uymamak için vazgeçtim.” dedi. Bu dinin emirlerindeki büyüklüğü anlayan müşrik hemen müslüman oldu. Hazreti Ali, servet sahibi değildi. Buna rağmen çok cömert, çok kerîmdi. Son derece mütevâzi, alçak gönüllü idi. Hakkında birkaç âyet-i kerîme nâzil olmuş; kerem, cömertlik, adâlet, merhamet ve diğer yüksek fazîletleri öğülmüştür. Pek çok hadîs-i şeriflerde meth edilmiştir. Ehl-i sünnetin gözbebeği, kerâmetler hazinesi ve evliyânın reîsidir.

Peygamber efendimiz, Aliyyü’l-Murtazâ’yı ( radıyallahü anh ) pek çok severdi. Sevgili kerîmesi (kızı) Hazreti Fâtıma’yı, O’nunla evlendirmişti. Bu, Hazreti Ali hakkındaki iltifât-ı Nebevînin en yüksek bir nişanesiydi. Bir gün Eshâb-ı kiramdan bir zümre gazâ için yola çıkmışlardı. Hazreti Ali de bunların arasında bulunuyordu. Resûl-i Ekrem efendimiz: “Yâ Rabbi! Ali’yi bana tekrar göstermedikçe beni öldürme!” diye duâ buyurdu. Bir hadîs-i şerîfte de Aliyyü’l-Murtazâ’ya hitaben: “Seni ancak mü’min olan sever, sana ancak münâfık olan buğz eder.” buyurmuştur.

Resûlullah ( aleyhisselâm ) veda haccından dönerken “Gadîr-Hum” denilen yerde namaz kıldıktan sonra Eshâb-ı kirama ( radıyallahü anh ) dönerek: “Ben mü’minlere nefslerinden daha sevgili, yakın değil miyim?” buyurdular. Eshâb-ı kiram tasdîk ederek “Evet yâ Resûlallah! Öylesin”, dediler. Sonra Hazreti Ali’nin elinden tutup: “Ben kimin efendisi isem, Ali de, onun efendisidir.” buyurdular. Mübârek sözlerine devamla: “Yâ Rabbi! O’na düşmanlık edene düşmanlık et. Onu seveni sev. Onu aşağı tutanı zelîl et. Ona yardım edene yardımcı ol. Nerede olursa olsun hakkı, doğruyu ona bildir!” buyurdular.

Uhud harbinde Eshâb-ı kiramdan birçok kişi şehîd düşmüştü. Bu şerefe nail olamadığından dolayı me’yûs (üzüntülü) görünen Hazreti Ali’ye hitaben Resûl-i Ekrem efendimiz: “Yâ Ali, şehâdet senin arkandadır. Bunlar, kan ile boyandığı zaman nasıl sabır edecektin?” buyurarak mübârek elleriyle onun başını, sakalını okşamıştı. Hazreti Ali de “Yâ Resûlallah, şu buyurduğun hal benim hakkımda tahakkuk edince o, sabredilecek şeylerden delîl, beşaret ve kerâmet sayılacak şeylerden almış olur.” diye cevap vermiştir.

Hazreti Ali, Irak’a giderken, Abdullah bin Selâm ( radıyallahü anh ) O’nun ziyâretine gelmiş: “Yâ Ali, Irak’a gitme, korkarım ki, orada vücuduna bir kılıç ağzı isâbet eder” demiş, Hazreti Ali de: “Evet! Allaha yemîn ederim ki, bunu bana Resûlullah haber vermiştir” diye mukâbelede bulunmuştu. Ebü’l-Esved diyor ki: “Ben, o gündeki gibi böyle nefsine bir kötülük geleceğini haber veren bir muhârib görmedim.

Hazreti Ali vahy kâtiblerindendi. Peygamberin mektûblarını da yazardı. Hudeybiye anlaşmasını da o yazmıştı. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Eshâb-ı kiram arasında iki defa kardeşlik akd edilmesini buyurdukları halde, hiç birinde Hazreti Ali ile, bir başkası arasında akd buyurmayınca, Hazreti Ali’nin “Beni unuttunuz mu?” suâline Peygamberimiz “Sen, dünyâda ve ahirette benim kardeşimsin” buyurdu.

Hazreti Ali, âlîcenâbtı (cömertti), doğru söylerdi. İlmin menbaı, kaynağı sayılırdı. Dindarları, müttekîleri severdi. Fakirlere yardım ederdi. Hazreti Fâtıma ile evlenmiş ve Peygamber ( aleyhisselâm ) efendimize damat olmuştur. Hazreti Fâtıma’dan, Hasan, Hüseyin ve Ümmü Gülsüm ( radıyallahü anh ) isimlerinde üç evlâdı olmuştur.

Resûlullah ( aleyhisselâm ), Hazreti Ali ile Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’i ( radıyallahü anh ) mübârek abaları ile örterek: “İşte, benim Ehl-i beytim bunlardır. Yâ Rabbi, bunlardan kötülüğü kaldır ve hepsini temiz eyle!” buyurdukları bildirilmiştir. İşte bu Ehl-i beyt, “Âl-i Nebî” namıyla, kıyâmete kadar her mü’min tarafından, her namaz ve duâda yâd olunurlar. Hazreti Ali, fevkalâde belîğ, fasîh konuşurdu. Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm )’den sonra Aliyyü’l-Murtazâ derecesinde belîğ hutbe tertip ve irâd eden bir zât görülmemiştir. Arap lisânının ilk kaidelerini koyan zât da Hazreti Ali’dir. Bir gün Kur’ân-ı kerîm’in yanlış okunduğunu duymuş, bunun üzerine Arap gramerinin ana hatlarını ortaya koyarak buna mâni olmuştu. Zamanının en kudretli hatîblerinden biri idi. Her nutku bir şaheserdir. İslâmiyetin yayılmasında görülen hizmeti büyüktür. Bu vazîfeyi herkesten fazla muvaffakiyetle ifâ ederdi.

Kur’ân-ı kerîm lisânına herkesten daha ziyâde âşinâ idi. Kur’ân-ı kerîm’in belâgatine, i’câzına, hakîkatlerine herkesten daha ziyâde vâkıftı. Resûl-i Ekrem’den yayılan feyizlerin nûrlarına en evvel kavuşmuş olan Hazreti Ali’nin nezîh rûhu idi. Onun en büyük bir müfessir olduğunda kimse şüphe etmezdi. Hâsılı Hazreti Ali’nin Kur’ân-ı kerîme büyük bir vukûfiyeti vardı. Hattâ bir gün hutbe irâd ederken cemâate hitaben: “Sorunuz! Bana ne sorar iseniz, size cevâbını veririm. Kitâbullah’dan bana sorunuz. Vallahi bir âyet yoktur ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi kırda mı, dağda mı, nâzil olduğunu bilmiyeyim!..” diye buyurmuştu. Bu sebepten, hakkında birçok rivâyet olup anlaşılması güç mes’elerde, onun rivâyeti tercih edilmiştir. Hacc-ı Ekber’in, “Kurban Bayramı” olduğuna dâir olan rivâyeti, bunlardan biridir. Hazreti Ali, Ehl-i beytten olması sebebiyle, Peygamber efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vâkıf idi. Bu husûsta herkesin müracaat kapısı idi. Kendisinden 586 hadîs-i şerîf bildirilmiştir. Bunlardan 20 tanesi, hem Sahîh-i Buhârî’de, hem de Sahîh-i Müslimde vardır. Bundan başka 9 hadîs-i şerîf Buhârî’de, 15 hadîs-i şerîf Müslim’de tamamı da Ahmed bin Hanbel’in “Müsned” adlı kitabında vardır.

Hazreti Ali, Eshâb-ı kiramın en büyük fıkıh âlimlerinden idi. Halledilemeyen konular ona havale edilirdi. Peygamber efendimiz onu Yemen’e kadı olarak gönderdi. “Yâ Resûlallah! Ben âlim değilim, Kâdılık ahkâmını bilmem” dedi. Mübârek elini göğsüne koyup: “Yâ Rabbi! Kalbine hidâyet, diline doğruluk ver.” diye duâ buyurdu. Hazreti Ali buyuruyor ki, bundan sonra ben asla iki kimse arasında hüküm vermekten şüpheye düşmedim. Resûl-i Ekrem ( aleyhisselâm ) “Yâ Ali! Benim deveme binip Yemen’e git. Falan dağdaki tepeye geldiğin zaman üzerine çık. Halkın seni karşıladıklarını göreceksin. O zaman (Ey taşlar, ey ağaçlar! Allahın Resûlü size selâm ediyor, diye söyle)” buyurdu. Hazreti Ali oraya gidip selâmı tebliğ edince, yeryüzünde bir gürültü, uğultu koptu. Taşlar ve ağaçlar Resûl-i Ekrem’in selâmına: “Salât ve selâm, Allah’ın Resûlünün üzerine olsun” diye cevap verdiler. O tepede bulunanlar, bu hali görünce, hepsi birden îmân ettiler.

Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) vefât edince, O yıkayıp kefenledi. Bu son mübârek vazîfe, ona nasîb oldu. Definden sonra, halife seçilen Ebû Bekir’e ( radıyallahü anh ) bîat edip, ona devlet işlerinde yardımcı oldu ve kadılık (hâkimlik) görevlerinde bulundu. Hazreti Ömer’in halifeliğine de bîat edip, halifenin danışmanı ve hâkimliğini yaptı. Hatta Hazreti Ömer buyurdu ki: “Şayet Hazreti Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu.” Hazreti Osman’ın da halifeliğine bîat edip, hilâfet işlerinde onun vezirliğini yaptı. Hazreti Osman’ın şehîd olmasından evvel, gerek kendisi ve gerekse oğulları ile birlikte Hazreti Osman’ı korumak için gerekli tedbirleri almıştır. Hazreti Osman’ın şehâdetini duyunca da oğullarının yüzüne karşı: “Siz yaşarken onun şehîd düşmesine nasıl imkân bıraktınız?” diye büyük bir teessürle hitap etmiştir.

Hazreti Ali, mâni olmaya çalıştığı halde bir türlü önüne geçemediği elim şehâdet vak’ası üzerine Hicrî 35 yılının zilhicce ayında, Medine-i Münevvere’de, halife seçildi. Halife olmasında hiç bir itiraz olmadığından icmâ-ı ümmet ile hilâfet makamına geldi. Hazreti Osman zamanında fitne, yahudîler tarafından başlatılmış ve halîfenin şehîd edilmesine kadar varmıştı. Hazreti Ali’nin hilâfeti zamanında da devam etti. Hazreti Osman’ı şehîd edenlerin cezalandırılması husûsunda Eshâb-ı kiram arasında üç ayrı ictihâd oldu. Sahâbîlerden bir kısmı, tarafsız kalmayı. Hazreti Talha, Hazreti Zübeyr, Hazreti Âişe ve Şam’da bulunan Hazreti Muâviye, suçluların hemen cezalandırılmasını; Hazreti Ali ise, bu husûsta acele edilmemesini, adâletin tatbikinde dikkatli ve tedbirli hareket edilmesini ve başka bir fitneye sebep olmaması için, suçluların, ortalığın durulmasından sonra cezalandırılmasını ictihâd etmişlerdi.

Hazreti Ali suçluları hemen cezalandırmayınca, Talha ve Zübeyr ( radıyallahü anh ) ile Âişe ( radıyallahü anha ) Basra’ya gittiler. Hatife, onlarla anlaşmak üzere, Basra’ya yola çıktı. Medine’den ayrılırken, Abdullah İbni Sebe’ye, Medine’de kalmasını emretti. İslâm birliğini bozmaya çalışan ve Hazreti Osman’ın şehîd olmasına sebep olan bütün bu fitnelerin başı olan İbni Sebe, halifenin emrini dinlemedi. Kendi komiteci arkadaşlarıyla gizli toplantı yapıp, halîfeye gözükmeden Basra’ya gitmeye, geceleyin gizlice iki taraftan birine saldırarak, iki tarafı muharebeye tutuşturmaya karar verdiler. Hazreti Ali, Basra’ya yakın bir yerde ordugâh kurdular. Elçi gönderip, Aişe ( radıyallahü anha )’nın ictihâdında olan Basralılarla anlaştılar. Her iki taraf, anlaşma oldu diye rahatça uykuya varınca, Abdullah bin Sebe, yahudisi, gece karanlığında grubu ile birlikte Basralılar üzerine saldırdı. Gece karanlığında kimse ne olduğunu anlayamadı. Ortalık kızıştı ve savaş başladı. Üç gün süren savaş sonunda, iki taraftan onbin kişi şehîd düştüler. “Cemel (Deve) vak’ası” olarak bilinen bu hâdisede Âişe-i Sıddîka ( radıyallahü anha ) esîr alınınca, Hazreti Ali hürmet ve ikram edip, kendi askerleri arasında bulunan kardeşi Muhammed bin Ebî Bekir ile Medine’ye gönderdi. Hazreti Ali bu vak’adan sonra, Basra’ya bir vâli tayin ederek oradan ayrıldı. Bir daha Medine’ye dönmeyip, Kûfe’ye gitti. İslâm devletinin merkezini de, Kûfe olarak tesbit etti.

Cemel vak’asından bir sene sonra Sıffîn denilen yerde Hazreti Muâviye’nin ordusu ile yüz günde doksan meydan muharebesi yaptı. Askerlerinden yirmibeşbin, karşı taraftan kırkbeşbin kişi şehîd oldu. Karşı taraftan gelen sulh teklifini kabûl edince, ordusundan yedibin kişi ayrıldı. Bunlara “Hârici” denildi. Bunların üzerine yürüyüp, perişan etti.

Hicretin kırkıncı yılının Ramazan-ı şerîf ayının onyedinci Cuma günü sabah namazına giderken İbni Mülcem adlı bir harici tarafından başına zehirli bir kılıçla vurularak yaralandı. İki gün sonra altmışüç yaşında iken, şehîd oldu. Techîz ve tekfîni, oğlu Hazreti Hasan tarafından yapılmış ve namazı eda olunduktan sonra Kûfe’nin kabristanı sayılan Necef’e defn edilmiştir.

Amr İbni zi-Mürr el-Hemadânî şöyle rivâyet ediyor: Hazreti Ali, Kûfe’de kılıç darbesini aldıktan sonra huzûruna girdim. Başını birşey ile sarmıştı. Dedim ki: “Ey mü’minlerin emiri! Yarayı bana gösterir misin? Hemen sargıyı açtı. Baktım. Birşey yok, hafif bir yaradan ibâret, dedim. Hazreti Ali: “Evet sizden ayrılmaktayım” dedi. Kerîmesi Ümmü Gülsüm perde arkasından ağlamaya başlamıştı. Hazreti Ali: “Kızım sükut et! Eğer benim gördüklerimi görecek olsan ağlamazsın” dedi. “Yâ Emîr-el-Mü’mimîn, ne görüyorsun?” diye sordum. Buyurdu ki: “İşte bunlar melelekler ile nebîler cemâati; işte bu da Muhammed aleyhisselâm! Yâ Ali, müjde sana, teveccüh etmekte bulunduğun hâl, şu içinde bulunduğun halden daha hayırlıdır, diye buyuruyor.”

Halifeliği devrinde zuhur eden fesatçılarla mücadelede bulunduğundan, beş sene süren hilafet zamanlarında sükun ve huzûr bulamamış, hükümet idâresinde Hazreti Ömer’in yolunu tutmuştur. Memurları murâkabe eder, her işin emniyet ve istikamet dairesinde yapılmasını ister, halka karşı şefkat gösterirdi. Yoksulları Beyt-ül-mâldan geçindirirdi. Her tarafta askeri birer merkez vücuda getirdi. Beyt-ül-mâlı muhafaza yolunda gerekli teşkilâtı kurdu. Hazreti Ali’nin İslâmiyetin yayılmasındaki hizmeti büyüktür.

Hazreti Ali, buğday benizli, orta boylu, uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri ve siyah gözlü, geniş göğüslü, iri yapılı idi. Sakalı sık idi. Sakalını muharebe zamanlarında sünnet olandan fazla uzatır ve omuzlarına kadar yayılırdı. Son zamanlarında saçı ve sakalı pamuk gibi beyaz olmuştu. Hem ilim, hem de amel bakımından en yüksek derecede olduğu halde, Allah korkusundan hemen her gün ağlardı. Güzel ahlâkın canlı bir timsali idi.
[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak

[/toggle]

Hz. İmam Hüseyin (r.a.)

Irak- Kerbela

Resûlullahın ( aleyhisselâm ) torunu, Hazreti Ali’nin ikinci oğlu. Oniki imâmın üçüncüsü ve Ehl-i Beytin beşincisidir. Hicretin altıncı yılında (m. 626) doğdu. Hazreti Hüseyin’in nesebi; Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib bin Abd’ül-Muttalib bin Haşim, el-Kureyşi, el-Hâşimî’dir. Hüseyin adı, ona Resûlullah efendimiz (.a.v.) tarafından verildi. Künyesi, Ebâ Abdullah’dır. Lakabı Seyyid ve Şehîddir.

Ümmü Haris ( radıyallahü anha ) anlatır: “Bir gün Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûruna vardım. “Bir rüya gördüm, çok korkdum” diye arz ettiğimde “Ne gördün?” buyurdular. “Sizin vücûdunuzdan bir parça kesdiler, benim yanıma eklediler” dedim, “İyi görmüşsün, Fâtıma’nın bir oğlu olacak ve senin yanında kalacakdır” buyurdular. Bir müddet sonra Hazreti Hüseyin dünyâya geldi, İbni Abbas’dan ( radıyallahü anh ) gelen rivâyete göre: Resûlullah ( aleyhisselâm ) her sabah namazını kıldıktan sonra mübârek yüzünü Eshâb-ı kirama çevirirlerdi. Üzüntülü kimseler yüzünü görseler mesrûr (sevinçli) olurlardı. Bir gün sabah namazından sonra yüzlerini döndürmeden Hazreti Ali’yi çağırdılar. Beraber mescidden çıktılar. Eshâb-ı kiram (aleyhimürrıdvan) nereye niçin gittiklerini anlıyamadılar. Tekrar dönerler diye oturdular, ikisi Hazreti Fâtıma’nın evine gittiler. Peygamberimiz Hazreti Ali’ye kapıda durup, kimseyi içeri sokmamasını emretmişlerdi. Hazreti Hüseyin doğmuş, melekler tebrik etmek için gelmişlerdi. Hazreti Ebû Bekir duramayıp, Hazreti Ali’nin evine gitti. Sonra Ömer ( radıyallahü anh ) sonra Osman ( radıyallahü anh ) ve bütün Eshâb-ı kiram, Hazreti Ali’nin evine gittiler. Ebû Bekir ( radıyallahü anh ), Hazreti Ali’den Resûlullahın ( aleyhisselâm ) nerede olduğunu sordu. Hazreti Ali “İçerde” dedi. “İzin verirsen ben de göreyim” dedi. Hazreti Ali, “Allah’ın Resûlü meşgûldür” dedi. Benim içeri girmememi sana emir etti mi? deyince “Hayır, yalnız dörtyüzyirmidörtbin melek geldi” dedi. Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) sözünden taaccüb (hayret) edip durdu. Ali ( radıyallahü anh ), Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve bütün Eshâb-ı kirama aynı şeyleri söyledi. Bir ara Resûlullah ( aleyhisselâm ) dışarı çıkıp, herkesin içeri girmesini emr ettiler. Önce Ebû Bekir ( radıyallahü anh ) sonra bütün Eshâb-ı kiram içeri girdiler. Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) selâm verdiler. Hazreti Ali’nin meleklerin sayısındaki sözü söylendi. Resûlullah ( aleyhisselâm ) Hazreti Ali’ye meleklerin sayısını nasıl bildin? diye sordular. Hazreti Ali. “Melekler grup grup geliyorlardı. Her biri bir dil ile konuşurlardı ve sayılarını bildirirlerdi” dedi. Bunun üzerine Resûlullah ( aleyhisselâm ):“Allah aklını ziyade etsin yâ Ali” buyurdular.

Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), Hüseyin doğduğu zaman, kulağına: “O Cennet çocuklarının efendisi (seyyidi)’dir.” diye seslenmişti. Üsâme bin Zeyd, bir gece Peygamber aleyhisselâmı gördüğünü ve onun: “Bunlar benim oğullarımdır, kızımın oğullarıdır; Allahım, ben onları seviyorum, sen de onları sev ve onları sevenleri de sev” dediğini rivâyet etmektedir. Bir defasında da “Hüseyin benden, ben Hüseyindenim. Allahü teâlâ Hüseyin’i seveni sever” buyurmuştu. Hazreti Hüseyin, daha bir çok hadîs-i şeriflerle medh edildi.

Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîm’de, Ehl-i beyte, buyuruyor ki: “Allahü teâlâ, sizlerden ricsi, ya’nî her kusur ve kirleri gidermek istiyor ve sizi tam bir taharet ile temizlemek irâde ediyor.” Eshâb-ı kiram sordular. Yâ Resûlallah! Ehl-i beyt kimlerdir? O esnada, İmâm-ı Ail geldi. Mübârek hırkasının altına aldılar, Fâtıma-tüz-Zehrâ da geldi. Onu da yanına aldılar. İmâm-ı Hasan geldi. Onu da bir yanına, İmâm-ı Hüseyin geldi. Onu da öbür tarafına alarak, “İşte bunlar, benim Ehl-i beytim” buyurdular. Bu âyet-i kerîme ve ilgili hadîs-i şerîfler, Resûlullahın iki mübârek torununu sevmenin şart olduğunu belirtmektedir.

Hazreti Hüseyin buyurdu ki: Birgün yüksek dedemin huzûruna varmıştım. Ubeyy bin Kâ’b da huzûrunda idi. Bana: “Merhaba, ey Ebû Abdullah, ey göklerin ve yerin süsü!”diye hitâb etti. Ubeyy bin Kâ’b hazretleri, yâ Resûlallah! Göklere ve yere senden başka süs var mıdır? dedi; Resûlullah: “Beni insanlara Peygamber olarak gönderen Allahü teâlânın hakkı için Hüseyin bin Ali, yeryüzünün merkezinin süsüdür. Ondan ziyâde süs, göklerin tabakalarıdır” buyurdu.

Birgün Hazreti Hüseyin, Resûlullah efendimizin yanında idi. Annesine gitmek istiyordu. Hava yağmurlu idi. Resûlullah duâ buyurdu. Hüseyin ( radıyallahü anh ) eve gidinceye kadar, yağmur ara verdi. Birgün Resûlullah efendimiz, Hazreti Hüseyin’i sağ dizine, oğlu İbrâhîm’i sol dizine aldı. Cebrâil aleyhisselâm gelip, Hakteâlâ, bu ikisinden birini alacaktır. Sen birini seç dedi. Eğer Hüseyin vefât ederse, benim canım yandığı gibi, Ali’nin ve Fâtıma’nın da canları yanar. Eğer İbrâhîm giderse, en çok ben üzülürüm. Benim üzüntümü, onların üzüntüsüne tercih ediyorum buyurdular. Üç gün sonra oğulları İbrâhîm vefât etti.

Hüseyin ( radıyallahü anh ), Resûlullahın yanına her gelişinde onu öper ve “Selâmet ve se’âdet o kimseye ki, oğlum İbrâhîm’i ona feda ettim” buyururdu. Hazreti Hüseyin’in ilk çocukluğu Resûlullah efendimizin derin sevgi ve şefkati içinde geçti. Ancak bu hâl, çok sürmedi. Hüseyin ( radıyallahü anh ), bundan sonra ilmini ve edebini babasının yanında tamamladı. Beş çocuğu oldu. Sırası ile, Ali Ekber, Ali Asgar, Ca’fer, Fâtıma ve Sekîne.

İmâm-ı Hasan ve Hüseyin ile Abdullah bin Ca’fer (r.anhüm) Medine-i Münevvere’ye giderlerken yiyecekleri kalmadı. Sahrada olduklarından yiyecek bir şey alınacak yerde olmayıp açlık ve susuzluktan iyice bunaldılar. Sonra “Allaha, tevekkül ettik” diyerek yoldan saptılar. Biraz ilerlemişlerdi ki, ovanın ortasında bir karartı gördüler. Ona doğru gittiler. Siyah bir çadır, içinde ise, bir kadın vardı. Kadına selâm verdiler. Kadın selâmlarını aldı. İyi karşıladı. Bu üç zatın dünyâya rağbetleri olmadığını anladı. Kadına: “hiç yiyeceğin var mı? diye sordular. Bir keçim var. Kendiniz sağın için” dedi. Birisi sağdı. Her biri birer çanak içtiler. Sonra kadına: “Başka yiyeceğin var mı? diye sordular. Kadın: “Keçiyi kesin yiyin” dedi. Abdullah bin Ca’fer ( radıyallahü anh ) kesti pişirdi. Üçü beraber yediler. Allahü teâlâya hamd ettiler. Atlarına bindiler. Kadına “Medine-i Münevvereye geldiğinde muhakkak bize uğra. Biz seyyidlerdeniz. Hâşimîlerdeniz” diyerek yola koyuldular. Bir zaman sonra kadının kocası geldi. Keçiyi göremeyince ne oldu diye sordu. Kadın olup biteni anlattı. Kocası üzüldü. “Biliyorsun o keçiden başka bir şeyimiz yok. Şimdi ne yapacağız?” diyerek kadını azarladı. Kadın: “Allahü teâlâ rahîmdir, kullarını aç bırakmaz. Böyle güzel yiğitler gelip te, onları misâfir etmeden göndermek insafa sığmaz” dedi, Daha sonra kadın, kocası ile Medine-i Münevvereye birşeyler alıp satmak için gittiler. Hikmet-i ilâhi Hazreti Hasan’a, Bâb-ı selâm önünden geçerken rastladılar. Hasan ( radıyallahü anh ) kadını ve kocasını huzûruna çağırttı. Kadına: “Beni tanıdın mı?” dedi. Kadın: “Hayır” dedi. “Bir zamanlar senin evine üç kişi gelmiştik. Bize süt ikram etmiştin. Bir de keçini kesmiştik. Onlardan biri benim” dedi. Bunlara çok ikram da bulundu: Yanında fazla bir şeyi olmadığından, Beyt-ül-mâl emînine adam gönderip, bin dirhem gümüş ve yüz koyun borç istedi. Getirdiler. Bunların hepsini kadına bağışladı. “Bizi mazur görün” buyurdu. Bu karı-kocanın yanlarına adam vererek, Hüseyin’e ( radıyallahü anh ) gönderdi. Hazreti Hüseyin de bunları iyi karşılayıp, yanında bulunduğu kadar ikram etti. Fazla olmadığından Beyt-ül-mal emîninden bin dirhem gümüş ve ikiyüz koyun borç istedi. Hepsini kadına verip özür diledi. Yanlarına adam verip, Abdullah bin Cafer’e ( radıyallahü anh ) gönderdi. Abdullah ( radıyallahü anh ): “İki İmâm’a uğradınız mı?” buyurdu. “Evet” dediler. “Keşke daha önce bana uğrasaydınız. Onların yanında dünyâ malı bulunmaz, belki sıkıntı çekmişlerdir” dedi. Bunlar imamların yaptıkları ikramları söylediler. Abdullah ( radıyallahü anh ) da ikibin dirhem gümüş ve dörtyüz koyun verdi. Mezkûr karı-koca yediyüz koyun ve dörtbin dirhemi alıp sevinerek evlerine döndüler.

Eshâb-ı kiramdan Dıhye ( radıyallahü anh ) devamlı ticâret için sefere gider gelirdi. Çok güzel yüzlü idi. Cebrâil (aleyhisselâm) çok defa Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûruna Dıhye ( radıyallahü anh ) şeklinde gelirdi. Bir gün Cebrâil (aleyhisselâm) Fahri âlem ( aleyhisselâm ) hazretlerinin huzûrunda bulunuyordu. O zaman henüz küçük olan Hasan ve Hüseyin ( radıyallahü anh )’dan biri Cebrâil aleyhisselâmı gördü. Hemen kardeşinin yanına koşarak: “Dıhye ( radıyallahü anh ) dedemizin yanında oturuyor, haydi gidelim” dedi. Koşup mescide girdiler. Cebrâil aleyhisselâmın dizlerine oturdular. Ellerini Cebrâil aleyhisselâmın koynuna soktular. Resûlullah ( aleyhisselâm ) torunlarının bu hareketini görünce hicâb edip, mani olmak istedi. Cebrâil (aleyhisselâm), Resûlullahın mahcûb olduğunu görünce dedi ki: “Ya Resûlallah! Niçin sıkılıyorsunuz? Fâtıma ( radıyallahü anha ) teheccüd namazını kılarken Hak teâlâ beni gönderir, bunların beşiklerini sallardım. Fâtıma ( radıyallahü anha ) rahatça namazını kılardı. Çocukların bu hareketini bana karşı edebsizlik saymayın. Bazan da bunların anneleri namazdan sonra uyurken, bunlar ağlardı. Hak teâlâ yine beni gönderir, anneleri uyanmasın diye beşiklerini sallardım, ağlamazlardı. Bunların yanıma gelip, ellerini koynuma sokmalarında bir mahzur yoktur.” dedi.

Resûlullah ( aleyhisselâm ) “Ey kardeşim Cebrâil! Şimdi bir şey yapmadılar. Daha ileri giderler endişesiyle mâni oldum. Çünkü, Eshâbımdan Dıhye ( radıyallahü anh ) isminde birisi vardır. Çok kerre sefere çıkar. Her dönüşünde bunlara hediyye getirir. Sizi Dıhye ( radıyallahü anh ) zannedip, ellerini koynunuza soktular” buyurdu. Cebrâil aleyhisselâm:

“Yâ Rabbi! Beni Habîbinin ( aleyhisselâm ) yanında utandırma” diye duâ etti. “Oturduğun yerde gözlerini kapa, elini Cennete sok, eline ne gelirse al.” diye hitap geldi. Cebrâil (aleyhisselâm) ellerini Cennete saldı. Bir yeşil salkım üzüm, bir kırmızı nar eline geldi. Hazreti Hasan üzümü, Hazreti Hüseyin de narı aldı. Bunları yerlerken bir dilenci geldi. “Ey Ehl-i beyt! O üzüm ve nardan bana da verir misiniz?” dedi. Resûlullah’ın ( aleyhisselâm ) yüksek yaratılışlı torunları vermek istediğinde Cebrâil (aleyhisselâm) mâni oldu. “Yâ Resûlallah! O dilenci şeytandır. Cennet meyvaları ona haram iken hile ile yemek istedi.”

Hazreti Hüseyin’in yüzü, karanlık gecede etrâfını aydınlatırdı. Yaya olarak yirmibeş defa hacca gitti. Beraberindekiler bineklere binse de, kendisi binmezdi.

Buyurdular ki: “Cömerd efendi olur, cimri hor olur. Bu âlemde bir mü’min kardeşinin iyiliğini, kendinden önce düşünen, öbür âlemde daha iyisini bulur.”

Hüseyin ( radıyallahü anh ), hep babasının yanında idi. Babası şehîd olunca, Medine’ye geldi. Hazreti Muâviye’nin vefâtında Yezîd’e bi’at etmedi. Kûfeliler kendisini çağırıp halife yapmak istedi. Kardeşi Muhammed bin Hânefiyye, İbni Ömer, İbni Abbâs ve daha nice Eshâb-ı kiram ( radıyallahü anh ) mâni oldular ise de, nasihatlerini dinlemeyip, yetmişiki kişi ile Mekke’den Irak’a yola çıktı. Yezîd, Şam’dan bunu haber alınca, Irak vâlisi Ubeydullah bin Ziyâd’a emir gönderip, Kûfe’ye sokma dedi. Bu da, Sa’d İbni Ebî Vakkâs’ın oğlu Ömer’in kumandasında bir ordu gönderdi. İbni Ömer, geri dönmesini bildirdi ise de, imâm kabûl etmeyip harp etti. Yanında bulunanlara da tekrar tekrar teslim olun denildi ise de, 72’si de şehîd oluncaya kadar savaşa devam etti.

Sinân bin Enes Nehaî, Hazreti Hüseyin’i, Hicret’in 61 (m. 681) yılında Muharremin onuncu günü Kerbelâ’da şehîd etti. Mübârek oğlu Zeynel’âbidin küçük olduğu için öldürülmedi. Kadınlar ve imâmın mübârek başı ile Şam’a gönderildi. Mübârek başı, Mısır’da Karâfe kabristanında medfûndur. Peygamberimizden bizzat işiterek rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerden bazıları:

“Kişinin İslâmının güzelliği mâlâyaniyi terk etmesidir.”

“Resûlullah ( aleyhisselâm ) yoldan geçen bir yahudinin cenâzesi için ayağa kalktı ve buyurdu ki: “Kokusu beni rahatsız etti.”

“Bahil (cimri) o kimsedir ki yanında ismim anıldığında bana salat ve selâm getirmez.”

Yine İbnî Abbâs ( radıyallahü anh ) anlatmıştır. Bir gün Hazreti Hasan ile Hazreti Hüseyin’i güreştirdiler. Güreşmeye başlayınca, Resûlullah ( aleyhisselâm ) tut yâ Hasan ( radıyallahü anh ) derdi. Hazret-i Fâtıma yâ Resûlallah! Yalnız Hasan’a mı diyorsun? Resûlullah ( aleyhisselâm ) “İşte Cebrâil (aleyhisselâm) tut yâ Hüseyin! diyor”, buyurdular.

Hazret-i Hüseyin ile ilgili olarak Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki:

“Ben bir ağaca benzerim. Fâtıma, bunun kökü, Ali gövdesi, Hasan ve Hüseyin meyvesidir.”

“Genç olarak Cennete girenlerin seyyidi Hasan ve Hüseyin’dir.”

“Hüseyin benden, ben de Hüseyin’denim. Hüseyin’i seveni Allahü teâlâ sever. Hüseyin torunlardan bir torundur.”

“Hüseyin’i seveni Allahü teâlâ sever.”

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]1) El-İstiâb cild-1, sh. 378
2) Üsûd-ül-gâbe cild-2, sh. 18
3) Taberî, Târîh cild-2, sh. 272
4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1015
5) Eshâb-ı Kirâm, sh. 348
6) Kısâs-ı Enbiya cüz-7, sh. 192
7) Refakat-ı Hüseyn sh. 3
8) İkd-ül-ferîd cild-2, sh. 219
9) Ensâb-ül-eşrâf cild-4, sh. 82
10) El-Kâmil fi’t-Târîh cild-4, sh. 48
11) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-4, sh. 242
12) Sahîh-i Müslim cild-7, sh. 130
[/toggle]