Siirt – Tillo’ya 5 km uzaklıkta bulunan Taşbalta köyünde kabristan içerisinde
Rufai Tarikatı şeyhi Nurettin Hazretleri’nin alçak kapılı türbesi basit yapılı olup zikirde kullanılan hançer ve üzerinde Arapça yazılar bulunan kılıcı muhafaza edilmektedir.
İlçeye yedi km. mesafede bulunan İkizbağlar (Tom) köyü girişinde Şeyh Muhammed Tomani Hazretlerinin türbesi bulunmaktadır. Sandukası üzerindeki kitabenin sekiz yüz yıllık olduğu nakledilir. Yaklaşık 1.300’lü yıllarda Suudi Arabistan’ın Teymen kentinde dünyaya geldiği, önce Mardin iline, ardından buköye yerleştiği anlatılır.
Şeyh Muhammed Tomani hazretlerinin Peygamber Efendimizin (s.a.v.) torunu İmam Hüseyin’in soyundan geldiği, iki çocuğunun olduğu halkarasında anlatılır. Türbede bulunan ve gövdesi kaplan görünümünde olan ağacı, hasta insanların şifa bulmak amacıyla kullandığı görülür. Bu ağacın Şeyh Muhammet El Tomani’nin evliyalık işareti olduğu rivayet edilir. Gövdesi türbe duvarına oldukça yakın bir mesafede bulunan bu ağaç üzerinden dökülen suyla kadının hamile kalacağına inanılır. Köyün adını Şeyh Muhammed Tomani’den aldığı söylenmektedir. Ayrıca, il merkezinde türbesi bulunan Şeyh Naccar Hazretlerinin kabrinin civarında medfun Seyyid Halil Tomani Hazretlerinin buradan gittiği rivayet edilmektedir.
Siirt – Tillo – Dereyamaç köyünde , köy camiinin hemen arkasında
Önceleri merkeze bağlı bir köy konumundayken ilçe olması üzerine Tillo’ya bağlanan Fersaf köyünde dünyaya gelen Muhammed El Fersafi (1816-1891)’nin lakabı Hazin’dir. Bu lakabın bir istiğrak halinde kendisine ait salavat-ı şerifesini söylerken, “Kul Ya Hezin, Kul!” hitabına mazhar olduğu ve kendisine bizatihi Hazret-i Muhammed tarafından verildiği, nakledilir.
Moğolların Bağdad’ı işgal etmeleri üzerine şerif olduğu (Hazret-i Hasan’ın soyundan geldiği) belirtilen cetlerinin Anadolu’ya göç ettikleri ve Fersaf köyüne yerleşerek halkı irşada başladıkları anlatılır. Babası Şeyh Musa Efendidir. İlk tahsilini Siirt’te Hamid Ağa Medresesinde yapmıştır. Siirt’teki Hocası Molla Halil el Siirdi’dir. Molla Halil el-Ömeri Hazretleri, kendisine emanet edilen Muhammed’i çok sever ve ona daima iltifatta bulunur. Başlangıçta onu, maiyetindeki alimlerden birinin ders halkasına tayin ederse de çok geçmeden huzuruna çağırarak bizzat kendi halkasına katılmasını emreder. Ondan sonra Muhammed el-Fersafi tam on dört yıl boyunca bu üstadın rahle-i tedrisinde ilim tahsil eder. Bu müddet içerisinde hocasının derin sevgisini kazanır ve hususi sohbetlerinde bulunur. Molla Halil Efendi Hazretleri (rahmetullahi aleyh), bazen talebesi Muhammed el-Fersafi’yi çağırır, saçını ona tıraş ettirir, bu vesile ile de kendisine dua eder.
Daha sonra Mardin’e giden ve iki yıl süreyle Kasımpaşa Medresesinde ilim tahsil eden Muhammed el Hazin oradan Irak’a geçerek Şeyh Muhammed El Behdini, Şeyh Haydar el Sohrani ve Şeyh Abbas el Bağdadi’den tasavvuf dersleri alır. Sonra memleketine dönerek Şeyh Salih Sipki Hazretlerini ziyaret eder. Onun işareti üzerine, uzaktan akrabası ve medrese arkadaşı olan Hakkarili Seyyid Taha (ks.) Hazretlerine müracaat ederek onun tavsiyelerini alır.
Seyyid Taha Hazretleri, Şeyh Muhammed el- Fersafi’den yaşça büyüktür. Onun için Şeyh Muhammed ona derin bir saygı gösterir, nasihatlerini dinler. Gıyabında, “Amcamız, büyük üstadımız”, diye kendisinden bahsetmektedir. Seyyid Taha Hazretleri, Muhammed el-Fersafi’ye, “Sevgili yeğenim, senin kalbinin anahtarı Halepçe’de, Şeyh Osman Efendi Hazretlerinin elindedir”, diye buyurur112. Bunun üzerine Muhammed el-Fersafi, Halepçe’ye giderek Şeyh Osman Tavili (ks) Hazretlerinin manevi terbiyesine girer. Şeyh Osman Hazretleri, Mevlana Halid-i Bağdadi (ks), Hazretlerinin halifelerindendir113. Muhammed el-Fersafi burada bir müddet seyrü süluk ile olgunlaştıktan sonra tasavvuf icazetnamesini de alarak üstadı tarafından irşad vazifesiyle görevlendirilir.
Şeyh Muhammed el-Fersafi, 1844 yılında, Irak’tan dönerek doğduğu Fersaf köyüne gelip yerleşir. Burada irşad ve tedris hayatına başlar. Kurduğu medresede yüzlerce talebe yetiştirir. İnsanlara daima zühd ve takva yolunu gösterir. Çok geçmeden bölgenin alimleri ona büyük bir hürmet duymaya başlar ve onu ziyaret ederek ilminden istifade etmeye çalışırlar.
Bunların başında vaktiyle ona ders veren Molla Halil Efendi Hazretlerinin çocukları ve yakınları gelmektedir. Bunlardan, Molla Ömer Efendi ve Zokaydalı Molla Abdülkahhar Efendi en meşhurlarıdır. Ayrıca Nuvinli Şeyh İbrahim Efendi, Halid bin Velid (ra)’in soyundan gelen Siirtli Şeyh Abdullah Efendi, Siirtli Mahmud Cemaleddin Efendi, Siirtli Şeyh Hattab Efendi, Zadolu Şeyh Muhammed Efendi, Huvitli Şeyh Abdullah Efendi, İskambolu Şeyh Derviş Efendi, Fersaflı Şeyh Abdülhakim Efendi ve Verkanisli Şeyh Fethullah Efendi gibi şahsiyetler, onun yanında tasavvuf terbiyesi alırlar. Bu zatlardan Fersaflı Şeyh Abdülhakim Efendi, Zokaydalı Şeyh Abdülkahhar ve Verkanisli Şeyh Fethullah Efendi Hazretleri, daha sonra üstadları Şeyh Muhammed Fersafi’nin işareti üzerine Seyda-yi Taği Hazretlerine giderek seyrü süluk terbiyesini onun yanında tamamlamışlardır.
Şeyh-ül Hazin Hazretleri hayatta iken, defnedileceği yeri göstererek Halid Bin Velid’in (r.a.) savaş sırasında çadırını oraya kurmuş olduğunu söylediği, rivayet edilir. Türbenin yapımı sırasında toprağın altında birkaç ok ve kıvırcık saçlı bir şehit bulunur. Şeyh Muhammed El Hazin’in Türbesine götürülen akıl hastalarının iyileştiklerine inanılmaktadır. Türbede bulunan bir zincire bağlanan ve geceyi orada geçiren hastaların ertesi gün iyileşmiş olarak evlerine döndükleri anlatılır. Diğer taraftan, Şeyhü’l Hazin türbesindeki ağaç, hamile kalmak isteyen kadınlar için kutsal kabul edilir.
İlahi aşka dair kasidelerinden başka onun Hazreti Peygamber (sav)’e «Gayatü’l-Hayrat» adı altında manzum olarak yazıp hediye ettiği on üç kıta salevatı şerifeleri vardır. Bu salevat, doğuda geniş bir muhitte namazlardan sonra okunmaktadır. Şeyh Muhammed el Hazin’in Arapça bir münacaatı bulunmaktadır. Münacaatında, Allah’tan visali istemiş, Allahü teala ise ilhamla ona şöyle cevap vermiştir:
“Ya Hazinu kad karrabtüke ileyye bil visali Ve refe’tü lekennikabe an vechi Cemali”
Yani: “Ey Hazin, seni visalim ile kendime yaklaştırdım. Ve perdeyi cemalimin yüzünden sana kaldırdım.” (Dördüncü beyitin sonuna kadar devam eder.)
Bazı kasidelerinde, “Mevlana Halid-i Bağdadi, Zülcenaheyn, yedi yaşımda iken bana hırka giydirdi”,demiştir. Mevlana Halid, vefat ettiğinde Şeyh-ül Hazin yedi yaşındadır. Şeyh Muhammed el Hazin’in bazısı Arapça, bazıları Kürtçe olmak üzere kasideleri vardır. Şeyh, bu kasidelerin bazılarında Allah’ın kendisine ihsan ettiği nimetlerden bahseder. Muhammed el Hazin’in kerametlerinden biri de, vefatından hemen önce, “Gök ve yer onların ardından (helakine) ağlamadı, onlara mühlet de verilmedi” (Duhan süresi:29) mealindeki ayet-i kerimeyi okuyup, tefsir ettikten sonra şöyle der. “Melekler kuş suretine bürünüp Allah’ın bazı velilerinin cenazeleri ile birlikte giderler.” Nakledilir ki, cenazesi ile birlikte hazır olanlar, bu yabancı kuşları görmüşlerdir.
Şeyh-el Hazin Hazretlerinin ilk hanımı olan Şeyğıt Fatım Hanımdan Muhyeddin, Kutbeddin, Abdullah, ikinci hanımı Şeyğıt Hanife hanımdan Fahreddin, Necmeddin, Sadeddin, Kemaleddin, Nureddin, üçüncü hanımı Şeyğıt Halime hanımdan Vefaeddin, Şerafeddin, Alaeddin, ve Diyaeddin isimli çocukları olur. Anlatılır ki, Siirt ve havalisinde uzun süre yağmur yağmamıştır. Dereler kurumuş, değirmenler çalışmaz olmuştur. Muhammed Hazin bu günlerde talebelerine, “Kalkın! Unumuz kalmadı, değirmene gidip un öğütelim.”, der. Talebelerinin, “Değirmenler su olmadığı için çalışmıyor.”, demesine rağmen, “Gidelim!”, der. Bir çuval buğday alıp değirmene giderler. Muhammed Hazin talebelerine değirmeni temizlemelerini söyler. Kendisi dolabı tamir eder. Bu sırada gökyüzünü yavaş yavaş bulutlar kaplar. Bir süre sonra yağmur yağmaya başlar. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur dereyi coşturur ve değirmen çalışmaya başlar. Buğday öğütme işi tamamlanınca, yağmur diner. Muhammed Hazin Hazretleri, ömrünün sonuna doğru rahatsızlanıp, yatağa düşer. Vefat anı yaklaştığında yanında talebelerinden olan müezzini Yusuf Efendi vardır. Muhammed Hazin bir ayet-i kerime okuduktan sonra şöyle buyurur. “Allahü tealanın kullarından bazıları öldüklerinde, gökler kendilerine doğru yükselen amellerin son bulması sebebiyle ağlarlar. Yine aynı şekilde yerler de üzerlerinde yapılan iyi amellerin kesilmesinden dolayı ağlarlar. Melekler bu sırada garip kuşlar şeklinde gelip, cenaze ile birlikte giderler. Sübhanallah velilerin ruhları ne kadar hızlı! Meleklerden daha çabuk gelip gidiyorlar.”, der. Daha sonra Yusuf Efendiden Kur’an-ı kerim okumasını ister. Yusuf Efendi Kur’an-ı kerim okurken Muhammed Hazin vefat eder. Cenazesi evden çıkarıldığında hafiften yağmur yağmaya ve etrafta kalabalık halde garip kuşlar uçmaya başlar.
Dereyamaç köyündeki türbesi, halk tarafından ziyaret edilir. Türbeye asabi olan insanlar götürülür, şifa bulacağına inanılır. Ayrıca ağlayan çocuklara da burası ziyaret ettirilir. Hastalar buradaki odada zincirlere bağlanır ve birkaç saat durmaları sağlanır. Yine türbede bulunulan tokmağı ağrısı olanlar, ağrıyan yerlerine vurarak ağrılarının geçeceğine inanırlar. Konuşamayan insanları da, bu türbeye ziyarete götürürler ve buradaki hayvan gemine benzeyen tahtayı, hastaların ağızlarına koyarak, konuşacaklarına inanırlar.
Kaynak ; Siirt Evliyaları , Abdulhalim Durma , sayfa 153-158
Şeyh Said hazretlerinin buradan başka Siirt Conkbayır Mahallesi, ve Doluharman köyünde de kabri olduğu söylenir. Anlatılır ki, yetim büyüyen bu Şeyh Said hazretlerine üvey annesi eziyet eder. Onu bir kış günü dama çıkartıp toprak damın akmasını önlemek için ağır silindir taşla loğlamasını ister. Zayıf çocuk damın bir kenarında oturur semavattan inen yılanlar sayesinde silindir bir o yana bir bu yana gidip gelir. Üvey annesi bu durumu görünce eziyetten vazgeçer. Ormandan çalı-çırpı toplarken ipi evde unuttuğunu görünce yılanları birbirine bağlayarak ip niyetiyle çalıları bağlayıp öylece köye dönmüş olduğu anlatılır. Köyde yılan sokma vakasına rastlanmaz. Toprağını evlerinde bulundurarak yılan-akrep sokmalarına karşı korunacağına inanılır. Aynı şekilde, Şeyh Said türbesinde bulunan ve şeyhin kendi eliyle diktiğine inanılan dut ağacından alınan bir parça dalın da yılan ve akrep sokmalarına karşı koruyucu olduğuna inanılır. Türbenin etrafı ihata duvarı ile örülüdür.
Siirt Evliyaları , Abdulhalim Durma , sayfa 150
İstanbul – Eyüp Kabristanında . Piyerlotiye çıkan İdris köşkü yolunda Kaşgari dergahına gelmeden solda .
6 Mayıs 1980. Türk Edebiyatı Vakfı, vefatından tam üç yıl önce Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e “Sultanü’ş-Şuara” (Şairler Sultanı) unvanını takdim etti. Necip Fazıl, 26 Mayıs 1904’te Çemberlitaş’tan Sultanahmet’e doğru inen sokakların
birinde büyük bir konakta doğar. Bahriye mektebine gireceği 1916 senesine kadar Büyükdere’de Emin Efendi isimli sarıklı bir hocanın işlettiği Mahalle Mektebi’nden başlayarak çeşitli okullara devam eder. Fransız Papaz ve Kumkapı’daki Amerikan Koleji’nde öğrenim görür. 1916’da, “Ne oldumsa bu mektepte oldum.” dediği, şahsiyetini şekillendiren Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye-i Şâhane’ye imtihanla alınır. İlk aruz denemelerini orada kaleme alır. 1920 yılında Bahriye Mektebi’ni bitiren şair, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girer. İlk şiirleri, Ziya Gökalp’in kurup Yakup Kadri ve arkadaşlarının çıkardığı “Yeni Mecmua”da yayımlanır. Dönemin Millî Eğitim Bakanlığı’nın yurtdışı bursunu kazanarak, 1924 senesinde Paris Sorbonne Üniversitesi’ne kaydolur. Paris’in gece hayatı ve aldatıcı cazibesinde bohem hayatı yaşar. Paris’te derin bir bunalıma düşen şair, devletin kendisine gönderdiği bütün parayı kumarda harcar. Millî Eğitim Bakanlığı tarafından üniversiteye gitmediği ve parasını kumarda harcadığı öğrenilince bursu kesilir, yurda dönmesi istenir ve İstanbul’a döner. 1925’te ilk şiir kitabı Örümcek Ağı’nı yayımlar. O yıllarda bir arkadaşının aracılığıyla Felemenk Bahr-i Sefid Bankası’nda işe başlar. Daha sonra kısa sürelerle Osmanlı Bankası’nın çeşitli şubelerinde çalışır. 1928 senesinde, “Kaldırımlar” adlı ikinci şiir kitabını çıkarır. Henüz 24 yaşında iken yayımladığı bu eseriyle büyük bir şöhrete kavuşur. 1932 senesinde askerliğini bitirdikten sonra üçüncü şiir kitabı “Ben ve Ötesi”yle şöhretin zirvesine çıkar. Öyle ki, şiirleri ders kitaplarına girer. Varlık dergisinin kurucusu Yaşar Nabi, onun için “bir mısraı bir millete şeref verecek şair” ifadesini kullanır. Fakat şairin 1934 yılına kadarki buhranlı hâli ve çalkantılı dönemi hep aynı arayışın doğum sancıları içerisinde geçer. Büyük şehirlerin serseri kaldırımlarından, duvarları yaralı otel odalarına, azap kulesi bacalardan, ölüm çanın-dan da acı kampana seslerine kadar gördüğü, duyduğu ve tattığı her şeyde aynı şüphe, korku ve cinnet hâlet-i rûhiyesi içindedir. Kurtuluşu arayan bir seyyah gibi yapayalnızdır. “Her fikir, beyninde bir çift kelepçe” olan şair, “benlik kazanında” dev sancıların pençesindedir:
“Bir fikir ki, sıcak yarada kezzap,
Bir fikir ki, beyin zarında sülük
Selâm, selâm sana haşmetli azab;
Yandıkça gelişen tılsımlı kütük”
Ve bir akşam, çalıştığı bankadan evine dönerken vapurda karşısında oturan ve gözlerini ondan hiç ayırmayan “Hızır” tavırlı garip bir adam, ona ruh dünyasında çektiği “hafakanlar”, “zonklamalar”, “kanlı kıymıklar” ve bütün ıstıraplarının ilâcını verecek, kurtuluş reçetesini yazacak müjdecisi Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin adresini verir.
“Tanrı Kulundan Dinlediklerim” isimli eserinin “O’nu Nasıl Tanıdım” başlıklı ilk yazısında şöyle der: “Dinmek bilmez bir ağrı çeken diş… Ne kibrit çöpünden imdat, ne berber kerpeteni, ne karanfil yağı, ne de eczacı güllacından… İşte böyle; bir zamanlar beynim ‘mutlak hakikat’ acılarına yataklık etti… Ağrıyan akıl dişimdi.”
“Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş
Fikir çilesinden büyük işkence”
mısralarıyla anlattığı 30 yıllık büyük ruh ıstırabı, korkunç fikir buhranı 1934 yılında “Eyüp’teki eski bir tekkede” şairin sonradan “Tanrıkulu” adını vereceği “müjdecisi, efendisi”ni ilk ziyaretiyle daha da şiddetlenecektir; çünkü şair, eski bohem hayatıyla efendisinin ona telkin ettiği hayat tarzı arasında bocalayacaktır. Yıllarca “deliler köyünden bir menzil aşkın”, “benliği bir kazan ve aklı kepçe”, “boşluğu ense kökünde gezdirerek” “öz ağzından kafatasını kusan” şair, “meçhuller caddesinin kimsesiz bir seyyahı” olarak, “mutlak hakikatin dönmez davacısı” oluncaya kadar bunalımlarını yaşamaya devam edecektir.
Efendi Hazretleri’ne tasavvuf hakkında sorduğu bir suâl üzerine aldığı cevap bütün ruh dünyasını alt üst eder; “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz… Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?”
“Ve uçtu tepemden birden bire dam;
Gök devrildi, künde üstüne künde…”
…
“Sanki burnum, değdi burnuna yokun,
Kustum öz ağzımdan kafatasımı.”
Çok zaman sonra şair, efendisinden aldığı tesiri şöyle anlatacaktır: “Onda; harikanın nasıl teşekkül ettiğini ve ne kadar benlikten kaçtığını ‘Terk-i Terk’ dedikleri makam… Her şeyi bıraktıktan sonra tekrar dünyaya avdet… Her an bir büyük huzurda olma kal’asının burcunda sancağı sallanıyordu! Sizinleyken sizinle değildir… Ama sizinledir… Bu irşad kutupluğu makamıdır. Bu mânâyı öyle yaşadım öyle duydum, öyle içtim ki..”1
“Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz
Yepyeni bir dünya etti hediye”
…
“Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;
Bir akşamdı ki, zaman, donacak kadar güzel”
Artık şair, fildişi kulesinden ‘agora’ tabir ettiği toplumun vicdanına inmiş, cemiyetin ve toplumun mücadele sahası olan meydanlarda ve fikir kulüplerinde çağımızın buhranını dile getirmeye başlamıştır. Fânîliğin, şehvetin ve korkunun bütün kapılarını zorlayan, yıllardır nefsin lâbirentlerinden bir çıkış noktası arayan şair, “kanına girdiği nurtopu günlerin” “yiyip bitirdiği kudsî emanetin” hesabını sormak üzere aynadaki hâlinin karşısına dikilir:
“Çıkamam, aynalar, aynalar zindan
Bakamam, aynada, aynada vicdan
Beni beklemeyin o bir hevesti;
Gelemem, aynalar yolumu kesti”
Şair artık sanatta gâyenin Allah’ı aramak olduğuna inanmaktadır:
“Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış
Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış”
Bu arada, bohem hayatının karanlıklarından kurtularak “müjdecisi, efendisi”nin “ruhuna çaktığı büyük temel çivilerinden” aldığı kelimeler üstü bir tesirle yeniden doğan şairi, dönemin münekkit ve yazarları içlerine sindiremez, çok garipseyerek çeşitli yakıştırmalarda bulunurlar: “İslâm komünisti!”, “Sâbık şair”, “Şiirine yazık etti!”
Ancak şairin kendi ifadesiyle içini öyle bir “sosyal mücadele ruhu; sanatının muhtaç olduğu cemiyeti yoğurma heyecanı” kaplar ki, kısa bir zamanda geniş kitlelerin sahipleneceği Büyük Doğu mecmuasının ilk sayısını çıkarır (1943). Artık toplum üzerinde oluşturulan baskılar, sosyal adaletsizlik, ahlâksızlıklar ve materyalist fikir akımlarına karşı bir ‘dur’ deme vakti gelmiştir:
“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak
Haykırsam kollarımı makas gibi açarak”
feryadına karşı yurdun dört bir köşesinden Büyük Doğu’nun açtığı cepheler vasıtasıyla büyük destek gelmiş ve üstadın hep aradığı, özlemini çektiği gençliğin ilk tohumları atılmıştır.
“Ben bir genç arıyorum, gençlikte köprübaşı!
Tırnağı en yırtıcı hayvanın pençesinden
Daha keskin eliyle başını ensesinden,
Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına
…
Soruverse: ben neyim ve bu hâl neyin nesi!
Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi!”
Dönemin despotik güçlerinin materyalist ve pozitivist fikirlerini dayatmalarına rağmen o, 35 yıl boyunca yayın hayatına devam eden Büyük Doğu mecmuasıyla edebî, fikrî ve siyasî sahalarda amansız bir mücadele verir.
Memleket ve millete sinsice sızan tehlikeleri, cemiyetin vicdanına sunar; “İşte bangır bangır ilân ediyoruz… İşte dâvânın bamteli… Evet tekrarlıyoruz ve bin kere tekrarlasak da az buluyoruz ki, komünizma bâtılın ve dalâletin sistemi olsa da… Ona karşı koyma hakkı ancak hakkın ve hidayetin sistemi İslâmiyet’tedir…”
1952’de Vatan gazetesinin sahibi ve başyazarı Ahmet Emin Yalman’ın Malatya’da bir suikast teşebbüsünde yaralanması ile başlayan hâdiseler, dönemin basını tarafından özellikle Büyük Doğu’ya karşı karalama kampanyasına dönüştürülmüş ve onu da, azmettirici sıfatıyla o meşhur savunmalarını yapacağı sanık sandalyesine oturtmuştur. 1964’te Büyük Doğu’nun 11’inci devresini açar ve Adnan Menderes için kaleme aldığı “Zeybeğin Ölümü” adlı şiirinden dolayı takibata uğrar.
1974’te daha önce “Örümcek Ağı/1925”, “Kaldırımlar/1928”, “Ben ve Ötesi/1932, “Sonsuzluk Kervanı/1955”, “Çile/1962” ve “Şiirlerim/1969” adlarıyla yayımlanan şiir kitaplarını yeni şiirleriyle birlikte tek kitapta; “Çile”de (1974/Bütün Şiirleri) toplar. Siyasî ve kültürel meseleleri ele alan meşhur “Rapor”ları, 1980 yılına kadar on üç yıl süreyle yayımlanır. 26 Mayıs 1980’de Türk Edebiyatı Vakfı tarafından “Şairler Sultanı” ve 1982 yılında yayımlanan “Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu” adlı eseri münasebetiyle de yılın fikir ve sanat adamı seçilir. Necip Fazıl 1981 yılında “İman ve İslâm Atlası” isimli eserini yazmak için bir daha çıkmamak üzere evinin küçücük odasına kapanır. Ömrünün son günlerini 1,5 yıllık mahkûmiyet kararı yüzünden her ân götürülme tehdidi altında kendini tamamen Allah’a adamış bir derviş yaşantısı içinde gerçek dostlarıyla mahzun sohbetler yaparak geçirir.
“Dünyam 78 yıllık bir çile, iç burkuntuları idi. ‘Ne ölüm terleri döktüm, nelerden…’ Varlık yokluk muamması, yok ölüm, yok hayatın gayesi. Ve milyarlarca karıncaya lâf anlat! Fakat şimdi görüyorsun işte: Zorlu nefs’e diz çöktürüyorum” der son sohbetinde.
Ve bir gece…
“Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!
Ölümü de öldüren Rabb’e secdeler olsun!”
dediği ve ömrü boyunca gergef gibi işlediği biricik meselesi sonsuza varma gerçeğinin zamanı gelmiştir. Yatağından doğrulup yorgun gözlerini, yedi kat göklere, ötelerin ötesine doğru diker… Ve son sözü:
“Demek böyle ölünürmüş!..” (25 Mayıs 1983)
…
“Hayatım, başından beri muazzam bir şeyi bulmanın cereyanı içinde akıyordu. Şu veya bu miskin vesilenin has-sasiyeti içinde birini arıyordum. Birini…
O kim mi?
Allah’ın sevgilisi…
Sonsuzluk ikliminin batmayan güneşi ve ebedilik sarayının paslanmaz tâcı…
Tek dâva O’nu bulmakta, bulduracak olanı bulmaktaydı.
Bin bir istikâmette seke seke, sağa sola büküle büküle, renkten renge bulana bulana, hiçbir şeyden habersiz ve insandaki bedava emniyet ve bedahet saadeti karşısında şaşkın, hep o “Bir” etrafında helezonlar çizilen bir hayat…
Benim hayatım budur!”
Batı kültürünün içinde yetişen ve saf şiirin asrımızdaki en güçlü temsilcisi olarak görülen Necip Fazıl, “Allah” demenin yasak olduğu bir dönemde inandığı değerler uğrunda “ciğerinden kalemine kan çekerek” davasının, kendi ifadesiyle “hohlaya hohlaya” buz dağlarını eritmenin mücadelesini vermiştir. “Ateşte ve cımbızda” bile olmadığını söylediği büyük fikir çilesi ona, “bir kanlı şafakta, yepyeni bir dünya hediye edecek”, “mukaddes emaneti ne yaptınız?” diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan gençliğin yetişmesi uğrunda tam otuz küsur yıl zindanlarda işkence görecek, “akrebin kıskacında bir hayat” yaşayacaktı. Ve bir gün, günü gelince “iyi insanların iyi atlara binip gittiği” âleme göçecektir.
Ömrünü ve bütün mücadelesini “tırnaklarıyla kazıyarak” ulaştığı “mutlak hakikat”e, kendi çok sevdiği ifadesiyle “öteler”e ve eşyanın hakikatine kenetleyen büyük şair, benliğin nefsinden toplumun ve cemiyetin nefsine hitap eden bir davanın çevresinde örgülenmiş hayatı ve sanatında, hep “Yüceler”i, “Mavera”yı ve “Allah”ı anlatmış ve sanatkârı “Allah’ı aramak memuriyetinde olan zamanın hakiki Fatih’i” şeklinde yorumlamıştır.
Koca bir imparatorluğun çöküşüne şahit olan şair, Balkan harpleri, Dünya savaşları ve Millî Mücadele sonrasında kurulan Cumhuriyet’e şahitlik edecek ve yaşanan bütün bu hâdiseler, onun ruh dünyasına önemli tesirler yapacaktır. Aynı dönemin buruk acılarına, yıkım ve sarsıntılarına daha erkenden şahitlik edecek olan Mehmet Âkif ve Yahya Kemâl de, koca bir devletin çöküşünden arda kalan acıları bütün derinliğiyle yaşayacak ve şiirlerinde resmedeceklerdir. Onlar, kapanan bir çağın önemli şahitleridirler. Türk şiirinin yeni temel taşları bu çileli yılların içinde döşenmeye başlayacaktır. Millî ve mânevî değerlerimizin hiçe sayıldığı, ilim ve irfanın hor görüldüğü, din ve tasavvufun dışlandığı ve mukaddesatın târumâr edildiği bir dönemde, yeni dünyanın içine düştüğü boşluğun perdesini kendi öz dişleriyle yırtarak çıkan Necip Fazıl, “duvara bir titiz örümcek ağı” gibi ördüğü şiirini inceden inceye inşa edecek ve âdeta asrımızdaki insanın yapması gereken “varlık muhasebesini” kendi şahsında yapacaktır.
Tiyatrodan romana, hikâyeden hatıraya kadar geride birçok önemli eser bırakan Necip Fazıl, şiirleriyle de bir devre ışık tutmuş ve saf şiirin asrımızdaki en önemli temsilcilerinden biri olmuştur. “Âlemin nâmütenahi kesretinden büyük ve merkezi vahdete ulaşmak, şiirin biricik gâyesidir” diyen şair “şiirlerinde Yunus’un derûni sesini, Fuzûli’nin yakıcı ıstırabını, Bâki’nin ihtişamını, Nef’i’nin öfkesini, Nâbi’nin hikmetli söyleşisini, Ziya Paşa’nın hicvini, Abdülhâk Hâmid’in metafizik ürpertisini, Mehmet Akif’in dinî duygularını ve Yahya Kemâl’in tarih özlemini toplamıştır.”3
Necip Fazıl’a yakınlığıyla bilinen ve onun şiirini ve ‘Poetika’sını en iyi yorumlayanlardan biri olan Sezai Karakoç, şu enfes değerlendirmeyi yapar: “Şiir, aslında Necip Fazıl’da sürekli olarak ‘ben’in hiçlikle yaptığı ölümüne savaşın en etkili ve belki de tek silâhıdır. Varoluş sırrı, hakikat sırrıdır asıl önemli olan. Zamanın raksı ne içindir? Bir son vardır; bu ‘ben’ bu soruların etrafında dönüp durmaktadır. Şair, mutlak hakikati arayıp durmaktadır.”4 Karakoç, Necip Fazılla ilgili tespitlerini özetle şöyle sürdürür: Benliğin bu büyük varoluş savaşını sürdüren Necip Fazıl, başlangıçta mistik bir güçle eşyanın, daha sonra karşısına çıkan ölümün perdesini kaldırarak birdenbire ruhun büyük cehdiyle hakikatle karşılaşmıştır. Bu, Allah’tır. Mâverâ perdelerinin gerisinde, ebedî, ezelî gerçek olan Allah, ‘Ben’in kurtuluşunun da anahtarıdır… Hakikati İslâm’ın Allah ve İnsan anlayışında bulan şair, tekrar meseleler ve davalar yüklü olarak topluma döneceğini Çile şiirinin sonunda ifşa etmektedir. Baudelaire, Varlaine, Mallarme, Rimbaud kaçtığı dünyalardan geri dönmemişlerdir. Ama Necip Fazıl, topluma ve insanlara geri dönmenin sorumluluğuyla toplumun ortasına atılmıştır. Bundan sonra çeşitli eserleriyle, neşriyle ve şiiriyle insanı kendi benini kurtaran gerçeğe çekmeye, çağırmaya çalışacaktır. Bu da İslâm dünyasının tarihi sosyolojik şartlarında çok çetin ve yıpratıcı bir savaşın içine girmek demek olmuştur.5
Dipnotlar
1- Ahmet Kabaklı, Sultanu’ş-Şuara, s.142, Türk Edebiyat Vakfı Yay., 1. Basım, Mat-Yapım – Kasım 1995.
2- Kabaklı, age, s.188.
3- Mustafa Miyasoğlu, Necip Fazıl Armağanı, Konak Yay., s. 304 – İstanbul Matbaa, Mayıs 2004.
4- Karakoç, Edebiyat Yazıları-II, Diriliş Yay., s.67, Diriliş, 1970 – 2.Baskı, Bayrak Matbaacılık – İstanbul 1997.
5- Karakoç, age, s.69.
Siirt – Tillo’da Gavsul Memduh hazretlerinin türbesinin içerisinde
1765 de Siirt’te dünyaya gelir. Babasının ismi Şeyh Mustafa Fani’dir. Gavs-ül-Memduh Hazretlerinin hanımıdır. Annesi Aişe Hatun şöyle anlatır. “Zemzem’e hamile idim. Bir gün bana gaibden bir zat görünüp, saliha bir çocuğumun olacağını müjdeledi. Kim olduğunu sorduğumda, bir melek olduğunu söyledi. Doğumuna kadar hamileliğim çok hafif geçti. Doğumundan on beş gün sonra bir gece uyandığımda kendisini emzirmek istedim. Üzerindeki örtüyü kaldırdığımda bütün vücudunun ilahi bir nura garkolduğunu gördüm. Hareket etmiyordu. Öldüğünü sandım. Üzerine eğildiğimde, nefes alıp verdiğini anladım. Sonra babasını uyandırıp, çocuğu ona gösterdim. Babası çocuğu kaplayan nura bakarak, onun ileride saliha bir hanım olacağını müjdeledi.”
Zemzem-i Hassa, anne ve babasının terbiyesinde yetişir. Vakitlerini Allahü tealanın rızası için ibadet ve taatle geçirmektedir. On altı yaşında büyük veli Gavs-ul-Memduh ile evlenir.
Bir gün Gavs-ul-Memduh ile oturmuş sohbet etmektedirler. Zemzem-i Hassa bir anda Hazreti Meryem’i yanıbaşında görür. Gavs-ül-Memduh’a, Hazreti Meryem’i görüp görmediğini sorar.O da, “Hayır göremiyorum.”, diye karşılık verince üzerine düşüp bayılır. Zemzem-i Hassa’yı cezbe kaplayıp Allahü tealaya zikrederken, sesi biraz fazla çıkınca, insanlar çekemeyip, kardeşi Molla Hamid’e şikayette bulunurlar. Molla Hamid de, Gavs-ül-Memduh’a haber göndererek onu bu hareketinden alıkoymasını ister. Gavs-ül-Memduh da hanımına, “Ya Mecnune! Zikir yapınca sesini yükseltme! Dedikodu olmasın.”, deyince hanımı, “Şayet Mecnun isem, yüce Mevlamdan dilerim ki, aynı durum sana da gelsin ve o lezzetin tadını tadasın. Müfsidlerin sözlerine aldırma. İnşaallah parlak sonumuzu görecekler.”, diye cevap verir. Gerçekten bir ay sonra, Gavs-ül-Memduh Efendi de de aynı şeyler olur.
Zemzem-i Hassa bir gece evinin damında Allahü tealayı düşünürken Kabe’nin pervane gibi etrafında döndüğünü görür. Bu arada gaybdan Tuvayle denilen tepede küçük bir mescid inşa ettirip içinde ibadet etmesine işaret edilir. Bunun üzerine denilen yerde Mescid-i Harama benzeyen bir mescid yaptırır. Zamanını burada ibadetle geçirir. “Mescidini Beytullah’a benzetmiş”, diye Siirt ve Şirvan alimlerinden bir kısmı Siirt’in meşhur alimi Molla Halil’e gelerek yıktırılmasını isterler. Büyük alim onlara şu karşılığı verir. “Bizim vazifemiz kendilerine bu mescidi hangi amaçla inşa ettirdiğini sormaktır. Şayet bize, bu mescid Kabe’nin takendisidir. Onu ziyaret eden hac farizasını yerine getirmiş olur, diye cevap verirse, dinen kendilerini bu gayr-i meşru hareketten alıkoyabiliriz.” Bunun üzerine Siirt kadısı Hacı Ömer’i, Gavs-ül-Memduh’a gönderirler. O da, “Amcamın kızı Zemzem halvetindedir, var git mescidi yaptırmasından gayesinin ne olduğunu bizzat kendin sor.” der. Kadı varıp mescidin kapısında durur. Onun geldiğini farkeden Zemzem-i Hassa gayrete gelir ve kadı bir şey söylemeden gür sesiyle şunları söyler. “Hacı Ömer, bu mescidi yaptırdım ve ismini Alem-ül- Hüda (Hidayetin nişanesi) koydum. Onu yıkmaya azmetmiş olduğunuzu da biliyorum. Kuvvet yönünde ben sizden daha kuvvetliyim. Yıkabilirseniz yıkın. Fakat onun benden de daha kuvvetli bir yüce sahibi vardır. Çünkü Allahü tealanın mescididir.” Kadı Hacı Ömer Siirt’e geri dönerek durumu itirazcı alimlere anlatır. Onlar da o büyük veli hakkında su-i zanda bulunmaktan ve mescidi yıktırmaktan vazgeçer.
Zemzem-i Hassa vefat ettiğinde (1851) Gavs-ül- Memduh’un türbesine defnedilir. Şairdir ve Divan adlı eseriyle bilinir. 1890 yılında Tillo’ya gelen Bediüzzaman Said-i Nursi, Kubbe-i Hasiye denilen Zemzemül Hassa isimli kubbeli çilehanede tek başına kalarak Kamus-u Okyanus adlı lügatın 1155 sayfa tutan kısmını Babu’s- Sin’e kadar ezberlemiştir.
Kaynak ;Siirt Evliyaları , Abdulhalim Durma , sayfa 140
Siirt -Tillo ‘da Tillo kabristanındaki İsmail Fakirullah hazretlerinin türbesinin yakınında
Şeyh İbrahim el-Mücahid el-Halidî Hazretleri ; Kutb’ul Aktab Şeyh Hamza El-Kebir Hazretlerinin oğludur. Doğum tarihi bilinmeyen Şeyh İbrahim El- Mücahid Hazretleri Tillo’da dünyaya gelmiş ve babası gibi velayet makamına yükselmiştir.
İbrahim Hakkı Hazretleri eserlerinde O’nun çok sayıdaki kerametlerinden bahseder. Divanı olduğu söylenmektedir. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde kendisi hakkında master çalışması yapılmıştır. Soyu oğlu Şeyh Hasan yoluyla devam etmektedir.
Şeyh İbrahim El-Mücahid Hazretleri 1262 senesinde babasından önce Tillo’da vefat eder. İlçede adına yapılmış olan türbede medfundur. Halen onun soyundan gelen aileler ve adını taşıyan bir mahalle mevcuttur.