Ana Sayfa>Genel(Sayfa 125)

Öksüz İbrahim Baba

Adıyaman – Merkez’de Adıyaman Kalesi eteğinde

Öksüz İbrahim Baba türbesi, şehir merkezi, Sıratut Mahallesi, Ziya Gökalp Caddesi, Adıyaman Kalesi’nin kuzey eteğinde kaleye çıkan merdivenlerin hemen altında yer almaktadır. Tek odalı betonarme bir yapıdan oluşan türbenin toplam sahası 40 metre karedir. Türbenin kapısı yeşil renkte olup üzerinde “Öksüz Baba Türbesi” yazan bir tabela bulunmaktadır. Sandukanın başında Türk bayrağı, önünde ise demir set bulunmaktadır. Türbenin bulunduğu alan ve civarı 70–80 yıl öncesinde mezarlık halinde iken, günümüzde türbe dışındaki alanlarda binalar yapılmıştır.

Anlatıldığına göre, Öksüz Baba Irak’tan gelmiş ve küçük yaşta iken burada babası şehit düşmüştür. Bunun için kendisine “Öksüz”, büyük ve yüce olduğu için de “Baba” denmiştir. Başka bir rivayete göre, İslam ordusunun Adıyaman’ı aldığı sırada, İslam ordusu içerisinde hem öksüz olan, hem de yaşça küçük olan İbrahim ismindeki bu zat, burada şehit olmuştur. Bundan 500 sene önce bir kişinin rüyasına giren Öksüz İbrahim Baba, kendini tanıtmış ve kendisinin şehit olduğunu söylemiş. Bu zat da gelip yattığı yeri kazıp bakmış ki gerçekten de bir şehit, hala çürümemiş bir şekilde yatıyor. Bunun üzerine burayı hemen bir türbe haline getirmiş. Bu zat gösterişi ve süsü sevmediğinden türbe ne kadar onarılmışsa da her defasında türbe yanmış veya yakılmıştır. Türbeyi yakmak isteyen dört kişi de kaza sonucu ölmüştür.

Bu türbe çoğunlukla kadınlar tarafından ya yedi cuma ya da üç sabah namazı vakti ziyaret edilir. Türbe perşembe geceleri ve cuma günleri öğlene kadar açıktır. Genellikle türbe sıtma hastalığına yakalananlar tarafından ziyaret edilmektedir. Sıtmaya yakalanan kişi yere yatırılır. Hastanın baş tarafına türbenin alanına ait üç taş konulur ve yine aynı mekâna ait çalı çırpıdan küçük birkaç tane hastanın ayak tarafında yakılır. Hasta biraz rahatlayınca “çıralık” denilen bir miktar para bırakıp gidilir. Ayrıca, türbenin ziyaret edilmesinin diğer başlıca sebepleri şunlardır. Evde kalmış kızların bahtlarının açılması, çocuğu olmayan kadınların çocuk sahibi olması, sınavda başarılı olunması ve her türlü istek, arzudur.

Kaynak ; Adıyaman Evliyaları , Abdulhalim Durma

Hz. Üzeyir (a.s.) – Adıyaman

Hz. Üzeyir Peygamber Türbesinde ; Adıyaman – Gerger’den Nemrut dağına giderken Sutepe köyünde yol üzerinde

Üzeyir Peygamber ziyaret yeri, Kâhta’dan Gerger’e giderken Nemrut Dağı yol ayrımını geçtikten hemen sonra yolun sağ tarafındadır. Adıyaman iline 77 km., Gerger ilçesine 35 km. uzaklıktaki Sutepe köyü Siver mezrası içinde, yol üzerindedir. Üzeyir Peygamber’in makamının bulunduğu bu yere bir cami yaptırılmıştır. Şeyh Hüseyin’in müşahedesiyle Üzeyir peygamberin makamı tespit edilip buraya türbe yapılır.

Buraya genel olarak dua etmek için ve ziyaret amaçlı gelinir. Bu zatın aracılığıyla kurban veya adak adamanın uygun olmayacağı, ancak Allah’a yalvarıp, Allah için kurban adanabileceği bildirilmiştir. Hastaların şifa bulacağına inanıldığı için buraya da hastalar getirilmektedir. Dileklerini kağıtlara yazıp türbenin içine atan hastalar, perşembe gecesi burada yatmakta, cuma sabahı kalkıp gitmektedirler. Bu hastaların büyük çoğunluğunu genellikle ruhsal yönden hasta olanlar, cin çarpmış olanlar ve felçli olanlar oluşturmaktadır. İyileşirlerse gelip burada kurban kesip dağıtırlar,

Üzeyir peygamberle ilgili olarak Bakara suresinin 259. ayetinin meali şöyledir. “Yahut evlerinin duvarları çatıları üzerine yıkılmış, ıssız bir kasabaya uğrayan kimsenin durumu gibi. Bu kişinin, “Allah, bütün bunları öldükten sonra nasıl diriltecek?” demesi üzerine Allah onu yüzyıl ölü olarak tuttu, sonra diriltti. “Ne kadar kaldın” diye sordu. “Bir gün veya günün bir kısmı kadar kaldım” dedi. Allah “Hayır, yüzyıl kaldın. Anlamak için yiyeceğine içeceğine bak. Henüz değişmemiş; eşeğine bak, -seni insanlara bir işaret kılmamız için- ve kemikler bak, onları nasıl düzeltiyor ve üzerini etle kaplıyoruz” buyurdu. Artık o adam için durum açıkça ortaya çıkınca, “Biliyorum ki Allah kesinlikle her şeye kadirdir” dedi.

Mealin tefsirinde, olayın geçtiği kasaba Beytülmakdis, buraya uğrayan şahıs ise bir rivayete göre Yeremya b. Hilkiya, bir başka rivayete göre ise Üzeyr b. Şerhiya’dır. M.Ö. 586’da Kudüs’ü işgal eden Buhtunnasr. Beytülmakdis’i tahrip eder, halkını da esir ederek Babil’e götürür. “Hezekial peygamber bu zalim hükümdarın, Hz. Musa’dan kalan kutsal emanetleri ve sandığı da alıp götürmesinden korkmuş, bunları Kudüs’te bir kuyuya atıp üzerine de bir alamet koymuştu. Esir olarak Babil’e gittikten sonra burada vahye dayalı bazı yazılar yazmıştı; bunlardan birinde konumuz olan ayette geçen olayın bir benzeri de vardır. Hezekiel 560 yılında vefat etmiş, Kudüs ise Üzeyir Aleyhisselam zamanında, 458’de yeniden imar edilmiştir. Aradan geçen zaman yaklaşık yüzyıldır. Anlaşılan vefatından yüzyıl sonra Allah Teala Hezekiel peygamberi diriltmiş, onu ölü kemiklere nasıl can verdiğini, bozulmamış yiyecek ve içeceğini, kendine iade ettiği eşeğini göstermiş ve bütün bunları (peygamberine lutfettiği mucizeleri), öncelikle orada bulunanlara, sonra da Kur’an’ın gelişine kadar vahiy yoluyla bu bilgiye ulaşan insanlara ibret kılmıştır. Bu ibret Allah Teala’nın insanları öldürdükten sonra tekrar diriltmeye kadir olduğunu göstermektedir ve ahret inancının bir delilidir.”

Kaynak ; Adıyaman Evliyaları , Abdulhalim Durma

Hz. Mahmud Ensari (r.a.)

Hz. Mahmud Ensari(r.a.)’ın türbesi ;Adıyaman’ın 7 km doğusunda bulunan Elifli (İpekli) Köyünün yanında bulunan yüksek ve sivri Ali Dağındadır. Türbenin bulunduğu yer Adıyaman’dan bakılınca görülmektedir.

Mahmut El-Ensarî’nin türbesi, şehir merkezinin yedi km. kadar doğusunda Elif (İpekli) köyü civarında, Adıyaman’dan bakıldığı zaman görülen yüksek ve sivri bir dağın (Ali Dağı) üzerindedir. Türbenin Bağdat Seferi dönüşünde, IV. Murat’ın buyruğu ile sahabeden Mahmud el Ensari adına yaptırılmış olduğu kabul edilir. Bu zâtın da Medineli olduğu sanılmaktadır. Bir rivâyete göre, Hz. Muhammed El-Ensâri hazretlerine, ”Hısn-ı Mansur’a gidip İslâmiyet’i yayacaksın.” der. Mahmud el Ensari din uğruna savaşırken burada şehit olur. Bu zâtın yattığı yerde başka şehit mezarlarının da olduğu belirtilmektedir. Türbe, Ebu- Zer Gıfari türbesi yakınlarındadır.

Tavanı taş üzeri sıva olup, bir kubbe ile örtülü olan türbenin sol tarafında betonarme dört odalı bir bekçi evi, sağ tarafında ise briketten yapılmış mutfak ve depo, girişte de mescit bulunmaktadır. Türbe girişinin sağında on iki imamın adının bulunduğu bir yazı yer alır. Basık kemerli giriş kapısından içeri girildiğinde karşıda Mahmut el- Ensari’ye ait olduğu kabul edilen sanduka bulunmaktadır. Sandukanın üzeri yeşil örtülerle kaplı olup, başında büyük tespihler bulunmaktadır. Türbe kapısının üzerindeki kitabede H.1126 tarihi yazılıdır. Bu tarihin türbenin tamir tarihi olduğu tahmin edilmektedir. Halk arasında Mahmut el- Ensari’nin sahabeden biri olup, Ebu Zer Gıfari ile beraber şehit düşmüş olduğu anlatılır. Adıyaman bölgesinin fetih hareketlerine katılmak amacıyla İslâm ordusuyla buraya gelip, Ali Dağında şehit düştüğü, Mahmut el-Ensari adından da yola çıkılarak ensardan olduğu rivayet edilmektedir. Önceleri mezarında bekleyen kimsenin bulunmadığı, boş bir vaziyette olduğu kayıtlarda mevcuttur. Sonradan türbesi IV. Murat tarafından yaptırılmıştır.

Bu türbe, Alevî kesimi dahil birçok insan tarafından ziyaret edilmektedir. Türbe daha çok çocuğu olmayan ya da erkek çocuk sahibi olmak isteyen kadınlar tarafından tatil günleri ziyaret edilmekte ve daha sonra erkek çocuk sahibi olan kadınlar çocuğuna “Mahmut” ismini vermektedirler.

Kaynaklar ; Adıyaman Evliyaları – Abdulhalim Durma

Hz. Ebu Zer Gifari – Adıyaman

Adıyaman – Merkeze 7 km uzaklıktaki Ziyaret payamlı köyünde.

Ebu-Zer Gıfari hazretlerinin türbesi, Adıyaman’ın beş km. doğusundaki Ziyaret köyünde yüksekçe bir tepenin üzerinde yer alır. Bu türbe rivayetlere göre IV. Murat tarafından yaptırılmıştır. Anlatıldığına göre Ebu Zer Gıfari, Hz. Ali zamanında yöreye gelen bir İslâm ordusunun sancaktarıdır. 1939 -1940 yıllarında türbede bulunan sancağın yetkililer tarafından Malatya müzesine götürülmüş olduğu söylenir.

Burası, sürekli çalışan Ziyaret minibüslerinin yanı sıra, Ziyaret Çayının varlığı, zamanında su değirmenlerinin kattığı ayrı bir canlılık ve güzelliği, yeşil alanlarının bolluğu, hizmet birimlerinin mükemmelliği ve Ziyaret Kabristanı ile halk nazarında oldukça gözde bir mekandır. Düğünlerde, sünnetlerde konvoy eşliğinde bu türbeye gelinir. Gelin ve damat veya sünnet olacak çocuk ve yakınları sandukanın başında bir Fatiha okuyup, dua edip tekrar dönerler. Bu türbe, yöre halkı tarafından en çok ziyaret edilen türbelerin başında gelmektedir. Toplumun her kesiminden insan, kadın-erkek, Alevî-Sünnî, bu türbeyi ziyaret etmektedir. Evlenecek olan çiftler, düğün konvoyu ile bu türbeye gelir ve türbenin başında ömür boyu mutlu olmak için dua ederler. Ayrıca halk, özellikle şifa bulmak, çocuk sahibi olmak için buraya gelmektedir. Daha sonra çocuk sahibi olanlar, çocukları erkekse ismini Abuzer koymaktadır. Yörede Abuzer isminde birçok kişi bulunmaktadır. Türbeye, piknik amaçlı olarak da sıkça gelinmektedir. Burada genel olarak kurban adanmaktadır. Dileği gerçekleşenler kurbanlarını keserek burada pişirip türbede bulunanlara dağıtırlar ya da türbenin bulunduğu yerde kesip eşine dostuna dağıtır. Adarken nasıl niyet ettiyse adağını o şekilde gerçekleştirir. Ayrıca sünnet olan çocuklar veya evlenen çiftler düğün günü bu ziyarete getirilir ve burada dualar okunur.

Türbenin karşısında köy mezarlığı, ön tarafında mutfak, arka kısmında hayvan kesme yeri bulunmaktadır. Mescit ve türbe olmak üzere iki kısımdan oluşan türbe, betonarme bir yapıdır. Mescit, kadın ve erkekler için iki ayrı bölmeden meydana gelir. Türbenin girişinde sol taraf bayanlara ayrılmış mescit, sağ taraf ise erkeklere ayrılmış mescittir. Erkek mescidinin girişinde Ebu-Zer Gıfari’ye ait olduğu söylenen, “En garip ve muhtaç olduğun gün kabre konulduğun gündür”, yazısı bulunmaktadır. Türbenin solunda yer alan mescitte iki tane sanduka yer alır. Bunlardan birinin türbedarlardan birine ait olduğu söylenir. Türbe kısmına üç basamakla inilir. Üzerinde H.1136 yılına ait tarihli kitabesi olan kemerli bir kapı ile girilir. Bu kısım dört paye üzerine oturan bir kubbe ile örtülüdür. Kubbenin doğu, batı ve güneyinde bitişik tonozlar yer alır. Türbenin üzeri yeşil örtülerle kaplı olup, başında büyük tespihler bulunmaktadır.

Anlatıldığına göre, Ebu-Zer Gıfari, içlerinde Mahmut el-Ensari’nin de bulunduğu bir orduyla İslâm’ı tebliğ için Adıyaman’a gelir ve eski adıyla Piryun (yeni adı Pirin) olan yerde Bizanslılar ile karşılaşırlar ve  Savaş esnasında, EbuZer Gıfari’nin başı kopar, ama buna rağmen o başını koltuğunun altına alır.

Abdullah Aydınlı makalesinde, künyesiyle meşhur olduğundan adı adeta unutulan Ebu Zer el-Gıfari’nin, Haram Aylar’da bile yağmacılıktan ve yol kesmekten çekinmeyen Gıfar kabilesine mensup olduğunu yazar . Gıfari, kabilesinin en gözü pek yağmacılarından olsa da, halkı gibi putlara tapmaz ve hatta onlardan nefret eder. Kendisinin belirttiğine göre, İslamiyeti kabul etmeden birkaç yıl önce Allah’a ibadet etmeye başlar. Hz. Peygamber’in davetini duyunca, ilk bedevi Müslüman diye bilinen Ebu Zer, dördüncü veya beşinci kişi olarak İslamiyeti kabul eder. Hz. Peygamberin kendi kabilesine göndermesiyle halkının yarısı İslamiyeti kabul eder. Uhud veya Hendek gazvesinden sonra Medine’ye hicret eden Ebu Zer, artık hep Hz. Peygamberin yanında ve hizmetinde bulunur. Hz. Peygamber her zaman onun kendi yanında bulunmasını ister ve bazı konularda görüşünü alırdı. Son hastalığı sırasında yanına çağırtmış ve kendisini kucaklamıştır. Ebu Zer Gıfari Hz. Ömer zamanında fetihlerde bulunmak için Suriye’ye gider. Daha sonra Amr ibnü’l As ile Mısır’ın fethine katılır. Hz. Osman döneminde de fetih hareketlerinde bulunur. Bu dönemde Ammuriye’ye kadar giden ordu ile Anadolu fetihlerine, Kıbrıs fethine katılır. Halife ile arasındaki anlaşmazlık sebebiyle Medine’ye üç mil mesafede bulunan Rebeze’ye sürgün edilir. 653’te Rebeze’de vefat eder. Diğer bazı Sahabiler gibi İstanbul Ayvansaray’da da bir makam-kabri bulunmaktadır. Hz. Peygamber onun hakkında, “Gök kubbenin altında ve yeryüzünün üstünde Ebu Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur”, demiştir. Hz. Peygamber ile devamlı birlikte bulunması ve aklına gelen her şeyi sorması sebebiyle ilimde üstün bir seviye kazandığı kabul edilir. Ebu Zer’in hayatına dair müstakil eserler kaleme alınmıştır.

Şeyh Şazeli Ali Efendi

Şeyh Ali Efendi ; Şanlıurfa – Balıklı Gölün hemen kenarında

Şazeli Ali Dede 17.yy da Urfa’da yaşamış Şazeli Tarikatı Şeyhidir. Halil-ür Rahman kabristanındaki türbe içindeki bir pakette Osmanlı Padişahlarından IV. Murat’ın 1639 Bağdad Seferine giderken, Şazeli Ali Dede’ye misafir olduğu ve Padişahın Ali Dede’ye ihsanlarda bulunduğu yazılıdır. Ali Dede Afrika’dan İstanbul’a gitmiş ve Erenköy’e yerleşmiştir. Daha sonra Urfa’ya gelip Halil-ür Rahman civarına yerleşmiş ve tekke açmıştır. Padişahın verdiği beraata göre Afrika’da yaşayan Şazeli Tarikatı kurucusu Şazeli Hasan Dede evlatlarındandır. Padişah IV. Murat, Ali Dede’nin müracaatı üzerine Karaköprü Koyunu Ali Dede’ye bağışlamıştır. Beratın altında devrin büyük devlet adamlarinin ismi yer almaktadır. Beratta geçen Mehmet Paşa, Sadrazam Gürcü Mehmet Paşa’dır. Şazeli Ali Dedenin evlatları yakın zamana kadar hala şeyhliğe devam etmişlerdir.

Kaynak: Kültür ve İnançlar diyarı Şanlıurfa – Şanlıurfa Valiliği

Nebih Efendi

Şanlıurfa – Bediüzzaman kabristanında. Kabristanın haleplibahçe caddesindeki kapıdan girdiğimiz zaman 50 metre yukarıda soldaki türbed

Urfa’da mezarını bildiğimiz en eski Nakşibendî şeyhi Nebih Efendidir (k.s.). Nebih Efendi Nakşibendîliğin Müceddidiye ko- lundandır. 1789 tarihinde vefat eden Nebih Efendi de Urfa evliyasının büyüklerindendir. Urfa’da Nebih Efendiden daha önce Nak- şibendî tarikatı mensupları ismine rastlayamadık. Nebih Efendi, Tasavvuf ehli tarafından Hoca Nebih Ruhavî olarak tanınmakta olup, elimize geçen bir silsilenameye göre halifeliği Sind bölgesinde iken Alimullah Sindi (k.s.)’den almıştır. Sindistan, Hindistan’ın kuzey-batısında Pakistan’ın güneyinde bir bölgedir. Bu silsileye göre Nebih Efendi Sindlidir. Yine silsilede geriye doğru şöyle gidilmektedir:
Nebih Efendi’nin şeyhi Alimullah Sindi,  Abdulğafur Lahori,
Mirza Beg Cemilullah,
Fazlullah Serhendi,
Meyan Masum,
İmam Muhammed Serhendi,
Hoca Ahmed el-Faruk İmam Rabbani müceddid-i elfi sani
Böylece yine silsile Şah-ı Nakşibendî ile Resulullah Efendimize kadar uzanmaktadır.

Nebih Efendi, Sind bölgesinde şeyhi Alimullah Sindî’den halifelik aldıktan sonra 1750’li yıllarda Sind’den Urfa’ya gelerek yerleş- miştir. Urfa’da irşad görevini sürdürmüş ve kendisi de Hoca Emin Bursevi’ye halifelik vermiştir. Urfalı bir kimseye halifelik verip vermediği bilinmemektedir. Türbesi Bediüzzaman mezarlığının batısındadır. Nebih Efendi’nin (k.s.), özel durumu hakkında bize bilgi veren torunlarından Sait Cincık’ın anlattığına göre Nebih Efendi Seyyid olup, Horasan tarafından Urfa’ya gelmiştir. Fakat arşivimizde bulunan silsilede ve Nebih Efendinin mezar taşında Nebih Efendi için “Seyyid” sıfatı kullanılmamıştır.

Mezar taşında:
“Haza kabrü’l-merhum ve’l-mağfur mürşid el-arifin ve fi tari- kati’l-aliyei Nakşibendiyye, eş-Şeyh Nebih Efendi (k.s.) ibni Ab- dullah, intakale min dari’l-fena ila dari’l-beka bi-nidai “Ya ey- yetuha’l-nefsü mütmeinne ircii ila Rabbiki radiyeten mardiyye” mine’l-vasiti Şaban el-muazzam sene selase ve mieteyn ve elfün. Ğafarallahu rahmeten vasiaten. Fi sene 1203” ibaresi geçmektedir. Mezarı yeşile boyanmıştır. Devamlı ziyaret edilen velilerdendir. Bir ara Rızvaniye camiindeki odalardan birinde oturmuş, sonra Bıçakçı mahallesinde yaptırdığı tekkesinde irşad görevini sürdürmüştür.

Nebih Efendinin türbesinin dışarısında ve kuzey tarafında oğlunun mezarı bulunmaktadır. Bu mezar yeşile boyanmamıştır. Ba- basından halifelik alıp almadığı belli değildir. Sadece mezar taşında kutbü’l-arifin Nebih Efendinin oğlu Abdullah Efendi yazmakta ve vefatını 1226 (miladi 1811) olarak vermektedir. Aynı mezara torunlarından 1248 (miladi 1832)’de vefat eden İsmail oğlu Mustafa ve 1281 (miladi 1864)’te vefat eden Mustafa oğlu Said efendiler de defnedilmiştir.

Yine aynı zatın anlattıklarına göre büyük dedeleri olan Nebih Efendinin (ö.1789) giydiği hırkası torunlarının yanında bir muşam- ba içerisinde hala muhafaza edilmektedir. Bu hırkayı zor doğum yapan kadının üzerine attıklarında, kadının kolay doğum yaptığına inanırlarmış. Yine ondan kalan kemeri ve keşküşü de bu gibi şeyler için götürülürmüş. Fakat bu ikisi geri getirilmeyince kaybolmuştur diye anlatmaktadır. Yine bu zatın yanında bulunan ve okumamıza izin verdiği bazı beratlardan anladığımıza göre evlatları ve torunları da hep ilimle uğraşmışlardır. Torunlarından Seyyid Fazlı Halife, babası Muhammed’in vefatı üzerine Tahtamor camiindeki ilkokula 1823 tarihinde günlük üç akça karşılığı öğretmen olarak atanmıştır. Torunlarından bir başkası olan müderris Abdullatif Efendi yaşlılığından dolayı, 1856 tarihinde günlük dokuz akçalık müderrislik vazifesini oğlu Muhammed Said Efendiye bırakmıştır. Bir başka torunu da yedi akça gündelikle Ulu Cami medresesi müderrisliğinde bulunan ve beratını 1863 tarihinde alan Muhammed’in oğlu Seyyid Halil’dir.

Nebih Efendinin üçüncü kuşak torunlarından Sait Cincık kendi hakkında şunları anlatmaktadır: “1956–1960 yıllarında İstanbulda çalışıyordum. O zamanlar henüz gençtim, cahildim. Kendi bileğime de güvenirdim. 1956 senesinde benim cesaretim ve kuvvetli olmam bazı kimselerin aleyhimde planlar kurmalarına sebep olmuştu. Bu yüzden beni bir tuzağa düşürdüler. Beni bilmediğim ve tanımadığım bir eve götürdüler. Orada birçok kimse vardı ve ben o adamların suratlarından hiç hoşlanmamıştım. Artık bana kötü bir şeyler yapacaklarını kesin anlamıştım. Tabi çok da kalabalık olduklarından gücüm onlara yetmiyordu. O anda birden Nebih Efendi dedem aklıma geldi ve ben içimden halimi arzederek dedemden yardım istedi. İçimden adeta yalvararak bana yardım etmesini ve bu bataklıktan beni kurtarmasını istiyordum. Aradan on dakika ya geçti ya geçmedi birden kapı açıldı ve adamın biri bütün heybetiyle bana doğru gelerek, —Sen, dedi. Kalk benimle gel, ben de kalktım onunla birlikte evden dışarı çıktım. O adam benimle birlikte kendi mahallemize kadar geldi. Mahallemize girdiğimizde, adamın yanımda yanımda olmadığını fark ettim.”

Kendisi hakkında anlatılan menkibelerden biri şöyledir: Rızvaniye camii avlusundaki odalardan birinde fakir bir kişi yaşardı. Bir gün bu kimse vefat etti. Nebih efendi ve müridleri bu fakiri defnettiler. Nebih Efendi fakirin odasındaki eşyalarına bakarken gözüne topraktan yapılmış eski bir lamba ilişti. Lambayı yaktığında içinden bir ifrit çıktı. Nebih Efendi İfrite:
—Ne kadar zamandır bu adamın hizmetindesin? Diye sordu. İfrit de
—Kırk senedir, cevabını verdi. Bunun üzerine Nebih Efendi,
—Bu kırk sene içinde kendisine ne hizmetlerde bulundun? Sorusuna karşılık İfrit,
—Benden bir şey istemedi, dedi. Yalnız ölmeden az evvel ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Bana canının bamya aşı istediğini söyledi. Kış mevsiminde pek bamya bulunmuyordu. Kendisine Hindis- tan’da bamya aşı bularak getirdim. Yemeye baktı ve sonra bu bana haramdır, geri götür dedi. Ben de geri götürdüm. Diye cevap veriyor. Bunun üzerine Nebih Efendi İfrite serbest olduğunu söylüyor ve lambayı kırarak toprağını göle döküyor. Müritleri
—Aman şeyhim, niye öyle yaptın hiç olmazsa bize hizmet ederdi dediklerinde Nebih Efendi elini uzatıp kendine doğru çekerek
—Gel, gel, gel diyor. Her çağırdıkça bir ifrit geliyordu. Bu şekilde kırk ifrit olunca müritlerine dönerek
—Bir başkasının kazandığını çalıştıracağınıza, siz kendiniz kazanın, diyor ve ifritleri geri gönderiyor.

Urfa Rızvaniye Camiinde geçtiği söylenilen, fakat aslında Nebih Efendi’nin Urfa’ya gelmesinden çok önce olması gereken bir menkıbesi de şöyledir.
Nebih Efendi büyük bir alim olarak yetişmişti. O sırada imamlık da ediyordu. Camiye devam edenler arasında bir şeyh de bulunuyordu. Bu şeyh, Nebih Efendinin kendisine intisap etmesini istiyor, fakat Nebih efendi kabul etmiyordu. Bu şeyh bir kış gününde Nebih Efendiyi taze bamya yemeğine davet etti. Nebih Efendi ise “Yine bana keramet göstermek istiyor” diye davetini kabul etmedi. Fakat günlerden bir gün Nebih Efendi bir rüya gördü. Rüyasında bir davete gitmişti. Kendisine kuzu kızartmışlardı. Kuzu o kadar güzel kızarmıştı ki insanın iştahını kabartıyordu. Nebih Efendi bir lokma kopararak ağzına attı, çiğnedi. Fakat ne kadar çiğnediyse de yutamadı, çünkü et pişmemişti. Eti yiyemedi, tekrar çıkardı.
—Nasıl olur dedi, bu kadar güzel kızarmış bir etin içi nasıl çiğ kalır? Diye düşündü. Ertesi sabah camiye geldi. Sabah namazında bile üstü pişmiş, fakat hala içi ham olan eti düşünüyordu. Şeyh ise yine arkasında namaza durmuştu. Namazdan sonra Şeyh Nebih Efendiyi tutarak:
—Nebih Efendi, dedi. O kuzu kızartması sensin, sen. Üstten iyice pişmiş görünüyorsun, çünkü iyi bir ilmin var. Ama için hala pişmemiş, çiğdir dedi. Bunun üzerine Nebih Efendi, şeyhe intisap etti ve kısa zamanda zamanının kutbu derecesine yükseldi.

Kaynak ; Urfa’da Tasavvufun İzleri , Mahmut Karakaş , Şurkav

Dede Osman Avni

Şanlıurfa – Balıklı gölün yanında yer alan Mevlana Halid dergahı camiinin avlusunda

Devrinin en büyük Kadiri Şeyhi, büyük mutasavvıf, Allah dostu Seyyid Şeyh Dede Osman Avni (k.s.) hazretlerinin kabri, Mevlidi-i Halil Camii avlusu içindeki kendi türbesindedir. Türbenin üzerindeki kitabede şunlar yazılıdır: “Burası bütün evliyanın sultanı Gavsül-a’zam hazreti Abdulkadir Geylani hazretlerinin pak dergahlarıdır” Türbenin içinde bulunan mezardan Dede Osman Avni (k.s.) Efendinin mezarı hemen öndedir. Mezarın baş dikmesindeki kitabeden anlaşıldığı kadarılığıyla; Dede Osman Avni Efendi Peygamber soyundan gelmektedir. 1883 senesinin Kasim ayında vefat etmiştir. Dede Osman Avni Efendi devamlı Mevlidi Halil Camii’nde oturmuş ve orada hizmetini yapmıştır. Kendisinin tesbihi, cübbesi ve bıraktığı bazı eşyalar hala caminin ziyaret girişi yanındaki bir odada korunmaktadır. Hakkında çok sayıda keramet söylenen bir Allah dostudur. Türbesi içinde kadiri tarikatına mensup 10 kişinin daha kabri bulunmaktadır. Bunlardan ikişer kişi üst üste defnedilmiştir. Böylece sekiz mezar bulunmaktadır. Dede Osman Avni Efendi’nin evladı olmadığını, 70 sene Kadiri Tarikatına şeyhtik yaptığını kendinden sonra tarikatın hizmetini yapan Hafız Halil Efendi yazmıştır. Dede Osman Avni Efendi buna göre; 100 yıl kadar yaşamıştır.

Kaynak: Kültür ve İnançlar diyarı Şanlıurfa – Şanlıurfa Valiliği