Arslan Baba

Kazakistan – Otrar ( Türkistan’a 95 km – Çimkent’e 150 km )

Hak Rasulnın elçisi bâblar bâbı Arslan Baba
Taliblernin yolçısı bâblar bâbı Arslan Baba
(Hak Rasûl’ün elçisi bâblar bâbı Arslan Baba T
aliblerin yolgöstericisi bâblar bâbı Arslan Baba)

Hoca Ahmed Yesevi hazretlerinin mürşidi olan Arslan Baba hazretleri , Kazakistan’nın Otrar- Yesi bölgesinden Sayram’a kadar uzanan bölgede tanınan bir alimdir.

Türkistan’da yaygın olan menkıbelerde Hz. Rasûlullah’ın ashâbından bir kişi olarak gösterilen Arslan Baba, İslâm’ı öğrenmek maksadıyla Arabistan’a giderek, Hazret-i Ebû Bekir (r.a.) ile görüşüp İslâm’ı kabul eden ‘ozanlar pîri’ Korkut Ata ve Türkistan sûfîlerinin önde gelenlerinden Çoban Ata ile birlikte Türkistan’da İslâm’ı yayma faaliyetinin bilinen ilk öncülerindendir.

Menkıbeye göre Allah Resülü’nün seferlerinden birinde, ordu uzunca bir yol aldıktan sonra konaklar. Bazı sahabilerin erzakı tükenmiştir. Konakladıkları yerde yiyecek bir şeyler bulamadıklarından, Hz. Peygamber’in çadırına gelerek durumu arzederler. Fahr-i Kainat dua buyururlar. Allah Resulü’nün duasi üzerine Cenab-ı Hak, Cibril(a.s.)’ın vasıtası ile cennetten bir tabak hurma gönderir. Resülullah (s.a.v.) saadetli ellerini arkasina uzatır ve Hak Teala’nın ikramı olan hurmayı sahabe halkasinin ortasma bırakır. O esnada bu nasipli meclisin içinde Arslan Baba da bulunmaktadır. Ashap topluluğu bu ilahî ikramdan nasibini alırken, hurmalardan biri yere düşer. Bunun üzerine Cibrîl (a.s.) tabaktan düşen hurmanın sonradan gelecek olan ümmet arasında ”Ahmed” adlı bir zatın kısmeti olduğunu, o zatın ümmetin seçkinlerinden olacağını beyan eder ve hurmanın sahibi olacak Ahmed’in vasıflarından bahseder. Bunun üzerine Allah’ın elçisi yere düşen hurmayı mübarek eline alır ve meclisindekilerden, sonraki ümmetler arasinda bulunacak olan Ahmed’in emaneti olarak bu hurmayı sahibine ulaştırılması vazifesini üstlenecek bir sahabi sorar. Bir müddet sükuttan sonra Arslan Baba, Allah’ın inayeti ve Resülullah’ın (s.a.v.) duasının bereketiyle bu emaneti sahibine ulaştırma görevini üzerine alabileceğini bildirir. Hz. Peygamber tarafından ilm-i ilahi ile Arslan Baba hazretlerine hurmanın sahibinin nasıl, nerede bulunacağı tarif edilir. Ayrıca Arslan Baba hazretlerine gelecek ümmetin arasındaki o seçkin kulun manevi terbiye ve irşadı ile ilgilenmesi vazifesi de verilir. Böylece Arslan Baba’ya emanet edilen hurma, sahibi olan Ahmed’e ulaştırılmak üzere. Beni Kantura’nın yurduna, yani Türkistan topraklarına doğru yola çıkarılır. Yıllarca Türkistan bozkırlarıda dolaşan ve üzerindeki Muhammedi emaneti iletmek için Ahmed’i arayan Arslan Baba hazretleri. Peygamber (s.a.v.) emanetini yine Peygamber duasının bereketiyle taşıdığından uzun bir ömür sürer. Gönüllü taşıyıcısının damağında ıslatılarak taze kalması sağlanan hurma, Hace Ahmed Yesevi yedi yaşında iken Arslan Baba’nın Yesi’de kendisi ile karşılaşmasıyla sahibine ulaşmış olur.

Arslan Baba hazretleri, Yesi şehrine geldiğinde, medresenin önünde oyalanan bir grup çocuğun kendi aralarındaki konuşması esnasında kulağına Ahmed ismi ilişir. Bir taş üzerine oturup, hali diğer çocukların haline benzemeyen Ahmed’i seyretmeye koyulur. Uzakça bir mesafeden seyrederek “Acaba aradığım Ahmed bu mu? Ümmetin seçkin kullarından olacak o nasipli evlat bu mu?” diye düşünürken; çocuk, Arslan Baba’nın yanına gelir. Önce pîr-i fani olmuş, Muhammedi sevda ile yıllarca dağlar ağırlığında bir emaneti sahibine ulaştırmak üzere dolaşmış olan bu ulu zatın cemaline hayran hayran bakar. Arslan Baba hazretleri konuşmaya başlamadan evvel Hace Ahmed davranır, “Babam, bizim emanetimizi buyursanız” der. Arslan Baba hazretleri elindeki asaya dayanarak ani bir kalkışla, “Seni edepsiz çocuk…” diyerek Hace Yesevî’nin üzerine yürür. Hace Ahmed tek bir adım geri atmadan, olduğu yerde kıpırdamadan bekler. Zira Arslan Baba‘ya verilen emanetin kendisine ait olduğunu kesin bir bilgi ile bilmekte ve bilgisine iman etmektedir. Çocuğun bu halini gören Arslan Baba, “Elhamdülillah, gördüm” diyerek, Hace Ahmed Yesev’nin önünde usulca diz çöker. Hace Ahmed Yesevi de hemen karşısında edeplice oturur. Hadiseyi gören medrese ehli karşılıklı oturmuş ağlamakta olan, henüz çocuk yaştaki Hace Ahmed ile pîr-i fani olmuş Arslan Baba’yı seyretmektedir ve emanet hurma ortaya çıktığında çevreyi bir cennet kokusu kuşatır. Hurma bizzat Arslan Baba hazretleri tarafından Hace Ahmed’in ağzına konulur. Kendisine iletilen emanet ile beraber ilahi rahmete ve Muhammedi muhabbete vasıl olan Hace Ahmed ağlayarak, “Babam; hurmayı bana ilettiniz. Ancak benim sizden bir muradım vardır. Ben sizin kalbinizde gizli olan, bu hurmanın özüne talibim!” der. Arslan Baba, Hace Ahmed’i irşad halkasına kabul eder. Hadiseye şahit olan medresenin şeyh, molla ve talebeleri çocukluk çağlarında Allah’ın ikramına ulaşan Hace İbrahim’in oğlu Ahmed’e teberrüken dualar ederler, sırtını sıvazlarlar.

Hace Ahmed Yesevi hazretleri Divan-ı Hikmetinde bu olayı şöyle anlatır.
Yedi yaşta Arslan Baba’ya verdim selam,
Hak Mustafa emanetin kılın in’am;
O vakitte bin bir zikrin kıldım tamam,
Nefsim ölüp lamekana aştım işte

Arslan Baba, Hace Ahmed’e emanetini ilettikten sonra bir yıl kadar irşadıyla meşgul olur ve Hace hazretleri sekiz yaşında iken mürşidi Arslan Baba vefat eder. Hace hazretlerinin beyanından anlaşıldığı üzere Arslan Baba, vefat etmeden evvel ümmetin arasında bulunan seçkin ve nasipli kul olan Ahmed’i bir kez daha görmeyi diler. Hace hazretleri, babası Şeyh İbrahim’in vefatından sonra kendisine ilahî hediyeleri ulaştıran, irşad edip Hak yolunda yanık gönüllü bir aşık eyleyen, manevi baba kabul ederek eteklerine yapıştığı Arslan Baba hazretlerinin ahirete göçme zamanının yaklaştığını söylemesi üzerine, çocukluğunun verdiği masumlukla ağlar. Ve “Arslan Baba’m; genç cahil çocuğum, sizi kabre koymaya gücüm yetmez. Allah Resülü’nün sünnetlerini bilmeye ilmim yetmez” diyerek. Arslan Baba vefat etmeden önce, ona olan hasretini bildirir.

Bugün Arslan Baba’nın türbesi, bozkırın sükunetli ikliminde bir gönül nişanesi olarak hala ayaktadır. Arslan Baba’nın yetiştirdiği, vefatından sonra bir müddet dergahının hizmetini üstlenen müridlerinden bazıları da mürşidleriyle aynı makama defnedilmiştir. Hace Ahmed Yesevî Dergahı’nın ve türbesinin bulunduğu Yesi şehrine 70 km. mesafede, Otrar kasabasında bulunan Arslan Baba Türbesi, müminlerin Hakk’a dua edip, zatından istimdat dilediği ünlü ziyaretgahlardan biridir.

Arslan Baba Türbesi
Arslan Baba’nın tarihi Otrar şehri yakınlarındaki türbesi de Emir Timur tarafından inşa ettirilmiştir. Yesi’nin güneyinde yer alan ve Moğollar tarafından yağmalanıp toprak altına gömülen sonra Otrar şehri, günümüzde Emir Timur’un ölümüne tanıklık etmiş bir harabeler yığınından ibarettir. Emir Timur tarafından inşa ettirildikten sonra tabii etkilerle yıpranan Arslan Baba Türbesi, Kazak hanları tarafından tamir ettirilmiştir.

Uzun, yatık dikdörtgen biçimli ön cephenin köşelerinde birer minare , tam ortasında yüksek eyvan kemeri bulunur. Eyvanın sol tarafında görülen yüksek nispetli iki kubbenin bulunduğu bölüm türbedir. Diğer tarafta mescit kısmı yer alır. Ön cephe binanın ana kütlesinden daha yüksek yapılmıştır.

Cepheyi dikdörtgen kartuşlar ve kabartma çerevelerle meydana gelen bant kuşatır. Köşe minarelerinin kubbeli şerefe kısımları, bu bandın üzerinden yükselir. Soldaki minarenin kemerli şerefe açıklıkları tuğla ile örüldüğünden kule görünümündedir.

Derin giriş eyvanı, iki yanındaki çıkıntılı duvarların üzerindeki küçük kuleciklerle ve alınlık anlayışında kemer ile süslenir. Planda ve cephede kütleyi ikiye ayıran eyvan, toplanma ve dağılma alanı olarak düzenlenmiştir. Türbeye ve mescite eyvanın iki yan duvarındaki kapılardan ulaşılır.

Türbe iki mekanlıdır. Arka odada Arslan Baba’nın çok büyük lahdi bulunur ( Orta Asya’da Emir Timur’un lahdi bile insan boyundan kısa olduğu halde bu lahit 4 metredir.) Duvarlar modüler kemerlerle ayrılmış olup başkaca tezyini yoktur. Türbe i şerifte Arslan Baba’nın ayak ucunda yatan üç dervişin isimleri ise ; Şir Mambet , Karılgaç Bab , Laçın Bab yani sırasıyla Arslan Muhammed , Kırlangıç Baba , Şahin Baba ….

Mescidin girişinde, iki yanda küçük birer hücrenin ilerisinde mescit bölümü var. Mihrabın önünde ahşap sütunlarla taşınan küçük kubbe, dışarıdan görünmez.

Bugün Türkistan’da halk arasında yaşayan menkıbeler dikkate alınarak hala Ahmed Yesevî türbesi ziyarete edilmeden önce 70 km. mesafede olan Otrar yakınındaki Arslan Baba türbesinin ziyaret edilmesi yaygın bir uygulamadır. Bu türbe ziyaret edilmeden Yesevî türbesinin ziyaret edilmesi yöre halkı tarafından hoş görülmez. Bu hassasiyet, menkıbelerle nakledilen sözlü rivayetlerin halk bilincinde nasıl yer edip kök saldığının somut bir örneğidir. Bu hassas davranışın gerekçesini yansıtan rivayet, Arslan Baba’nın türbesinin yapımını da Hazret Sultan Yesevî’nin bir kerâmetine dayandırır:
MENKIBE
Emîr Timur, manevî yönden saygı duyduğu Ahmed Yesevî’nin makâmı üzerinde şanına lâyık bir türbe yaptırmaya niyet eder. Yesi’deki Ahmed Yesevi kabri odak alınarak yapılmağa başlanan türbenin temelleri üzerinde duvarları yükseltilmeğe başlandığında garîb bir durum ortaya çıkar. Duvar ustaları temeller üzerine ördüğü tuğla duvarlar her gece yerle bir olmaktadır. Bu yüzden ertesi gün duvar yapımına yeniden sıfırdan başlanması gerekmektedir. Bu durumun türbe inşaatını olumsuz etkileyeceğini ve tamamlanmasının gecikmesi nedeni ile Emîr Timur’un gazabına uğrayacaklarından korkan ustalar çaresiz kalınca geceleri duvarların nasıl yıkıldığını anlamak için bir gece pusuya yatarlar. Gece karanlığı çökünce iri bir beyaz bir öküzün aniden belirerek boynuz darbeleri ile yükseltilen duvarları yere indirdiğini görerek şaşırırlar. Bunun sebebinin ne olacağını danıştıkları bir velî, Arslan Baba kabri imar edilmeden kendi kabri üzerinde türbe inşa edilmesine Hazret Sultan Yesevî’nin râzı olmadığını söyler.
Bu sırada Emîr Timur da bir gece rüyasında Ahmed Yesevî’ye türbe yaptırmasından önce mürşîdi Arslan Baba’nın türbesini inşa ettirmesi ve daha sonra Yesevî külliyesi inşaatının sürdürülmesi gerektiği bildirilir. Bu durum üzerine Emîr Timur önce Arslan Baba türbe yapılmasını ve sonra- sında Ahmed Yesevî külliyesi inşaatına devam edilmesi emrini verir
.”

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Pir-i Türkistan Hace Ahmed Yesevi , Mümin Munis , Mostar yayınları
Pir-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevi , Dr. Hayati Bice , Ahmet Yesevi üni. yayınları
[/toggle]

Ebu Hafs Ömer Sühreverdi (k.s.)

Irak – Bağdat- Şeyh Ömer Sühreverdi Külliyesi içerisinde

Adı ve Nesebi: ·
Müellifimizin adı Ömer, babasının adı Muhammed’dir. Genellikle Ebu Hafs ve Ebu Abdullah künyesiyle anılır. İbnü’n-Neccar, Sühreverdinin “Ebu Nasr”, Zehebi ise hem Ebu Nasr ve hem de “Ebul-Kasım” künyelerini taşıdığını yazıyorsa da  diğer kay­naklarda bu rivayete pek rastlanmamaktadır . İslami ilimlere vukufu ve asrında sağ­ladığı tesir ve nüfuz sebebiyle “Şihabuddin”, “Şeyhu’l-İslam” ve “Şeyhu’ş-şüyüh” lakap­larıyla meşhur olmuştur. Kaynaklarda genellikle Hz. Ebu Bekir soyundan geldiği  ve bu yüzden “el-Bekri”, “et-Teymi”, ve· “el-Kuraşi” nisbeleriyle anıldığı kaydedilir. Zehebi, İbnü’l-Hacib’den naklen, onun, Ebu’I-Ferec.İbnü’I-Cevzi ile aynı soydan geldi­ğini ve şecerelerinin Kasım b. en-Nadr’da birleştiğini yazmaktadır . Eflaki’nin Menakıbu’l-arifin’de verdiği bilgilere nazaran Sühreverdi’nin, Ebu Bekir soyundan ol­mak münasebetiyle Mevlana ile de akraba olduğu anlaşılmaktadır .

Ebu Hafs Ömer es-Sühreverdi, içlerinden pek çok alim ve sufi yetişmiş seçkin bir aileye mensuptur. Babası Ebu Cafer Muhammed, amcası Ebu’n-Necib Ziyauddin Ab­dülkahir es-Sühreverdi ve büyük dedesi Ammuye lakabıyla meşhur Abdullah b. Sa’d alim ve sufi kişilerdi. Babası Muhamhed’in, amcası Abdülkahir gibi, Sühreverd’den Bağdat’a gelerek Nizamiye medresesinde okuduğu; Es’ad el-Miheni’den fıkıh icazeti alarak bir süre aynı medresede müderrislik ve Kasr Camii’nde vaizlik yaptıktan sonra memleketi Sühreverd’e kadı olduğu rivayet edilmektedir. Ebu Ca’fer Muhammed, Sühreverd kadısı iken bir iftira sonucu idam edildiğinde Ebu Hafs Ömer es­ Sühreverdi, altı aylık bir küçük çocuktu .

Amcası Ebu’n-Necib es-Sühreverdi, onun hayatına yön veren hocasıdır. Sühreverdi Avarifu’l-maarif’te amcasından sık sık bahseder ve hadis senedlerini genel­likle ona dayandırır.

Tasavvuf tarihimizde onun ve amcasının dışında Sühreverdi nisbesiyle meşhur olan başka kimseler de vardır. Nitekim onunla çağdaş, Şihabuddin Yahya b. Habeş es-Sühreverdi, lakap ve nisbelerindeki benzerlik sebebiyle zaman zaman onunla ka­rıştırılır.

Memleketi ve Doğumu:
Sühreverdi’nin biri doğup büyüdüğü, diğeri yetişip hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği iki memleketi vardır: Şihabuddin Ömer, İran’ın Irak-ı Acem bölgesinin, Ku­zey-Batı köşesinde Cibal eyaletinde Zencan’a bağlı küçük bir kasaba olan Sühre­verd’de doğdu. Doğum tarihi ile ilgili olarak kaynaklarda genellikle kabul edilen riva­yet, talebelerinden İbnu’n-Neccar‘ın bizzat kendisinin ağzından tesbit ettiği 539 Hicri yılı Receb’inin son ve Şaban’ın ilk gecesi (27 Ocak 1145)’dir .

Şihabuddin’in memleketi Sühreverd, o günlerin büyük bir yerleşim bölgesi ve şe­hir merkezi hükmünde iken bugün küçük bir kasaba durumundadır. Sühreverdi nin ikinci memleketi Bağdat’tır. O, doğduğu memleketinde ilk ilimleri öğrendikten sonra on altı yaşlarında bir delikanlı iken amcası Ebu’n-Necib es-Sühreverdinin yanında Bağdat’a gitti. Amcasının vefatına kadar ondan, daha sonra Bağdat’ın diğer alimlerin­ den ilim tahsil etti ve ömrünün seksen yıla yakın bir kısmını Bağdat’ta geçirdi.

İbnu’n-Neccar ve ondan naklen diğer kaynaklar, Sühreverdinin ilim tahsilinden sonra uzunca bir süre insanlardan uzaklaşıp halveti ihtiyar ettiğini; oruç, namaz ve zi­kirle meşgul olmaya başladığını; ancak yaşı kemale erdikten sonra amcasının Dicle nehri kenarındaki medrese ve tekkesinde vaaz vermeye başladığını, son derece etkili konuşmalarının kısa zamanda geniş bir kitlenin hüsn-i kabulüne mazhar olduğunu ve pek çok kimsenin kendisine intisab ettiğini anlatmaktadırlar . en-Nücümü’z­ zahire’de, Ebu’l-Muzaffer sibt İbni’l-Cevzi’den naklen, O’nun 590/1194 yılında Mak­ber mahallesinde toprak bir minber üzerinde vaaz ettiği rivayetine bakılırsa bu sene­lerde artık irşadla meşgul olmaya başladığı anlaşılır.

Sühreverdinin yaşadığı asır, tarikatların yeni kurulmaya başladığı bir dönemdi. Bu yüzden o, kendisini tasavvuf için hazır bir ortamda buldu. Ailesinin şöhreti, kendisinin ilmi kudreti, etkisini daha da artırdı: Özellikle Halife Nasır, ona yakın olmaya özel bir özen göstermekteydi. Bazı kaynaklarda kendisinden pek iyi sıfatlarla bahsedilmeyen Halife’nin, hadis rivayetiyle meşgul olacak kadar ilmi konulara, Sühreverdi‘nin tekkesinde kendisini ziyaret edecek  kadar tasavvufi mevzulara ilgi duyması dikkat çekicidir. Halife’nin yapacağı işlerde onunla iştişare etmeden işe başlamadığı ve bunu bir teberrük saydığı , hatta Sühreverdiye intisab ettiği rivayet edilir.

Sühreverdi’nin müridlerinden İbnu’s-Sai’nin Ahbaru’z-zühhad adlı yazma eserinden naklen bilgiler veren Beşşar Awad Maruf, “Nasır’ın Bağdat Merzebaniyye tekkesinde şeyhle haşhaşa kaldığını” anlatmaktadır (13). Misbahu’l-hidaye müellifi İzzuddin Ali el­ Kaşi (veya el-Kaşani) aynı Halife’nin kendi adına yaptırdığı tekkeye Sühreverdiyi şeyh yaptığını anlattığına  bakılırsa Halife’nin, ona intisab etmemiş olsa bile, derin bir saygı ile bağlı bulunduğu anlaşılmaktadır. Kaynaklar, Nasıriyye, Bistamiyye ve Me’muniyye tekkelerinin şeyhliğinin Sühreverdi’ye aid bulunduğunu  ve kendisi­nin Bağdat’taki bütün tekkelerin irşadda nihai mürşidi sayıldığını zikrederler. Kendisi­ ne “Şeyhu’ş-şüyüh”, “Şeyhu’l-İslam”, “Şeyhu’l-Irak” unvanları verildiğine bakılırsa onun bu devirdeki etkisi daha iyi anlışılır.

Diplomatik seyahatleri
Sühreverdi nin Halife ve devlet ricaliyle yakın münasebetler kurması ve onların sempatisini kazanması, diplomatik görevlerle bazı seyahatler yapmasını gerektirmiş­tir. Fakat Halife Nasır döneminde Halife’nin siyasi otoritesini iade ve Selçuklu devleti­nin dağılması. gibi sebeplerle çıkan bazı fitneleri bastırmak, komşu İslam ülkeleriyle bazan dostluk münasebetlerini güçlendirmek, bazan da sulh sağlamak maksadıyla Sühreverdi’nin elçi sıfatıyla görev yaptığını görüyoruz.

Zehebi, onun bir kaç defa Şam’daki Melik Eşref diye anılan Eyyubi sultanına ve Halife ile arası pek hoş olmayan Harzemşah sultanına elçi olarak gönderildiğini anla­tır. 614/1217 yılında 400.000 kişilik bir orduyla Bağdat’ı almak üzere yola çıkan Harezm sultanını bu fikrinden caydırmak üzere Halife, Sühreverdi’yi göndermişse de sultan bir türlü fikrinden vazgeçmemişti. O sırada mevsimin kış olması sebebiyle ya­ ğan kar, ordunun telef olmasına sebebiyet verince Sultan, Bağdat’ı işgal etmekten vazgeçerek geri dönmüştü .

Zehebi, tarihini kaydetmeden naklettiği Melik Eşref Musa’ya elçi olarak gidişinde Melik’in Sühreverdi‘yi çok iyi karşıladığını ve ona hiç bir elçiye yapılmayan hüsn-i mu­ameleyi gösterdiğini anlatmaktadır. Sühreverdi’nin çağına yetişen fakat onunla görüşme imkanı bulamayan Ebu Şame el-Makdisi (665/1266) onun bir kaç defa Şam’a geldiğini ve vaaz verdiğini yazar.

İbn Hallikan’ın verdiği bilgiye göre Sühreverdi Erbil Atabeklerine de elçi olarak gönderilmişse de, bu görevin hangi tarihte ve hangi Atabek zamanında olduğuna dair bir bilgiye sahip değiliz. Sühreverdi elçilik görevlerinden birini de Konya Selçuklu Sultanı Alaeddin Keyku­bat’a Halife Nasır’ın mesajını ulaştırmak üzere yapmıştır (618/1221). Sühreverdi, Halife’den aldığı mesaj ve itimadnameyi götürürken yolu üzerinde uğradığı Malat­ya’da Mirsadu’l-ibad müellifi “Necmeddin Daye” veya “Necm Razı’ lakaplarıyla meş­hur, Necmeddin Ebu Bekir b. Muhammed (ö. 654/1256) ile karşılaşır , O sırada 45 yaşlarında genç bir ilim adamı olan ve Horasan diyarından Moğol işgalinden ka­çıp gelen Necmeddin Daye, 78 yaşında bulunan yaşlı şeyhe hürmet gösterir ve eseri­nin ilk redaksiyonunu ona takdim eder. Sühreyerdi, onun bu eserini çok beğenir ve Konya’ya götürerek görüşme sırasında Selçuklu Sultanı Alaeddin Keykubat’a takdim ve tavsiye eder. Nefehat’ın Mevlana ve Sadreddin Konevi ile de görüştüğünü kaydettiği Necmeddin Daye, belk: de Sühreverdi ile birlikte Konya’ya gelmiş, oradan Kayseri ve Sivas bölgesine geçmiştir. Mirsadü’l-ibad’ın sonunda yer alan “Hatime-i tahrir-i düvvüm-i Mirsadü’l-ibad” başlığından eserin ikinci defa redakte edildiği ve bu redaksiyonun Sühreverdi’nin seyahatinden iki yıl sonra, 620/1223 yılında tamamlandığı anlaşılmaktadır.

Eflaki’nin verdiği bilgilere nazaran Sühreverdi, elçilik göreviyle Konya’ya geldiğin­de Alaaddin Keykubat, eğlenmek üzere Gavale kalesine gitmiş, Mevlana’nın babası Sultanu’l-ulema Bahaeddin Veled‘i beraberinde götürmüştü. Sühreverdi’nin Halife’nin mesajıyla geldiği haberini alan sultan, onun da Gavale’ye getirilmesini emretti. Sultan ile Sühreverdi, resmi görüşmelerini tamamladıktan sonra Sühreverdi ile Bahaeddin Veled, derin bir sohbete daldılar. Bahaeddin Veled’in Belh’ten gelirken uğradığı Bağ­dat’ta tanıştığı Sühreverdi’ye saygıda kusur göstermemesinin asıl sebebi, belki bu eski hukuklarıydı. Nitekim Sühreverdi, Bağdat’ta ona misafirperverlikte kusur etmemişti. Ayrıca hem Bahaeddin Veled, hem de Sühreverdi Hz. Ebu Bekir neslinden ol­duklarından kendilerini birbirlerine akraba sayıyorlardı. Sühreverdi, Sultan’ın ve Ba­haeddin Veled’in bir kaç gün misafiri oldu. Sultan, gördüğü bir rüyanın tabiri münasebetiyle hem Bahaeddin’e, hem de Sühreverdi’ye pek kıymetli hediyye ve ihsanlarda bulundu. Sühreverdi bu seyahati sırasında henüz 14-15 yaşlarında genç bir delikanlı olan Mevlana ile de görüşmüş olmalıdır.

Sühreverdinin diplomatik seyahatlarından başka, hacc için doksan yaşına gelince­ ye kadar her yıl olmasa bile sıkça Mekke ve Medine’ye gittiğini, hayatından bahseden kaynakların hemen hepsine yakın kısmı, haber vermektedirler. O’nun hac seyahatlarının tarihleri ve seyri hakkında geniş bilgiye sahip değiliz. Kaynakların verdiği bilgiye göre en son 628 yılında (m. 1230) hac farizası için Mekke’de bulunduğu sıra­ da meşhur mutasavvıf şair İbnu’l-Farid ile görüşmüş, onun iki oğluna tarikat hırkası giydirmiştir. Sühreverdi aynca İ’lamu’l-hüda adlı eseri­ni de Mekke’de kaleme aldığını ifade etmektedir. Bu ifadeler, onun zaman zaman Mekke’de mücavir olarak kaldığını göstermektedir. Nefahat müellifi Sühreverdi’nin Avarif’i de Mekke’de kaleme aldığını yazıyorsa da başka kaynaklarda ve Avarif’te bu konuda bilgiye rastlanmamıştıır. İbnü’l-Farid’in oğulları ve talebelerinden başka Mı­sırlı Ziyaeddin İsa b. Yahya el-Ensari es-Sebti aynı yıl, Mekke’de Sühreverdi’den tari­kat hırkası giydi.

Vefatı
Sühreverdi, gerek diplomatik seyahatları ve gerekse hacc seferleri ve eserleri sebebiyle daha hayatında iken alem-şümul bir şöhrete kavuşmuştu. Bu yüzden hayatı­nın son dönemlerinde onun yanına dünyanın her yerinden pek çok ziyaretçi gelmiş, elini öperek huzurunda tevbekar olmuştur. Asrının şeyhleri müşkillerini yazılı veya şifahi olarak ona sorarlar, o da bunlara cevap verirdi. Hatta onun kendisine sorulan suallere verdiği cevaplar, daha sonra bir eser haline getirilmiştir.

Sühreverdi bir asra yaklaşan ömrünün son zamanlarında gözlerini kaybetti ve kötürüm oldu. Buna rağmen evradını terketmediği gibi, cuma vaazlarına müridlerinin yardımıyla mahmil içinde çıkmaya devam ediyordu. Vefatına yakın günlerde ise iyice zayıflayıp dışarı çıkacak takati kalmamıştı. Nihayet 632 Muharrem’inin ilk gününde (26 Kasım 1234) vefat etti. Cenazesi ertesi gün büyük bir cemaatle kaldırılarak Verdiyye semtinde bulunan tekkesindeki türbesine defnedildi.

Kaynak ; ) Büyük İslâm ve Tasavvuf Önderleri, Vefâ Yayıncılık, s.99-105, İstanbul 1993. İlim ve Sanat Dergisi.

Hz. Danyal Peygamber (a.s.) – Irak

Irak – Kerkük Kalesinde

Ebu Ubeyd’in Kitabu’l-Emval’inde ve başka kaynaklarda geçtiği üzere Ebu Musa el-Eş’arî komutasındaki Müslüman ordusunun Susa’nın fethi sırasında Danyal Peygamber’in naaşı kurşunla kaplanmış sandığın içinde bulundu. Durum halife Ömer’e yazıldı. Cevabı mektupta Müslümanlar gibi kefenleyip reyhanlı su ile kokuladıktan sonra üzerine cenaze namazı kılmalarını emretti. Ayrıca mezarında yanında bir miktar para ve “Bu paradan ödünç almak isteyen belirlediği bir tarihe kadar alsın. O tarihte getirmezse abras hastalığına yakalansın” ibareleri yazılı bir kağıt buldular. Halife Ömer’e bu mesele sorulunca parayı devlet hazinesine katmalarını emretti.

Başka bir rivayette ise tapınma aracı haline gelmemesi için Danyal Peygamber’in bedeni nehre atıldı. Daha sonra Dicle nehri kıyılarından tabutu çıkarıldı. Böylece yerel halk Danyal Peygamber’in faziletli güçlerinden yarar sağlayacaktı. Daha sonra nehrin ortasında köprünün altında asılı olarak bulundu. Sonunda batıl inanç sona erdi ve Danyal Peygamber’den kalanlar Kerkük yakınlarına bir yere gömüldü.

Kerkük’deki Türbesi ;
Danyal Peygamber’in mezarı üzerine sonradan inşa edilmiş bir mescidden ibarettir, ilk zamanlar burası Yahudilere ait bir mabet iken bir Hristiyan kilisesine ve nihayet bir camiye dönüştürülmüştür. Kerkük’teki mezarının iki kubbesi ve minaresi bulunmaktadır ki bunların görünümleri Moğol dönemi yapılannı anımsatmaktadır. Danyal Peygamber ile birlikte üç mezar daha vardır ki, bunların Azariye, Mihail, Hananiye’ye ait ofduguna inanılmaktadır. Bu türbenin yakınına gömülme isteği nedeniyle tarih sürecinde Kerkük’ün en eski mezarlığı oluşmuştur.
[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Irak Gezi Rehberi , Ocak Yayınları ,Salih Mert ,2012
[/toggle]

Abdulkadir Geylani (k.s.)

Irak – Bağdat – Rusafa Bölgesinde Kifah caddesi üzerindeki Abdulkadir Geylani caminde.

470’te (1077) Hazar denizinin güney- batısındaki Gilan eyalet merkezine bağlı Neyf köyünde doğdu. Arapça’da “el- Cîlî, el-Cîlânî”, Farsça’da “Gîlî, Gîlânî”, Türkçe’de ise “Geylânî” şeklinde telaffuz edilen nisbesiyle şöhret buldu. Babası Ebû Sâlih Mûsâ’nın dindar bir kimse olduğu bilinmekte, ancak hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır.

Hz. Ali’ye ulaşan soy şeceresi kaynaklarda şöyle verilmektedir: Abdülkâdir-i Geylânî b. Mûsâ b. Abdullah b. Yahyâ b. Muham- med b. Mûsâ el-Cevn b. Abdullah el- Kâmil b. Hasan el-Müsennâ b. Hasan b. Ali. Hz. Hasan soyundan gelen şerifler İdrîsîler, Sa’dîler (Filâniyyün) ve Kadiriler adı verilen üç kola ayrılırlar. Babasının “Zengî-dost” (zenci dostu) unvanıyla anılması ve kendisinin Bağdat’ta, a’cemî (Arap olmayan, yabancı) olarak tanınması gibi hususlar bahis konusu edilerek, Hz. Hasan’a varan soy şeceresinin sonradan ortaya konulmuş olduğu da ileri sürülmüştür. Devrin tanınmış zâhid ve sûfflerinden Ebû Abdullah es- Savmaînin kızı olan annesi Ümmü’l- Hayr Emetü’l-Cebbâr Fâtıma’nın da kadın velîlerden olduğu kabul edilir.

Küçük yaşta babasını kaybeden Abdülkâdir, annesinin yanında ve dedesi Savmaî’nin himayesinde büyüdü. Kendisi on yaşında mektebe gidip gelirken melekler tarafından korunduğuna inanırdı. Bütün gayesi tahsiline devrin en önemli ilim ve kültür merkezi olan Bağdat’ta devam etmekti. On sekiz yaşına gelince annesinden izin alarak bir kafileye katılıp Bağdat’a gitti (1095). Orada Ebû Gâlib b. Bâkıllânî, Ca’fer es-Serrâc, Ebû Bekir Sûsen ve Ebû Tâlib b. Yûsuf gibi âlimlerden hadis; Ebû Saîd el-Mu- harrimî (Mahzûmî), Ebû Hattâb ve Kâdî Ebû Hüseyin gibi hukukçulardan fıkıh; Zekeriyyâ-yı Tebrîzî gibi dilcilerden de edebiyat okudu. Kısa zamanda usul, fürû ve mezhepler konusunda geniş bilgi sahibi oldu. Bağdat mutasavvıflarıyla yakın dostluklar kurduğu bu yıllarda Ebü’l-Hayr Muhammed b. Müs- lim ed-Debbâs (ö. 525/ 1 131) vasıtasıyla tasavvufa intisap etti. Kaynaklar tarikat hırkasını Debbâs’tan giydiğini ve onun damadı olduğunu bildirirler.

Hocası Ebû Saîd’in kendisine tahsis ettiği Bâbülerec’deki medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimleri okuttu ve vaaz vermeye başladı. Ancak bir süre sonra bütün bunları bırakarak inzivaya çekildi. Menkıbeye göre, yirmi beş yıl kadar süren inziva döneminin sonunda, başka biri yedirmedikçe kendi eliyle hiçbir şey yememeye ahdetmiş, aradan kırk gün geçtiği ve içinden “açım, açım” sesleri geldiği halde olağan üstü bir dayanma gücü göstererek direnmiş, nihayet bu hali Ebû Saîd el-Muharrimrye mâlum olmuş, o da bunu alıp evine götürerek eliyle doyurmuş ve daha sonra da kendisine şeyhlik hırkasını giydirmiştir.

Cüneyd-i Bağdâdi’ye ulaşan tarikat silsilesi şöyledir: Ebû Saîd Mübârek el-Mu- harrimî, Ebü’l-Hasan el-Hekkârî, Ebü’l- Ferec et-Tarsûsî, Abdülvâhid et-Temîmî, Şiblî, Cüneyd-i Bağdâdî. Muhtemelen inziva döneminin sonunda oğlu ile birlikte hacca gitti. Mekke’de tanıştığı birçok sûfîye hırka giydirdi. Sühreverdî, onun dört kadınla evli olduğunu söyler. Ancak ne zaman evlendiği bilinmemektedir. Herhalde halvete çekildiği zaman evli ve çocuk sahibi idi. Bağdat’ta vefat etti.

Abdülkâdir-i Geylânî, 1127’de ilk defa vaaz vermeye başladığı zaman ancak birkaç kişiye hitap ediyordu. Fakat daha sonra cemaati giderek arttığı ve medrese dar gelmeye başladığı için vaaz meclisini Bâbülhalbe’deki bir camiye nakletti. Açık havada verdiği vaazlarını dinlemek için yetmiş bin kişinin Bağdat’a geldiği, arka saflarda bulunanların ön saflardakiler kadar sesini rahatlıkla işittikleri rivayet edilir. Karşılaştığı kimseleri hemen tesiri altına aldığı için “Bâzullah” (Allah’ın şahini) ve “el-Bâzü’l- eşheb” (avını kaçırmayan şahin) unvanıyla da anılan Abdülkâdir’e bu unvan, Demîrî’ye göre şeyhi Debbâs’m meclisinde verilmiştir. Vaazlarında dinleyicilerine kurtuluşu ve cenneti vaad ettiğini, bu konuda onlara teminat verecek kadar inançlı ve kesin konuştuğunu, hitabetinin son derece etkili olduğunu kaynaklar görüş birliği içinde zikrederler.

Daha sağlığından itibaren kendisinden birçok keramet nakledilerek kişiliği tam mânasıyla menkıbeleştirilmiş, gerçek kimliği ise önemini yitirmiş ve unutulmuştur. İbnü’l-Arabî, “kün” ilâhî kelimesine mazhar olduğu için Abdülkâdir’den çok keramet zuhur ettiğini söyler. Tasarruf ve kerametlerinin ölümüden sonra da devam ettiğine inanıldığı için müridlerinin darda kaldıkları zaman söyledikleri ” Medet Ya Abdülkadir” sözü bir tarikat geleneği olmuş, özellikle kadınlar, çaresiz kalanlara imdat ettiğine inandıkları Abdülkâdir’in ruhaniyetine samimi bir bağlılık gös- termişlerdir. Veysel Karanî ve İbrâhim b. Edhem gibi Abdülkâdir-i Geylânî de Türk halk edebiyatı ve folklorunda önemli bir yer tutmuştur. Yunus Emre’ye nisbet edilen, “Seyyâh olup şu âlemi araşan/Abdülkâdir gibi bir er bulunmaz” mısralarıyla başlayan şiir ile Eşrefoğlu Rûmî’nin, “Arısının balıyım bahçesinin gülüyüm/Çayırının bülbülüyüm yâ şeyh Abdülkâdir!” gibi şiirlerinde ona karşı duyulan derin hayranlık terennüm edilmiştir.

Abdülkadir Geylani Hazretletleri’nin vefatı ;
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri vefât edeceği sırada, oğullarına: Yanımdan ayrılın! Çünkü zâhirde sizinle, bâtında sizden başkasıyla (ya’nî Allahü teâlâ ile) beraberim. Yine o esnada buyurdular: Yanımda sizden başkaları da vardır. Onlara yer açın. Onlara edebi gözetin. Burada büyük rahmet vardır. Onları sıkıştırmayın! Yine buyurdu: Aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü, Allahü teâlâ beni ve sizi mağfiret etsin! Allahü teâlâ benim ve sizin tövbelerimizi kabûl etsin! Bismillah gayre müvedde’în. Bir gün bir gece hep böyle buyurdular.

Oğlu Şeyh Abdurrezzâk anlatır: Gavs-ül-a’zam, o esnada, ellerini kaldırıp, uzattı ve: “Ve aleyküm selâm ve rahmetullahi ve berekâtühü! Tövbe ediniz ve size geliyorum denilenlerin safına giriniz!” buyurdu.

Vefât ederken iki defa, Allahümme refîk’al a’lâ deyip: “Size geliyorum, size geliyorum” buyurdu. Tekrar buyurdu ki: “Durun!” Bunun ardından, ona ölüm ve sekerât hâli geldi. Bu hâlde iken: “Bana kimse birşey sormasın. Ben, Allahü teâlânın ilminde bir hâlden başka bir hâle geçmekteyim” buyurdu.

Son anlarında, oğlu Abdülcebbâr, babacığım, bedenin acı duyuyor mu? diye arz edince, “Bütün uzuvlarım acı içindedir. Yalnız kalbimde hiç acı ve elem yok. O, Allahü teâlâ iledir.”

Abdulkadir Geylani hazretlerinin Türbe-i şerifi
Külliyenin yerinde daha önce Hanbeli Fakihi Ebu Said el Muharrimi’nin ders veridiği bir medrese bulunmaktaydı. Muharrimi’nin talebesi ve ve halefi olan Abdülkadir Geylani medreseyi genişleterek bir tekke ilave etmiş, 561’de ölümü üzerine buraya defnedilerek adına bir türbe yapılmıştır. Bağdat’taki diğer örnekler gibi mukarnas kubbeli olduğu sanılan ilk türbe, Kanûnî Sultan Süleyman’ın emriyle 1534’te yenilenerek yanıbaşına bir cami, etrafına da imaret, medrese ve tekke hücreleri yaptırılmıştır. Planlarını Mimar Sinan’ın hazırladığı külliye, 1574’te Bağdat Valisi Elvendzâde Ali Paşa zamanında tamamlanmıştır. Daha sonra 1638’de IV. Murad, 1674’te Silâhtar Hüseyin Paşa, 1708’de III. Ahmed, 1865’te Abdülaziz, 1900-1904 yılları arasında II. Abdülhamid ve 1970-1974 yılları arasında da mütevellileri tarafından tamir ettirilmiştir.

Etrafı yüksek duvarlarla çevrili geniş bir avlu içinde yer alan külliyeye, doğu ve batı tarafından iki taçkapıyla girilmektedir. Cephe duvarlarını aşan kademeli, sivri kemerli taçkapılarla süslemeleri, Selçuklu üslûbu taklit edilerek 1974’te yenilenmiş, külliyenin güneyindeki hazîre ile bahçe duvarı ise modern mimari anlayışıyla düzenlenmiştir. Güneyde bulunan türbe ile cami ile birlikte ele alınmış ve caminin planı, daha eski olan türbeye uydurulduğu için de genel planda bir çarpıklık meydana gelmiştir. Cami ve türbe; üç taraftan çifte revakla çevrelenmiştir: Revaklar siyah mermer sütunların taşıdığı otuz sekiz küçük kubbeyle örtülüdür. Kubbelerin cami ve türbeye açılan bölüm üzerindeki dördü mukarnas dolgulu,diğerleri sadedir. Külliyenin çekirdeğini teşkil eden türbe kare planlı olup üzeri, köşe kubbelerine yaslanan kubbeyle örtülüdür. Önünde dört eyvanlı Selçuklu yapılarını hatırlatan küçük bir geçiş mekânı bulunmaktadır. Üç kapıyla girilen türbenin içi son tamirde altta mermer, üstte kristal camlarla, miğfer şeklindeki dış kubbe ise kasnaktan itibaren halı desenli çinilerle kaplanmıştır. Çeşitli hatlarla ve motiflerle süslü sanduka Osmanlı eseridir ve gümüş bir kafesle muhafaza edilmektedir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
Kaynak ;
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 1 , sy 240-241 , Hazırlayan ; Süleyman Uludağ
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi , Cilt 1 , sy 242-243 , Hazırlayan ; Abdüsselam Uluçam
İslam Alimleri Ansiklopedisi

[/toggle]

Seyyid Nur Muhammed Bedayuni (k.s.)

Hindistan – Yeni Delhi’de , Nizameddin Evliya dergahı yakınında

Evliyanın büyüklerindendir, seyyid olup soyu Rasülullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e ulaşır. Hindistan’ın Bedayun şehrindedir. Doğum tarihi bilinmemektedir.

Seyyid Nur Muhammed Bedayüni Hazretleri ilmini ve feyzini İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin torunu, büyük alim ve mürşid-i kamil Muhammed Seyfüddin Faruki Hazretleri’nden aldı. Şeyhinin ölümünden sonra Abdülhak Muhaddis ed-Dehlevî (Rahimehullah)ın oğlu Hafız Muhammed Muhsin (Rahimehullah)ın sohbetlerine devam etti.

Seyfüddîn-i Farükî Hazretleri’nin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip icazet aldı. İlimde o kadar yükselmişti ki sarf, nahiv, mantık, me’ anî, tefsîr, hadîs ilimlerinde ve tasavvufta zamanının yegane alimi ve rehberi idi. Tasavvuf ehli onunla iftihar etmişlerdir, insanlar ondan feyiz almak için sohbetine koşmuşlardır. Bir teveccühü ile talebelerinin kalpleri zikretmeye başlardı. Yetiştirdiği talebelerin en meşhuru ve halîfesi Muhammed Can-ı Canan el-Mazhar Hazretleri olup evliyanın büyüklerindendir.

Seyyid Nur Muhammed Bedayünî Hazretleri dînin emirlerine tam uyardı. Şüpheli şeylerden ve haramlardan sakınma husüsunda gayreti son dereceye ulaşmıştı. Yiyeceği ekmeğin ununü helalden tedarik eder, hamumnu kendi yoğump, pişirir ve açlık ağır bastıkça azar azar yerdi.

İstiğrak ve cezbe halleri yani tasavvufta ilahî aşk ve kendinden geçme hali pek ziyade idi. On beş sene bu hal üzere yaşadı ve tasavvufi hallere gark oldu. Ömrünün son zamanlarında bu halden ayıklık haline dönmüştür. Sünnet-i Seniyye’ye ittiba’a çok dikkat gösterirdi. Rasülüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in hayatını yüksek ahlakını anlatan kitapları devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hallerinde ve işlerinde Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)e uymaya çalışırdı.

Bir gün birisi yiyecek bir şey hediye getirmişti. Kendisine takdim edilince, nazik bir tavırla “Bu yiyecekte bir zulmet gözüküyor, bir araştırınız.” buyurdu. “Bu yiyecek helaldendir.” diye arzettiler. Fakat araştırınca, bu yiyeceğin gösteriş niyetiyle hazırlandığını anladılar.

Dünyaya düşkün olan bir kimse, kendisinden emanet bir kitap istediğinde verirdi. Kitap geri getirilince o kitabı bir yere koyar ve üç gün bekletirdi. Verdiği kimseden kitap üzerine sirayet eden zulmet, sohbetinin bereketiyle dağıldıktan sonra alip okurdu.

Evliyanın büyüklerinden ve Seyyid Nur Muhammed Bedayuni Hazretleri’nin en başta gelen talebesi olan Habibullah Can-ı Canan el-Mazhar Hazretleri ondan bahsederken gözleri yaşla dolar ve talebelerine şöyle derdi: “Sizler Seyyid Nur Muhammed Bedayüni Hazretlerine yetişemediniz, onu görmediniz. Eğer görmüş olsaydınız, imanınız tazelenir ve ”Allah-u Te’ala ne büyük kudret sahibidir ki. böyle mübarek bir zat yaratmış” derdiniz. Onun keşfi son derece kuvvetli idi. Başkalarının baş gözüyle göremediklerini o, kalp gözüyle görür ve anlardı.Hayatı baştan sona fazilet ve kerametlerle doludur.

1135 (1722) senesinde Delhi’de vefat etti. Mürîdlerinden Newab Mükerrem Han’ın Nizameddin Evliya Türbesi civarında bulunan bağına defnedildi. En önemli halîfesi olan Can-ı Canan el-Mazhar Hazretleri daha sonra buraya bir türbe yaptırdı.

Şeyh Seyfeddin Faruki (k.s.)

Hindistan – Serhend’de İmam Rabbani hazretlerinin 200 metre güneyinde

İmam-ı Rabbani Hazretleri nin torunu ve eI-Urvetü’l-Vüska Muhammed Masum el Faruki Hazretleri’nin altıncı oğludur, ismi Muhammed Seyfüddîn, nisbesi Farükî’dir. Muhyi’s-sünne (sünneti ihya eden) lakabıyla meşhur olmuştur. 1055 (1645) senesinde Hindistan’ın Serhend şehrinde doğdu. 1684 (H. 1095) senesinde aynı yerde vefat etti. Kabri, babası Muhammed Masum el-Faruki Hazretleri’nin türbesinin yakınındaki türbededir.

Seyfüddin-i Farükî (Kuddise Sirruhü) küçük yaşından itibaren ilme yönelip ders okuyabilecek yaşa geldiği zaman Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Sonra amcası Muhammed Sa’id’den akli ve nakli ilimleri tahsil edip kısa zamanda çok şeyler öğrendi. Zamanının marifet deryası olan babası Muhammed Ma’sum-i Faruki Hazretleri’nin teveccüh ve sohbetleriyle, Nakşibendiyye yolunun usul ve adabı üzere tasavvuf yolunda ilerleyip, kısa müddet içinde manevi mertebeleri kat etti, birçok hallerin ve kerametlerin sahibi oldu. Manevî derecelere kavuşup, arifler semasının ayı ve alimlerin baştacı oldu. Kendisine, ilahî hazinelerin kapıları aralanıp, birçok ihsanlara kavuştu.

Zahiren ve batinen olgunlaştıktan sonra babasının emriyle insanlara, Allah-u Te’ala’nın dinin, Rasullulah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in güzel ahlakını anlatmak ve vaktin sultanı Evrengzib AIemgir Han’ın dini terbiyesi için vazifelendirilip Delhi’ye gitti.

Sohbetlerinin bereketiyle Hindistan’da yayılmış birçok bidat ve sapıklık, Sultan Alemgir Han tarafından ferman çıkartılarak ortadan kaldırıldı ve Rasulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in unutulmuş ve kaybolmuş sünnetleri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, valiler ve devlet adamları da Seyfüddin-i Faruki Hazretleri’nin sohbetleriyle şereflenip hidayete kavuştular. Ona son derece saygı duyup huzurunda ayakta dururlardı.

Muhammed Seyfüddin-i Faruki Hazretleri’nin himmet ve bereketiyle, Hindistan’ın her tarafında İslamiyet yayılıp Müslümanlar kuvvetlendi. Bidat sahipleri ve kafirler perişan olup, hiçbir yerde kabul görmediler. Hindistan hiçbir zaman böyle bir devir görmemişti.

Muhammed Seyfüddin-i Faruki Hazretleri, Delhi’deki bu gelişmeleri ve Sultan Alemgir Han’ın sevindirici halini babasına mektup yazarak bildirdiği zaman, babası çok sevinip dua etti.

Delhi’de, onun sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kafirler, facirler, fasıklar da onun sohbet meclisine gelip, yüksek huzuruyla şereflenince, hidayete kavuşup eski günahlarına tevbe edip, istiğfar ederek geri dönerlerdi.

Onun sohbeti bereketiyle, binlerce kişi hidayete ve kemale kavuşup, yüksek derecelere ulaşmıştı. Dergahına her gün binlerce kişi gelir feyz alırdı. Delhi’de kurduğu tekkeden pekçok halifeler yetişti. Burada yetişen halifeler aracılığıyla, Nakşibendiyye’nin Müceddidiye kolu, Afganistan, Türkistan, Irak ve Şam bölgelerine yayıldı.

Ömrünü islamiyet’in emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek ve insanlara anlatarak onların dünyada ve ahirette saadete, kurtuluşa ermeleri için sarf eden Muhammedi Seyfüddin Hazretleri bin dört yüz veli yetiştirdi. Birçok velî ve mürşid-i kamil yetiştirip, insanların hidayete kavuşmalarına vesile oldu. Seyyid Nur Muhammed Bedayuni (Kuddise Sirruhü) yetiştirdiği talebelerinin en büyüğü ve kamilidir.

Sekiz oğlu vardı. Üçü kendi huzurunda kemale geldi. Beşi henüz küçüktü. Büyük olan oğulları Şeyh Muhammed Azam, Şeyh Muhammed Hüseyin ve Şeyh Muhammed Şu’ayb’dır. Diğer oğulları Muhammed İsa, Muhammed Musa, Muhammed Kelimetullah, Muhammed Osman ve Abdurrahman’dır. Altı kızı vardı. Bunların isimleri de Cennet, Habibe, Saire, Şehrî, Refiunnisa ve Zehra’dır. (Rahmetullahi Aleyhim ve Aleyhinne Ecma’în)

”Mektubat-ı Seyfiyye” adlı bir eseri olup, için de yüz doksan mektup vardır. Bu kıymetli eseri, oğlu Muhammed Azam (Rahimehullah) toplayıp kitap haline getirmiş, Hindistan’ın Haydarabad şehrinde basılmıştır.

Kaynaklar ; Lalegül dergisi – Cübbeli Ahmet Hoca Efendi
(Muhammed Fazlullah es-Serhendi, ‘Umdetü’l-makamat, sh:392; Yusuf en-Nebhanî, Cami’u keramati’l-evliya, 1/204; Muhammed Zahid el-Kevserî, İrgamü’l-merîd, sh:75; ‘Abdülmecid el-Ham, el-Kevkebü’d-dürriyye ‘ale’l-Hadaiki’l-verdıyye fi ecillai’s-sadati’n-Nakşibendiyye, sh:593-595; Ahmed Hilmî, Hadîkatü ‘1-evliya, sh:112; İslam Alimleri Ansiklopedisi, 16/173)