Şeyh Hamza El Kebir (k.s.)

Siirt – Tillo’da Kaymakamlık binasının hemen karşısında

Şeyh Hamza-El Kebir Hazretlerinin doğum tarihi bilinmemektedir. Hıms Vilayeti’ne bağlı Tedmur denilen yerden gelmiştir. Soyu büyük sahabi Halid Bin Velid’e (r.a.) dayanır. Babaları Ebu Said-i Mağzuni, Abdülkadir Geylani Hazretlerine muasır olmuş, hatta birbirlerine karşılık ders vermişlerdir.

Başta İsmail Fakirullah Hazretlerinin tespiti olmak üzere “Kutb’ul Aktab” makamına ulaşmış, Tillo’nun başta gelen velilerinden biri olmuştur. Tarikatı “Hamzaviyye” tarikatıdır. 12 erkek çocuğu dünyaya gelmiştir. Çocuklarının bir kısmı Tillo’da, diğerleri ise Siirt’te medfundur. Bunlar Şeyh Halil Ferd (Siirtte Medfundur), Şeyh Hasan, Şeyh Yasin, Şeyh Numân, (üçüde Tillo’da Şeyh Mücâhid Camii ve Medresesinde Medfundur), Şeyh Mücâhid (Tillo’da Medfundur), Şeyh Muhammed er-radiyî (Siirtte medfun büyük veli Şeyh Musa Hazretlerinin dedesidir.), Şeyh Yunus, Şeyh Dâvûd, Şeyh Burhan, Şeyh Hüseyn, Şeyh Şerafeddin, Şeyh Yusuf. Şeyh Hamza El-Kebir 1271 tarihinde vefat etmiştir. Kabri Tillo’da kendi adına yaptırılmış olan türbededir.

Kaynak ;Siirt Evliyaları , Abdulhalim Durma

Gavs-ül Memduh (k.s)

Siirt – Tillo’da İsmail Fakirullah hazretlerinin Türbesinin hemen yakınında

Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan evliyânın büyüklerinden. Asıl ismi Mahmûd bin Abdürrahmân olup, 1174 (m. 1760) senesinde Tillo’da doğdu, İsmâil Fakîrullah hazretlerinin torunlarından olan Mahmûd bin Abdürrahmân, büyük âlim İbrâhim Hakkı Erzurûmî’nin talebesidir. Gavs-ül-Memdûh ismi ile şöhret buldu. Pekçok kimselerin hidâyete kavuşup Allahü teâlânın sevdiği kullar arasına girmelerine vesile oldu. 1263 (m. 1847) senesinde Tillo’da vefât etti.

Küçük yaşta, İbrâhim Hakkı hazretlerinden ilim ve ma’rifet öğrenmeye başladı. Keskin bir zekâya sahip olan Gavs-ül-Memdûh, ısrarlı ve düzenli bir çalışma ile, kısa zamanda hocasından tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri, zamanın matematik, edebiyat, astronomi ve fen ilimlerini öğrenerek, büyük bir âlim oldu. Ayrıca kalb ilimlerini de tahsil ederek, ma’rifetullah sahibi olan velîler arasına girdi.

Gavs-ül-Memdûh, talebe arkadaşlarıyla zaman zaman hocası İbrâhim Hakkı hazretlerinin yanında, Tillo’nun Cebel-i Re’s-il-kuvâ ismindeki tepesine çıkarlardı. İbrâhim Hakkı hazretleri talebelerine; “Bu tepe, yakında büyük bir nâma kavuşacaktır” dedi. İbrâhim Hakkı, bu tepeye bir musalla taşı yaptırdı. Her uğradığında oraya otururdu. Ölümü, âhıreti ve hesabı düşünürdü. Yine birgün üç talebesi ile bu tepeye çıktı. Üçünün de ismi Mahmûd idi. Onlara; “Sübhânallah! Hepinizin de adı Mahmûd. Her biriniz de amcalarınızın kızı ile evleneceksiniz. Fakat sâdece biriniz Allahü teâlânın evliyâ kulları arasında yüksek derecelere sahip olup; “Memdûh” lakabıyla isimlendirilecektir. Ona her taraftan akın akın talebe istifâde etmek için gelecektir. O, bu tepeye bir ev yaptırıp, herkesin hidâyete kavuşmasına vesile olacaktır” buyurdu. Talebeler de kendi kendilerine; “Mübârek hocamızın müjde verdiği o kimse ben olsam” diye temenni ettiler. Bir müddet sonra içlerinden iki tanesi oradan ayrıldı. İbrâhim Hakkı hazretleri yanında kalan Mahmûd’a; “Biraz önce müjde verdiğim Mahmûd sensin. Fakat bu sırrı ben sağ olduğum müddetçe kimseye söyleme” buyurdu. Bu müjdeye çok sevinen Gavs-ül-Memdûh, hocası sağ olduğu müddet içinde kimseye söylemedi.

Gavs-ül-Memdûh, hocasının sık sık iltifâtlarına mazhar olur, “Bârekallahü fike yâ Memdûh” (Allahü teâlâ sana bereketini ihsân etsin) duâsını almakla şereflenirdi. Gecesini gündüzüne katarak hocasının hizmetinde bulunur, ona hizmeti büyük bir ni’met bilirdi. Onun huzûrunda lüzumsuz hiç konuşmaz, ancak sorulan bir suâle kısa ve öz cevap verirdi. Yüksek edeb sahibi olup, arkadaşları arasında parmakla gösterilirdi. Yumuşak huyu ile herkesin dikkatini çeker, aklının kemâlini ve edebini takdîr etmeyen kalmazdı. Onun sohbetine kavuşan, tatlı sözlerine kendini kaptırır, ondan ayrılmak istemezdi.

Gavs-ül-Memdûh, yirmi yaşına girdiğinde, amcası Şeyh Mustafa’nın kızı Zemzem-il-Hassa ile evlendi. Zemzem-il-Hassa ki, Allahü teâlânın rızâsına kavuşan kadın evliyâdan biri idi. Onun büyüklüğünü annesi Âişe hâtun şöyle anlattı: “Zemzem’e hâmile idim. Birgün bana gâibden bir zât görünüp, sâliha bir çocuğumun olacağını müjdeledi. Kim olduğunu sorduğumda, bir melek olduğunu söyledi. Doğumuna kadar hamileliğim çok hafif geçti. Nihâyet 1178 (m. 1764) senesi Şevval ayının yirmisine rastlayan Perşembe gecesi dünyâya geldi. Doğumundan onbeş gün sonra bir gece uyandığımda kendisini emzirmek istedim. Üzerindeki örtüyü kaldırdığımda bütün vücûdunun ilâhî bir nûra gark olduğunu gördüm. Çok hareketsiz bir hâlde uyumasından öldüğünü sandım. Dikkatle üzerine eğildiğimde, nefes alıp verdiğini anladım. Sonra babasını uyandırıp çocuğun durumunu gösterdim. Babası, çocuğumuzun üzerini kaplayan nûra bakarak, onun ileride çok sâliha bir hanımefendi olacağını müjdeledi.”

Gavs-ül-Memdûh, hocası İbrâhim Hakkı hazretlerinin vefâtından sonra, yerine geçip, talebeleri okutmağa başladı. Her geçen gün talebesi ve ziyâretçileri çoğaldı. Öyle ki, artık dergâha sığmaz hâle geldi. Ba’zan günde bin beşyüz kişiden fazla ziyâretçi oluyordu. Bu izdihamın kalkması için hocasının işâret buyurduğu Re’s-il-kuvâ dağının bir tepesine büyük bir dergâh ve yanına ev yaptırdı. Burada insanlara feyz ve bereketler yağdırıp, hidâyete kavuşmalarına sebep oldu.

Gavs-ül-Memdûh, bir gece rü’yâda Mûsâ Kâzım hazretlerinin kendisine; “Ey Memdûh, kalk! Kalb gözünün açılacağı, ilâhi tecellilerin zâhir olacağı zaman yaklaştı” müjdesine mazhar oldu. “Hayırdır inşâallah” diyerek yatağından fırlayan Gavs-ül-Memdûh hazretleri, ilâhi bir cezbeye kapıldı. O anda bütün vücûdunda şiddetli bir hararet meydana geldi. O günden sonra şiddetli kış günlerinde bile dışarda durduğu hâlde harareti sönmedi. Bu rü’yâdan sonra, daha önce konuşmadığı lisânlarla Allahü teâlânın izniyle konuşup, o dillerde şiirler, kasideler söyledi. Ondan sonraki üç senede, üzerindeki bu hararet hâli kalkıp yerini tam tersine bir soğukluk hâli aldı. Öyle ki soğuktan durmadan titrerdi. Dördüncü senede bu hâlden kurtulup, normale döndü. Bundan sonra artık talebe okutmaya devam etti.

Gavs-ül-Memdûh’un torunu Halîl Efendi anlattı: “Birgün mübârek hocamın hizmetiyle şerefleniyordum. İçeri tanımadığım birisi girerek, Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin elini öpmeye başladı. Sonra hürmetle; “Muhterem efendim! Tâ Sivas’tan sırf size teşekkür edip, müstecâb duâlarınızı almak için geldim. Çünkü hayatımı kurtardınız. Eğer müsâdeniz olursa hâdiseyi anlatayım” dedi. Hocam da gülümseyerek müsâade etti. O kimse başından geçen hâdiseyi şöyle anlattı. “Bir deniz yolculuğuna çıkmıştım. Gemimiz bir müddet yol aldıktan sonra, şiddetli bir fırtınaya yakalandı. Koskoca dalgalar gemiye çarptıkça, gemi bir sağa bir sola yatıyor, tahtaları gıcırdayarak kırılmamak için direniyordu. Gemide bulunan herkes, kurtulmak için duâ ediyor, kurbanlar adıyordu. Nihâyet dalgaların şiddetine dayanamayan gemimiz battı. Hepimiz suyun üzerinde durabilmek için çabalıyorduk.

Yüzmek için uğraşırken aklıma aniden zât-ı âliniz geldi ve; “İmdat yâ Gavs-ül-Memdûh hazretleri!..” diye sizden yardım istedim. O anda önümde bir geniş tahta belirdi. Ona yapışarak su üzerinde kalabildim. Uzun uğraşmalardan sonra sahile çıktım. Fakat açlıktan ve yorgunluktan çok halsiz düşmüştüm. Gözümün önünü görecek durumum yoktu. Birden nûr yüzlü bir kimsenin, bana, içinde ekmek ve peynir bulunan bir paket uzattığını gördüm. Verilenleri yemek için çabalarken o mübârek zât oradan kayboldu. Yemîn ederek söylüyorum ki, benim denizde boğulmaktan ve açlıktan ölmekten kurtulmama sebep olan sizden başkası değildi.”

Gavs-ül-Memdûh’un akrabalarından Ali Efendi anlattı: “Birkaç arkadaşımla hacca gitmiştik. Dönüşte Lazkiye civarına geldiğimizde yiyeceklerimiz bitti. Lazkiye’ye giderek orayı idâre eden Osmanlı paşasına durumu anlattık ve yardımlarını taleb ettik. Bizim Tillo’lu olduğumuzu öğrenince, Gavs-ül-Memdûh hazretlerini sordu. Yeğeni olduğumuzu söyledik. Paşa buna çok sevindi ve hocamızın evsâfını sordu. Ben de tek tek anlattım. Anlattıkça paşa tasdik ediyordu. Buna oldukça şaşırdım. Acaba paşa, hocamızı nereden tanıyordu? Dayanamadım sordum. O da cevap olarak şöyle anlattı: “Pâdişâhımızdan, buradaki Fransızlarla savaş yapmak üzere emir almıştım. Askerlerimi toplayarak düşmana saldırdık. Onlara karşı gerek silâh olarak, gerekse asker olarak çok az olmamız hasebiyle mağlup olmuştuk. Durumu sultânımıza bildirdik. Sultan da yeniden asker toplayıp Fransızların üzerine yürüyerek galip gelmemizi emretti. “Başüstüne” diyerek tekrar asker topladım. Hazırlıklarımı tamamladıktan sonra savaş meydanına yürüdük. Her askere tekrar tekrar tenbîh ettirdim ki, namazını hiç kimse geçirmesin, âmirlerine mutlak itaat etsin, birbirlerine haklarını helâl etsin ve zamanın evliyâsının en üstünü olanlardan imdat istesin. Böylece hem maddî, hem de ma’nevî sebeplere yapıştık. Başta kendim, savaş meydanında geçirdiğim o ilk gecede, sabahlara kadar uyumadım. Namaz kılıp, Kur’ân-ı kerîm okudum ve cenâb-ı Hakka çok duâ edip yalvardım. Gözyaşları arasında zamanın Gavs’ından da yardım istedim. Fecr vaktinde askerîmi uyandırdım. Ezân-ı Muhammedî okundu. Cemâatle sabah namazını kıldık. Rabbimizden bize zafer nasîb etmesi için duâlar edip askerîmle helâllaştım. Güneş doğarken, karşı tepede ordugâhını kuran Fransızlar üzerine; “Allah Allah!…” nidâlarıyla hücuma geçtik. Önce top atışları ile başlayan savaş, sonra tüfek ve tabancaya, göğüs göğüse geldiğimizde de kılıç ile çarpışmaya döndü. Her iki tarafında bütün gücü ile vuruştuğu bir anda, bir atlının rüzgâr gibi saflarımıza katılıp düşmana hücum ettiğini gördük. Bu gelenin nûr yüzü, yeşil sarığı ve beyaz elbisesi içinde daha da heybetli görünüyordu. Elinde kılıncı ile; “Allahü Ekber” nidâlarıyla hücum üzerine hücum tazeliyordu. Onun bu gayreti hepimizi heyacana getirdi. Canımızı dişimize takarak Fransızların üzerine şiddetle saldırdık. Öyle ki, herbirimiz birer arslan kesilmiştik. Vurduğumuz yerden ya kol, ya baş koparıyorduk. Bizim bu anî gayretimiz düşmanın gözünü yıldırdı ve kaçmaya başladılar. Peşlerine düştük, pekçoğunu öldürdük, bir kısımını esîr aldık. Pek azı kaçabilmişti. Topları, cephâneleri hep elimize geçti. Bu arada bize yardıma gelen o mübârek zâtın, düşmanın kaçtığı istikâmetten atıyla geldiğini gördük. Önünde elleri bağlanmış bir Fransız vardı. Yanımıza gelmesini heyecanla bekledik. Nihâyet geldiklerinde esîri yere bıraktı ve; “Paşa! Bu papaz, Fransızları galeyana getirerek, müslümanlara saldırtıyordu. Bu İslâm düşmanını iyi zaptet!” buyurdu. Buna çok sevindim ve imdâdımıza yetişen nûr yüzlü zâtın ellerine sarıldım. Doya doya öptükten sonra; “Canım size feda olsun. Kim olduğunuzu lütfeder misiniz?” diye sordum. “Tillolu Memdûh’um” diyerek atını mahmuzladı. Önce şaha kalkan at, hızla yanımızdan uzaklaştı. O günden beri bu zâtı tanıyan biriyle karşılaşmak için Allahü teâlâya duâlar ettim. Nihâyet kabûl olmuş. Sizinle görüşmek, ondan haber almak devletine kavuştum. Lütfen Tillo’ya vardığınızda, benim yerime mübârek ellerinden öp, selâm ve hürmetlerimi bildir. Kıyâmet günü bize şefaat etmesini istirhâm ettiğimi de bildir.” Paşa’nın anlattıklarını hepimiz heyecanla dinledik. Sonra bize çok izzet ve ikramlarda bulundu. İhtiyâçlarımızı giderdi. Sonra yola koyulduk. Tillo’ya geldiğimizde doğruca Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin huzûruna gidip durumu anlattım. Selâmını söyledim. “Ve aleyküm selâm. Paşa doğru söylemiş” diyerek, Allahü teâlânın kendisi için ihsân ettiği bu ni’mete şükretti.”

Gavs-ül-Memdûh’un yakın talebelerinden Abdürrahîm Efendi anlattı: “Hocam Gavs-ül-Memdûh hazretleri, birgün dergâhın önünde otururken beni huzûr-u şerîflerine çağırdı. Şam’a gidip gitmediğimi sordu. Ben de; “Gitmedim efendim” deyince. “Şu tarafa bak bakalım ne göreceksin.” buyurdu. İşâret ettiği yöne baktığımda, yemyeşil bahçeleriyle. Şam’ın karşımda durduğunu hayretle gördüm. Şam’ı merakla seyrettiğimi gören mübârek hocam: “Abdürrahîm! Boşi köyü buradan uzakta mıdır görülebilir mi?” buyurunca, rü’yâdan uyanır gibi Şam gözlerimden silindi ve hocama; “O köy buraya uzaktır, görünmez efendim” diye cevap verdim. Bunun üzerine; “Doğu tarafına bak” buyurdu. O anda küçük bir tepenin yamacında kurulmuş olan Boşi köyü gözümün önüne geldi. O anda köyün bir kenarında, hocamın talebelerinden birkaç tanesi oturmuş sohbet ediyorlardı. Köy bekçisi de yanlarında sırt üstü uzanmış yatıyor, talebe arkadaşlarımla alay ediyordu. Hocam; “Abdürrahîm! Bekçinin arkadaşlarınla alay ettiğini görüyor musun?” diye sordu. Ben de; “Görüyorum efendim. Eğer müsâade buyurursanız hemen hakkından geleyim” diye sordum. Hocamın hiç cevap vermemesinden cesâretlenerek ayağımı hızla bekçiye doğru salladım. Allahü teâlânın izniyle, ayağım bekçinin tam karnına isâbet etmiş ki, birden karnını tutmaya ve feryâd etmeye başladı. Bir daha vuracaktım fakat mübârek hocamın; “Yeter, yâ Abdürrahîm!” buyurması üzerine durdum. Boşi köyü de gözümden kayboldu. Hocamın bu kerâmetlerine hayran kalmıştım. Aradan on gün geçmişti. Boşi köyünün bekçisi, yüzü sarılı bir hâlde hocamın huzûruna çıkarıldı. Ağzı sol kulağına kadar eğilmişti. Eğilen taraf kırış kırış olmuş, diğer tarafı da davul zarı kadar gerginleşmişti. Bu sebeple ne ağladığı ne güldüğü, ne de konuştuğu anlaşılıyordu. Zor konuşabilen bekçi; “Aman yâ Hocam! Allahü teâlâyı zikreden talebelerinle alay ederken, birisi şiddetle karnıma vurdu. O anda bütün vücûdum hareketsiz kaldı. Ağzım da bu hâle geldi. Bundan böyle hatâmı anladım ve tövbe ettim. Ne olur beni affediniz ve ağzımın eski hâle gelmesi için duâ etmenizi yalvarırım” diyerek ağladı. Hocam onun bu durumuna çok üzüldü. Merhamet edip ellerini kaldırarak duâ etmeye başladı. Sonra mübârek elini bekçinin yüzüne sürdü. O anda bekçinin ağzı, Allahü teâlânın izniyle eski hâline geldi.”

Gavs-ül Memdûh hazretlerinin akrabalarından Molla Hâmid anlattı: “Yaya olarak Erzurum’a gidiyordum. Bir gece Çakmak isimli bir köyde, Yûsuf Efendi isminde iyilik sever birisine misâfir olmuştum. Nereden gelip nereye gittiğimi, kim olduğumu sordu. Tillo’lu olduğumu, Gavs-ül-Memdûh’un akrabası olduğumu söyledim. Hocamın ismini işiten Yûsuf Efendi birden heyecanlandı ve başından geçen şu hâdiseyi anlattı: “Birisi bana bir iftira atarak hapsettirmişti. Hiçbir suçum olmadığı hâlde verilen cezaya üzülmüştüm. Oradan kurtulmak için pekçok çâreler düşündüm, plânlar kurdum. Fakat hiçbirinden netice alıp, hapisten kurtulamadım. Bir gece iki rek’at namaz kılıp Allahü teâlâya gözyaşları arasında kurtulmam için duâ ettim. O duâdan sonra hatırıma cenâb-ı Haktan velî olan kulları geldi. Onlar, darda kalan kullara yardım eder düşüncesiyle; “Ey zamanımızın Gavs-ı a’zamı! Ne olur buradan kurtulmam için himmet buyurmanızı istirhâm ediyorum” diyerek, imdat istemeye başladım. Bu şekilde geç saatlere kadar hep Allahü teâlânın sevdiği kullarını yardıma çağırdım. Derken uyumuşum. Birisinin müşfik ve heybetli sesiyle uyandım. “Yûsuf Efendi! Haydi kalk” diyordu. Kalktım. Başucumda üç kimse duruyordu. Herbirinin yüzleri nûr gibi parlıyordu. “Kimsiniz? Ne için geldiniz?” der gibi yüzlerine bakınca, içlerinden biri; “Sen bizi imdâda çağırmamışmıydın? işte geldik!” buyurdu. Sevincimden ne yapacağımı şaşırdım. Fakat kapılar kilitli idi. Üstelik nöbetçiler sabahlara kadar kapı önlerinde gezinip duruyorlardı. Nasıl çıkıp gidecektim. Daha böyle düşünceler aklımdan geçerken o heybetli zât tekrar; “Vesveseyi bırak, cenâb-ı Hak herşeye kâdirdir. Yürüyerek evine git” buyurdu. “İsm-i âliniz nedir?” diye arz ettiğimde de; “Tillolu Memdûh’um. Allahü teâlâ darda kalan kullarına yardım etmekle bizi vazîfelendirdi” deyip gözden bir anda kayboldular. Korka korka kapıya vardım. Koluna bastığımda, kapı kilitli değilmiş gibi açıldı. Nöbetçi oturmuş uyukluyordu. Çok güzel bir fırsattı.

Sür’atle yanından uzaklaştım. Sevincimden kalbim yerinden fırlayacakmış gibi atıyordu. Hapishâneden çıktıktan sonra sanki arkamdan beni çağıracaklarmış gibi korkuyla sık sık arkama bakıyordum. Nihâyet eve vardım. Ertesi günlerde beni hiç arayan soran olmadı. Böylece Gavs-ül-Memdûh hazretlerinin himmeti, bereketi ve yardımı ile kurtuldum.”

1263 (m. 1847) senesinde Tillo’da hastalanan Gavs-ül-Memdûh hazretleri, talebe, akraba, ahbapları ve çocukları ile helâllaştı. Bir Pazartesi günü öğleye doğru Kelime-i tevhîd söyleyerek vefât etti. Cenâzesini, yerine bıraktığı oğlu İbrâhim yıkadı ve namazını kıldırıp kalabalık bir grup ile defnetti. Mübârek kabri, âşıkları tarafından ziyâret edilmekte, onun feyz ve bereketlerine kavuşulmaktadır.

1) Kenz-ül-fütûh fî menâkıb ve ahvâl-il-Gavs-il-Memdûh.

İsmail Fakirullah (k.s.)

Siirt – Tillo’da merkezde Türbe-i şerifinde

Receb 1067 (19 Nisan 1657) tarihinde Siirt’in Tillo köyünde (Aydınlar ilçesi) doğdu. Asıl adı İsmail’dir. Hayatı hakkındaki bilgiler Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Mdrifetname’sine dayanmaktadır. Hz. Peygamber’in amcası Abbas’ın soyundan geldiği söylenen dedesi Abdülcemal ve babası Kasım Tillo’da müderrislik yapmışlardır. İsmail’in eğitimiyle bizzat babası meşgul oldu. Yirmi dört yaşı­na geldiğinde tahsilini tamamlayarak medresede ders vermeye başladı. Babası vefat edince de Tillo’daki caminin imam ve hatibi oldu. İbrahim Hakkı onun genellikle Arapça konuştuğunu söyler.

Dinin emirlerini büyük bir hassasiyetle yerine getiren, kendi işini bizzat yapmaktan, tarlada çalışarak el emeğiyle geçinmekten hoşlanan Faklrullah’ın kırk yaşında iken geçirdiği ruhi değişim onun manevi hayata daha çok yönelmesine sebep oldu. Hacdan döndükten sonra bir gece yatsı namazı için camiye giderken bi! kör kuyuya düştü ve burada mazhar olduğu manevi haller sonucunda sekiz yıl süren bir vecd ve istiğrak dönemi yaşadı. Çevresinde toplanan müridlerinin başında Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın babası Molla Osman Hüsnü ile Molla Muhammed gelir. İbrahim Hakkı küçük yaşta babasıyla birlikte onun sohbetlerine katılmış, faziletlerini ve dini hayatını yakından görerek etkisi altında kalmıştır.

Marifetname’de onun Faklrullah unvanını alma sebebi ve hangi tarikata mensup olduğu hususunda bilgi yoktur.İbrahim Hakkı dolayısıyla bu konu üzerinde duranlar Fakirullah’ın Nakşibendi veya Kadiri- Nakşibendi olabileceğini belirtmişlerdir. Marifetname’de Nakşiben­ diliğe özel bir bölüm ayrılmış bulunması onun Nakşibendi olması ihtimalini güçlendirir. Ayrıca bu eserde Üveysi olduğu, doğrudan Hz. Peygamber’in ruhaniyetinden faydalandığı da anlatılır. Hayatının son yıllarında zamanını daha çok müridi ve halifesi İbrahim Hakkı ile sohbet ederek geçiren Fakfrullah’ın şöhreti her tarafa yayıldığından birçok devlet adamı kendisini ziyarete geliyor veya ona mektup gönderiyordu. Hatta bazı sosyal ve siyası meselelerin çözümü için yardım ve himmeti isteniyordu. İbrahim Hakkı, “mürşid-i kamil” olarak nitelediği şeyhinin mütevazi yaşayışı ve ahlakı hakkında ayrıntılı bilgi verir.

Uzun murakabe halleriyle tanınan Fakirullah 1147 (1734) yılında tekrar istiğrak haline girdi. Bir cuma akşamı kendine gelince aile fertlerini ve müridierini toplayarak vasiyette bulundu ve ardından vefat etti. Cenaze namazı büyük oğlu Abdülkadir tarafından kıldırıldı. Defnedildiği yere yapılan türbeye güneş ışın­ları, 21 Mart ve 23 Eylül günleri 40 X 40 santimlik bir pencereden girip kubbesinde bulunan bir prizmadan geçerek sandukanın baş tarafını aydınlatıyordu. Ancak bu sistem günümüzde bozulmuş durumdadır. Tillo’da daha sonra İbrahim Hakkı tarafından yaptırılan dergahta pek çok kimse eğitim gördü, birçok talebe tahsil yaptı. Fakfrullah’ın türbesi inşa edildiği tarihten itibaren özellikle bölge halkı tarafından sürekli ziyaret edilmiş­ tir ve günümüzde de bu özelliğini koru- maktadır. Şeyhin şahsi eşyaları zamanı­ mıza kadar muhafaza edilmiştir.

BİBLİYOGRAFYA :
İbrahim Hakkı Erzurumi, Marifetrıame, Kahire 1255/1839, s. 504, 520; Hüseyin Vassaf, Se{fne, ll, 152; İslam Alimleri Ansiklopedisi, istanbul, ts., XVI, 318; Evliyalar Ansiklopedisi, istanbul
1992, VI, 129-144.

Kaynak ; Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi , Hayrani Altıntaş , 12. cilt , sayfa 132

Erzurumlu İbrahim Hakkı (k.s.)

Siirt – Tillo ‘da İsmail Fakirullah hz’nin Türbe-i Şerifinde

Anadolu’da yaşayan evliyânın ve ulemânın büyüklerinden. Babası Osman Efendi de evliyâdan bir zât idi. İbrâhim Hakkı 1115 (m. 1703) senesinde Erzurum’un Hasankale kasabasında doğdu. Tillo’da İsmâil Fakîrullah hazretlerinden ilim öğrendi. Onun sohbetleriyle kemâle geldi. Sofiyye-i aliyye ismi verilen evliyânın büyükleri arasına girdi. Kâdirî idi. Bir ilim ve ma’rifet hazînesi olan “Ma’rifetnâme” isimli eseri pek kıymetlidir. 1195 (m. 1781) senesinde Siirt’in Tillo kasabasında vefât etti. İbrâhim Hakkı hazretleri kendisini kısaca şöyle anlatmaktadır:

“Hicretin târihi binyüzonbeş oldu ol bahar,
Kal’ayı ahsende İbrâhim Hakkı doğdu zar.

İhtiyârı ilm idi, tâ sâl-i binyüzkırka dek,
Aşka düştü, ârif oldu, vecd ü hâli kıldı kâr.

Sal binyüzyetmiş oldu, sinn-i Hakkı ellibeş,
Kendi kârı bâr u vârı ihtiyârı kıldı yâr.”

Ma’nâsı: “Hicrî binyüzonbeş târihinde bir bahar günü, İbrâhim Hakkı, Hasankale kasabasında doğdu. Binyüzkırk senesine kadar ilim öğrenmek için çalıştı. Ârif olup dünyâyı unutarak, Allahü teâlânın aşkıyla yanıp kavruldu, işini, gücünü, malını, mülkünü herşeyini bırakarak cenâb-ı Hakka yöneldi.”

İbrâhim Hakkı, yedi yaşına geldiğinde annesi Seyyide Hanîfe Hâtun’u kaybetti. Babası Osman Efendi, İbrâhim’i amcasına emânet etti ve tasavvufda kendisini yetiştirecek bir rehber, âlim aramaya başladı. Kısa sürede Siirt’in Tillo kasabasında İsmâil Fakîrullah hazretlerinin büyüklüğünü, Allahü teâlâ katındaki yüksekliğini anladı. Ondan ilim öğrenmek ve hizmet etmek için geceli-gündüzlü çalıştı. Dokuz yaşına basan öksüz İbrâhim Hakkı, babasının hasretiyle yanıyordu. Amcası Molla Ali Efendi, İbrâhim Hakkı’yı alarak Tillo’ya babasının yanına götürdü.

İbrâhim Hakkı hazretleri Tillo’da babasına kavuşmasını şöyle anlattı: “Ben dokuz yaşında idim. Ali amcam beni babamın yanına götürdü. Bir ikindi vaktinde Tillo’ya girdik. Dergâha vardığımızda, babam ile hocası namaz kılıyorlardı. İlk bakışta İsmâil Fakîrullah hazretlerinin mübârek yüzü, bana, pederimden daha yakın geldi. O anda yüzünün cezbesi gönlümü aldı. Aklım, onun güzelliğine, duruşundaki heybete ve olgunluğa hayran kaldı. Gönlümü ona kaptırdım. Babam beni kendi odasına götürdü. Şefkat ile ilim öğretip, lütf ile terbiye etmeye başladı.”

İbrâhim Hakkı; babasından, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri öğrendi. Babasının arkadaşı Molla Muhammed Sıhrânî hazretlerinden de, astronomi, matematik gibi zamanın fen ilimlerini tahsil etti. Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında ma’rifet sahibi olmak, hasta kalbine şifâ bulmak için de İsmâil Fakîrullah hazretlerinin sohbeti ve hizmetiyle şereflendi.

İbrâhim Hakkı hazretleri, Tillo’ya geldiği günlerde gördüğü bir rü’yâyı şöyle anlattı: “Rü’yâmda gökyüzünü beyaz serçelerle dolu hâlde gördüm. Bir ara serçeler hepbirden halkın üzerine doğru saldırdılar. Bana saldıranları babam uzaklaştırdı. Ancak bir serçe fırsat bulup, sağ koltuğuma sokuldu. Sabahleyin rü’yâmı babama anlattım. Babam koltuğumun altına baktıktan sonra, orada tâ’ûn, veba hastalığının belirtilerini gördü. Hastalığa yakalandığım ilk beş gün kendimden habersiz olarak yattım. Altıncı gece gözümü açtığımda babamı başucumda ağlıyor gördüm. Muhterem hocamız İsmâil Fakîrullah hazretleri de yanında idi. Mübârek ellerini kaldırdı. Bana uzun uzun duâ ettikten sonra babama; “İbrâhim’in işi bitmiş iken Allahü teâlâ ihsân ederek onu yeniden diriltti” buyurarak müjde verdi.”

Yine şöyle anlatmıştır:

“Yaz mevsimiydi. Bir Cum’a gecesi babam murâkabe yapıyordu. Ben de yatıp uykuya dalmıştım. Rü’yâmda Tillo’nun harman yerine bir anda binden çok süvari ve piyade asker geldi. Atlı olanlar attan inerek bir yere toplandılar. Boyları iki adam yüksekliğinde olan bu askerler, at ve diğer malzemelerini harman yerine bırakıp, üstadımız İsmâil Fakîrullah hazretlerinin dergâhı kapısında saf saf dizildiler. Ben büyük kalabalığı seyrederken, dergâh kapısının sağ yanında duran saftan birisi eğilip beni kucağına aldı. Tebessüm ederek öptü ve sol tarafında olanın kucağına verdi. O da alıp muhabbetle öptü ve solunda duranın kucağına verdi. Bu şekilde sıra ile sekizinci kimsenin kucağına geldim. O da beni öptü, onun solunda dergâhın kapısı vardı. Beni yavaşça şefkatle yere bıraktı. Kapı açıktı, içeri girdim. Mübârek hocamız Fakîrullah hazretlerinin huzûrunda sekiz seçilmiş zâtın ayakta durduğunu gördüm. Hocamız da ayağa kalktı ve onlarla müsâfeha edip sarıldılar. Ben bu hâle şaşırmıştım. O sırada uyandım. Bu rü’yânın lezzeti canıma can katmıştı. Sevincimden rü’yâmı hemen babama anlattım. Meğer babam, uyanık olduğu hâlde, benim rü’yâda gördüklerimi görmüş, hâdiseye muttali olmuş ve onlarla konuşmuştu. Babam bana şöyle tenbih etti ve; “Bu rü’yâyı kimseye söyleme. Bu rûhlar için iyi olmaz” buyurdu. Sabah oldu Cum’a namazından sonra dergâhın kapısı önünde oturmuş duruyordum. Siirt tarafından at üzerinde ak sakallı bir ihtiyâr geldi. Kapının önüne gelince atından indi. Benim yanıma gelip elimi tuttu ve öptü, şaşırdım kaldım. Zîrâ bu kimseyi tanıyâmamıştım. Hocamızın huzûruna girmek için izin istedi. Verdiği hediyeleri içeri götürdükten sonra hocamın yanına gittim ve; “Kapıda yaşlı bir kimse huzûrunuza çıkmak için izin istiyor efendim” dedim. “Gelsin” buyurdular. Misâfiri buyur ettim. İçeri girince oturması işâret edildikten sonra; “Ve aleyküm selâm ey Seyyid Hamza! Bu Cum’a gecesi bize çok misâfir geldi” buyurdu. Hocamızın bu tatlı hitabından Seyyid Hamza çok şaşırdı. İlk defa gördüğü bu kimse kendi ismini nereden bilmişti. Ve gece gelen misâfirlerin arasında olduğunu nasıl anlamıştı.

Bunları hem düşündü, hem de kalkıp hocamın elini öptü. Bir müddet ağladı, izin isteyip dışarı çıktı. Bizim odaya buyur ettim. İçerde babama hâlini şöyle anlattı: “Ben Siirt’in ileri gelenlerinden Seyyid Hamza’yım. Bu âna kadar Tillo’ya hiç gelmedim. Bu büyük âlim ve evliyâyı da hiç ziyâret etmemiştim. Bu gece rü’yâmda beşyüz kadar nûr yüzlü atlı âlim ile beşyüz piyade evliyâya Siirt önünde karıştım. Onlarla birlikte Şeyh İsmâil Fakîrullah hazretlerini ziyârete geldik. Bu kasabayı ve yolunu rü’yâda görerek öğrendim. Harman yerine geldiğimizde atlılar atından indi. Beraberce bu dergâhın kapısına saf saf dizildik. Sıra ile bu mübârek hocanızı ziyâret ettik. Bu dergâhın kapısı önünde şu küçük oğlunu gördüm. Evliyâlar kucaklarına alıp sıra ile sevdiler. Kapının önüne gelince çocuk içeri girdi. Ben de kapının önüne geldiğimde uyandım. Hâlâ o rü’yânın te’sîri altındayım, duyduğum o lezzet hâlâ devam ediyor. Sabah olunca atıma binip rü’yâda geldiğim yol ile doğru buraya geldim. Kimseye sormadan dergâhı bulup, sizleri tanıdım. Hazret-i Şeyh’e geldim. Bu gördüğüm rü’yâyı anlatacaktım. Birgün sonra da ona talebe olup hizmetiyle ve sohbetiyle şereflenecektim. Ben daha anlatmadan; “Ey Seyyid Hamza! Bu gece bize çok misâfir geldi” diyerek hem ismimi hem de rü’yâda olanları anladı. Şaşırıp kaldım.” Seyyid Hamza’nın bu şaşırmasına babam şöyle cevap verdi: “Senin bu gördüğün rü’yânın aynısını bu oğlum da gördü. Lâkin avvâmın gördüğü rü’yâları, seçilmiş evliyâ uyanık iken görüp müşâhede etmiştir. Allahü teâlânın ihsânları sonsuzdur.”

İbrâhim Hakkı hazretleri onyedi yaşında yetim kalmasını şöyle anlattı: “1132 (m. 1719) senesinde, benim çok sevdiğim babam ve anam, dert ortağım, üzüntülerimin gidericisi, hücredâşım, gurbet yoldaşım Derviş Osman Efendi, Cum’a gecesi sabaha yakın dünyâdan âhırete göçtü. Hak yolunda can verip Allahü teâlâya kavuştu. Maksadı hâsıl olarak rahmet deryasına daldı. Bu yetim o gece başka misâfir odasında yattı. Sabahleyin kalkıp, hasta babamı görmek istediğimde, oradakiler bana; “Git, önce namazını kıl, sonra gel. Hasta şimdi rahatladı” dediler. Bu söze inanıp mescide gittim. Herkes burnunu tutuyordu. Hepsinin nezle olduğunu sandım. Namazdan sonra odamıza geldiğimde babamın vefât ettiğini gördüm. Benim de rahatım gitti. Gönül evim karardı. Bir anda babamın ayrılık hasretiyle virânelerdeki kuşlara döndüm. Öyle feryâd etmek istedim ki, sesim göklere çıkacaktı. Ben bu hâlde iken o merhamet menbâı mübârek hocam geldi. Benden o üzüntü ve elemi aldı. Ben de kalkıp kendi kendime; “Şimdi ayıptır, sabredeyim. Hocam gittikten sonra nasıl ağlıyacağımı ben bilirim” dedim. Mübârek hocamız herkese selâm verip, garîb oğlu Derviş Osman Efendi’nin başı ucunda oturdu. Şehid olan rûhuna bir Fâtiha okuyup, sevâbını bağışladı ve murâkabeye daldı. Ben hocamın karşısında babamın da ayak ucunda idim. Bir anda Allahü teâlânın inâyeti erişti, ihsânlarına kavuştum. Vefât eden babam, mübârek başını kaldırdı. Kimya te’sîri olan nazarıyla yüzüme bakıp, tebessüm ederek ta’ziyede bulundu. O anda mübârek göğsünden şimşek gibi bir nûr parladı. Kalbim titredi, üzüntü ve elem gidip, yerine sürûr ve lezzet doldu. Babamı bu hâlde görünce, bayramlıklarını giymiş bir çocuk gibi sevindim. Üzüntülü duran ahbablar bu sevincime bir ma’nâ veremeyip hayret ettiler. Allahü teâlânın ihsânı ve mübârek hocamın himmeti bereketi ile olan bu hâdiseyi oradakiler görememişti. Hocamız oradan ayrıldıktan sonra babamın yüzünü açıp baktım. Gülmüş bir hâli vardı. Yüzü nurlu, bedeni sıcak ve yumuşak idi. Sanki uyuyordu. Cenâze namazına çevre köyler ve bütün Siirt halkı geldi. Namazını hocamız kıldırdı. Onun vefâtına benden başka herkes üzüldü. Âlemin babası olan hocamız, bu yetimine şefkat edip iltifât eylediğinden, merhum babamdan sonra onun hizmetleri bize mîras kaldı. O mübârek hocam, bu bozuk huyluyu nice hikmet şurupları ile terbiye eyledi. Kalb hastalıklarından beni kurtardıktan sonra, kendi muhabbeti ile yaktı. Böylece bende, âhıret hâllerinde yakîn hâsıl oldu. Tevekkül etme, dert ve belâlara, ibâdete ısrarla devam etmeye tahammül, her işe rızâ gösterme hâli hâsıl oldu. Pek kıymetli, lezîz ni’metler ihsân edildi. Hepsinden daha evlâsı, kıymetlisi ise, Allahü teâlânın zâtında ve sıfatlarında bilgi sahibi olmaya, ma’rifetullaha kavuştum.”

İbrâhim Hakkı hazretleri, babasının vefâtından sonra hocasının emriyle Erzurum’a gitti. Amcalarının da teşvikleriyle sekiz sene ilim tahsil etti. Burada tahsilini bitirdi. Fakat gönlü, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerinin ateşiyle yanıyordu. 1140 (m. 1728) senesinde yirmibeş yaşında iken tekrar Tillo’ya geldi. Burada hocasının 1147 (m. 1734) senesinde vefâtına kadar hizmetiyle şereflendi. Sonra Erzurum’a döndü. Küçük yaşta ayrıldığı Hasankale’ye gelip, yerleşti. İbrâhim Hakkı hazretleri, Hasankale’de evlendi, sonra İstanbul’a gitti. İkinci Mahmûd ile görüştü ve saray kütüphânesinde çalışmalar yaptı. Bir sene sonra talebe yetiştirmek için Abdürrahmân Gazi zaviyesine ta’yin edilerek Erzurum’a geldi. Talebe yetiştirmek için, uzun ve yorucu bir çalışmaya girdi. Hanımı Firdevs Hâtun’dan, İsmâil Fehim ve Ahmed Naîmî isminde iki oğlu dünyâya geldi.

1169 (m. 1755) senesinde tekrar İstanbul’a gitti. Sarayda, dîvân kâtibi Ali Efendi başta olmak üzere, pekçok kimselerle dost oldu. Sultan Üçüncü Mustafa Hân zamanında da Abdürrahmân Gâzî zaviyesinin berâtı yenilendi.

İbrâhim Hakkı hazretleri, 1177 (m. 1763) senesinde hâtıralara bağlılığı ve vefa duygusunun çokluğundan, hocasının memleketi olan Tillo’ya gitti, İsmâil Fakîrullah hazretlerinin torunu Fâtıma Hâtun’la evlendi. Orada kaldı. Talebe yetiştirmeye burada da devam eden İbrâhim Hakkı (rahmetullahi aleyh) bir sene sonra hacca gitti. Dönüşünde tekrar talebe okutmaya devam etti.

İbrâhim Hakkı hazretleri, zaman zaman Tillo’da, “Cebel-i Ra’sil Kuvâ” ismindeki tepeye çıkardı. Talebelerine de; “Bu tepe, yakında büyük bir nâma kavuşacaktır” derdi. Bu tepeye bir musalla taşı yaptırdı. Her uğradığında oraya otururdu. Ölümü, âhıreti ve hesabı düşünürdü. Yine birgün üç talebesi ile bu tepeye çıktı. Üçünün de ismi Mahmûd idi. Onlara; “Sübhânallah! Hepinizin adı da Mahmûd. Herbiriniz de amcalarınızın kızı ile evleneceksiniz.

Fakat sâdece biriniz Allahü teâlânın evliyâ kulları arasında yüksek derecelere sahip olup; “Memduh” lakabıyla isimlendirilecektir. Ona her taraftan akın akın talebe ilim öğrenmeye gelecektir. O, bu tepeye bir ev yaptırıp herkesin hidâyete kavuşmasına vesile olacaktır” buyurdu. Talebeler de kendi kendilerine; “Mübârek hocamızın müjde verdiği o kimse ben olsam” diye temenni ettiler. Bir müddet sonra içlerinden iki tanesi oradan ayrıldı. İbrâhim Hakkı hazretleri yanında kalan Mahmûd’a; “Biraz önce müjde verdiğim Mahmûd sensin. Fakat bu sırrı, ben sağ olduğum müddetçe kimseye söyleme” buyurdu.

1192 (m. 1778) senesinde ömrünün sonlarına yaklaşan İbrâhim Hakkı, vasiyyetnamesini yazdı. Sık sık hastalanması sebebiyle bizzat kendisi kitap yazmak için uğraşamıyordu. Ancak yazdırmak sûretiyle kalan ömrünü bereketlendirmek istiyordu. Bu sebeple oğullarının kâtip olarak yardım etmelerini istedi. Kendisi söyleyip oğulları yazdılar. Nihâyet 1195 (m. 1781) târihinde Cemâzil-âhır ayında bir Perşembe günü vefât etti. Tillo’da, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerinin kabrine komşu olacak şekilde defnedildi. Ölümü için de; “Hudâyı bilmeğe ancak cihâne geldi sultânım” mısra’ı târih olarak düşürüldü.

Hayâtını ilim öğrenmek, öğretmek ve kitap yazmakla geçiren İbrâhim Hakkı hazretlerinin vefâtında, iki oğlu ve iki kızı vardı. Oğulları, İsmâil Fehim ve Muhammed Şâkir’dir. Babasının neslinin devamını Muhammed Şâkir sağladı. Kızları Şemsî Âişe ile Hanîfe Hâtun’dur. İbrâhim Hakkı hazretleri, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi naklî ilimlerin yanında, aklî ilimlerle de uğraşmış, canlılar hakkında çeşitli teoriler ileri süren Fransız doktoru Lemarck, İngiliz Ch. Darvin, Hollandalı Hugo de Vries gibi batılı ilim adamlarından çok önce, canlılar hakkında, en basitinden en mükemmeli olan insana kadar düzgün bir tekâmül bulunduğunu yazmıştır. Bu konuyu ele alırken, bu tekâmülde arada görülen belli noktaları, husûsî özellikleri ve her birinin hudutlarını tesbit etmiş, hepsinin ayrı ayrı cinsler olduğunu ayrıca belirtmiştir. O sâdece biyoloji ilmi ile değil; fizikten kimyaya, matematikten astronomiye kadar, devrindeki bütün ilimlerle uğraşmış, bir ilim ve ma’rifet hazînesi olan Ma’rifetnâme’sinde, bütün bunlara yer vermiştir. Mevâlîdi, ya’nî canlı cansız bütün varlıkların yaradılış sırrını bilmek ve irfanı tahsil etmek, onda pek açık olarak görülmektedir.

Hayâtında hiçbir zaman okumayı ve okutmayı elden bırakmayan İbrâhim Hakkı hazretleri, ideal insan tipi olarak, ârif insanı göstermiştir. Kendisi de bu ölçü içinde kalmıştır. Ona göre, ârif; gönülle ve akılla bilendir. Fakat gönülle bilmek ârifin yegâne husûsiyetidir. Bu yüzdendir ki o, gönüle, eserlerinde büyük yer vermiştir. Gönül, sevgilinin mekânıdır. Aşk sayesinde bu sevgi vardır. Bu yollarda hikmet (fen ve san’at) vardır. Mevâlîd (varlıkların sırrını anlama) bu yolla olmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse İbrâhim Hakkı; gönül sahibi olan, fen ve san’ata yer veren büyük bir âlim, hakka rızâ gösteren bir velîdir. Eserlerinin ismine ve mahlasına bakınca, bütün bunların hepsi görülür. Dîvânının adı “İlâhînâme”dir. Bu ismi boşuna koymamıştır. Hakîkaten hepsi ilâhidir. Ma’rifetnâme ise ârifin kitabı demektir.

İbrâhim Hakkı (r.aleyh) ömrünün sonlarına doğru, eserlerinin dille değil gönülle okunmasını istemiştir. İbrâhim Hakkı hazretleri, açık fikirli, neş’eli bir ârif idi. Bilhassa bu husûslar, yakın dostu Şâir Hâzık’la olan yârenliklerinde ve kendi hanımlarına yazdığı mektûplarında görülmektedir. Bir de annesinin ismini koyduğu kızı Hanîfe’ye söylediği manzûm öğüdünde bunlara yer vermiştir. Kızına: “Güleç yüzlü, güzel sözlü ol ey can” derken, mutlaka kendi tecrübelerini ve hâllerini de aktarmaktadır.

O hâtıralara çok bağlı idi. Hemen her hâdisenin târihini düşürürdü. Bunu daha çok yakınları için yapmıştır. 1172 (m. 1759) yılında oğlu Osman Nedim’in ölümü için;

Hasretiyle ağladı halk-ı cihan,
Geldi târih gitti vây Osman cüvân,

Hanımlarından Züleyhâ Hâtun’un vefâtı için de;

“Duâ eyle Hakkî ana söyle târih,
Di firdevs-i a’lâyı bula Züleyhâ”

târihlerini düşürdü.

İbrâhim Hakkı hazretleri için şiir, bir vâsıtadır. Ona göre şiir Hakkı anlatmalıdır. Edebi bildirmelidir. Hakkı anlatmak için, kalemin âşıkın elinde olması gerekir. Ancak o zaman Hak âşığı, Hakkı anlatacaktır. Şiirde sevgiliye (Allahü teâlâya) yer verilince, o kıymet kazanır. Sevgiliden bahsetmeyen şiirde güzellik aramak boşunadır. Şiir böyle olunca hikmettir.

Şiirleri, Dîvân’ında ve yer yer Mâ’rifetnâme’sinde yer almaktadır. Mâ’rifetnâme’deki şiirlerin pek çoğu dîvânından alınmıştır. Yalnız bu eserde yer alan ve mevzûları toplayarak anlattığı şiirler, öğretmek içindir ve bir bakıma işlediği konuların özeti durumurdadır. O, bu şiirlerinde hep Hakkî mahlasını kullanmış ve hep kendisine öğütlerde bulunmuştur. Şiirlerinin büyük bir kısmını Türkçe ile yazmıştır. Ayrıca Arabça ve Farsça ile yazdığı şiirleri de vardır. Daha çok bu şiirlerde; Hakkî mahlası yanında Ferdî mahlasını da kullanmış olmasına rağmen, en fazla Fakiri mahlasını kullanmıştır, İbrâhim Hakkı’nın bu mahlası kullanması hocasına olan bağlılığının tezahürüdür. Bir de insanın aczini bu kelimede görmüştür.

İbrahim Hakkı hazretlerinin Kitapları

1-Tecvîd kitabı: İbrâhim Hakkı’nın ilk eseridir. 1163 (m. 1750) yılında yazılmış olup, Türkçedir.

2-Tertîb-ül-Ulûm: 1165 (m. 1752) senesinde yazdığı bu eser, onun ilk Türkçe manzûmesidir. Okuyucu için öğüt risalesi durumundadır. Ya’nî bir nev’i pendnâmedir (öğüt kitabıdır).

3-Dîvân (İlâhînâme):

İlk ana eseridir, İbrâhim Hakkı’nın tasavvufun yanında felekiyyâtla (fen, astronomi) uğraşması, muhakkak, Allahü teâlânın büyüklüğünü anlamak içindir. Hazreti Mevlânâ, Mesnevî’sine nasıl vahy-i ilâhî demişse, o da, Dîvân’ına İlâhînâme adını vermiştir. Bu eserinde bir yılın günleri sayısınca gazel yazmıştır. Nihâyet bunu 1168 (m. 1754) senesinde tamamlamıştır. Dîvân’ındaki ba’zı şiirleri daha sonra Ma’rifetnâme’sine almış, hattâ bundan sonra yazdığı şiirlere sâdece bu eserinde yer vermiştir. 4- Ma’rifetnâme ikinci ana eseridir. Bu eseri, Erzurum’a dönüşünde Hasankale’de iken yazmaya başlamış, 1170 (m. 1756) senesinde tamamlamıştır. Üç fen üzere kurulmuş bir kitaptır. Birinci fenne geçmeden önce, dört fasılda hey’et-i İslâmı anlatır. Bunlardan birinci fasılda, derli toplu bir şekilde âlemin yaratılışı ve arş-ı a’zamı, ikinci fasılda, Cenneti, üçüncü fasılda melekleri, dördüncü fasılda yerin tabakalarını, Cenennemi, kıyâmet alâmetlerini ve mahşeri anlatmıştır. Ana bölümlere fen adını vermiştir. Fenleri, bâblara, bâbları da fasıllara ayırarak kitabını tertîb etmiştir.

Birinci fende üç bâb bulunmaktadır. Birinci bâbda dört, ikincide altı, üçüncüde ise on fasıl mevcûttur. Birinci bâbda; kâinatın yaratılmasındaki düzeni, cevher ve arazın mâhiyetini, değişiklikleri, aklı, nefsi, ilm-i hesabı ve hendese ya’nî geometriyi anlatmaktadır. İkinci bâbda; âlemin yuvarlak oluşunu, yıldızları, oniki gezegeni, ayın menzillerini, sabit yıldızların uzaklık ve büyüklüklerini, Zuhal yıldızını, Müşteri yıldızını, Merihi, Güneşi, Zühreyi, Utaridi, Ayı ve te’sîrlerini bulunduğu göklerle anlatır. Üçüncü bâbda; anâsır-ı erba’âya yer verir ve cisimleri ayrıntıları ile anlatır.

İkinci fen; beş bâb onsekiz fasıldır. Birinci bâbda; teşrih ilmini, insan vücûdunu, bedenin terkibini, uzuvların durumuna yer verilmiştir, İkinci bâbda; kemikler, omurga, bel, boyun halkaları ve yapıları, el ayak kemikleri ve husûsiyetleri bildirilmiştir. Üçüncü bâbda; kaslar, adaleler, bel, karın, ayak kasları ele alınmıştır. Dördüncü bâbda ise; sinirler ve damarlar anlatılmış, karaciğere yer verilmiş, nefsi anlatmış ve uzuvların şekilleri üzerinde durulmuştur. Beşinci bâbda; ölüme yer vermiştir.

Üçüncü fen; beş bâbdan ve yirmiyedi fasıldan ibârettir. Bunlardan birinci bâbda, kitap ve sünnete uyma, dünyâ sevgisini terk etme, rûhun kalbin hakîkatini; ikinci bâbda, irfan yolunun esâslarını; üçüncü bâbda, rûh makamlarını, tevekkülü, tefvizi, sabrı, rızâyı; dördüncü bâbda, ma’rifeti ve muhabbeti; beşincide, Allahü teâlânın dergâhına sülûku bildirmektedir.

Beşinci babın sekizinci ve son faslında Şeyh İsmâil Tillovî’nin (Fakîrullah’ın) hâllerini anlatmakta, bu faslın dokuzuncu nev’inde babasını ve kısmen de kendisini ele almaktadır.

Kitabın hatimesinde dört fasla yer vermiştir. Burada Peygamber efendimizi ( aleyhisselâm ), O’nun ve Eshâbının hâllerini, herkesle iyi geçinmeyi; Hâlıka ve halka davranışı ve bu davranışın edeblerini ve bunlarla olan irtibâtı anlatır. Kısaca söylemek gerekirse, Ma’rifetnâme, yaratılışı, kâinâti, bu yaratmanın dayandığı incelikleri, âlemleri birinci ana bölümde; tıp ilmini ve insan vücûdunu ikinci ana bölümde; insanın insan olarak ne yapması gerektiğini ve onun yücelmesini üçüncü ana bölümde; âdâb-ı muaşereti de son bölümde işiemiştir. İbrâhim Hakkı hazretleri bu eserini oğlu Ahmed Naîmî için yazmıştır.

(Eserin 1836, 1864 yıllarında Mısır’da 1868, 1893 ve 1914 yıllarında İstanbul’da olmak üzere beş baskısı yapılmıştır. Taş baskıları da vardır. Dernek tarafından tıpkıbasımı da yapılmıştır.)

5-İrfâniyye: İbrâhim Hakkı hazretlerinin Dîvân ve Ma’rifetnâme’den sonra üçüncü ana eseri olup, 495 sahifeyi bulmaktadır. Eserin 220. sahifeye kadar olan kısmı Arabça, 410. sahifeye kadar da Farsçadır. Geriye kalan 85 sahifelik kısım ise Türkçedir. 1174 (m. 1761) yılında te’lîf edilen eser, “Men arefe nefsehû fekad arefe Rabbeh” hadîsini açıklamaktadır.

Çü bin yüz yetmiş dörtte bunun cem’i tamâm oldu.
Cihanda senden ey Hakkî bu mecmû’a müdâm oldu.

beytinde eserin mecmû’a olduğunu belirtmiştir.

6-İnsâniyye: Dördüncü büyük eseridir. 722 sahife olup, baş kısmında 16 sahifelik Arabça bir kısım vardır. Şeyhi olan İsmâil Fakîrullah için yazdığı sekiz kaside buradadır. Bu eserin büyük bir kısmı Farsçadır. Bu eseri, tasavvuf ilminin özü olup, hikmet ülkesidir.

Çü bin yüz yetmiş altıda bunun cem’i tamâm oldu.
Cihanda senden ey Hakkî bu hoş tuhfe Kirâm oldu.

beytinde görüldüğü üzere, bu eserini 1176 (m. 1763) yılında tamamlamıştır. 7-Mecmû’at-ül-Me’ânî: Müsveddelerini Erzurum’da hazırladığı bu eserini Tillo’da tamamlamıştır. Beşinci ana eseridir ve 1178 (m. 1765) yılında tasnif etmiştir. 8-Lüb-ül-ulûm: İlimlerin özü ma’nâsına gelen bu eseri Mecmû’at-ül-Me’ânî’nin içinde yer almaktadır. 9-Vuslâtnâme: Manzûm bir eserdir. Yine Mecmû’at-ül-Me’ânî’nin içinde bulunmaktadır. 10-Türkçe-Arabça-Farsça sözlük:. Küçük çapta bir sözlük olup Mecmû’at-ül-Me’ânî adlı eserinin içinde yer almaktadır. Sözlüğün tertîbi kendisine hastır. 11-Se’âdetnâme: Rubailerinden meydana gelmiştir. Hemen hemen bütün rubailerinde kendini muhâtab alan öğütlere yer vermiştir. Eseri meydana getiren rubailerin sayısı 82’dir. Bu eser “Dîvân”ında yer almaktadır. 12-Vaslnâme: Dervişane manzûm mektûplarından meydana gelmiştir. “Dîvân”da yer almaktadır, 13-Şükürnâme: Bu küçük manzûmede verilen ni’metlere karşı şükrünü dile getirmiştir. “Dîvân”ında bulunmaktadır.

Sonra yazdığı eserlerine Evlâd eserleri adını veren İbrâhim Hakkı, Dîvân’ında ve Mecmû’at-ül-Me’ânîsinde yer alan küçük eserlerden bunları ayırmıştır. Bunlar da küçük eserler olup çeşitli eserlerinden alınarak tertîb edilmişlerdir. 14-Mesârık-ul-Yuh: 1185 (m. 1771) yılında yazılmıştır. Fakat bulunamamıştır. 15-Sefîne-i Nûh: Zamanının tufanında boğulmamak için bu eserin okunması gerektiği belirtilmiştir. Eseri için;

Bu on âdetle ehl-i kalbi hıfzeyler bu hüsnü’r-rûh,
Ki tûfân-ı zamandan dâhilin saklar Sefîne-i Nûh.

demektedir. Eser tam bir nasîhatnâmedir. 16-Kenz-ül-Fütûh: 1188 (m. 1774) yılında İrfâniye adlı eserinden alınarak ortaya konmuştur. Arapça ve Türkçe manzûmelere yer verilmiştir. 17-Definet-ür-rûh: 1189 (m. 1775) yılında yazılmıştır. 190 sahifedir. Mevzûu, insân-ı kâmil üzerinedir. Ayrıca dostlarına yazdığı mektûplar da vardır. Râznâme adlı üçüncü mektûp Türkçedir. 18- Rûh-uş-şürûh: Dîvân’dan alınma bir küçük eserdir. 1189 (m. 1775) yılında tasnif edilmiştir. 19-Ülfet-ül-Enâm: 1189 (m. 1775) yılında yazdığı bu eseri de Ma’rifetnâme’den alınmış olup Arapçadır. Fakat ele geçmemiştir. 20-Mahzen-ül-Esrâr İlâhînâme’den seçilen 1200 beyt ile İnsâniyye adlı kitabının birleştirilmesi sûretiyle ortaya konmuştur. Bunun için Dîvân’ının özü denilse yeri vardır.

Tillo’da tam onbeş sene kalmış olan İbrâhim Hakkı bu zaman zarfında da 10 kitap te’lîf etmiştir. Fakat bunların beşini yazmaktan vazgeçmiştir. Bunlar: 21-Tuhfet-ül-Kirâm: 1190 (m. 1776) yılında yazılmıştır. 22- Nûhbet-ül-Kelâm: 1190 yılında ortaya konmuştur. 23- Ülfet-ül-Enâm: Bu eser de aynı yıl 1190’da yazılmıştır. 24- Urvet-ül-İslâm: 1191 (m. 1777) yılında yazdığı bu eseri, kendisinin en çok beğendiği eseridir. Etrâfındaki kimselere şiirlerini bırakıp, bu eserini okumalarını tavsiye etmiştir. Kendisinin hidâyet bulmasını burada anlatır. Ma’rifetnâme’den alınmıştır. Arapça ve Türkçedir. Önsözünde oğlu Muhammed Şâkir’e duâlar etmektedir. Bu kısım Arabçadır. 25- Hey’et-ül-İslâm: Sonuncu küçük eseridir. Bu cins eserlerin onuncusudur. Urvet-ül-İslâm’la birlikte 1191 (m. 1777) yılında yazılmıştır. Arabçadır. Ma’rifetnâme ile hadîs ve tefsîrlerden meydana getirilmiştir. O; “Kıyâmet alâmetlerini, mahşeri, Cenneti, Cehennemi, arşı, melekleri, Allahü teâlânın verdiği bütün ni’metleri hatırlayıp, O’nun yarattıkları üzerinde tefekkür ettiğimde, hayretten hayrete düştüm. Allahü teâlânın bu büyüklüğü karşısında, kalbimde en küçük bir gurûr ve kibir kalmadı. Tevekkül ederek Allahü teâlâdan başka hiçbirşeyi istemedim. Ancak tam bir teslimiyetle şevk ve sürura, gönül huzûruna kavuştum” demektedir. Bu ibâreden onun kitaplarına ne kadar düşkün bir İslâm büyüğü olduğunu da söylemek gerekir. Zâten ömrünün sonunda kendisine arkadaş olanlar da bunlardır. Bunu yalnız kendi nefsi için değil; “Bu sözlerim iftihar değil tahdis-i ni’mettir. Böyle bilmişimdir ve her dostuma bu devlet-i huzûru duâ ile Mevlâdan taleb kılmışımdır” diyerek başkalarının saadetini de düşünmüş, gerçekten herkese yol göstermiş ve kendisini başkalarının doğru yola gitmesi için adamıştır. Bunlara ilâve olarak mektûplarını ve başka yazılarını da zikretmek gerekir. 26-Mi’yâr-ül-evkât: Vakitlerin ta’yini husûsunda yazılmış olan bu eserin ismini de bizzat kendisi koymuştur.

İbrâhim Hakkı hazretlerinin Ma’rifetnâme’sinden alınan ba’zı hadîs-i şerîfler aşağıdadır:

“Mes’ûd o kimsedir ki, dünyâ onu terk etmezden önce, o dünyâyı terk etmiştir.”

“Arzusu âhıret olup, âhıret için çalışana, Allahü teâlâ dünyâyı hizmetçi yapar.”

“Yalnız dünyâ için çalışana, yalnız kaderinde olan kadar gelir, işleri karışık, üzüntüsü çok olur.”

“Âhıretin sonsuz olduğuna inanan kimsenin bu dünyâya sarılması, çok şaşılacak şeydir.”

“Dünyâ sizin için yaratıldı. Siz de âhıret için yaratıldınız! Âhırette ise, Cennetten ve Cehennem ateşinden başka yer yoktur.”

“Paraya, yiyeceğe tapınan kimse helak olsun!”

“Sizlerin fakir olacağınızı düşünmüyor, bunun için üzülmüyorum. Sizden önce gelmiş olanlara olduğu gibi, dünyânın elinize bol bol geçerek, Allahü teâlâya âsî ve birbirinize düşman olmanızdan korkuyorum.”

“Mal ve şöhret hırsının insana zararı, koyun sürüsüne giren iki aç kurdun zararından daha çoktur.”

“Dünyâyı terk eyle ki, Allahü teâlâ seni sevsin, insanların malına göz dikme ki, herkes seni sevsin!”

“Dünyâ, geçilecek bir köprü gibidir. Bu köprüyü ta’mir etmekle uğraşmayın. Hemen geçip gidin.”

“Dünyâya, burada kalacağınız kadar, âhırete de, orada kalacağınız kadar çalışınız!”

Dünyâya bağlanmanın kötülüğü hakkında da şöyle buyuruyor:

“Dünyâ zıll-i zâildir. Ona güvenen nadimdir. O seninle kalsa da, sen onunla kalmazsın. Dünyâdan çıkmadan önce, kalbinden dünyâ sevgisini çıkar. Dünyâ lezzetlerine aldanmayan, Cennet ni’metlerine kavuşur. İki âlemde azîz ve muhterem olur. Dünyâ harabdır. Şerbetleri serabdır. Ni’metleri zehirli, safâları kederlidir. Bedenleri yıpratır. Emelleri arttırır. Kendini kovalayandan kaçar. Kaçanı kovalar. Dünyâ bala, içine düşenler de sineğe benzer. Ni’metleri geçici, hâlleri değişicidir. Dünyâya ve buna düşkün olanlara inanılmaz. Çünkü, bunlarda vefa ve sefâ bulunmaz. Fâni olanı ver ki, bâki olanı alasın. Kendini bilen kişinin bu dünyâya düşkün olmasına şaşılır. Şakiler dünyâya sarılır. Sa’îdler baki olana sarılır. Bedeninle dünyâda ol, kalbinle âhıreti bul! Nefsin arzularını terk eden pak olur, âfetlerden selâmet bulur. Allahü teâlânın râzı olmadığını terk edene, Allahü teâlâ ondan iyisini ihsân eder. Dünyâyı anlayan, onun sıkıntılarından üzülmez. Dünyâyı anlayan, ondan sakınır. Ondan sakınan, nefsini tanır. Nefsini tanıyan, Rabbini bulur. Mevlâsına hizmet edene, dünyâ hizmetçi olur. Dünyâ insanın gölgesine benzer. Kovalarsan kaçar. Kaçarsan, seni kovalar. Dünyâ, âşıklarına mihnet yeridir. Lezzetlerine aldanmayanlara, ni’met yeridir. İbâdet edenlere kazanç yeridir, ibret alanlara hikmet yeridir. Onu tanıyanlara selâmet yeridir. Ana rahmine nisbetle, Cennet gibidir. Âhırete nisbetle çöplük gibidir.

Ölümden önce olan herşeye dünyâ denir. Bunlardan, ölümden sonra fâidesi olanlar, dünyâdan sayılmaz. Âhıretten sayılırlar. Çünkü, dünyâ âhıret için tarladır. Âhırete yaramayan dünyalıklar, zararlıdır. Haramlar, günahlar ve mübahların fazlası böyledir. Dünyâda olanlar dînimize uygun kullanılırsa, âhırete fâideli olurlar. Hem dünyâ lezzetine, hem de âhıret ni’metlerine kavuşulur. Mal iyi de değildir, kötü de değildir, iyilik, kötülük, onu kullanandadır. O hâlde, mel’ûn olan kötü olan dünyâ, Allahü teâlânın râzı olmadığı, âhıreti yıkıcı yerlerde kullanılan şeyler demektir. Kendini ve Rabbini unutup, lezzetlerine, şehvetlerine düşkün olanlar, yolda hayvanının süsü ile, palanı ile, otu ile uğraşıp, arkadaşlarından geri kalan yolcuya benzer. Çölde yalnız kalıp, helak olur. İnsan da ne için yaratılmış olduğunu unutup, dünyâ zînetlerine aldanır, âhıret hazırlığı yapmazsa, ebedi felâkete sürüklenir. Dünyâ sevgisi âhırete hazırlanmağa mâni olur. Çünkü, kalb onu düşünmekle, Allahı unutur. Beden, onu elde etmeğe uğraşarak ibâdet yapamaz olur. Dünyâ ile âhıret, doğu ile batı gibidir ki, birine yaklaşan, ötekinden uzak olur. Bir kimse ibâdetini yapmaz ve geçiminde, kazancında, Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını gözetmezse, dünyâya düşkün olmuş olur. Allahü teâlâ herkesin kalbini bundan soğutur. Bunu kimse sevmez.”

Ma’rifetnâme’den bir bölümde de şöyle buyurdu:

“Ey Azîz! insan kendi vücûduna dikkatle baksa, yaratıcısının zâtını öğrenir. Ârif-i billah (Allahı bilen) olur. Çünkü bir insan düşünse ki; vücûdundan eser yokken, bedenine ve yaradılışına dikkatle baksa, evvelinde iki damla mayi idi. Ne kemiği, ne eti, ne damarları, ne de kanı vardı. Ne rûhu, ne aklı ve ne iz’ânı vardı. Fakat sonradan, içi ve dışı hârikalarla dolu, nice akıl şaşırtıcı organlar ve gönül sevici güzel ahlâk ile bezenmiş olan bu vücûd ve rûhun bir yaratıcısı olduğunu idrâk eder. Bu yaratıcı, kâinatın bütün zerrelerine hâkim olur, onlara dilediği gibi te’sîr eder. Görünen ve görünmeyen her şeyi bilir. Her vücûd, her organ ve her cüz’i, hep, onun kudret, hikmet ve rahmetine gömülür. İnsan, bedeninin mükemmeliyetine ve organlarının yapı inceliğine, işleyişine ve faydalarına dikkatle bakınca yaratıcısının kudretini, büyüklüğünü daha iyi anlar ve O’na, o derece sevgiyle bağlanır ve bilir ki; bütün bu ince yapılı makina, duyu organları ve kuvvetleriyle, ilim ve tekniğiyle cenâb-ı Hakkın lütuf ve inâyetinin, rahmetinin eseridir.

Ma’rifetnâme’de erkeğin kadına karşı olan vazîfelerini şöyle yazmaktadır Ona karşı her zaman, güzel huylu olmalıdır. (Allahü teâlâ iyi huylu olanları sever. Huysuzları sevmez. Bir insanı incitmek haramdır, işkence yapanın evlenmesi haramdır.) Ona karşı her zaman, yumuşak davranmalıdır. Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Müslümanların en iyisi, en fâidelisi, zevcesine karşı iyi ve fâideli olandır.” Eve gelince zevceye selâm vermeli ya’nî selâmün aleyküm demeli ve nasılsın? diye hatırını sormalıdır. Tenhâda üzüntülü görünce, onu çok sevdiğini, acıdığını söyleyip hâlini sormalı, tatlı şeyler söylemelidir. Yapamayacağı şeyleri bile söz vererek gönlünü almalıdır. Çünkü o, evinde kapalı, başkalarından ümitsiz ve yalnız kendisine alışmış olan dostu, dert ortağı, ekmek vericisi, kendini neş’elendiricisi, çocuklarını yetiştiricisi ve ihtiyâçlarını gidericisidir. Çocukları terbiyede ona yardım etmelidir. Çünkü bebek, gece-gündüz ağlayıp, anasına hiç rahat vermez. Onu insafsızca üzen bir alacaklıdır. O hâlde, ona imdâd edene, Allahü teâlâ yardım eder. Zevcesine, memlekette âdet olan elbisenin, çamaşırın en kıymetlisini giydirmelidir. Ev içinde, her istediği, güzel şeyleri giydirmelidir. Sokağa çıkarken, bunları da örtmeli, yabancıya göstermemelidir. İyi şeyler yedirmelidir. Zengin ise, helâl olan herşeyi almalıdır. Ona geniş, kullanışlı, sıhhî ve İslâm hanımına yakışan elbise ve nefis taam te’min etmeği, kendine borç bilmelidir. Zevcesini dövmemelidir.

Allahü teâlânın emirlerini yapmak husûsunda olan kusuru için, birgünden çok dargın durmamalıdır. Zevcesinin huysuzluklarını yumuşak karşılamalıdır. Çünkü, kadınlar eğri kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Akılları ve dinleri erkeklerden azdır. Erkeğe emânet olunmuşlardır. Gülerek, tatlılıkla geçinmek için alınmışlardır.

(Aklı olan zevc ve zevce, birbirlerini üzmezler. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alâmetidir. Zâlim, huysuz kimsenin hayat arkadaşı devamlı üzülerek a’sâbı bozulur. Sinir hastası olur. Sinirler bozulunca, çeşitli hastalıklar hâsıl olur. Hayat arkadaşı hasta olan bir eş, mahv olmuştur. Se’âdeti sona ermiştir. Eşinin hizmetinden, yardımlarından mahrûm kalmıştır. Ömrü, onun dertlerini dinlemekle, ona doktor aramakla, ona, alışmamış olduğu hizmetleri yapmakla geçer. Bütün bu felâketlere, bitmeyen sıkıntılara kendi huysuzluğu sebeb olmuştur. Dizlerini dövmekte ise de, ne yazık ki, bu pişmanlığının fâidesi yoktur. O hâlde, ey müslüman! Hayat arkadaşına yapacağın huysuzlukların, işkencelerin zararlarının kendine de olacağını düşün! Ona karşı, hep güler yüzlü, tatlı dilli olmağa çalış! Bunu yapabilirsen, rahat ve huzûr içinde yaşar, Rabbinin rızâsını da kazanırsın!)

Zevcesinin ahlâkında bir değişiklik görürse, kabahati kendinde bulup, ben iyi olsaydım, o da böyle olmazdı, diye düşünmelidir. Evliyâdan birinin zevcesi, huysuz idi. Buna hep sabreder, soranlara derdi ki, eğer onu boşarsam, ona sabır edemeyen biri alır da, ikisinin birden felâkete düşmelerinden korkarım. Büyükler buyurmuş ki: “Bir kimse ailesinin huysuzluğuna sabrederse, altı şey, ziyandan kurtulur Çocuk dayaktan, tabak, bardak kırılmaktan, ahırdakiler döğülmekten, kendi sövülmekten, misâfir gücendirilmekten, elbise yırtılmaktan kurtulur.” Ehli kızınca susmalıdır. Böylece kadın, pişman olup, özür dilemeğe başlar. Çünkü o, zayıftır. Susunca mağlub olur. Ehlinin iyiliği çoğalıp, her işi seve seve yapınca, ona duâ etmeli ve Allahü teâlâya şükretmelidir. Çünkü, uygun bir kadın büyük ni’mettir. Zevcesi ile öyle olmalıdır ki, zevcim beni herkesten çok seviyor, bilsin. Bakkâl, kasab, çarşı, pazar işlerini asla ona bırakmamalı, evin idâresinde onun fikrini sormalı, dışardaki büyük işleri söyliyerek, onu üzmemelidir. Zevcesinin câhilce hareketleri için dâima uyanık bulunmalıdır. Çünkü, Âdem babamız, ehli Havva anamızın da’veti üzerine, yanlış iş işledi. Evde hâkim, âmir erkek olmalıdır, kadın değil. Zevcesinin, günah olmayan kusurlarını görmemezlikten gelmelidir. Günah iş ve sözden vazgeçmesini ve namaza, oruca ve gusl abdesti almağa devam etmesini tatlı ve yumuşak sözlerle nasihat etmelidir. Kıymetli elbise ve zînet eşyası alacağını va’d ederek ibâdetleri yaptırmalı, günahlarını önlemelidir. Zevcesinin ayıplarını, sırlarını, herkesten gizlemelidir. Zevcesine latife, şaka söylemeli ve kadın gibi olup, oyunlar yapmalıdır. Nitekim, Allahü teâlânın Habîbi ( aleyhisselâm ) ezvâc-ı mütahherâsına karşı, insanların en zarifi idi. Hattâ bir kerre Âişe ( radıyallahü anha ) ile yarış etti. Âişe vâlidemiz geçti. Bir daha yarış ettiklerinde, Server-i âlem ( aleyhisselâm ) geçti. Müslümanın ehli ile oynaması, boş ve günah değildir, sevâbdır.

Zevcesine Kur’ân-ı kerîm okumasını, farzlardan, haramlardan, ona lâzım olanları öğretmelidir. Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını bilmeyen, zevcesine ve çocuklarına öğretmeyen, Cehennemde azâb çekecektir.

Zevce, yalnız evde zevcine karşı süslenip, başka kimselere süslenmemelidir. Zevcesi ve kızları dinimizin bildirdiği gibi giyinmeyen erkekler onlarla birlikte Cehenneme gidecek, çok acı azâb çekeceklerdir. Zevcesinden izinsiz sefere, hattâ nafile hacca gitmemelidir. Zevceye, gamını, kederini, düşmanlarını, borçlarını söylememelidir. Ona, yanında ve olmadığı zamanlarda, hep hayır duâ etmeli, fenâ duâ etmemelidir. Çünkü, gece gündüz onun için çalışmaktadır. Onun ekmekçisi aşçısı, terzisi ve malının bekçisi, yoldaşı, munisi, yârı ve nigarıdır.
[/toggle]

1) Mu’cem-ül-müellifîn cild-1, sh. 57

2) Esmâ-ül-müellifîn cild-1, sh. 39, 40

3) Sefînet-ül-evliyâ cild-2, sh. 148

4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 74, 75, 547, 1054

5) Ma’rifetnâme

6) Rehber Ansiklopedisi cild-8, sh. 43