Şeyh Nusrettin Türbesi ; Eskişehir – Kurşunlu Külliyesinin yakınındaki Şeyh Nusreddin Sokağında.
ŞeyhNusrettin hazretleri yaklaşık olarak iki asır önce kabede Beytullah’ın hizmetkarı olarak vazife yapmakta iken medfun olduğu yerdeki evin sahibi olan arkadaşı, Eskişehir’e dönerken kendisine ısrarla memleketinde misafir etmek istediğini söyleyince oda bu samimi dostu kırmayarak onunla beraber misafir olarak buraya gelir.
Burada misafir olarak bulunurken emr-i Hak vaki olup ahirete göçünce mübarek naaşını defnetmek için yerinden kaldırmak istediklerinde bir türlü muvaffak olamaz ve kımıldatamazlar. O zaman kendisinin kutbiyyet makamında olan büyük bir veli olduğunu anlayıp vefaat ettiği bahçedeki misafir odasında defin işlemini öldüğü yerde yaparlar ve misafir odası mübareğin türbesi olur.
Kendisini yıllardır ziyaret edip, vesile edenler muradlarına tez nail olan insanlar zamanla kendisine tezveren dede diye hitap etmeye başlamışlardır. Allah himmetlerini üzerimizde daim eylesin.
Eskişehir – Odunpazarı Kabristanında . ( haritadaki yer tam olarak kabristandaki yerini gösterir.)
Eskişehir’de yetişen gönül erlerinden biri de Halveti-Şabaniyye meşayihinden Şeyh Mehmed Sadık Halveti (k.s.)’dir. Şeyh Mehmed Sôdık Efendi, hilafeti İsmail Hakkı Aziz’dendir. Sôdık Efendi, muhtemelen Söğütlü Şeyh Osman Efendi (ö. ?) ve Çaltılı İsmail Hakkı Efendi (ö. Söğüt, 1900’den sonra)’den sonra posta geçerek irşad ile meşgul olmuştur. Sadık Aziz, Meclis-i Meşayih tarafından atanan tekkelerin kapatılmasına kadar (1925) devletten maaş alan son şeyhtir. Bu kanundan sonra silsilenin diğer meşayihi gibi Sadık Baba’nın da ululemre itaatle irşad sırasında uyguladığı bazı usulleri askıya aldığı görülmüştür.
Eskişehir Belediye reisi olarak da görev yaptığı bilinen Mehmed Sadık Efendi, aza arasında haşa huzurdan, “Deli Sadık” lakabıyla tanınmıştır. Rivayet ederler ki Mehmed Sadık Aziz, bir gün Belediye encümeni toplantı halindeyken eliyle çeşitli işaretlerde bulunur. Bu sırada dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağmakta imiş. Üyeler Sadık Baba’nın yaptığı bu harekete bir anlam veremeyip gülüşmüşler. Sadık Baba’nın meşayıhtan olduğunu herkes biliyor fakat kale almıyorlarmış. Bu sırada kimi:
Bu ne hal Sadık Efendi diye alay etmiş. Sadık Efendi:
– Porsukta sel köprüyü götürdü, bizim delilerden birine de aşk tuttu, gelme dediysek de dinlemedi. Porsuk’u geçemeyince o da kendini “Himmet ya Hazret-i Pir!” diyerek suya atıverdi. Demin onu çay dan çekip kurtardım diye karşılık vermiş. Encümen azası:
– Gene bizimle şaka ediyorsun Sadık Efendi diye gülüşmüşler. Bu sırada derviş Odunpazarındaki dergaha gelir:
– Sultanım burada mı, diye sorar. Valide Sultan, Efendi Hazretleri Belediye’ye toplantıya gitti diye cevap verir. Dervişin üstü sırıl sıklamsada içi yanmıştır. Hiç beklemeden Belediye’ye yönelir. Üstü başı sucuk gibi olduğu halde:
– Sultanım! diye içeri dalar…
El-etek öper. Sarılıp göz yaşı döker. Dervişin aşkı bütün azayı yakmış ve hepsini mahçup etmiştir. Hepsi kalkar Meh med Sadık Aziz’in büyüklüğünü anlayıp kendilerinden özür dilerler.
Kutbiyyet makamının sahibi olan bu büyük aziz, meşreben harabatidir. Şahidesinde de kaydedildiği üzere “Yıktım ekvan-ı vücudu sen göründün mevcud” diyen Mehmed Sadık Baba her an terk üzere yaşamış, sülukunda şiddetli bir celal terbiyesinden geçtiği için de taliplerine aniden çaktığı imtihanlarıyla şöhret bulmuştur. Onun celalli meşrebini yansıtan bir hatırası do Cemalettin Kunat tarafından şöyle nakledilmiştir:
Eskişehir’e Yunanlılar girip talan ettiğinde uzun müddet karartma uygulanmıştır. Sadık Aziz vakti geldiğinde dervişine emreder:
-Evladım kandilleri uyar! Derviş:
-Destur Efendim efendim, yağımız kalmadı, diye karşılık verir.
Sadık Aziz:
-Git çeşmeden su doldur, kandili uyar!, der. Derviş de “Eyvallah Sultanım!” diyerek kandile çeşmeden su doldurup yakar… Ertesi gün Yunanlılar Eskişehir’den Uşak’a doğru kaçmaya başlamıştır ve yine Yunan Ordusu Başkomutanı Trikopis’in esir alınması (2 Eylül 1922) da bundan sonradır. İşte tam bugünlerde Sadık Aziz’in postuna oturacak olan Yamalı Dede halvetten çıkmış tekbirlerle hilafete nail olmuştur…
Eskişehir’in kalbinde sırlanan bu mana sultanı 29 Safer 1347 (16 Ağustos 1928) senesinde göçmüştür. Türbesi Odunpazarı Mezarlığı’ndadır. Şahide taşında şu ibare yazılıdır: Huve’l-Hay Sıdkile ziyaret kim bu sanduku’l-‘amel Oldı hem-nam beni bir ‘arif-i Hakk’a mahal Çıkdı ba-feyz-i Mehmedfevti tarihi der-best Cay-ı sadık-ı mak’ad-ı sıdk-ı Huday-ı lem yezel 29 Safer 1347 (16 Ağustos 1928)
Sôdık Aziz’in yerine Uşaklı Yamalızade Şeyh Ali Rıza Hazretleri postnişın olmuştur.
Musıkiye de aşinâ olan Mehmed Sâdık Efendi’nin iki nutk-ı şerîfi tesbît edilebilmişdir. Aşağıdaki ilk nutk-i şerîfini kendileri Rast makâmında bir ilâhi olarak bestelemişlerdir…
Meryem-i kalbden doğup sırf-ı vücûda erip
Aşk ile bir savt vurup dem ile devrân oldum
Birdim bin birden idim türlü donlar giyindim
Yüz binde bir göründüm giden duran ben oldum
Nûr durur aslım benim Sâdık’la yâdım benim
Bu harâbât deminde bir genc-i nihân oldum
Uşaklı Yamalızade Şeyh Ali Rıza efendi
Sadık Aziz‘in vefatından sonra postnişin olan Uşaklı Yamalızade Şeyh Ali Rıza Hazretlerinin (ö. 2. 12. 1939, Uşak) irşadı faaliyetleriyle Şabaniyye silsilesi Uşak’ta neşv ü nema bulur. Babası’nın yüzünde ben olduğu için “Yamalı” lakabıyla tanınan aile, soyadı kanununda Yamalıoğlu soyismini almıştır. “Yamalı Baba” lakabıyla şöhret bulan Şeyh Ali Rıza Efendi, Eskişehirli Mehmed Sadık Aziz tarafından yetiştirilmiş ümmi bir zattır. Mizacen şok sert olan Sadık Aziz‘le ilgili bir hatırası şöyledir:
Mehmed Sadık Azız, Yamalızade Efendi’yi bir grup dervişle birlikte Odunpazarı’ndaki tekkede Halvete koyar. Bir gün, üç gün, beş gün, yedi gün derken otuz dokuz gün geçer. Malumdur ki Halvetiyye tarikinin usulüne göre halvetçi dervişlerin hal ve zuhuratları ikindi namazından sonra mürşid tarafından alınır, derviş tekrar hücresine çekilir. Sadık Aziz diğer dervişan huzura gelirken bir şey demez, Yamalızade gelirken:
– Gel bakalım eşek herif, anlat bakalım eşek herif diye çok sert davranırmış.
Yamalızade nükteyi anlayamaz:
– Yahu ben eşek olsam burada işim ne? Aziz’im bana neden böyle diyor diye gücenir, kendi kendine:
– Şu halvet bir tamamlansın, Pir huzuruna gidip azizi şikayet edeceğim, diye söylenirmiş. Bu hal üzere halveti kırmadan devam etmiş. Otuz dokuzuncu gün huzura tekrar geldiğinde Sadık Aziz:
Yine aynı sert hitapla karşıladıktan sonra:
– Yaa oğlum,senin pir dediğin adam benim işime ne karışır? diye zirveden, biraz da şatahat kabilinden sözler söylemiş.
Yamalızade zuhuratını anlattıktan sonra destur deyip tekrar hücreye döndüğünde bir de bakmış ki seccade üzerine oturmuş zikr-i daimi halinde Hu Hu Hu diye zikrediyor… İçi dışarıda, dışı içeride…
Meseleyi anlamış tabii. Etesi sabah saadethaneye getirildiğinde Sadık Baba kendisine:
– Gel Ali Rıza Efendi oğlum, gel! diye taltif etmiş, alnından öperek “aradığını buldun Hakk’a hamd ü sena kıldın!” diyerek kendisine tekbirlerle velayet ve hilafet sırrını vermiş.
Yamalı Baba irşadını Uşak’ın merkezinde bulunan saadethanesinde yapmıştır. Az ve öz derviş kabul etmiş halkı başına toplamamıştır. Kendisinden sonra posta geçen Yakupzade de aynı tavra sahip olup seçici davranmıştır. Yamalızade de, onun müntesibi olan başta dönemin büyük alimlerinden Uşaklı Yusuf Ziya Bey, Yakupzade Hafız Mustafa Özyürek, Kütahyalı Elifzade Nuri Efendi gibi zevatın da saygın kişiler olduğu görülecektir. Nitekim Yamalı Baba, Mustafa Kemal Paşa’nın yakın arkadaşı ve çok güvendiği için de Kuva-yı Milliye’nin bölgedeki mali işlerinin başına getirdiği büyük alim Yusuf Ziya Bey’in de şeyhidir.
Dervişlerine tasavvufun tekke, takke ve merasim işi olmadığını ısrarla telkin eden Yamalızade, “şeriat hakikatten doğmuştur, ilm-i ledün önde gider!” yahut “Sanii gör, günde yüz bin san’at gösterir/ Kendini göstermek içindir o san’atdan garaz” diyerek bilginin kaynağının Hak ve hakikat olduğuna işaret etmiş ve onları sevgi ve bilgi yoluyla Hakk’a davet etmiştir. Tekaya’nın seddinden sonra günlük kıyafet olarak yol tacını ve merasimlerde irşad tacı-ı şerifini, hırkayı ve diğer irşad çihazlarını çıkarıp modern kisveye bürünen ve bunun ulu’l-emr kabul ederek uygulayan ilk mürşid bu zattır.1939 senesin de vuslat eden Yamalızade Hazretleri, radyonun yavaş yavaş alınıp satıldığı ve yaygınlık kazandığı dönemlerde memleketi Uşak’ta radyo satın alan ve dinleyen ilk kişidir. Bu sebeple kendisine “Radyolu Şeyh” de denmiştir.
Başına gelen ve haksız yere yargılanıp da son duruşmada berat eden Elifzade Nuri Efendi’ye adliyeye giderken söylediği muhteşem kelam, onun tasavvuftaki tasarrufunun delilidir: “Dünyada alemin de bin bir hakimim mana aleminde ben bir hakimim!”
Yamalı Baba‘nın kabri Uşak’ta nakl-i kubur yoluyla eski mezarlıktan Şehitler Mezarlığı’na getirilmiştir. Şahide kitabesi kendinden sonraki postnişin Yakupzade Hazretleri tarafından yazılmış olup şöyledir: Hazine-i esrar-ı Huda Dürr-i ekber-i Hazret-i Meula İmamü’l-uşşak ve’l-urefa Bende-i Şaban-ı Veli eş-Şeyh Ali Rıza
Yakupzade Şeyh Mustafa Özyürek
Yamalı Baba’nın yerine 1939 senesinde Yakupzade Hazretleri (d. 1887-ö. 30 Mart 1973) posta geçmiştir. Halvetı/Şabani Azizlerinden Yakupzade Hafız Mustafa (Özyürek) Efendi (d. 1887-ö. 1973) Uşaklı dır. Annesi Alime hanım, babası Mehmed Efendi’dir. Her ikisini de küçük yaşlarında kaybeder. Teyzesi tarafından büyütülür. Teyzeoğlu ile birlikte hafızlık tahsil eder. On sekiz yaşında Rukiye Hanım (nam-ı diğer Rukiye Molla) ile evlenir. Bu evlilikten Ahmet, Mehmet, Nurettin, Hatice (Kayahan), Ulviye (Aksekili), ve Alime (Vidinlioğlu) adlı çocukları dünyaya gelir. İyi bir halıcı olan Rukiye Hanım’ın da desteğiyle Uşak’taki medrese tahsilinden sonra Birinci Dünya Harbi sırasında İstanbul’a Harbiye’ye nakleder. Buradaki tahsilini ikmalden sonra 1 Temmuz 1915 tarihinde Kafkas Cephesi’ne gönderilir. Üçüncü Orduda teğmen rütbesiyle görev yapar ve üç sene sonra Uşak’a geri döner. Memleketine döndükten sonra ticaret ve Yeşil Cami’de imamet ile meşgul olmaya başlar.
Yakup Baba tesirli hutbeleri ve va’zlarıyla tanınmış ve saygı duyulmuş bir azizdir. Onu yakinen tanıyanların ifadelerine göre halk üzerinde fevkalade tesiri olan ileri görüşlü bir kişidir. Hutbelerinde ”Allah’ı isteyen eteğimi tutuversin” diyecek kadar açık sözlü olmasına rağmen tasavvufi yönünü halktan gizlemeyi de bilmiştir.
Kendinden önceki piran gibi aşka ve irfana dayalı süluk anlayışıyla sohbetlerinde ısrarla vahdet bilincini vurgulayan Yakupzade Hazretlerine göre “Süluk, gönülden önce, dil; kulak, göz, el ve ayak eğitimidir. Dil Hakkı söyleyecek, kulak Hakkı duyacak, göz hakkı görecek! Bunlar eğitilmeden, gönül Çalab’ın tahtı olmaz! Bu eğitim birkaç gün de gerçekleştirilecek bir şey olmadığı gibi, ne sadece bedeni, ne de ruhi bir eğitimdir. Kırk sene hizmetin sırrı, topyekun bir gönül eğitimiyle ilgilidir. Yunus’un dergaha kırk yıl hizmet etmesi, gönül (insan) terbiyesinin ne kadar zor ve hassas olduğunu göstermektedir. Ayrıca bu hizmet sırasında dervişin içten içe idrak etmesi gereken nüktelerden birisi de, “halka hizmetin Hakk’a hizmet ve ibadet olduğu” bilincine ulaşmakla ilgilidir. Bu bilince bazıları kırk günde bazıları da kırk senede ulaşır. Kırk günde gelene “nerede kaldın?”; kırk senede gelene “ne kadar erken geldin!” demişlerdir. Hasıl-ı kelam, vücud-ı vahidi anlamak, cemal ve celali birlemek, sonra dönüp vücud içinde kendi aslını seyretmek kolay değildir. Kırk gün veya kırk sene tabirlerinde kabiliyet nüktesi gizlidir!
Yakup Aziz, büyük bir alim ve natıktır. Fakat eline kalem alıp ilmini kitaba dökmemiş, ömrünü insan yetiştirmeye hasretmiş ve insan-ı kamiller yetiştirmiştir. Bu sebeple bizzat kaleme aldığı “Ey gözüm nuru ne bilsin gizlidir esrarımız/ Cahil ü nadan ne bilsin anlamaz ahvalimiz” matlaıyla başlayan tek nutkundan başka edebi değeri haiz bir şey bırakmamıştır. Menakıbı maalesef derlenmemiştir. Müntesipleri tarafından dilden dile aktarılan cümlelerinden birisi “Türkiye’de ve dünyada bütün sınırlar bir gün kalkar!” sözüdür.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Yakupzade hazretlerinin insanın kalbine ok gibi tesir eden bir sohbeti var idi. Yanına gelen müftü, müderris yahut ulemadan her kim olursa olsun edeben susar, meydanı azize bırakmak durumunda kalırdı. Yamalı Dede’ye derviş olan devrin büyük alimlerinden Fatih medreselerinden mezun Yusuf Ziya Bey, bilahire Yakupzade hazretlerine gelerek tekmil-i süluk etmiş ve ondan hilafet almış velayet erbabındandır. Bu zat Cuma hutbesi verirken dahi Aziz içeri girse, hutbeyi keser, tazim ettikten sonra “des tur” der söze öyle devam ederdi. Bulunduğu mecliste otururken içeri girse ayağa kalkar, hürmet ederdi. Oğlum bunu yapma, istirham ederim derse de:
-Aziz efendim, istirham ederim, işte bunu benden istemeyiniz der, saygıda kusur etmezdi.
Bu Yusuf Ziya Hazretleri ciltler dolusu kitap yazabilecek kabiliyette olduğu halde, Aziz hazretlerinin huzurunda bir saatlik sohbette binlerce müşkilinin çözüldüğünü belirtirdi…
Bu zat, Yamalı Dede’nin Tac-ı şerif ve asa gibi emanetlerini yaşadığı bir hal üzere Yakupzade hazretlerine getiren kişidir aynı zamanda..
Yamalı Dede ile başlayan çağdaş kıyafet tercihi, Yakupzade hazretleri ile devam etmiş olduğu için, gerek Yamalı, gerek Yakupzsde ve gerek onun takipçileri dönemlerinin modern kıyafetleriyle dikkat çekmişlerdir.
Yakupzade hazretleri hem şiir hem de musiki vadisinde yetenekli olduğu halde önceki azizler gibi bu konularla doğrudan ilgilenmemiştir. Meclislerinde kendilerinden meşkeden bilhassa zakir başıları Cemaleddin Kunat ve Uşak Kurşunlu Camii Müezzini Hafız Abdullah Tez (ö. Uşak 2010) vasıtasıyla meşkettiği bazı besteli ilahiler günümüze intikal etmiştir. El yazısıyla bıraktığı tek ilahi defteri eli mizde olup, içinde kendilerine ait iki nutk-ı şerifleri, Salih ve Yamalı Babaların şahide kitabeleri ve zikir meclislerinde okuduğu ilahiler kayıtlıdır.
Yakup Aziz’in hatıraları bir bütün olarak toplanmamıştır. Onun yetiştirdiği pek çok zat bugün vefat etmiştir veya yaşlılık dönemini yaşamaktadır. Yakup Aziz sohbetlerinde tasavvufi tecrübelerini savaş hatıralarıyla kaynaştırıp ayrı bir çeşni vermiştir fakat derlenmediği için bunların çoğu unutulup gitmiştir. Özellikle Uşak’taki ihvanından derlenecek hatıralar fevkalade kıymeti haizdir. Bildiğimiz şu ki onun yerine posta geçen zat silsiledeki pek çok meşayih gibi mahfi yaşamıştır. 15 Mart 2013 tarihinde göçen Cemalettin Kunat zat postu olarak kırk sene irşad görevinde bulunmuş ve sessiz sedasız bu alemden göçmüştür.
.
Eskişehir – Odunpazarı Kabristanında. Kabristanın girişinde.
Şeyh Edebali‘nin Eskişehir’de geçen yaşamının hatırasını yad-ı cemil maksadıyla Odunpazarı Kabristanı içinde bir makam türbe yapılmıştır. Türbenin Sultan II. Abdülhamid döneminde onarım gördüğü tahmin edilir. Avluya özgün mimarisinin bozulduğunu tahmin ettiğimiz tac kapıdan girilir. Avlunun sağında köşede türbedar odası olduğunu tahmin ettiğimiz bir tek odalı bir yapı vardır. Türbenin çevresinde merdivenle çıkılan hazire bulunmaktadır. Bu hazirede çok sayıda kitabeli ve sanat değeri olan şahideli mezarlar görülür.
14. yy tarihlenen türbe, bugün tamamıyla yenilenmiştir. Ancak, günümüzdeki haline ne zaman kavuştuğu bilinmemektedir.
Eskişehir Merkezde, Odunpazarı mezarlığının batısında yer alan tek katlı, dikdörtgen planlı türbe, içten kubbe, dıştan kırma çatı ile örtülüdür. Doğu batı doğrultusunda uzanan dikdörtgen planlı yapının orta bölümü, üst kotta dört yönden atılan birer kemerle kareye çevrilerek pandantif geçişli kubbe ile örtülmüştür. Kubbe örtülü orta bölüm, yapının kuzey ve güney cephelerinin orta kesimlerinin yükseltilmesine bu da cephelerin ortada yüksek, iki yanda daha alçak kotta bitirilmesine neden olmuştur. Türbenin tüm cepheleri üst kotta, aşağıdan yukarı doğru genişleyen kalın bir silme kuşağı ile son bulmaktadır.
Türbeye, doğu cephe ekseninin kuzeyinde bulunan basık kemerli bir kapıyla girilmektedir. Kapının iki yanında, silinmiş olmakla birlikte, okunabilen birkaç kelimeden üzerlerinde ayet yazılı olduğu anlaşılan, dikdörtgen biçimli birer kitabe panosu yer almaktadır. Güney cephe ekseninin batısı ile batı cephe ekseninde basık kemerli, parmaklıklı birer pencere bulunmaktadır. Kuzey cephe sağırdır.
Kubbe, güney ve kuzey yönlerde duvarlardan hafifçe içeriye taşan birer basık boşaltma kemerlerine, doğu ve batı yönlerde duvarlara paralel atılmış birer geniş basık kemere oturmaktadır. ‘cphelerin basık kemer biçimli pencereleri içeriye dikdörtgen biçiminde yansımaktadır. Türbenin güney duvar ekseninin doğusunda yarım yuvarlak kesitli sade bir mihrap nişi bulunmaktadır. Batı duvara dayanan kemerin önünde, dikdörtgen biçimli bir kum havuzu bulunınaktadır.
Türbenin, kapı ekseninin güneyine, ortaya, doğu-batı doğrultusundaki yerleştirilmiş sandukasının kaidesi dikdörtgen prizma, üst kısmı üçgen prizma biçimlidir.
Yapının tüm duvarları, moloz taş ile düzensiz örgü tekniğinde örülmüş ve sıvanmıştır. Pencere kasalarında ahşap, kapı kanatları ve pencere parmaklıklarında metal, çatı örtüsünde kiremit kullanılmıştır. Kemerlerin üst kısımlarında ve kubbe eteğinde son zamanlarda yapılmış kalemişi süslemeler bulunmaktadır.
Kaynak ; Eskişehir Zaviye ve Türbeleri , Anadolu üniversitesi, Prof Dr. Erdal Altınsapan – Doç. Dr. Canan Parla .
Eskişehir Mevlevihanesi , Kesit Yayınları , Dr. Hasan Hüseyin Adalıoğlu – Nizamettin Arslan
Eskişehir – Kurşunlu Külliyesi hemen arka sokağında Mevlevi kabristanının karşısında.
Kitabesi bulunmayan yapının inşa tarihi bilinmemektedir. Fatih devri vakıf kayıtlarında “Kadimeden Vakıflarının” bulunduğu belirtilen Ahi Mahmud Zaviyesi’nin Şeyhinin Ahmet Veledi Ahi Mahmud olduğu yazılmıştır. Kadime vakıflarının olması zaviyenin Osmanlı dönemi öncesine ait olabileceğini düşündürmektedir.
Türbe, Eskişehir Merkezde, Kurşunlu Külliyesi ‘nin batısında yer almaktadır. Kuzey güney doğrultusunda uzayan yamuk dikdörtgen planlı, tek katlı yapının düz ahşap tavanı dıştan kiremit kaplı kırma çatı ile örtülmüştür.
Doğu cephesinde iki, batı cephesinde bir dikdörtgen biçimli pencere bulunmaktadır. Yapıya, kuzey cephede bulunan dikdörtgen biçimli kapı vasıtasıyla girilmektedir. Dikdörtgen planlı türbede, bir sandukaya bulunmaktadır. Sade bir düzenlemeye sahip olan yapı içten ve dıştan sıvalıdır.
Kaynak ; Eskişehir Zaviye ve Türbeleri , Anadolu üniversitesi, Prof Dr. Erdal Altınsapan – Doç. Dr. Canan Parla .
Eskişehir Mevlevihanesi , Kesit Yayınları , Dr. Hasan Hüseyin Adalıoğlu – Nizamettin Arslan
Eskişehir – Odunpazarındaki Kurşunlu Külliyesinin hemen arkasında yer alan Hamuşan’da.
Eskişehir Mevlevihanesi şeyhi Hasan Hüsni Dede‘nin üçüncü oğludur. Annesi Zeynep Hanım’dır. Bahaeddin Dede 1875 yılında Eskişehir’de doğar. İsmi Bahaeddin olarak biliniyorsa da babası Hasan Hüsnü Dede‘nin kendisine verdiği evrad okuma icazetinde ismi Cafer Bahaeddin olarak geçiyor. Bahaeddin Dede ilk eğitimini babasından aldıktan sonra Eskişehir Rüşdiyesi’ni bitirir. Daha sonra Mısır’a giderek El-Ezher’de dini ilimler tahsil eder. Mısır dönüşü Eskişehir Mevlevıhanesinde çile çıkarır. Ardından Mısır’da öğrendiği Arapça lisanına ilaveten Farsça öğrenir. Sesi güzel ve makam bildiği gibi aynı zamanda ney üfler, kudüm ve rebab çalar.
Bahaeddin Dede‘nin ağabeyi Muhammed Ali Şemseddin Dede, Meclis-i Meşôyih ve Şeyhülislamlığın 3 Mart 1913 tarihli daire-i Meşıhat-ı İslamiyye Kalemi’nden çıkan karar gereği şeyhlikten alınır. Bahaeddin Dede Eskişehir Mevlevıhônesi şeyhliğine tayin edilir.
Bahôeddın Dede tekkedeki işlerden ayrı olarak Eskişehir Hilal-i Ahmer Cemiyeti Reisliği ve Tayyare Cemiyeti Veznedarlığı yapar. Dergahların sırlandığı 1925 yılına kadar şeyh olarak kalır. Dergahlar sırlanınca bu tür sosyal faaliyetlere ağırlık verir. Aynı zaman da dedelerinden kalan çiftlikte ziraat işleriyle uğraşmaya başlar. Oğlu Hüseyin Cahid Duru’nun anlattıklarından; at koşup çift sürdüğü, harman işleri ile uğraştığını öğreniyoruz. Arapça Farsça bilen, makam ve musiki aletlerine aşina bir şeyh efendi, bir sabah kalktığında bütün bunların geçerliliğinin olmadığı kendisine söylendiğinde veya bunu gördüğünde acaba neler hissetti? Nasıl bir ruh haline büründü acaba?
Osmanlı Devleti’nin son sadrazamlarından Damat Ferit Paşa’nın tekrar işbaşına gelmemesi için bütün yurtta başlatılan protesto faaliyetlerine Bahaeddin Dede de katılmış, Eskişehir’den İstanbul Hükümetine çekilen telgrafa imza atmıştır. 6 Mart 1920 de Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Reisi İbrahim, Belediye Reisi Suleyman, Cemaat-i islamiye Reisi müftü Salih ve Esnafı temsilen İşçibaşı Hakkı’nın imzalarının yer aldığı telgrafa Bahaeddın Dede de Mevlevi şeyhi olarak imza koymuştur.
17 Şubat 1930 tarihinde Eskişehir’de vefat eden Cafer Bahaeddin Dede Efendi‘nin kabri şerifi Kurşunlu Külliyesi güney duvarın da bulunan hazirededir
Kaynak ; Eskişehir Mevlevihanesi , Nizamettin Arslan , Kesit Yayınları