Musa Topbaş Hocaefendi (k.s.)

 

İstanbul – Kadıköy’de Sahrayı cedid mezarlığındadır. İstanbul avrupa yakasından gelenler Boğaz köprüsünü geçtik sonra göztepe sapağından sağa giriyoruz . erenköy tabelalarını takip ederek Sahrayı cedid mezarlığını bulabiliriz. Mezarlık içindeki yeride ;Mezarlığın kapısından girdiğimizde Mezalığın kuzeydoğu köşesinde

Musa Topbaş 1917 (1333) yılında Konya’nın Kadınhanı ilçesinde dünyaya geldi. Tüccârândan Ahmed Hamdi Efendi’nin oğludur. Büyük dedesi Topbaşzâde Ahmed Kudsî Efendi, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî hulefâsındandı. Babasının işi sebebi ile İstanbul’a yerleştikleri için Mûsâ Efendi’nin çocukluğu ve hayatı İstanbul’da geçti.

İlk eğitimine Erenköy’deki Fransız mektebinde başladı, daha sonra Nuruosmaniye’deki İnkılap Lisesinde devam etti. Orada iki yıl kadar okuduktan sonra ayrıldı. Ailesinin dînî bir eğitim almasını istemesi sebebiyle, Elmalılı M. Hamdi Yazır’dan Kur’an ve din dersleri okudu. Bir ara Âyân Meclisi âzâsı Mustafa Âsım Yörük Hoca’dan eski usülde Arapça ve dînî bilgiler aldı. Prof. Angel isimli bir Mûsevî’den dört beş yıl kadar özel Fransızca dersleri gördü. Fransızca’sını bu dilden tercüme yapacak seviyeye getirdi. Nitekim onun imzâsıyla yayınlanmış bir Fransızca kitap da bulunmaktadır. Küçük yaşlardan itibâren güzel sanatlara özellikle hüsn-i hatta meraklıydı. Hattat Hâmid Aytaç’dan hatt dersleri aldı. Hatt ile meşgul olduğu dönemde oluşturduğu zengin hatt koleksiyonunu tasavvuf yoluna girince “kalbimi meşgul etmesin” düşüncesi ile çevresindeki hatt meraklılarına dağıttı. İlim ve hizmet özellikleri ile tanınan Topbaş âilesi, âilenin İstanbul’daki ilk büyüğü Ahmed Hamdi Efendi’den itibâren dînî ve ilmî muhitlerin destekçisi oldu. Elmalılı M. Hamdi Yazır ve Âyân âzâsı Mustafa Âsım Efendi gibi âlimlere maaş tahsis ederek sıkıntılarını gidermeye çalıştı. Daha sonraki dönemlerde ailenin büyükleri İlim Yayma Cemiyetinin kuruluşunda ve hizmetlerinin devâmında müessir rol oynadı.

Mûsâ Efendi gençlik yıllarında Bekir Hâkî Efendi, Ali Yektâ Efendi ve Ömer Nasûhî Bilmen gibi devrin önemli âlimleri ile görüşür, ziyâretlerine giderdi. İstanbul’a geldiği zamanlarda Bediuzzaman Said Nursî’ye de arabasıyla hizmet ettiğini kendisi anlatırdı. Sultanhamamı’nda babası Ahmed Hamdi Efendi ile başladığı ticarî hayâtını, kardeşleri ile sürdürdü. Daha sonra kardeşleri ile tekstil sanayine yöneldi. 1970 yılına kadar fiilen ticaret ve sanayiin içinde bulundu. Tasavvufî ifadesiyle “halvet der-encümen” temel esası çerçevesinde iş hayatı ile mânevî hizmetleri birlikte yürüterek “el kârda, gönül yarda” ilkesini kendi hayatında fiilen gerçekleştirdi. 1970 yılından sonra sanayi ve ticaret işlerini oğullarına devrederek kendisini tamamıyla hizmete verdi. Vâkıa yine de ticarî hayattan bütünüyle kopmadı. Kardeşi ve oğullarının yönettiği fabrikasının üretimi ve ticârî işleri ile yakından ilgilenirdi.

Mûsâ Efendi’nin hayatında en büyük değişiklik Ramazanoğlu M. Sami Efendi’yi tanıdıktan sonra gerçekleşmiştir. Kendisi ile ilk defa 1950 yılında Bursa’da tanıştı. Bu tanışmadan sonra zaman zaman Sami Efendi’nin ziyaretine gitse de esas intisabı 1956 yılındadır. Kendisi manevi tecrübesini ve intisabını şöyle anlatır: “Muhterem Üstâdımızın huzûr-i âlîlerine girdiğimizde tasavvufa dair hiçbir malumatım yoktu. Bize evrad verecekler yapacağız, o kadar sanıyordum. Manevi terakkî gibi şeyleri bilmiyordum. Maneviyatı zâhirî ders gibi telakki ediyordum… Oysa kalbe kuvvetli bir aşk aşısı yapılıyor. Sâlik zeki ve anlayışlı ise onun farkına varıyor, kıymetini biliyor ve o hali muhâfaza ile terakkî ediyormuş”. Sami Efendi’yi tanıdıktan sonra hizmete ve insanlığa bakışı daha derin bir anlam kazanan Musa Efendi 1980 yılında Erkam Yayınlarının kurulmasına öncülük etti. 1986 yılında da Altınoluk dergisinin çıkarılmasına ön ayak olduğu gibi, aynı yıl Üsküdar’da Aziz Mahmûd Hüdayi Vakfının kuruluşuna maddî ve mânevî katkılar sağladı.

Kendisi başlı başına bir müessese ve vakıf gibiydi. Hayır hizmetlerinin her türü için ayrılmış fonu vardı. Kitap, yetimler, hastalar, cami ve okul yapımı için ayrılmış tahsisatı bulunurdu. Bu fonlardan her birini bir seveni vasıtasıyla yürütür ve kendisi de kontrol ederdi. Kitap fonunu kitap almaya mali gücü olmayan, okumaya meraklı kişilerle pek çok insanın istifade edebileceği kütüphaneler için kullandırırdı. Yetimler fonunu ebeveyninden birini kaybetmiş okumaya istidadlı, bilhassa hafız gençler için tahsis ederdi. Nitekim Bosna-Hersek zulmünün devam ettiği günlerde bu savaşta ebeveynlerini kaybeden Boşnak çocukları için bir yetimler yurdu tesisine öncülük etmiş, ancak bürokratik engeller sebebiyle maalesef bu yetimler Türkiye’ye getirilememişti.

Hasta ve ilaç fonunu ise hastanelerde parası olmayan hastalara ilaç, ameliyat ve tedavi masraflarına katkıda bulunmak üzere sarf ettirirdi. Cami ve okul inşaatı için de özel bir fonu bulunur, bunu da camisi ve okulu bulunmayan yer ve yöreler için ayırırdı. Hastalar ve yaşlılar onun merhametini en çok celbeden kesimdi. 1987 yılında evlerinden ve yuvalarından olmuş yaşlı ihtiyarlar için: “Bunlar haklarında Allah’ın üff bile demeyin buyurduğu kimselerdir.” aslında bunları evlerimizde barındırmalıyız. Madem bunu yapamıyoruz, öyleyse onlara yuva sıcaklığında hizmet verecek huzur yurtları kurmalıyız, demiş ve Hüdayi Vakfına bağlı olarak tesis olunan huzur yurdunun kuruluş masraflarını bizzat kendisi ve yeğenleri karşılamıştı. Yoksul hastalar için bir poliklinik ve bir hastane açarak onların acılarını paylaşmak arzusundaydı. Bu maksatla gerçekleştirilen polikliniğin açılışında onun yüzündeki mutluluk ve heyecan herkesi sevindirmişti. Polikliniğin hizmetlerini takib için zaman zaman ziyârete gelmesi ve hizmetleri görmesi ona hazz veriyordu.

İnsanların gençlik çağlarından itibaren güzel alışkanlıklar kazanmasına özen gösterirdi. On beş yıl kadar önce Topbaş âilesinin çocukları için bir özel eğitim başlatmış ve onlara harçlıklarından infâk ve hediye için mutlaka pay ayırmalarını söylemişti. Hattâ onların bu iş için bir defter tutmalarını ve harçlıklarından infâka ayırdıkları miktarı yazıp kendisine göstermelerini çocuk rûhunun anlayıp algılayacağı bir üslûpla öğretmeye çalışmıştı.

Onun şefkat ve merhameti sessiz ve derinden her türlü ehl-i derde ulaşırdı. Şairin dediği gibi: “Dert çok, hemdert yok, düşmen kavî, tâli’ zebun.” düşmanın zalim, derdin çok ve talihin yaver gitmediği zor zamanlarda onun şefkat eli Hızır gibi yetişirdi. Hem de adını vermeyen isimsiz bir kahraman olarak. Yakın dönemlerde Afganistan ıstırabını, Bosna sancısını, Çeçenistan sıkıntısını, Kosova sızısını ve Filistin acısını yüreğinde hissedip himmetini esirgemeyen oydu. Bir sohbet meclisinden sonra Bosna-Hersek’teki yaraların sarılması için yardım toplanmıştı. Herkes kendi adına belli bir yardımda bulunduğu sırada o, büyük bir meblağ uzatmış ve: “Bir dostun buraya verilmek üzere fakîre emâneti!” diyerek takdim etmişti. Orada bulunanların çoğunda, verilen bu paranın meclise gelmemiş bir şahsın gönderdiği yardım intibaı uyandı. Ancak onun emanet dediği kendi malı, dost dediği de Allâh’tı…

Endonezya’da ekonomik sıkıntıyı istismar eden Batılı bazı devletlerin misyonerler aracılığıyla oralara girmesi ve kiliseler inşa ederek Hıristiyanlığı yaymaya çalışması söz konusu olduğunda “Şimdi dil bilen insanlar olsa da oralara gönderilebilse..” diyerek teessürünü ifade etmişti. Yaptığı hizmetlerin faili imiş gibi görünmesinden rahatsız olur, maslahat gereği kendisi ile alakalı bir şey anlatacağı zaman daha çok meçhul sîgası kullanırdı. “..şöyle şöyle yapıldı, filan yere gidildi” derdi.

Onun üzerinde çok durduğu meselelerden biri de günümüzün en yaygın hastalığı olan ferdiyetçi yaşamaktı, içtimâîleşme zarûretine verdiği önemdi. Sohbetlerinde dâimâ Hz peygamberin ashab-ı kirama sorduğu “Bugün Allah için bir yetim başı okşadın mı? Bir hasta ziyaretine gittin mi? Bir cenaze teşyiinde bulundun mu?” hadisini sık sık gündeme getirirdi. Her sene örf haline getirdiği toplu düğünlerde birçok gencin mutlu bir aile yuvası kurmasına vesile olur, bu gençlere maddi olarak da yardımda bulunurdu. Ayrıca hem Türkiye’de hem de Medine’de Ramazan aylarında iftar sofraları kurdurur, iftar sevincini Müslümanlarla paylaşırdı.

O, Hakk’ın cemâl sıfatına mazhar bir güzel insandı. Hem surette, hem sirette güzeldi. Hâli, kâli ve ahlâkı ile mükemmeldi. Yaradanına açık gönlünde, herkese yer vardı. Nebatattan hayvanata, oradan insanlara ulaşan bir sevgiydi bu. Her türlü güzelliğin çiçek açtığı gönlünde çiçeklerin ve güzellik timsali güllerin ayrı bir yeri vardı. Onları şefkatle seyreder, sevgi ile büyütürdü. Evinin bahçesindeki kediler ve köpekler bile ayrı bir şefkate mazhardı. Birbirlerinin hasmı olan bu iki cins, ondan gördükleri şefkatle husumeti unutmuşlar, adeta kardeş olmuşlardı. Kedi ile köpeğin birbirlerini yaladıkları onun bahçesinde çok görülmüştür.

Ona göre tasavvuf demek sadece ibadet hayatı manasına gelmezdi. İnsanlığa ve canlılara hizmet onun hem hayatında hem de terbiye sisteminde muazzam bir ehemmiyete sahipti. Fakir fukaranın hasta olanları için açılmasına vesile olduğu Hüdayi kliniğine hastalığı sebebi ile bedenen hizmet edemediği için üzülür: “-Gücüm yerinde olsa, gider hastalara bil-fiil hizmet ederdim.” derdi. Musa Efendi’ye göre tasavvufun gayesi kalbi olgunlaştırmak ve insanı Hakk’a vâsıl eylemektir. “Tasavvuf bir derya, çok dereceleri var. Mesela, kalp, ruh, sır hafi, ahfa diye gidiyor, muhabbetle bitiyor. Ama o kâfî mi? Hayır kafî değil. İlla Fahr-i Kainat Efendimiz’in ahlakıyla ahlaklanmak, edebiyle edeplenmek. Yani her an Cenab-ı Hak’la beraber olabilmek”. Tasavvufun aslı istikamet üzere olmaktır. Çok insan istikamet ehlidir ama onlara keramet verilmemiştir. Aksine bazen de istikamet ehlinin daha alt seviyesinde bulunanlardan keramet sadır olabilir. İstikamet Cenab-ı Hakk’ın emirlerini yerine getirmek, ahlakî bakımdan durumunu düzeltmektir.

Musa Efendi hizipçiliği kalp eğitimi almamış, noksan kalmış insanların bir hastalığı olarak görürdü. Kalp olgunlaşmış olsa ne hizipçilik kalır, ne de Müslümanlar arasında ihtilaflar. Bir güzel herkes birbirini bağışlayıverir. Diyelim ki hayırlı bir iş var; “Efendim illa ben” yok. Kabiliyetli ise ona bırak, sen de onun muavini gibi çalış. Yani yol sarih. Herkes onu yapamıyor. “Ene” mani oluyor. Ama tasavvufun tam zevkini alanlar müstesna. Ayrıca ona göre hizmete giren kimse şöhretten kaçınmalıdır. İslam yolunda yapılan bazı fedakarlıklar insanı gurura sevk etmemelidir.

Musa Topbaş Hocaefendi’nin Silsile-i Şerifi

O, mânevî yolun bütün büyükleri gibi ne dünyâyı ne ukbâyı istedi. Sadece Allâh’a yöneldi. Cümle lezzetleri ifnâ ederek, gerçek lezzetin mârifetullâh olduğunun idrâki içinde yaşadı. Hiçbir meşguliyet, onu Hakk ile beraber olmaktan alıkoymadı. Âhıret amelini dâimâ dünyâ ameline takdim etti. Gönlü, nisan yağmuru damlalarından iri inciler peydâ eden sedefler gibiydi. Son günlerini büyük hastalıklar içinde geçiren Musa Efendi’nin en zor zamanlarında bile dilinden sadece Allah kelimesi dökülmüş, böylece zikir terbiyesinin en güzel örneğini sunmuştur. Ömrünün son üç yılında ve bilhassa vefatına yakın aylarda sıhhî iptilâ ve sıkıntılar, üst üste geldi. Evvelâ böbreklerini kaybetti. Devam eden iptilâlarla ıstırap, halsizlik ve dermansızlıktan konuşamaz hale gelmişti. Buna rağmen bütün gücüyle “Allâh, Allâh…” diye zikir hâlindeydi. 16 Temmuz 1999 Cuma günü Cuma ezanları okunurken Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Mustafa Kara, Musa Efendinin vefatına şöyle tarih düşmüştür.
Gönül bu, iki hece
Esrarlı bir bilmece
Tarihin üçler dedi
Vâh “ŞAM-I HATM-İ HÂCE”
Hayatın mânâsını bilir sahib-i iz’an
Kalblerin esrarını çözer sahib-i ihsan
Bir ney çıkıp söylesin vefatın tarihini
İki anahtar lâfız, işte “HUZUR VE İRFAN”
Musa Efendi’nin ömrünün son demlerinde hasta yatağında ara sıra gözünü açıp yakınlarıyla göz göze geldiği anlarda dudaklarından dökülen bazı sözleri:
-Bütün mahlûkatı sevdim. Hayvânâtı, nebâtâtı sevdim. Her şeyi, herkesi sevdim. Bir insan yanlış söylese de onu yine sevmek lazım. Allah düşmanları müstesnâ.
-Hizmetle yorulan hizmetle dinlenir.
-Merhamet her şeyin başıdır.
-Dünya da boş, ukbâ da; illa Hakk’ın rızâsı.

 

Abdülfettah Bağdadi El – Akri (k.s.)

İstanbul – Üsküdar’da, Eski Vâlide Câmii’nden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile, Selîmiye-Bağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kabristanındadır.

Mevlana Halid Bağdadi Hazretleri’nin halifesi.

Abdülfettah Bağdadi el Akri Hazretlerinin (k.s.) Silsile-i Şerifi

İstanbul’daki âlim ve evliyânın en büyüklerinden. 1192 (m. 1778) senesinde doğan Abdülfettâh Efendi, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerinin talebesidir. Tasavvufda pek yüksek derecelerin sahibi olduğu gibi, fıkıh ilminde de büyük âlim idi. İstanbul halkı senelerce onun feyz ve bereketlerinden istifâde etti. 1281 (m. 1864) senesinde Muharrem ayının dokuzunda Cum’a günü vefât etti.

Abdülfettâh hazretleri, küçük yaşta Bağdat’ın ileri gelen âlimlerinden ilim öğrenmeye başladı. Çok zekî idi. Kısa sürede Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Gayretli ve devamlı çalışmalarıyla hem arkadaşlarının, hem de hocalarının dikkatini çekiyordu. Genç yaşta tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerinde ve o zamanın fen ilimlerinde mütehassıs bir âlim oldu. Fıkıh ile ilgili mevzûları cevaplandırmada meşhûr idi.
Abdülfettâh-ı Bağdadî, bu zâhirî ilimlerin yanısıra, bâtın ilmi olan tasavvufta da yetişmek istiyordu. Bunun için Resûlullah efendimizden ( aleyhisselâm ) gelen feyz ve bereketleri insanların kalblerine akıtan, kendilerine silsile-i aliyye denilen âlim ve evliyânın en meşhûrlarından olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî hazretlerine talebe oldu. Abdülfettâh-ı Bağdadî, hocasının her emrini yerine getirmek için canla başla çalıştı. Verilen her vazîfeyi ânında yapardı. Nefsinin hiçbir arzusunu yapmaz, arzu etmediği şeyleri yapardı. Haramlardan şiddetle kaçar, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını dahî terkeder, dünyâya hiç meyletmezdi. Tek arzusu hocasından hiç ayrılmamak, onun kalblere şifâ olan kıymetli sohbetlerini dinlemek, verdiği vazîfeyi canı pahasına da olsa yerine getirmekti. Dertlere, sıkıntılara, meşakkatlere çok dayanıklı idi. Gelen sıkıntıları gülerek karşılar, verenin Allahü teâlâ olduğunu düşünerek sevinirdi. Hattâ, dert ve belâ gelmediği zaman; “Rabbimin husûsi ihsânına kavuşamadım” diye üzülürdü. Maksadı çok yüksek olup, evliyâlık makamlarından en üstün derecelere kavuşmak isterdi. Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, onun bu güzel hasletlerini bildiği için, ona en zor işleri yaptırır, diğer talebeleri ile haberleşmeye bunu gönderirdi. Yolculukta herhangi bir vâsıtaya, bineğe binmesini yasaklamıştı. Yaya olarak gitmesini emrederdi. O da bunu zevk ile yapar, çok uzak yolculuklara hiçbirşeye binmeden giderdi. Yaya yürüyerek, yolculuk ânında doğan belâ ve mihnetlere katlanarak nefsini terbiye eder, rûhunun yüksek derecelere vâsıl olmasını sağlardı. Vazifeli olarak İstanbul’a iki defa yaya gitmişti. Bu tahammülü sayesinde, hocasının iltifâtlarına, feyz ve bereketli teveccühlerine mazhar oldu. Hocasının en önde gelen talebeleri arasına girdi. Hazerde ve seferde, Mevlânâ Hâlid hazretlerinden hiç ayrılmazdı. Hocasının evine girer çıkar, onun hizmetini ve işlerini görürdü. Çok hizmetlerde bulundu. Çok fâidelere kavuştu. Hilâfet-i mutlaka ile şereflendi. Şeyh Abdullah-ı Hirâti vefât edince, onun yerine geçti.

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin ilminin derinliği, evliyâlığının üstünlüğü, dünyânın her tarafına yayılmıştı. Her yerden akın akın talebeler, onun ilminin bir damlasına kavuşmak için geliyordu. Saltanat şehri olan İstanbul’dan da pekçok kimse, Bağdat’a gidip, onun talebesi olmakla âhırette yüksek derecelere kavuşmak istiyorlardı. İsteklilerin hepsinin Bağdat’a gitmesi mümkün değil idi. Bu sebeple Mevlânâ Hâlid hazretleri, Hak âşıklarının yanan rûhlarını serinletmek için Abdülfettâh-ı Bağdâdî’yi İstanbul’a gönderdi.

Abdülfettâh hazretleri, İstanbul’un Üsküdar semtinde Karacaahmed Kabristanı ile Bağlarbaşı arasında, Nûh Kuyusu mevkiindeki dergâha yerleşti. Bunu işitenler bir anda dergâha akın ettiler. Abdülfettâh hazretleri, bu Hak âşıklarının hasta ve ölü rûhlarına hayat veriyor, kararan kalblerine nûr akıtarak Ahrâriyye yolunun Müceddidî ve Hâlidiyye kolunun feyzlerini sunuyordu. Kısa zamanda, devlet erkânından vezirler, komutanlar, paşalar, âlimler, velîler onun talebesi olmak için etrâfını doldurdular. O, âb-ı hayat pınarı, herkesi kabiliyetlerine göre yetiştiriyordu. Bu şekilde senelerce çalışarak, pekçok kimsenin hidâyete kavuşmasına vesile oldu.

Abdülfettâh-ı Bağdadî Akrî hazretleri, ömrünün son senelerinde, Allahü teâlâya ve otuzdokuz sene önce vefât eden mübârek hocası, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’ye kavuşmak arzusu ile yanmaya başladı. 1281 (m. 1864) senesinde Muharrem ayının ortalarında talebeleri ve tanıdıkları ile helâlleşti, vedâlaştı. Vasıyyetini bildirdi. Muharrem’in ondukuzunda Cum’a günü talebelerinin başında okudukları Kur’ân-ı kerîmi dinleyerek son nefesini verdi.

Mezârı, Üsküdar’da, Eski Vâlide Câmii’nden Karacaahmed mezarlığına çıkan yol ile, Selîmiye-Bağlarbaşı caddesinin kesiştiği köşedeki, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey’in kabristanındadır.

Bütün âlimler ve evliyâlar sözbirliği ile bildirdiler ki: Eyyûb Sultan’da medfûn bulunan Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb-el-Ensârî ve diğer Eshâb-ı Kirâm (r.anhüm) hâriç, İstanbul’un en yüksek üç evliyâsından biri de Abdülfettâh-ı Akrî hazretleridir. Âşıkları onun feyz ve nûr saçan mübârek kabr-i şerîfini ziyâret etmekte, bereketlenmektedirler. Diğerleri ise Edirnekapı-Eyyûb arasındaki Murâd-ı Münzâvî ile Zeyrek’deki Mehmed Emîn Tokâdî hazretleridir.

Kabir Taşı ;
1281 Muharrem 19 (24 Haziran 1864) Yevm-i Cum’a.
Kutbu’l-arifin
Mevlana Halid kuddise sirruhu’l-vahid
Hazretlerinin hulefasından Bağdadi eşşeyh
Abdu’l-fettah Efendi’nin ruh-ı purfutuhları
cun el-Fatiha.

 

Abacı Dede

Dört duvarı kargir, catısı ahşap basit bir yapıdır. Kendi adı ile anılan sokağa bakan bir penceresi, yan tarafındaki çıkmaz sokağa açılan ahşap bir kapısı vardır. Hiç bir yerinde kitabesi yoktur. Türbeye bir basamakla inilmektedir. Abacı Dede’nin lahdi sonradan yapIlmış olup tuğladandır Çimento ile sıvanmış bulunan bu lahdin üzerinde ahşap bir sanduka ve onun uzerinde de bir puşide vardır. Çok temiz bir şekilde bakılan türbenin içindeki bu lahdin baştarafında Abacı Dede’nin ayrıca bir şahidesi bulunmaktadır. Şahide 1116 (1704-5) tarihlidir. Bu taşın önünde, Abacı Dede’nin annesi olduğuna inanılan, 1094 (1683) tarihli, Ümmühani Hatun’un kırık şahidesi vardır.

Abacı Dede’nin, Üskudar’ın büyük şöhret sahibi, cezbeli dervişlerinden biri olduğu ve 1704 tarihindeki vefatı üzerine oturduğu mahal olan bu yere gömüldüğü söylenir. Yine bir halk rivayetine gore, Nevşehirli İbrahim Paşa (öl. 1730) ününü işittiği bu velinin uzerine sonradan bir turbe yaptırmıştır.

Abacı Dede’nin, ”Aba” ’ adı verilen kalın, yünlü bir kumaştan elbise yapıp sattığı veya hayatı boyunca bir abası olduğu ve hatta ” Bir abam var atarım / Nerde olsa yatarım ” tekerlemesinin bu zat tarafından söylendiği bu semtin sakinlerince beyan edilmektedir.

Abanın, yaradılış icabı dervişane, alcak gönüllülünü feda edemeyen kimseler tarafından giyildiği de bilinmektedir.

Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Kaynaklar : İstanbul Ansiklopedisi , Reşad Ekrem Koçu 1 / 2

Kefçe Dede (k.s.)

İstanbul – Üsküdar’da; Ahmediye caminin avlusunda caminin yanındaki mezarlıktadır. Ahmediye camii üsküdar merkezden gündoğumu caddesi boyunca giderken sağ taraftadır

Kefçe dede ile ilgili pek fazla bilgi yoktur.Tarihi 16. yy a dayanır. Kefçe dede Namıyla bilinen kişi Mehmet dede dir.Rivayete göre Kefçe mehmet dede ;yoksullara kepçe kepçe aş dağıtırmış. Bu arada “kepçe”, halk dilinde “kefçe” ismine dönüşmüş.

Bir halk söylentisine göre, şimdiki Ahmediye Camii’nin bânisi Tersane Emini Ahmet Ağa, kendisine bir türbe yaptırmak istemiş fakat gördüğü bir rüya üzerine bundan vazgeçerek Kefçe Dede namıyla şöhret bulan Mehmet Dede’nin kabri üzerine görülen bu türbeyi yaptırmıştır.

Türbe, Ahmediye Camii’nin mihrab duvarı önündedir. 947 (1540) yılında vefat eden ve Ahmediye Camii yerindeki ilk mabedin bânisi olan Kefçe Dede’nin kabri üzerine 1722 tarihinde yaptırılmıştır.

Altı mermer sütun üzerine oturtulmuş bir kubbeden oluşan bu açık türbedeki Kefce Dede’nin kabir taşında:
Sahibu’l-hayrat
Merhum Kefce Dede
Ruhuna Fatiha
Sene 947
yazısı okunmaktadır.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Yüzyıllar Boyunca Üsküdar , Mehmet Nermin Haskan , Üsküdar Belediyesi Yayınları [/toggle]

Kavsara Mustafa Baba (k.s.)

İstanbul – Üsküdar’da ; Türbe Çavuş deresi caddesi ile Kartal baba caddesinin kesiştiği noktada Kavsar baba caminin hemen yanındadır.

Türbe, Çavuşdere Caddesi ile Kartal Baba Caddesi’nin birleştğtiği yerde ve bugün mevcut olmayan Kavsara Tekkesi Mescidi’nin sol tarafındadır.

Türbede, sepet yaptığı için kavsara lakabı ile anılan Mustafa Baba medfundur. Kendisinin “Bin hem altmış yedide (1656-57)” vefat ettiğini bugün mevcut olmayan fakat Hadika’da yazılı bulunan bir levhadan öğreniyoruz.

Dikdörtgen şeklindeki beton türbenin caddeye bakan, parmaklıklı bir hacet penceresi, yan taraftaki küçük avluya acılan basit, tahta bir kapısı vardır. Hiç bir yerinde kitabe yoktur.

Mustafa Baba’nın Halveti Tacı ile süslü şahidesinin üzerinde şunlar yazılıdır:
Can ü gönliyle muhibb-i Hazreti Al-i Aba
Ruhu şad ola zihi Kavsara Mustafa Baba
İderken vadiyy-i sıhhat serada tavr-ı asayiş
Niday-i”İrcıi’ emrin işitdi ya’ni ma’nada
Dar-ı dünyada ikamet gayr-i mümkün olduğun
Fehm idince canib-i ukbaya itdi azm-i tam
Merhum ve mağfur Kavsara Mustafa
Baba’nın ruhi-çün el-Fatiha

Sene 1167

Şahidede Mustafa Baba’nın 1167 (1753-54) tarihinde vefat ettiği yazılıdır. Oysa, torununun yazdırdığı levhada 1067’de vefat ettiği belirtilmiştir. 1167 tarihinin yanlışlığı yine bu levhadaki;

Bin yuz yirmi beşte bir veledi
İtti tamir ceddi pek uludur

mısralarından anlaşılmaktadır. 1125 tarihli levhada Mustafa Baba’nın 1067’de vefat ettiği belirtildiğine göre, 1167’de olduğu düşünülemez.

Kavsara Mustafa Baba Tekkesi Mescidi 1930 tarihlerinde yıkılmış bulunduğundan, 3-4 parçaya ayrılan büyük kitabesi ve ayrıca mihrab üzerinde bulunan ayet kitabesi türbe dahiline yerleştirilmiştir. Türbe tamamen ahşap iken, 60 yıldan fazla türbe karşısındaki tahta evde oturan Hamdi Erengülü Bey’in gayreti ile şimdiki şeklini almıştır.

Türbede bir mihrab ayeti vardır. Bu, vaktiyle mescidin mihrabı üzerinde idi. Mabet yıkılınca,
taş buraya konmuştur.

Külle ma dehale aleyha Zekeriyye’l-mihrab

Bu guzel yazı, Hattat Abdullatif Efendi tarafından hazırlanmıştır.
Kaynak ; Yüzyıllar Boyunca Üsküdar , Üsküdar Belediyesi , 2. cilt , sayfa 581-582

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Yüzyıllar Boyunca Üsküdar , Mehmet Nermin Haskan , Üsküdar Belediyesi Yayınları , 2. cilt, sayfa 581-582 [/toggle]

Saçlı Halil Efendi (k.s.)

İstanbul – Üsküdar’da; hayrettin çavuş sokağında (eski sansar sokak) üsküdar merkeze doğru giderken solda cadde üzerindedir. Kırkambar kitap evinin hemen yanındadır.

Hayatı hakkında bir bilgiye ulaşamadık. Ancak Saçlı halil efendi nin tekkesi ;Atpazarı’nda, Eski Toptaşı Caddesi ile Sansar Sokağı’nın birleştiği köşede idi. Karşısında, Genç Mehmet Paşa’nın 1143 (1730) tarihli çeşmesi ile Atpazarı Osman Efendi Tekkesi Camii vardır. Bu cami, şimdi Hacı Bedel Mustafa Efendi  Camii adını taşımaktadır. Tekkenin adı, 1199 (1784) tarihli tekkeler listesinde “Atpazarında Saçlı Halil Efendi Zaviyesi” diye geçmektedir. Tekke, Mecmua-yı Tekaya’da kayıtlı değildir. Çok önceleri ortadan kalkmış olmalıdır. Yalnız, Saçlı Halil Efendi’nin, etrafı çevrili şâhidesiz kabri, Sansar Sokağın sağ başında, bir evin bahçesinde ve incir ağacının dibindedir. Tekkenin mensup olduğu tarikat ve ayin günü hakkında bir bilgiye rastlayamadık.

kaynak :http://www.uskudar.bel.tr/