Ana Sayfa>türbe(Sayfa 18)

Şeyh Ebul Vefa

Şeyh Ebul Vefa hazretlerinin Kabri şerifi ; İstanbul -Vefa semtindedir. Aksaray tarafından gelirken taksime doğru surları geçtikten sonra hemen ilk sola dönülür.(Şehir tiyatrosunun arası) 200 m kadar yürüdükten sola sapılır. Biraz İleride sol tarafta Şeyh Efendi nin camii ve kabri şerifi görülecektir.(Buraya gelmişken bir arka sokaktaki Ünlü Vefa bozasınıda içmeyi ihmal etmeyelim.)

Zeyniyye tarikine mensup büyük arif. İsmi Muslihuddin Mustafa Vefa olup, babası seyyidlerden Ahmed es-Sadrî’dir. Konyalıdır. Ebul Vefa diye meşhur olmuştur. Doğum târihi bilinmemektedir. 1490 (H.896) târihinde İstanbul’da vefât etti.

Tasavvuftan başka fıkıh, musiki, şiir, ilm-i havas, ilm-i nücüm gibi ilimlerde mahir, büyük bir alimdi. Fatih Sultan Mehmed ve II. Bayezid döneminde yaşadı. Tasavvuf yoluna ilk girdiği zaman Edirne’de Debbağlar imamı denilen Muslihuddin Halife’ye intisap etti, daha sonra bu zatın emriyle, Bursa’da medfun Zeynî şeyhlerinden Abdüllatif Kudsî’ye bağlandı.

Şeyh Vefa Fatih zamanında İstanbul’a geldi. Zühd ve takvası, vaaz ve irşadlan ile şöhret buldu. Fatih defalarca kendisiyle görüşmüş ve hayır dualarım almıştır.

Vefa Hz. duası makbul velilerdendi. Bir müddet Mısır’da kalmış, o sene Mısır da kuraklık olmuş, ahali kendisine başvurunca dua etmiş ve bereket kendisini göstermiştir. Bu olay üzerine Mısır’ın hükümdarı onun ayağına kadar giderek kendisine hürmetlerin belirtmişti.

Ebul Vefa hazretleri, haccı eda etmek niyetiyle Konya’dan Antalya’ya inmiş, oradan bindiği gemi Rodos korsanları tarafından kaçırılıp içindekiler esir edilmiş, bu meyanda Şeyh Ebul Vefa da kızkardeşiyle birlikte esir düşmüş, diğer esirlerle beraber Rodos’a götürülmüş, Karaman emiri İbrahim Bey onu korsanlardan saıin alarak kurtarmıştı. Bu hadiseden sonra İstanbul’a gelip insanları irşad etmeye devam etti.
Vefa Efendi, tatlı sohbetli, ruhaniyetli, dünyaya itibar etmeyen, kemal ehli bir mürşid idi. Sultan II. Bayezid Han kendisine çok hürmet ve itibar ederdi. Kızını evlendirirken nikahı teberrüken Vefa Hazretleri’nin kıymasını istemiş, kendisine kırk bin akçe göndererek durumu arzetmişti. Vefa Hazretleri bu hediyeyi kabul etmedi ve şöyle buyurdu: “Muhyiddîn Konevî Efendi vardır. Fakirdir, bu parayı ona verirsiniz. Bereketli bir zâttır. Onu getiriniz, bu işi o yapsın.” buyurdu. Bunun üzerine o zâtı getirip, nikâhı kıydırdılar.

Ahir ömründe inzivaya çekilmiş, sokağa pek çıkmaz olmuştu. Önemli adamlarla, rical ve kübera ile görüşmekten ziyade, fukara ve dervişlerle olmayı tercih ederdi. Türkçe, Arapça ve Farsça şiirleri vardı.

Sözleri gâyet beliğ ve açık olup, dinleyenlerin kolaylıkla anlayabileceği şekildeydi. Çok ibâdet ettiğinden, sohbetine gelenleri, ancak belli vakitlerde kabûl ederdi. Sohbetleri pek tatlı olup herkesin onu dinlemek ve yüzünü görmek için âşık olduğu bir zâttı. Sözleri hikmetli ve nükteli idi. Din husûsunda hiç tâviz vermezdi. Bu hususta titiz ve celâlli idi. Dünyâya düşkün olanlara iltifât etmez, dervişlerle, dünyâya düşkün olmayanlar ile sohbet etmeyi severdi. Zamânının meşhûr kimseleri kapısına gelir, sohbetine kavuşmak için kabûl etmesini beklerdi.

Bir defâsında, Fâtih Sultan MehmedHan kapısına kadar geldiği hâlde onunla görüşmemiştir. O da üzülerek, geri dönüp gitmiştir. Onunla görüşmemesinden dolayı kendisi de üzülmüş, hattâ gözlerinden iki damla gözyaşı yanaklarına inmiştir. Yanında bulunanlar; “Efendim neden pâdişâhı kabûl etmediniz? Hem siz buna üzüldünüz, hem de o üzüldü.” dediler. Ebü’l-Vefâ hazretleri, gözünden akan iki damla gözyaşını eliyle silerek; “Doğru söylersiniz. Ama inanıyorum ki, benim ona olan sevgim ve onun bana olan ihtiyâcı, bize asıl vazifemizi unutturacak kadar fazladır. Dostluğumuz, sohbetimiz, birçok vatandaşın işinin yarım kalmasına sebeb olacak. Sonunda dayanamayıp pâdişâhlığı bırakmak isteyecek. Şimdi anladınız mı? Sultânı niçin kabûl etmediğimi?” buyurdu.

İstanbul’da, ismini taşıyan Vefa semtinde, eskiden Ayateodori ismini taşıyan kilisenin bulunduğu yere bir cami ve derviş hücreleri inşa edilmiş, Hz. Vefa vefatına kadar burada ikamet etmiştir. Hz. Şeyh 8 Temmuz 1491 tarihinde, pazartesi günü fena aleminden beka alemine göçmüş, camii yakınındaki türbesinde defnolunmuştur.

Şeyh Vefa Hazretleri’nin sağlığında, Hıristiyanlarca Paskalya gününün belirlenmesi hususunda bir görüş ayrılığı olmuş, Hazret’in nücüm ilmindeki vukufu sebebiyle Hıristiyanlar kendisine başvurmuş, bunun üzerine o da “Mart [Rumî Mart ayı] içinde giren arabî ayın on beşinden sonra gelen Çarşamba’nın pazarı, Paskalya günüdür” diyerek ihtilafı halletmiştir. Denildiğine göre bu hesap hiç şaşmamaktadır.

Ebü’l-Vefâ hazretleri adına Konya’da bir câmi, İstanbul’da ise câmi, medrese, hamam, dergâh, halvethâne ve türbe inşâ edilmiştir.

Şeyh Vefâ hazretlerinin eserleri şunlardır:

1) Makâm-ı Sülûk: Tasavvuf ile ilgili olup, Türkçe ve üç yüz doksan altı beyitlik manzûm bir eserdir. Tasavvufî, ahlâkî mevzûları şiir yoluyla anlatmıştır. Bu eseri, edebiyât ve şiir bakımından da kıymetlidir.

2) Şâz-ı İrfân: Türkçe ve manzûm bir eserdir.

3) Evrâd-ı Vefâ: Beş yüz elli altı sahife civarında olup, nesir bir eserdir.

4) Rûznâme-i Vefâ: Bu eseri,Defterdar Ali Çelebi tarafından Miftâh-ı Rûznâme adıyla şerhedilmiştir. Bunlardan başka eserleri de olduğu kaydedilmiştir.

Şeyh Vefa Türbesi ve Haziresi

Türbe etrafında gelişen hazire, külliyenin güneyinde camiyi “U” şeklinde üç yönde sarmıştır. Külliyeyi, Vefa Caddesi boyunca sınırlandıran ihata duvarı, bir dizi açıklık ve muvacehe penceresiyle donatılmıştır. İhata duvarında külliyenin cümle kapısı ile birlikte irili ufaklı 12 açıklık bulunmaktadır. Bu duvarın 1757 tamiri sırasında şekillendiği anlaşılmaktadır. Cümle kapısının doğusundaki pencerelerden birisi 1181/1767 tarihli, Hacı Feyzullah Efendice ait bir kitabe taşımaktadır.

Hazirede yaklaşık 450 kabir sayılmaktadır. Bunlardan ancak birinde Zeyniyye tarikatına mensup mezar taşı şekline rastlanmaktadır. Şeyh Vefa’nın Zeyniyye tarikatına mensup olduğu bilindiği halde hazirede bu kadar az Zeyni mezar taşına rastlanmış olmasının sebebi henüz anlaşılabilmiş değildir.

Birçok meslekten ünlü insanların yattığı hazirede üç adet ketebeli (hattat imzası taşıyan) mezar taşı bulunmaktadır. Hazirede ayrıca sahibinin ölüm sebebi belirtilen on yedi kabir taşı tespit edilmiştir. Ölüm sebebi olarak taun, veba, çiçek ve kızamık hastalıklarının yanısıra düşük ve doğum hali gösterilmiştir. Bir kısım kabirlerde ise ölüm sebebi yazılı olarak belirtilmiş olmasa da burada yatan kişilerin veba ve taun gibi salgın hastalıklardan öldüklerini gösteren bir işaret taşıdıkları tespit edilmiştir. Mezarların baş veya ayak şahidelerinde görülen, serpuş yerine işlenmiş balkabağına benzeyen bir şeklin, birçok mezarlıkta mezar taşları üzerinde yapmış olduğumuz araştırmaya dayanarak, veba ve taun hastalığından ölenlere işaret ettiğini söyleyebiliriz. Bilhassa XVII. asrın sonundan itibaren gelişen mezar taşlarındaki serpuş ve semboller, etraflıca incelenmesi gereken başlı basma geniş bir konudur. Şunu da belirtmek gerekir ki, kadın mezar taşlarında çoğu kez serpuş kullanılmayıp, şahideler, açılmış mantar şeklinde ya da mihrabiyeli veya levha şeklinde düzenlenmiştir. Bir kısım kadın mezar taşları ise çiçek ve yapraklarla bezenmiş olup üzerlerinde bir çok remiz bulunmaktadır. Buna mukabil hemen hemen bütün erkek mezar taşlarına, hayatta iken giydikleri serpuş veya bağlı bulundukları tarikatın işareti sayılan bir taç veya sikke işlenmiştir. Ancak Melamilerin “bî ser ü pa” denilen kaidesiz ve başlıksız mezar taşlan istisna teşkil etmektedir.

Şeyh Vefanın türbesi, caminin güneyınde, Vefa Caddesi’ne açılan kapının yanında yer almaktadır. Kitabesine göre bu türbenin, 896/1491 senesinde inşa edildiği anlaşılmaktadır. Yay kemerli kapı üzerindeki dikdörtgen çerçeveli kitabe, Farsça olarak celi sülüs hatla, iki satır halinde dört tarih içerisine yazılmıştır. Eski fotoğraflarında, bu dört tarihin ortasına yaldızla 896 tarihinin yazıldığı görülürken bu yazı son tamirde yeşil renkte boya ile örtülmüştür. Kitabenin asıl tarih rakamı, sol satırın altına kabartma olarak işlenmistir. Parçalı mermer levha üzerine yazılmış olan kitabede şu ifadeler yer almaktadır :

An şem’-i fürüz-i harem-i Kabe-i esrar.    

Be-güzaşt ez-an pul ki guzer kerd kih mih

Hahi  bedani sefer-i Şeyh Vefara

Der yab zi tarîh-i ila rahmet-i Rabbihi Sene 896.

Türkçesi:

O sırlar Kabesi’nin parlak kandili

Küçük ve büyük (herkesin) geçtiği köprüden geçip gitti.

Şeyh Vefa’nın seferini bilmek istersen

İla rahmet-i Rabbihi tarihinden anla. Sene 896/1501

Bir sıra kesme taş, üç sıra tuğla münavebesiyle bina edilen kare planlı türbe, Bursa üslubu inşa geleneğim sürdürmektedir. Kenar ölçüleri 8.30 x 8.35-40 cm.dir. Ufki düzlemde uzanan kesme taş ve tuğla dizileri, iki sıra kirpi saçaktan sonra kiremit örtülü dört meyilli , basık bir çatıyla son bulmaktadır. Giriş cephesi dışında bütün cephelerde, kefeki taşından söveli ve düz atkılı, yan yana ikişer pencere açıklığı yer almaktadır. Pencereler sivri tahfif kemerli, ahnlıklar tuğla örgülüdür. Kemer kamalarım oluşturan tuğlalar yatık dizilmis bir tuğla sırasıyla sınırlandırılmıştır. Pencere kemer ve alınlıklan duvar sathından hafifçe içeri çekilerek, ufki düzlemde uzanan taş ve tuğla sıraları kesilmek suretiyle cepheye dik eksende hareketlilik kazandırılmıştır.

Giriş cephesi diğerlerinden farklı olarak üç açıklığa sahiptir, iki pencerenin arası açılarak ortaya, yay kemerli bir kapı yerleştirilmiştir. Mermer söveli ve kemerli kapının üstünde iki satırlık Farsça kitabe yer almaktadır. Kitabe yekpare bir taştan olmayıp beş parçadan meydana gelmektedir. Kitabe tarhları köşeleri dendanlı cetvellerle çerçevelenmiş olup, celi sülüs yazıdan başka herhangi bir tezyini unsur ihtiva etmemektedir. Eski kitabenin altına, yeni harflerle, üzerinde (Şeyh Ebu’l-Vefa Hazretleri Türbesi) yazılı yeni bir mermer kitabe daha konulmuştur. Girişin üstünde, pencere üzerlerindekinden biraz daha yüksekçe tutulan, kesme taştan sivri tahfif kemeri yer almaktadır. Giriş cephesinin önünde sağ ve solda seki halinde mezarlar vardır. Bugün türbe kapısının önüne etrafı kapalı bir sakif ilave edilmiştir.

Türbenin güney cephesi pencere seviyesine kadar toprağa gömülmüş vaziyettedir. Pencereler kapaksız olup lokma demir şebekelidir. İçte de kare plan şemasını muhafaza eden türbenin üstü ahşaptan, ters tavanla örtülüdür. Herhangi bir bezeme ihtiva etmeyen tavan, türbenin yapıldığı tarihe ait değildir. Türbenin ortasında, birisi İbnü’L-Vefa hazretlerine ait, beş sanduka yer almaktadır. Sandukalardan ikisinin Şeyh Vefa’nın halifelerinden Şeyh Ali Efendi ve Şeyh Davud Efendice ait olduğu bilinmektedir. Diğer iki sandukada kimlerin medfun olduğu meçhuldür. Şeyh Vefa hakkında bilgi veren kaynaklarda, İbnü’I-Vefa’nın bir erkek evladının varlığından söz edilmemektedir. Ancak Evliya Çelebi seyahatnamesinde “Hazret-i sultan-ı fukara Muslihuddin Şeyh Vefa Oğlu: Aşıkpaşa Türbesi’nde gömülüdür” şeklinde bir ifade yer almaktadır. Şeyh Vefa’nın oğlunun, niçin babasının türbesinde değil de Aşıkpaşa türbesinde medfun olduğu konusu araştırmaya muhtaçtır. Türbede bulunan sandukaların üstü yeşil örtülerle tefriş edilmiş olup, şahide başlarına yeşil destarlı kavuklar konulmuştur. Sandukalar ve etrafındaki parmaklıklar sonradan yapılmış ve sıradandır.

Bursa üslubu yapı geleneğini İstanbul’da devam ettiren ender yapılardan birisi olan Şeyh Vefa Türbesi tuğla hatıllı duvar örgüsü ve kare planıyla sade bir görünüm arz etmektedir. Hanedan ve rical türbelerinde rastlamadığımız muvacehe penceresi geleneğinin uygulandığı, günümüze ulaşabilmiş ilk yapılardan birisi olmalıdır.

Hazire de kabri bulunan Meşayih-i Kiram

Abdullatif efendi
Ataullah Efendi 
Abu Bekir Çelebi
Abu Said Bin Sunullah
Hakim çelebi
Köle kasım efendi
Mahruk efendi
Mevlana Şeyh Mehmet Efendi
Muhyiddin Niksari
Şaban ı Nakşibendi
Şemseddin ahmedül Ensari
Şeyh Ali Efendi 
Şeyh Davud efendi 
Yalvaçlı Mehmet Efendi

Hakim Çelebi

Merhum ve Mağfur
Eş Şeyh Mehmed ibn
Seydi Ahmed
eş-şehir bi-Hekim Çelebi
fevt-i tarihi
hay an tabip-i
ehl-i Dilan 974

Allah’ın rahmet ve bağışına kavuşan , Hakim çelebi olarak bilinen Şeyh Mehmed İbn Yedi Ahmed’in ölüm tarihi Yazık o gönül ehillerinin tabibi gitti 1506/07

 

Hoca Ataullah Efendi 

Merhum ve mağfur muallim-i
Sultan Selim Han-ı sani
Hoca Ataullah Efendi
ruhiçün rıza-i Rabbül alemin
için Fatiha
Sene 1171

Allah’ın rahmet ve bağışına kavuşan , İkinci Sultan Selim Han’ın muallimi Hoca Ataullah Efendi’nin ruhuna alemlerin Rabbinin rızası için Fatiha 1572/72

 

Mevlana Ebubekir Çelebi

Ey kabrime bakan
Ve benim halimi düşünen kişi
Gün ben senin gibiydim
yarın sen benim gibi olacaksın
Allah’ın rahmet ve bağışına kavuşan
bağışlayıcı olan Rabbinin rahmetine muhtaç
Bahtiyar , şehit
Mevlana Ebubekir Çelebi b. Mevlana Hüseyin El Yegani
Hicret-i Nebeviyyenin 902 (1496-97)

 

 

Kaynaklar ; Vefanın Cennet Bahçeleri , Aziz Doğanay , İBB Yayınları

 

 

Mustafa İsmet Garibullah (k.s.)

İstanbul – Fatih Çarşamba da İsmet efendi dergahındadır. Eminönü-beyazıt çivarından gelecekler draman otobüsüne binebilir ve çarşamba durağında inebilirler.Arabayla gelenler park sorunu yaşamak istemiyorlarsa yavuz selim camii yanındaki çukur bostana arabalarını bırakabilirler. İsmail ağa camii nin sokağına girdikten sonra 200 m sonra sağda Tekkeyi görebilirsiniz.(Buraya Gelmişken Çarşamba nın manevi havasında İsmailağa camini de ziyaret etmeli ve Hacı Mahmut efendinin ruhaniyetine bir fatiha da okursak oldukça karlı bir iş yapmış oluruz

İsmet Efendi bugün Yunanistan sınırları içinde bulunan Yanya’da alem-i dünyayı teşrif edip gençlik yıllarında Yanya Mahkeme-i Şer’iyye’si katipliğinde bulunmuşlardır. Risale-i Kudsiyye’lerinde bu konuda şöyle buyururlar:
İlahi Mustafa İsmet ki ismim
Zuhuru Yanya’da oldu bu cismim
Aman garket visal-i bahre resmim
Bu resmim mahvolup Hakk’a gidelim
Cemal-i bakemale seyredelim

Cenab-ı Hakk’ın gönüllerine yerleştirdiği muhabbet ateşi hararetini hissettirmeye başladığında Yanya’dan ayrılarak Mekke-i Mükerreme’ye gitmişler; Mevlana Halid-i Bağdadi Hz.leri hulefasından Abdullah-ı Mekki’ye intisab ile Nakşibendi yoluna kudum kılmışlardır. Abdullah-ı Mekki Hz.leri aslen Erzincan’lı olup; Mekke-i Mükerereme’de mücavir kalarak, Ebu Kubeys Dağındaki tekkelerinde irşad ile meşgul olurlarmış. İsmet Efendi, yedi sene içerisinde seyr-ü süluklarını ikmal ve Hilafet-i Nakşibendiyye’yi hak etmişlerdir.

Daha sonra şeyhlerinden izin alarak Süleyman Efendi isminde bir zatın refakatınde Taif cihetine doğru yola çıkarlar. Çölde giderlerken devesinin çöküp yürümemesi üzerine Süleyman Efendi önde ilerlemekte olan İsmet Efendi’ye hitaben:
– İsmet, İsmet! Şeyhimiz vefat etti. Vazifesi de bu fakire verildi. Geri dönelim, buyururlar ve dönerler.
Gerçekten de Mekke-i Mükerreme’ye vasıl olduklarında Abdullah-ı Mücavir fi Beledillah Hz.lerinin alemlerini değiştirdiği haberiyle karşılaşırlar. Bunun üzerine Şeyh Süleyman Efendi Mekke-i Mükerreme’deki dergahta irşad postuna cülus eder. Risale-i Kudsiyye’de bu zatın ismi şerifi şöyle geçer:
Hususa Mekke’de Eş-Şeyh Süleyman
Oluptur naib-i menab-ı gavs-ı İrfan
Bu gavsın tut elin Hakk’a gidelim
Cemal-i bakemale seyredelim

Risale-i Kudsiyye isimli eserlerini burada iken ilham ile kaleme almışlardır. Bu eseri ne niyetle ve nasıl yazdıkları eserin baş ve son kısımlarında gayet açık ifade olunmuştur.

İsmet Efendi Edirne’de iken sevgili ihvanlardan ve halifelerinden Hüseyin Kudsi Efendi’nin kerimesi ile izdivaç buyurmuşlardır. Bu evlilikten Nimetullah, Hafız, Ferdi, Behaeddin isimlerinde dört oğlu; Nakşiye ve Sıddika isimlerinde iki kızı dünyaya gelmiştir.

Cennetmekan Abdülmecid Han devrinde İstanbul’a göçerek bir müddet kayınpederlerinin Koca Mustafa Paşa civarında satın aldıkları evde irşad ile meşgul olmuştur. Daha sonra şimdi dergahlarının bulunduğu yeri almak için sahibiyle anlaşmıştır. Bu arada Fener Patrikhanesi’nden “Kırmızı Kilise” denilen Rum okulunu buraya yaptırmak için çok yüksek paralar teklif edilmişse de yer sahibi:
“Ben malımı kiliseye vereceğime bedava olarak tekkeye veririm. Kıyamete kadar Cenab-ı Hakk’ın şerefli ismi zikredilir” diyerek
ehven fiyatla İsmet Efendi’ye satmıştır. Tekkenin inşasından sonra Hz. İsmet Yanyavi kaddesallahü sırrahü’l ali:
“Tekkeyi buldunuz galiba şeyhi kaybedeceksiniz” buyurmuşlar.

Hakikaten de altı ay geçmeden arkalarında birçok ihvan ve altmış kadar halife bırakarak H. 16 Zilhicce 1289 M tarihinde alem-i cemale intikal etmişlerdir. Bari Teala Hz.leri yüksek himmetlerini üzerimize sayeban eylesin. Nisbet-i Kudsiyyeleri ile mensub olduğumuz halde ömrümüzü ikmal edip civarlarına kavuşmayı nasib eylesin. Amin.

Mustafa İsmet Efendi (K.S.) yüksek yolları gereği enbiyaların imamı, evliyaların serdarı Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’i kendisine yegane rehber bilmiş, her işte ona uymayı en büyük saadet, onun izinde idrak edilen her anı en büyük kar telakki etmiştir. Şeriatsız tarikatın mümkün olamayacağını üzerine basa basa anlatmıştır. İlme, irfana büyük ehemmiyyet vermiştir. Eserlerinden kendisinin de dini ilimlere ve Arap diline mükemmelen vakıf olduğu anlaşılmaktadır. Yegane gayesi kendisini yoktan var eden Allah’ını tanımak, bilmek, layıkı vechile ona kulluk yapabilmek olmuştur. Zamanın devlet erkanının, hatta devrin padişahının dahi ihvanları arasında bulunmasına rağmen dünya malı ve mevkiine zerrece itibar etmemiş, baki olan Allah’ının imanıyla doldurduğu gönlünde fani zevklere yer vermemiştir. Bu konu ile alakalı şöyle bir hikaye naklederler:
Sultan Mecid Han şeyhini ne zaman saraya yemeğe çağırsa İsmet Efendi yer gibi yaparak ekmekleri koynuna doldururmuş. Bunu farkeden müzevvirlerden birinin padişaha tezvir etmesi üzerine sofradan bir ekmek alarak elliyle sıkmış. Ekmekten damlayan kanları sultana göstermiş. Bununla dünya malının hakikatini, bu alemde yüksek derecelerde bulunanların tehlikelerden uzak kalmayacaklarını, mevki, makam büyüdükçe yüklenilen sorumluluğun da büyüdüğünü anlatmak istemiştir. Yoksa Abdülmecid Han’a karşı olan samimi hislerine, derin muhabbetine Risale-i Kudsiyye’leri şehadet etmektedir..

Bu gibi zatlar “Yeryüzünde halife yaratacağım” sırrına mazhar oldukları için kendileri daima saltanattan kaçınmışlar, fakat saltanat sahipleri bunların gölgelerinde hareket etmişlerdir. Böyle veliler pek tabii olarak zahirde el ayak takımından görünseler bile hakikatte bütün beylerin, paşaların üstünde yer almışlardır.

Yine nakledilir ki İsmet Efendi (K.S.) bir gün berberde traş oluyormuş. O esnada bir beyoğlu işlemeli koşumlar koşulmuş doru atıyla çıkagelmiş. Beyoğlunun teşrifi üzerine orada bulunanların hepsi ayağa kalkalar selamlamışlar. İsmet Efendi ise gelen gidenle alakasız bir halde gözleri kapalı oturuyorlarmış. Beyoğlu bir dervişin karşısında pervasızca oturuşundan son derece hiddetlenmiş. Yanına gelmiş. Eliyle tık tık diye kafasına vurup berabere hitaben: “Bu kabağı mı traş ediyorsun” demiş. Malum olunduğu üzre o devirlerde başta devamlı fes, sarık gibi şeyler bulundurulduğundan ustura ile tıraş olmak adet idi. Cenab-ı Şeyh’in mübarek başı da henüz tıraştan çıkmış olduğundan ve sabunları da üzerinde durduğundan, tabiri caizse hakikaten kabak gibi parlamaktaymış. Zavallı berber Şeyh Efendiyi tanıdığından kızarmış bozarmışsa da sükut etmek mecburiyetinde kalmış. İsmet Efendi ise bu yapılan hakaret kendisine değilmişcesine hiçi oralı olmamış. Beyoğlu hışımla geri dönüp atına binmek için zıplamış. Zıplamasıyla birlikte atın öbür tarafından tepesi üstü yere çakılması bir olmuş. Korkudan yuvasından fırlayacakmış gibi irileşmiş gözleriyle bakıp bağırmış:
– Aman berber. Ne oluyor?
Berber eliyle İsmet Efendi’yi işaret edip cevaplamış:
– Kabağa sor, kabağa.
Hakikat-i Muhammediyye’ye mazhar olan bu gibi zatların vücutları gerçekte aleme rahmettir. Belaya sebebiyet vermezler. Fakat beyoğlu gibi bela arayanlar onlara çarpıp kendi kendilerini yaralarlar. Yoksa onların yanına bir nebze muhabbetle varanlar, yollarında çok cüz’i gayret sarfedenler dahi tarifsiz kazançlara nail olurlar. Nitekim İsmet Baba (K.S.): “Allahım bana vadetti. Dergahımın kapısından bir defacık muhabbetle bakanı bile unutmayacak. Kıyamet gününde ona şefaat edeceğim” buyurmuş. Bunun tezahür etmiş bir örneğini de şöyle hikaye ederler:
Vaktiyle Ortaköy’de oturan bir Arnavut her gün kalkar, yaya olarak tekkeye gelir, bahçede meşgul olur, akşam üzeri gene yaya olarak geri dönermiş. Ömrü tamama erip ecel vaki olduğunda kızı bu zatı rüyasında görüp halini sormuş. “Merak etme kızım, diye cevaplamış. Arnavut “Burada şeyh efendiler beni yanlarına aldılar. Rahatım gayet iyidir.”
Mevlana İsmet Garibullah Efendimiz Peygamber-i Zişan Hz.lerinin (S.A.V.) sünnet-i seniyyelerine uyarak halifelerinden her birine hallerine uygun birer lakap vermişler. Mesela Halil Efendi’ye Nurullah, Mehmet Efendi’ye Bahrullah, Hüseyin ve Şerif Efendiler’e Kudsi demişler. Kendilerine de Garibullah (Allah’ın Garibi) ismini layık görmüşler.
Hz. Şeyh Efendi orta boylu, zayıf vücutlu, uzuna yakın yuvarlak ve gayet güzel yüzlü, siyah gözlü, nurani, buğday tenliymiş. Mübarek burunları gayet güzel olup, orta yeri bir miktar yüksekçeymiş. Vefatlarında henüz beyazlamaya başlamış olan saç ve sakalları siyah ve gür imiş. Kaş ve kirpikleri de keza siyah imiş. Azalar ve tenasüp mükemmel olup, bir hüsn-ü suretmiş.

Halil Nurullah Zağrevi (k.s.)

Kabri-i şerifi Fatih Çarşamba da İsmet efendi dergahındadır. Eminönü-beyazıt çivarından gelecekler draman otobüsüne binebilir ve çarşamba durağında inebilirler.Arabayla gelenler park sorunu yaşamak istemiyorlarsa yavuz selim camii yanındaki çukur bostana arabalarını bırakabilirler. İsmail ağa camii nin sokağına girdikten sonra 200 m sonra sağda Tekkeyi görebilirsiniz.Tekkede ; kabri şerif İsmet Garibullah hz nin hemen çaprazındadır.(Buraya Gelmişken Çarşamba nın manevi havasında İsmailağa camini de ziyaret etmeli ve Hacı Mahmut efendinin ruhaniyetine bir fatiha da okursak oldukça karlı bir iş yapmış oluruz.

Kutbü’l irşad Zağravi Halil Nurullah Efendi Hz.leri İsmet Efendi Hulefasından olup Silsile-i Zeheb bu zatın ismi ile devam etmiştir. Tarikat-i Aliyye’ye intisab etmelerinden bir hafta sonra kendilerine keşf-i kubur hali ihsan olunmuştur. Yani kabirlere teveccüh edip hallerine vakıf olurlardı. Bir kısım ihvan, evliya kabri diye ziyaret edilen bazı türbelerin hakikatte ziyaretlerine gerek bulunmayan boş yerler olduklarını keşfedip haber verdiği için Halil Nurullah Efendi’yi ‘halkın itikadı ile oynuyor’ diye şeyhlerine şikayet ederler. İsmet Efendi Hz.lerinin gönderdikleri mektuptaki “Halil, bundan sonra gördüğün rüyayı bile anlatmak yok” emri üzerine mübarek ağızlarını sıkı sıkıya kapatırlar. Muslukları dindirdikten sonra gönül şadırvanlarında esrar-ı sübhani ve envar-ı rahmani öylesine kuvvetle birikmeye başlar ki İsmet Efendi tarafından Nurullah ismi ile isimlendirilip hilafet-i mutlaka ile şereflendirilir. Kutbü’l irşad makamına yükselmişlerdir. Hüseyin Kudsi Efendi’den sonra da tekkede irşad ile meşgul olmuşlardır.

Bir gün ziyaretlerine gelen iki kişi uzun müddet huzurlarında bekledikleri halde şeyh efendi başını murakabeden kaldırmayınca bir tanesi “Yahu mürşid-i kamil olduğunu işittik. Gidelim de istifade edelim dedik. Kalktık geldik. Bu ise uyuklayıp duruyor. Geldik geleli yüzümüze bakmadı. Bizi irşad edecek bir kelime bile söylemedi” diye gönlünden geçirdiğinde kalp casusu olan o veliy-yi kamil bu hale vakıf olup başını kaldırmış:

– Evlat, demiş. Bu yol gevezelik yolu değildir. Sana verilen vazifeyi yap. Git işine.
Nurullah Efendi Hz.leri bereketli ömürlerini 13 Cemaziyel ahir 1311 (M. 22 Aralık 1893) tarihinde tamamlamışlardır.
Geceleri teheccüd namazından sonra baha namazına kadar beş cüz Kuran okuyup bir hatm-i tehlil yapmaları ile meşhur olmuşlardır. Malumdur ki hatm-i tehlil yetmiş bin kelime-i tevhidden müteşekkildir. Bu halleri ile bast-ı zaman kerametinin kendisine ikram edildiğini anlıyoruz.

Sümbül Efendi (k.s.)

Sümbül Efendi hazretlerinin Türbesi ; İstanbul – Kocamustafapaşa’da Sümbül Efendi camiinde

”Aşk ile iki cihanda şah olan gelsin beri,
Rah-ı Hak’ta bende-i dergah olan gelsin beri.
Devlet-i dünya ile mağrur olanlar gelmesin,
Aşk-ı fani, fena fillah olan gelsin beri.
Sümbülî, ince durur kıldan sırat-ı müstakim
Destgiri daima Allah olan gelsin beri.”
Sümbül Efendi

Sümbül Sinan, Halvetiyye Tarikatı’nın bir kolu olan Sümbüliyye şubesinin kurucusudur. Asıl adı Yusuf, lakabı Zeynüddin, şöhreti ise Sümbül Sinan’dır. Babasinin adı Ali, dedesininki Kaya Bey’dir. 1475 – 1480 yılları arasında Merzifon Borlu/Hamideli nahiyesinde doğmuştur. İlk tahsitini doğduğu yer olan Merzifon’da yaptıktan sonra, İstanbul’a gelerek, dönemin tanınmış alimlerinden Efdalzade Hamideddin (ölm. 903/1497)’in talebesi olmuştur. Medresedeki tahsili sırasında süfîlerin aleyhinde bulunduğu halde, sonradan meydana gelen bir rastlantı; devrin tanınmis Halveti şeyhlerinden olan ve Kocamustafapaşa Külliyesi’nde tarikat faaliyetlerinde bulunan Muhammed Cemaleddin (Çelebi Halife) île tanışmasına ve O’na bîat edip, intisabına vesile olmuştur.

Bu karşılaşma şöyle olur ; Çelebi Halife’nin müridlerinden bir genç, Sümbül Sinan’la aynı tahsili görüyordu. Hatta Sümbül Sinan zaman zaman bu arkadaşına, “bu süfîlerin meclisinde ne bulursun” diye takılırdı. Birgün bu arkadaşı ile medreseden çıkmış yürüyorlardı. Yolda Çelebi Halife île karşılaştılar. Arkadaşı “işte bizim efendimiz geliyor” deyince, Sümbül Sinan arkadaşının kulağına eğilerek; “plav aşıkı bir süfîye benziyor” der. Fakat arkadaşı bu duruma aldırmaz. “İnsan, uzaktan görmekle ve kıyafetine bakmakla anlaşılmaz. Gel beraber bir kere toplantısında bulunalım. Sohbetini dinle, sonra karar ver” diyerek. Sinan’ı ikna eder. Toplantıya giderler ve sohbet esnasında Çelebi Halife, Sümbül Sinan’a dönerek; “dileyen ister, isteyeni (şeyh) vasıl eyler; bir nazarla maksudun hasıl eyler” deyip bir nazar eyler. Bu bakış Sümbül Sinan’ı kendinden geçirip bayıltır. Sohbet sonunda, Şeyh Efendi, Sümbül Sinan’ın başını dizine alarak, “getirin benim tenkitçi Sümbül’ümün feracesini, kendi elimle giydireyim” derken, Sümbül Efendi ayılır ve Şeyhin elini öperek, bugüne kadar yaptığı tenkitlerden pişmanlık duyar.

Sümbül Sinan o gece eve dönmemiş, dergahta kalmış ve bir rüya görmüştür. Rüyasında bir kuyunun başında toplanmış ve kuyudan kovalarla su çekmek isteyen insanlar görür. Su içmek arzusuyla kendisi de su çekmek ister ve bu amaçla kuyunun başına varır. Bu sırada kuyunun suyu dolarak taşmaya başlar. Herkesin büyük zorluklarla ulaşmaya çalıştığı suya kolayca kavuşur ve susuzluğunu giderir. Sabahleyin hemen Şeyhi’nin yanına koşar. Rüyasını anlattığında, Şeyhi Çelebi Halife, “Mevlana, senin gönlünde ilahi füyuzatın coşkunluğu vardır. Sana karşı geliyor.Niçin onu kuvveden fille çıkarmazsın. Rüyanın hakikat olmasını istemez misin?” deyince, hemen Şeyh Hazretlerine intisap eder ve tarikate girer.

Bu gelişmeler üzerine Çelebi Halife ile yeni müridi arasında büyük bir ünsiyet ve muhabbet doğar. Şeyhi, O’nu hemen bir hücreye alır ve halvete sokar. Burada üç yıl kadar süren riyazet ve mücahedesini tamamladıktan sonra, dördüncü yılda halifelik icazetini alır. Halifelik icazetiyle irşad yetkisini kazanan Sümbül Sinan Şeyhi’nin arzusu doğrultusunda; 1493-1494 yılları arasında Mısır’a gider ve Sümbül Sinan hazretlerinin burada 3 yıl kaldığı tahmin edilmektedir.

II Bayezd (1481-1512) devrinde ; İstanbul’da büyük bir zelzele ve arkasından da veba hastalığı zuhur eder. Bu tabiî afet karşısında Padişah; 40 muridi ile birlikte dua etmesi için Çelebi Halife’nin hacca gitmesini ister. Bunun üzerine şeyh Efendi; Mekke’ye gelmesi için Mısır’da butunan Sümbüî Sinan’a Mekke’ye gelmesi için haber gönderir. Sümbül Sinan Harem-i Şerife geldiğinde, Şeyhi’nin Şam / Tebük Korusu denilen yerde vefat ettiğini ve oraya defnedildiğini, hacdan sonra İstanbul’a dönerek, yerine posta oturmasını ve kızı Safiye Hanımla evlenmesini vasiyet ettiğini öğrenir. Vasiyet doğrultusunda İstanbul’a dönen Sümbül Sinan , Safiye Hanımla evlenir ve Kocamustafapaşa Tekkesinde şeyh olarak göreve başlar. Vefatına kadar 33 yıl bu tekkede Şeyhlik yapar.

Sümbül Sinan bir taraftan müridlerinin yetiştirilmesiyle meşgul olurken, diğer taraftan da, Fatih ve Ayasofya camilerinde halkı aydınlatıyor, Kur’an-ı Kerim’i tefsir ediyordu. Toplumu bilgilendirmeye yönelik bu çabalarının yanında; Yavuz Sultan Selim Camii inşa edildikten sonra, burada ilk vaaz verme şerefine nail olduğuna bakılırsa, Sümbül Sinan’ın mutasavvıf kimliğinin yanında iyi bir hatip olduğu tahmin edilmektedir. Tefsir, hadis ve tasavvufî ilimler sahasında oldukça geniş bir bilgiye sahip olduğu. Arapça’yı çok iyi bildiği devran ve sema zikrini savunmak maksadıyla kaleme aldığı risalelerinde başvurduğu kaynaklardan anlaşılmaktadır.

İstikamet itibariyle adil, mezheben kuvvetli, metin ve celil sahibi bir zat olan Sümbül Sinan; hücresinin perdeyle kapalı penceresinde yaşar, Peygamber (sav) ve velilerin ruhları île dolu olduğuna inanarak odanın içini boş bırakırdı. Doğum tarihi itibariyle Sümbül Efendi. 50 – 55 yaşlarında bulunduğu bir sırada hayata gözlerini yummuştur. Vefat tarihi Pazartesi gecesi Muharrem 936 / Eylül 1529’dur. Cenaze namazı Fatih camii’nde kılındıktan sonra Kocamustafa Paşa Hangahına getirilerek, hangahın bahçesine defnedildi. Sonra üzerine türbe yapıldı.

Kocamustafapaşa’daki Türbesi bugünkü şeklini ; 1834-35 yılında Sultan II. Mahmud zamanında yapılan onarım ile Serasker Rıza Paşa’nın vefatından bir müddet önce gerçekleştirdiği restorasyon sonucu almıştır. Asıl Türbenin planı sekizgendir. Bugünkü türbe binası yuvarlık planlı ve kubbeli bir yapıdır. Bunun güney yönünde, yamuk planlı bir giriş bölümü eklenmiş, gerek Sümbül Efendi , gerekse de bitişik olan Serasker Rıza Paşa Türbesi’nin kapıları giriş bölümüne açılmıştır. Sekizgenin dörtgen kenarında şadırvan avlusuna açılan demir şebekeli birer penceresi vardır. Bu pencerelerin üzerinde, oval tepe pencereleri vardır. Enlemesine yerleştirilen tepe pencereleri, alçıdan mamul sümbül demetleri ile çevrelenmiştir. Türbeyi örten ahşap kubbe, dışarıdan kurşunla kaplıdır. Kubbe eteğinden hareket eden kurşun kaplı saçak , türbenin ve giriş bölümünün cephelerinde dalgalanarak uzanır , türbe içi ise süsleme bakımından sadedir.

Türbede Sümbül Efendi hazretleri tek başına yatmaktadır. Türbe girişinde , Serasker Rıza Paşa’nın türbesi vardır. Rıza Paşa’nın Türbesi torunlarınca yapılmıştır. Ayrıca cami bahçesinde; Safiye Sultan , Şeyh Rıza EFendi , Şeyh Nureddin Efendi , Çifte Sultanlar, Zincirli Selvi ve Daye Hatun türbeleri vardır.

Kaynaklar ;
Sümbüliye Tarikatı ve Koca Mustafapaşa Külliyesi , Nazif Velikahyaoğlu , Çağrı yayınları
Fotoğraflar ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey ve Mustafa Gürelli Bey den Allah razı olsun
http://www.erolsasmaz.com/
http://www.mustafagurelli.com/

Gönenli Mehmed Efendi (k.s.)

İstanbul – Edirnekapı’da sakızağacı şehitliğinde

1903 yılında Balıkesir’in Gönen ilçesinde dünyaya gelmiştir. İlk öğrenimini tamamladıktan sonra 1920′li yıllarda İstanbul’a gelen Gönenli Mehmet Efendi Serezli Ahmet Şükrü Efendi’den ders almıştır. Hıfzını ve tashih-i huruf derslerini tamamladıktan sonra, kıraat ilmini de aynı hocada okuyarak 1925 yılında icazet aldı. Daha sonra 1927 yılında imam hatip mektebinden mezun oldu. 1930 yılında Gönen Merkez Camii imam hatibi olarak hizmetine başladı.

Üç yıl sonra vatani görevini yapmak üzere görevinden ayrılarak İstanbul’a gelen Gönenli Mehmet Efendi askerliğini yedek subay olarak yapmıştır. Askerliğinden sonra bir daha memleketine dönmeyip, görevine İstanbul’da devam etmiştir. İstanbul’da sırasıyla Hacı Bayram Kaftani, Dülgerzade, Hacı Hasan, Sultan Ahmet Camii imam hatipliklerinde bulundu. En uzun süre Sultan Ahmet Camii imam hatipliklerinde bulundu. (1954-1982) Gönenli Mehmet Efendi Türkiye’nin uzun yıllar Reisul Kurra’sıydı. Reisul Kurra, yani Kur’an-ı yedi kıraat ve on rivayet üzerine okuyan icazet almış üstat hafızların duayeni, eğitimi sürdüren en tecrubeli üstadı. Okumak için Anadolu’dan gelen fakir ve kimsesiz öğrencilerin İstanbul’da yerleştikleri ve destek buldukları ilk kapı Gönenli Mehmet Efendi’nin kanatlarıydı. İstanbul’un hemen hemen her semtindeki camii ve kurslarda okuyan öğrencilerin ekmeklerini yiyecek içecek ve giysilerini Gönenli Mehmet Efendi temin eder ve talebelerin ceplerine harçlıklarını koyarak öğrenim masraflarını karşılardı. O öyle bir hocaydı ki talebelerinin kirlenmiş giysilerini yıkanmak üzere evine getiriyordu. Eşi Valide Sutan, talebelerin kirli giysilireni o dönemdeki şartlar yüzünden elinde yıkamak zorunda kalıyordu. Hakk’ın rızasının halka hizmet etmekle kazanılacağına inan Gönenli Mehme Efendi insanları ferahlatan üslubuyla büyük kitleleri camiilere çekmeyi başarmıştır. İnsanların kendisine gelmesini beklemez, o onların mekanına giderdi. Aynen ümmetine olan sevgisi ve merhameti herşeyin üzerine çıkmış Resulallah S.A.V Efendimiz gibi o da talabelerin, dulların, yetimlerin köprü altında kalmış gariplerin yolcuların hatta turistlerin şefkatli hocasıydı. Düşünceleri ve kişiliğiyle bir ekol olan Gönenli Mehmet Efendi, sayısı haftada altmışı geçen vaazlarında az ve tesili söz söylerdi. Kuran’ı okumak, okutmak, yaşamak ve yaşatmak için beldeden beldeye koşan Gönenli Mehmet Efendi Kur’an meclilerinin en önemli simasıydı. Fakir ve muhtaçlara yönelik hizmetlerini Kızılay, Yeşilay gibi hayır kurumlarında da sürdürmüş olan bu vakıf insanı kimseden bir şey talep etmeyip, kendisine verileni de halka ve öğrencilere dağıttı. Gönenli Mehmet Efendi hakkında onu tanıyan herkesin yaptığı ortak yorum şudur: “Gönenli Hoca mı? Onun gibisi bir daha zor gelir.” Kısacası Gönenli Hoca insanların kalbinde, klasik bir din adamından çok daha büyük, çok daha anlamlı bir yer edinmiştir. Gönenli Mehmet Efendi “Kolaylaştırın, güçleştirmeyin, müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” Hadis-i Şerifini hayatında en güzel bir şekilde uygulamıştır. O, “yükte hafif, sevapta ağır olanları götürmeye çalışacağız” diyerek insanları dinin emirlerini yerine getirmeye teşvik ederdi.  Kendisi çok zeki bir insandı. Bir kez gördüğü bir insanı 40 yıl sonra görse tanırdı. Eğitime, özellikle anneliğin sorumluluğunu da düşünerek hanımların eğitimine büyük önem verirdi. 90 yaşında, iki taraftan koluna girilmiş güçlükle yürüyen bir insan düşünün. Eşi kedisine soruyor: “Artık sohbet vermek için camii camii dolaşıp yorulmasanız.” Şu cevabı alıyor; “Belki cemaatime söylemeyi unuttuğum bir şey kalmıştır.” Gönenli Mehmet Efendi kişisel görünümüyle de çok farlı bir portre çizmekteydi. Terzemiz, düzgün giyimli, sempatik ve insanları kendine çeken bir alimdi. Elinde çantası, bütün insanlara tebessüm dağıtan yüzüyle Gönenli Mehmet Efendi yakın dostu zamanın alimlerinden Bediuzzaman Said Nursi Hazretlerinin deyişiyle; “Kahraman Mehmetçik ” Gönenli Mehmet Efendi bereketli ve verimli bir ömür sürmüştür. Yüzyılın en büyük cenazelerinden biri onun Fatih camiinde, yurdun her yanından ve yurtdışından onbinlerce kişinin büyük alimlerin katıldığı cenazesiydi. Sade bir hayat süren Gönenli Mehmet Efendi muhteşem bir topluluk ve törenle Hakk’a uğurlanmıştır. 2 Ocak 1991 yılında Hakkın rahmetine kavuşmuştur.

İsa Geylani (k.s.)

İstanbul Eyüp de ; Eyüp den Piyer lotiye çıkan yokuşun sonunda Murtaza efendi camii’nin içinde(kaşgari dergahında)

Ubeydullah Kaşgâriden sonra İstanbul Eyüpte bulunan Kaşgârî Dergâhında imam olarak vazifelendirilmiştir. 1770de şeyhliğe getirilmiş olup yirmi dört yıl vâz ve nasihatleri ile insanlara faydalı olduktan sonra 1794de doksan yaşında vefât etmiştir.
Kaşgârî Dergâhında bulunan türbesi Sultan Üçüncü Selîm Han tarafından yaptırılmıştır. Vefâtından sonra yerine Abdullah Kaşgârînin dâmâdı Çelebi Mehmed geçti.

 

 

Abdullah Kaşgari (k.s.)

İstanbul Eyüp de ; Eyüp den Piyer lotiye çıkan yokuşun sonunda Murtaza efendi camii’nin içinde(kaşgari dergahında)

Orta Asya’dan neş’et eden ve özellikle Timurlular zamanında Buhara, Türkistan ve Mâverâünnehr’de en parlak devrini yaşayan Nakşiliğin XII/XIX. Asırda İstanbul’daki en önemli temsilcilerinden biri Abdullah Nidâî’dir. Nidâî, Türkistan kökenlidir. Kaynaklarda onun İstanbul’a gelişine kadarki hayatı hakkında bilgiye rastlanmaz. Hayatının bu safhasını,Risale-i Hakkıyye adlı eserinde kendisiyle ilgili bilgi verdiği bölümden öğrenebiliyoruz.

Nidâî, Hakkıyye adlı risalesindeki hayatına ait bahsi şöyle bitiriyor: ”45 yıl şehirden şehre, iklimden iklime Hak ehlini talep ile dolaştım. Bunları söylemekten maksadım övünmek değildir. Hak talipleri bilsinler ki maksada kolay ulaşılmıyor. Bu yolda mertçe yürümek gerek.” Kaynaklarda ismi çoğunlukla Abdullah Kâşgarî veya mahlası ile birlikte Abdullah Nidâî şekliyle zikredilmekte olup bazı kaynaklarda babasının adı ile birlikte Abdullah b. Muhammed el-Kâşgarî, mahlası ise Nidâî olarak zikredilir. Nakşibendî tarikatına mensubiyetinden dolayı Nakşibendî, İstanbul’un Eyüp Sultan semtine yerleşip buradaki irşad faaliyetleriyle tanındığı için Eyyubî lakaplarıyla da kaynaklarda yer almaktadır.

Risalesinde de belirttiği üzere 45 yıl şehir şehir dolaştıktan sonra Kudüs’e gider. Oradan da Mekke-i mükerreme’ye geçer. Burada üç yıl ikamet edip, üç defa hac farizasını yerine getirir. Mekke-i mükerreme’deki’ ikameti sırasında üç kez de Medine-i münevvere’ye giderek Hz. Peygamber’in (s.a.v.) mübarek kabr-i şeriflerini ziyaret eder. Mekke-i mükerreme’den sonra İstanbul’a gelen Nidâî, önce muhtemelen kendisinin Doğu Türkistan kökenli olması sebebi ile aynı bölgeden olan dervişlerin toplandığı Eyüp Sultan civarındaki Lâlî-zâde Abdülbakî Efendi’nin kurduğu Kalenderhâne tekkesinin şeyhi olur.

1743-46 yılları arasında bu tekkede üç yıl şeyhlik yaptıktan sonra, Kalender hayatının katı kurallarına, özellikle de bekârlık erkânına uymak istemediğinden bu görevden ayrılarak Yekçeşm Ahmed Murtezâ Efendi’nin kurduğu tekkeye ilk postnişin olur. Bu tekke, kurucusunun adına nisbetle “Murteza Efendi Tekkesi” veya Nidâî’nin Kâşgarlı olmasına nisbetle “Kâşgarî Tekkesi” olarak adlandırılmaktadır. Tekkeyi kuran Murtezâ Efendi olmasına rağmen ilk şeyhi Nidâî olarak kabul edilmektedir.

Kâşgâri Tekkesi, Nidâî ile birlikte canlılık kazanmış ve önemli fonksiyonlar icra etmiştir. Dr. Güller Nuhoğlu, Abdullah Nidâî-yi Kâşgâri isimli eserinde bu fonksiyonları şöyle sıralar:
“1-Muhtemelen Nidâî’nin Türkistanlı olması sebebiyle Türkistan Hacılarının Mekke ve Medine’ye gitmeden önce bu dergâha uğramaları, dergâhın Türkistanlılar nezdindeki önemini göstermektedir.
2-Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde bulunan Kalenderhânelerde barınan seyyah, şeyh ve dervişler arasında Türkistan’dan gelen Nakşibendîlerin, çoğunlukla Kâsâniyye kolundan olmaları sebebiyle, Tekke bu kolun İstanbul’da yerleşip yayılmasında etkili olmuştur.
3- Kâşgâri dergâhının bazı şeyhlerinin Osmanlı Devleti’nin Orta Asya’daki elçileri gibi hizmet ettikleri söylenebilir. Çünkü 19. asır süresince Osmanlı Devleti ve Buhara arasında müteaddit defalar elçilik teatisinde bulunulmuştur.
4- Kâşgâri Tekkesi, Emîr Buharî Tekkesi ile birlikte Orta Asya Türk kültürünün Nakşibendîlik yolu ile İstanbul’da temsilini sağlamıştır.

Kaynakların ‘ulema ve sulehadan, manevî nüfuz sahibi bir şeyh’ diye niteledikleri Nidâî, Nakşibendiyyeden Ahrâriyye’nin bir kolu olan Kâsâniyye’ye mensup olup diğer birçok Kâsâni şeyhi gibi şiir ve edebiyatı, irşad ve eğitim için gerekli görmüştür. Tekkesinde öğleden sonraları rast makamında Mesnevi okuyup şerh etmesi, dîvanında bazı ünlü Fars şairlerinin şiirlerine tahmisler yapması ve Risale-i Hakkıyye’sinde Ensârî, Câmî, Hâfız ve Mevlâna’dan alıntılarda bulunması, Fars Edebiyatı ile ilgilendiğini ve bu konuda bilgisi olduğunu göstermektedir

Kâşgâri Tekkesinin civarı bu tarikata bağlı kişilerin (şeyler, müritleri ve yakınları) mezarlarıyla doludur. Bunların yanı sıra devletin üst kademelerinde görev almış Cemal Paşa (Öl. H.1297), Cami ile İsa Geylani’nin türbesi arasında bulunan Ahmet Bican Paşa gibi devlet adamlarının mezarları vardır. Ahmet Bican Paşa’nın görevleri arasında Hac yolculuğuna çıkanların muhafız komutanlığı da vardır. Yine cami avlusunda bulunan kuyuyu da bu komutan açtırmıştır. Tekkenin ilk şeyhi Kaşgari Abdullah Nidâî-yi ve oğlu Ubeydullah Kaşgari’nin, Öl.1761 Tekke şeyhlerinden İsa Geylani’nin türbesi, Öl. 1781 Tekkeyi yaptıran eski ruznamce-i evvel el-Hac Murtaza Efendi’nin mezarı Öl.1747 ve eşi Fetiye hanımefendi’nin Öl.1747 mezarı da buradadır.

Kâşgâri Tekkesinin son şeyhi Abdülhakim Arvasi’dir. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra, tarikat faaliyetlerine ara veren Şeyh Abdülhakim, dergaha dönüştürdüğü evinde tasavvuf faaliyetlerine devam etmiştir. Medreselerde daha çok tasavvuf ile ilgili dersleri okuttu ve bu konuyla ilgili bazı eserleri kaleme aldı. Şeyh Abdülhakim, İstanbul, Beyoğlu’nda bulunan Ağa Camii ile Beyazıt Camilerinde de dersler vermiştir. Necip Fazıl Kısakürek’in kendisiyle tanışıp, sohbetlerine devam etmesi üstadın hayatında dönüm noktası olmuştur. Necip Fazıl’ın mezarı’nın Kâşgâri Dergahı’nın yanıbaşında bulunması da oldukça manidardır.

Ubeydullah Kaşgari (k.s.)

İstanbul Eyüp de ; Eyüp den Piyer lotiye çıkan yokuşun sonunda Murtaza efendi camii’nin içinde(kaşgari dergahında)

Orta Asya’dan neş’et eden ve özellikle Timurlular zamanında Buhara, Türkistan ve Mâverâünnehr’de en parlak devrini yaşayan Nakşiliğin XII/XIX. Asırda İstanbul’daki en önemli temsilcilerinden biri Abdullah Nidâî’dir. Nidâî, Türkistan kökenlidir. Kaynaklarda onun İstanbul’a gelişine kadarki hayatı hakkında bilgiye rastlanmaz. Hayatının bu safhasını,Risale-i Hakkıyye adlı eserinde kendisiyle ilgili bilgi verdiği bölümden öğrenebiliyoruz.

Nidâî, Hakkıyye adlı risalesindeki hayatına ait bahsi şöyle bitiriyor: ”45 yıl şehirden şehre, iklimden iklime Hak ehlini talep ile dolaştım. Bunları söylemekten maksadım övünmek değildir. Hak talipleri bilsinler ki maksada kolay ulaşılmıyor. Bu yolda mertçe yürümek gerek.” Kaynaklarda ismi çoğunlukla Abdullah Kâşgarî veya mahlası ile birlikte Abdullah Nidâî şekliyle zikredilmekte olup bazı kaynaklarda babasının adı ile birlikte Abdullah b. Muhammed el-Kâşgarî, mahlası ise Nidâî olarak zikredilir. Nakşibendî tarikatına mensubiyetinden dolayı Nakşibendî, İstanbul’un Eyüp Sultan semtine yerleşip buradaki irşad faaliyetleriyle tanındığı için Eyyubî lakaplarıyla da kaynaklarda yer almaktadır.

Risalesinde de belirttiği üzere 45 yıl şehir şehir dolaştıktan sonra Kudüs’e gider. Oradan da Mekke-i mükerreme’ye geçer. Burada üç yıl ikamet edip, üç defa hac farizasını yerine getirir. Mekke-i mükerreme’deki’ ikameti sırasında üç kez de Medine-i münevvere’ye giderek Hz. Peygamber’in (s.a.v.) mübarek kabr-i şeriflerini ziyaret eder. Mekke-i mükerreme’den sonra İstanbul’a gelen Nidâî, önce muhtemelen kendisinin Doğu Türkistan kökenli olması sebebi ile aynı bölgeden olan dervişlerin toplandığı Eyüp Sultan civarındaki Lâlî-zâde Abdülbakî Efendi’nin kurduğu Kalenderhâne tekkesinin şeyhi olur.

1743-46 yılları arasında bu tekkede üç yıl şeyhlik yaptıktan sonra, Kalender hayatının katı kurallarına, özellikle de bekârlık erkânına uymak istemediğinden bu görevden ayrılarak Yekçeşm Ahmed Murtezâ Efendi’nin kurduğu tekkeye ilk postnişin olur. Bu tekke, kurucusunun adına nisbetle “Murteza Efendi Tekkesi” veya Nidâî’nin Kâşgarlı olmasına nisbetle “Kâşgarî Tekkesi” olarak adlandırılmaktadır. Tekkeyi kuran Murtezâ Efendi olmasına rağmen ilk şeyhi Nidâî olarak kabul edilmektedir.

Kâşgâri Tekkesi, Nidâî ile birlikte canlılık kazanmış ve önemli fonksiyonlar icra etmiştir. Dr. Güller Nuhoğlu, Abdullah Nidâî-yi Kâşgâri isimli eserinde bu fonksiyonları şöyle sıralar:
“1-Muhtemelen Nidâî’nin Türkistanlı olması sebebiyle Türkistan Hacılarının Mekke ve Medine’ye gitmeden önce bu dergâha uğramaları, dergâhın Türkistanlılar nezdindeki önemini göstermektedir.
2-Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde bulunan Kalenderhânelerde barınan seyyah, şeyh ve dervişler arasında Türkistan’dan gelen Nakşibendîlerin, çoğunlukla Kâsâniyye kolundan olmaları sebebiyle, Tekke bu kolun İstanbul’da yerleşip yayılmasında etkili olmuştur.
3- Kâşgâri dergâhının bazı şeyhlerinin Osmanlı Devleti’nin Orta Asya’daki elçileri gibi hizmet ettikleri söylenebilir. Çünkü 19. asır süresince Osmanlı Devleti ve Buhara arasında müteaddit defalar elçilik teatisinde bulunulmuştur.
4- Kâşgâri Tekkesi, Emîr Buharî Tekkesi ile birlikte Orta Asya Türk kültürünün Nakşibendîlik yolu ile İstanbul’da temsilini sağlamıştır.
Kaynakların ‘ulema ve sulehadan, manevî nüfuz sahibi bir şeyh’ diye niteledikleri Nidâî, Nakşibendiyyeden Ahrâriyye’nin bir kolu olan Kâsâniyye’ye mensup olup diğer birçok Kâsâni şeyhi gibi şiir ve edebiyatı, irşad ve eğitim için gerekli görmüştür. Tekkesinde öğleden sonraları rast makamında Mesnevi okuyup şerh etmesi, dîvanında bazı ünlü Fars şairlerinin şiirlerine tahmisler yapması ve Risale-i Hakkıyye’sinde Ensârî, Câmî, Hâfız ve Mevlâna’dan alıntılarda bulunması, Fars Edebiyatı ile ilgilendiğini ve bu konuda bilgisi olduğunu göstermektedir.”

Kâşgâri Tekkesinin civarı bu tarikata bağlı kişilerin (şeyler, müritleri ve yakınları) mezarlarıyla doludur. Bunların yanı sıra devletin üst kademelerinde görev almış Cemal Paşa (Öl. H.1297), Cami ile İsa Geylani’nin türbesi arasında bulunan Ahmet Bican Paşa gibi devlet adamlarının mezarları vardır. Ahmet Bican Paşa’nın görevleri arasında Hac yolculuğuna çıkanların muhafız komutanlığı da vardır. Yine cami avlusunda bulunan kuyuyu da bu komutan açtırmıştır. Tekkenin ilk şeyhi Kaşgari Abdullah Nidâî-yi ve oğlu Ubeydullah Kaşgari’nin, Öl.1761 Tekke şeyhlerinden İsa Geylani’nin türbesi, Öl. 1781 Tekkeyi yaptıran eski ruznamce-i evvel el-Hac Murtaza Efendi’nin mezarı Öl.1747 ve eşi Fetiye hanımefendi’nin Öl.1747 mezarı da buradadır.

Kâşgâri Tekkesinin son şeyhi Abdülhakim Arvasi’dir. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra, tarikat faaliyetlerine ara veren Şeyh Abdülhakim, dergaha dönüştürdüğü evinde tasavvuf faaliyetlerine devam etmiştir. Medreselerde daha çok tasavvuf ile ilgili dersleri okuttu ve bu konuyla ilgili bazı eserleri kaleme aldı. Şeyh Abdülhakim, İstanbul, Beyoğlu’nda bulunan Ağa Camii ile Beyazıt Camilerinde de dersler vermiştir. Necip Fazıl Kısakürek’in kendisiyle tanışıp, sohbetlerine devam etmesi üstadın hayatında dönüm noktası olmuştur. Necip Fazıl’ın mezarı’nın Kâşgâri Dergahı’nın yanıbaşında bulunması da oldukça manidardır.

Mahmut Esad Çoşan (k.s.)

İstanbul eyüp’de Piyer lotiye çıkan İdris köşkü yokuşunun başında solda

Prof. Dr. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi 14.4.1938 tarihinde, Çanakkale’ye bağlı Ayvacık ilçesinin Ahmetçe köyünde dünyaya geldi. Babası Halil Necati Efendi, annesi Şadiye Hanım’dır. Babası ile annesi üçüncü kuşakta aynı kökte birleşmektedir. Hz. Hüseyin Efendimiz’in soyundan olan dedeleri Buhara’dan gelip Çanakkale’ye yerleşmişlerdir. Büyük dedesi Molla Abdullah Efendi, İstanbul’da ilim tahsilinde bulunmuş ve dönemin ünlü meşâyihinden Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendi’nin yakın bağlıları arasına girmiştir.

Dedesi Molla Mehmed Efendi ise Fatih medreselerinde okuyup icazet aldıktan sonra, Birinci Cihan Harbi’ne iştirak etmiş ve bu savaşta şehit düşmüştür. Mahmud Es’ad Coşan Hocaefendi’nin babası Hâfız Halil Necati Efendi 1942 yılında çocuklarının tahsili için İstanbul’a göç etti. Es’ad Coşan Hocaefendi ilk öğrenimini Eminönü Vezneciler İlkokulu’nda, 1950 yılında tamamladı. Bu arada babası vasıtasıyla dönemin âlim ve âriflerinden Serezli Hasib ve Abdülaziz Bekkine Efendilerle tanıştı. Sohbet meclislerine devam etti.

Vefa Lisesi orta kısmından 1953, aynı okulun lise kısmı Fen Kolu’ndan ise 1956 yılında mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisi bölümünü 1960 yılında bitirdi. Arap Dili ve Edebiyatı, Fars Dili ve Edebiyatı, Ortaçağ Tarihi ve Türk-İslâm Sanatı sertifikaları aldı. Fakülte son sınıfta iken Mehmed Zâhid (Kotku) Efendi’nin küçük kızı Muhterem Hanımefendi ile evlendi. Fakülte’den mezuniyetini müteakip girdiği imtihanı başarı ile vererek Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Klasik-Dînî Türkçe Metinler Kürsüsü asistanlığını kazandı ve bu suretle de üniversiteye intisap etti.

Fakülte yayın komisyonunda iki yıl sekreterlik yapan Es’ad Coşan Hocaefendi, 1965 yılında XV. Yüzyıl Şairlerinden Hatiboğlu Muhammed ve Eserleri adlı çalışmasıyla “İlâhiyat Doktoru” ünvanını aldı. İlâhiyat Fakültesi öğretim üyeliği yanısıra 1967-68 yıllarında Ankara Yükseliş Mühendislik ve Mimarlık Özel Yüksek Okulu’nda “Türkçe ve Hümaniter Bilgiler” dersi verdi.

Es’ad Coşan hocaefendi 1972 yılında Hacı Bektaş Velî ve Makâlât adlı tezi ile doçent ünvanını aldı. 1971-1972 yıllarında yedek subay olarak askerlik hizmetini yaptı. 1973 yılında aynı fakültesin Türk-İslâm Edebiyatı Kürsüsü öğretim üyeliğine, bir yıl sonra da aynı kürsünün başkanlığına atandı. Emekli olduğu 1987 yılına kadar adı geçen kürsünün Anabilim dalı başkanlığını yürüttü.

1977-1980 yılları arasında Sakarya Devlet Mimarlık ve Mühendislik Akademis’nde Türk Dili ve Hümaniter Bilgiler dersleri verdi. Matbaacı İbrâhim-i Müteferrika ve Risâle-i İslâmiyye adlı takdim teziyle 1982 yılında Profesör unvanını aldı. Üniversiteye intisap etmesinden emekliliğine kadar geçen süre içerisinde Milli Eğitim Bakanlığı ve Devlet Planlama Teşkilatı bünyesinde kurulan çeşitli komisyonlarda üye olarak çalıştı. Aynı zamanda Almanya, Avusturya, Irak, İran, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerde uluslararası toplantı ve konferanslara katıldı, araştırma ve incelemelerde bulundu.

Mensubu bulunduğu fakültede Türk-İslâm Edebiyatı, Osmanlıca, Türkçe-Kompozisyon, Farsça ve Arapça derslerini okuttu. Yedi adet doktora ve çok sayıda lisans tezi yönetti. Mahmud Es’ad Coşan hocaefendi başarılı ve verimli bir öğretim üyeliği hayatı sürdürmekte iken irşad faaliyetleri ile sosyal ve kültürel çalışmalara daha fazla zaman ayırabilmek amacıyla 1987 yılında kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Bundan sonra Hocası ve kayınpederi Mehmed Zahid Efendi’den aldığı tebliğ ve irşad görevini daha aktif yerine getirebilmek için faaliyetlere başladı. Seleflerinin başlattığı hadis derslerini Türkiye’nin bir çok ilinde yapmak suretiyle yaygınlaştırdı. Yaygın ve örgün eğitim, kültür, yardımlaşma, sanat ve yayın alanlarında hizmet üretmeleri için dostlarını teşvik etti. Bu alanlarda bir çok çalışmanın başlamasına önayak oldu. Çok sayıda kitap ve makale kaleme aldı.

Sohbetlerine gösterilen ilgiden dolayı hizmet sınırlarını genişletti ve bu gaye ile dünyanın bir çok ülkesine seyahatlerde bulundu. Avrupa, ABD, Orta Asya ve Avustralya’ya defalarca giderek eğitim proğramlarına katıldı. Doğup büyüdüğü vatanından yirmi bin kilometre uzakta bulunan Avustralya’da, bir cami açılışı için yaptığı bir seyahat esnasında elim bir trafik kazası neticesinde Hakk’a yürüdü (4 Şubat 2001). Nâşı Türkiye’ye getirildi. 9 Şubat 2001 tarihinde Fatih Camii’nde Cuma namazını müteakip kılınan cenaze namazına, yüzbinlerce talebe ve seveni katıldı. Eyüpsultan Mezarlığı’nın Nakşi Tarlası denilen kısmında Hakk’ın rahmetine tevdi edildi.

Baba Haydar Semerkandi (k.s.)

İstanbul Eyüp Nişanca da Baba haydar caddesi üzerinde bulunan Baba Haydar camii nin hemen girişindedir.

Anadolu evliyâsından Hâce Ubeydullah-i Ahrâr hazretlerinin talebelerinin yükseklerinden ve halîfelerindendir. On altıncı yüzyılda yaşamıştır. Baba Haydar Semerkandî diye tanınmıştır. Doğum târihi ve hâl tercümesi hakkında kaynak eserlerde mâlûmât bulunmamaktadır. Baba Haydar hazretleri, küçüklüğünde asıl memleketi olan Semerkand’da Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin derslerinde yetişti. Hâce hazretlerinin yüksek halîfelerinden olarak mezun olduktan sonra, bir ara Mekke-i mükerremeye gitti. Harem-i şerîfte mücâvir, komşu olarak epey müddet kalıp, sonra bir arkadaşı ile berâber İstanbul’a geldi.

İstanbul’da Eyyûb Sultan Câmii civârında kaldı. Kerâmetler ve fazîletler sâhibi, hocasına lâyık olgun bir talebe idi. Birçok güzel hâllerin kendisinde toplandığı yüksek bir velî idi. Baba Haydar hazretlerinin zamânında yaşayan, verâ ve takvâ sâhibi, şüphelilerden kaçıp haramlardan sakınan mübârek bir zât şöyle anlatır: “Bir Ramazân-ı şerîfin son on gününde, Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin Câmi-i şerîfinde, Baba Haydar ile ikimiz îtikâf yaptık. Ben îtikâfa girdiğimde, o zâten îtikâf hâlinde idi. Berâber bulunduğumuz on gün içinde, iki bâdemden başka hiçbir şey yemedi. Az yemekte bu kadar ileri, çok yüksek bir zât idi. Onun bu hâlini görünce hayretler içinde kaldım. Bütün zamânını ibâdet ve tâatle geçirir başka şeylerle hiç meşgûl olmaz idi.

1550 (H. 957) senesinin bir sonbahar günü sabaha karşı Baba Haydar vefât etti. Mahalle halkı ona son vazîfelerini yapmak için birbirleri ile yarıştılar. Yaktıkları ateş bir türlü su kazanını ısıtmıyordu. Ne kadar odun attılar ise fayda etmedi. Baba Haydar Efendinin vefâtını duyan Sultan, büyük üzüntü içinde mescide geldi. Mahallenin ileri gelenlerinden biri durumu Sultana anlattı ve:
“Sultanım ne yapacağımızı şaşırdık. Sabah namazından beri kazanın altına odun koyuyoruz. Nerede ise öğle ezânı okunacak, hâlâ su ısınmadı.” demesi üzerine, Sultan gözleri dolu bir şekilde yanındakilere:
“Baba Haydar’ın kulübesinin üzerindeki ağaç dallarından kazanın altına koyun.” diye emir verdi.
Hemen kulübenin üzerindeki ağaç dallarından kırıp kazanın altına koydular. O anda su ısınmaya başladı. Gasil işlemi tamamlandıktan sonra öğle namazını müteâkip kılınan cenâze namazından sonra, kulübesinin olduğu yere defnedildi.

PÂDİŞÂHIM, BABA HAYDAR SİZİ BEKLİYOR!
Zamânın pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân, bir gece rüyâsında ak sakallı, nûr yüzlü bir ihtiyârın sırtını sıvazladığını gördü. İhtiyâr kendisine:
“Efendimiz, Eyüp’teki BabaHaydar, sizi kulübesinde bekliyor. Onu ziyâret ediniz.” dedi. Pâdişâh uyanınca bu sıcak sesi mânâlândırmaya çalıştı. Kimdi bu Baba Haydar? Devamlı Eyüb’e gitmesine rağmen, Baba Haydar diye birisinden bahsedildiğini hiç duymamıştı. Pâdişâhı ayağına dâvet eden bu zât kimdi? Kânûnî bunları düşünürken Şeyhülislâm huzûra girdi. Pâdişâhı düşünceli görünce; “Bir derdiniz mi var Sultânım?” diye sordu. Pâdişâh da; “Hayrolsun inşâallah. Bu gece rüyâda yaşlı bir zât bana; “Eyüp’te Baba Haydar sizi bekliyor.” dedi. Buna bir mânâ veremedim. Bu dâvete, sen ne dersin?” dedi. Şeyhülislâm; “Hayırdır inşâallah Pâdişâhım! Eyüp’te hiç bu isimde kimsenin bulunduğunu bilmiyorum. Baba Haydar kim acabâ? Sizinle Baba Haydar’ı arayıp bir ziyâret etsek iyi olur.” dedi. Kânûnî bir süre sonra rüyâsını unuttu. Akşam yatınca, yine o ak sakallı ihtiyârı rüyâsında gördü ve yine:
“Baba Haydar sizi kulübesinde bekliyor Pâdişâhım!” dedi. Sabah Pâdişâh, rüyâsını Şeyhülislâma anlatınca, o da; “Bu ziyâret artık mecbûr oldu Pâdişâhım!” dedi. Pâdişâh buna rağmen o gün de Baba Haydar’ın ziyâretine gidemedi. Gece yatınca rüyâsında üçüncü defâ yaşlı zâtı gördü. Pâdişâha dargın dargın bakıp, kırık bir sesle sâdece: “Baba Haydar sizi bekliyor.” dedi. Sabah olunca, Sultan lalasını yanına çağırıp; “Tez davran. Eyüp’ten dâvet aldık gidiyoruz.” dedi. Her ikisi kıyâfet değiştirip, Eyüb’e gittiler. Öğle ezânı okunduğu sıra Eyüb’e vardılar ve namaz kıldıktan sonra cemâatten bâzı kişilere: “Biz uzaktan geldik. Baba Haydar isimli birini arıyoruz. Acaba tanıyor musunuz?” diye sordular. Koca câmide Baba Haydar’ı tanıyan çıkmadı. Sokakta bulunan dükkan sahiplerine de sordular. Onlar da tanımıyordu. Bu sırada küçük bir çocuk: “Siz şu tepede oturan ve kimseyle konuşmayan amcayı mı arıyorsunuz?” diye sordu. Sultan da gayr-i ihtiyârî; “Evet, onu arıyoruz.” deyince, çocuk kendisini tâkib etmelerini istedi. Epeyce gittikten sonra, yapayalnız köhne bir kulübeyi işâret ederek; “O amca bu kulübede yaşar. Ama kimseyle konuşmaz, kimseyi de kulübeye almaz.” dedi. Pâdişâh ve lalası yavaşça kulübeye yaklaşıp, kulübenin önünde tereddüd içinde beklerken içeriden titrek ince bir ses: “Buyurunuz Pâdişâhım!” diyerek dâvet etti. Pâdişâh selâm vererek içeri girdi. Baba Haydar bir postekinin üzerinde oturuyordu. Binlerce sinek her yanını kaplamış onu gizliyordu. Geceleri rüyâsına giren zâtı merak eden Pâdişâh, büyük bir dikkatle Baba Haydar’ın yüzüne bakıyordu. Fakat sineklerden yüzünü seçemiyordu. Bir müddet duran Sultan dayanamayarak; “Hazret! Şu sinekleri kovalasan da yüzünü bir görsek.” dedi. Baba Haydar; “Sultânım! Siz Peygamber efendimizin vekîlisiniz. Şu gücünüzü gösterin de sinekleri siz kovalayın.” buyurunca, Sultan hemen harekete geçti. Ne kadar uğraştı ise sinekleri kovalayamadı. Baba Haydar hazretleri kalkıp, pencereyi açtı ve odaya doğru dönüp; “Haydi bakalım!” deyince, bütün sinekler emir almışçasına odayı hemen boşalttı. Pâdişâh o anda karşısında nûr yüzlü güleç bir ihtiyar zâtın durduğunu gördü. Elini öpmek istedi ise de Baba Haydar elini çekti. Pâdişâh ona: “Efendim! Benden ne dilerseniz dileyin.” dedi. “Senin sağlığından başka hiçbir şey istemem.” deyince, Sultan postekinin altına, altın dolu bir kese bırakmak istedi. Bunu fark eden Baba Haydar, eliyle keseyi iterek: “Mâdem çok istiyorsan, şuraya bir mescid inşâ ettir. Çünkü öyle zannediyorum ki bana komşular gelecek. Eyüp Câmii uzak. Onlar için buraya bir mescit yaptır da gece gündüz ibâdet etsinler.” dedi. Pâdişâh bu isteği hemen yerine getirdi. Câmi kısa zamanda tamamlandı. Câminin açılışında Kânûnî Sultan Süleymân da hazır bulundu ve Baba Haydar’ın yanına giderek: “Efendi hazretleri buyurunuz. Artık mescid sizindir. Orada sizin için de husûsî yer yaptırılmıştır.” dedi.
Baba Haydar, Sultana; “Ben ölünceye kadar mekânım şu gördüğün kulübedir. Öldüğüm zaman bu kulübenin bulunduğu yere gömülmek isterim. Benim başımın ucunda mescid olduktan sonra, üzerime sakın türbe yaptırmayın. Bir mezar taşı bana yeter. Bu bizim sana vasiyetimiz olsun.” dedi. Pâdişâhın bütün ısrarlarına rağmen, mescidde kendisi için hazırlanan odada oturmadı. Baba Haydar, vefât edinceye kadar bu câmide imâmlık yaptı ve insanlara vâz u nasîhatleri ile doğru yolu anlattı.