Şanlıurfa – Merkez’de Dabakhane camii giriş kapısında ( Haritadaki nokta tam yerini gösterir)
…….
Evliya, Sahabe, Peygamber Kabirleri
Evliya ve Sahabe
Şanlıurfa – Merkez’de Dabakhane camii giriş kapısında ( Haritadaki nokta tam yerini gösterir)
…….
Şanlıurfa – Bediüzzaman kabristanında. Kabristanın haleplibahçe caddesindeki kapıdan girdiğimiz zaman 50 metre yukarıda soldaki türbed
Urfa’da mezarını bildiğimiz en eski Nakşibendî şeyhi Nebih Efendidir (k.s.). Nebih Efendi Nakşibendîliğin Müceddidiye ko- lundandır. 1789 tarihinde vefat eden Nebih Efendi de Urfa evliyasının büyüklerindendir. Urfa’da Nebih Efendiden daha önce Nak- şibendî tarikatı mensupları ismine rastlayamadık. Nebih Efendi, Tasavvuf ehli tarafından Hoca Nebih Ruhavî olarak tanınmakta olup, elimize geçen bir silsilenameye göre halifeliği Sind bölgesinde iken Alimullah Sindi (k.s.)’den almıştır. Sindistan, Hindistan’ın kuzey-batısında Pakistan’ın güneyinde bir bölgedir. Bu silsileye göre Nebih Efendi Sindlidir. Yine silsilede geriye doğru şöyle gidilmektedir:
Nebih Efendi’nin şeyhi Alimullah Sindi, Abdulğafur Lahori,
Mirza Beg Cemilullah,
Fazlullah Serhendi,
Meyan Masum,
İmam Muhammed Serhendi,
Hoca Ahmed el-Faruk İmam Rabbani müceddid-i elfi sani
Böylece yine silsile Şah-ı Nakşibendî ile Resulullah Efendimize kadar uzanmaktadır.
Nebih Efendi, Sind bölgesinde şeyhi Alimullah Sindî’den halifelik aldıktan sonra 1750’li yıllarda Sind’den Urfa’ya gelerek yerleş- miştir. Urfa’da irşad görevini sürdürmüş ve kendisi de Hoca Emin Bursevi’ye halifelik vermiştir. Urfalı bir kimseye halifelik verip vermediği bilinmemektedir. Türbesi Bediüzzaman mezarlığının batısındadır. Nebih Efendi’nin (k.s.), özel durumu hakkında bize bilgi veren torunlarından Sait Cincık’ın anlattığına göre Nebih Efendi Seyyid olup, Horasan tarafından Urfa’ya gelmiştir. Fakat arşivimizde bulunan silsilede ve Nebih Efendinin mezar taşında Nebih Efendi için “Seyyid” sıfatı kullanılmamıştır.
Mezar taşında:
“Haza kabrü’l-merhum ve’l-mağfur mürşid el-arifin ve fi tari- kati’l-aliyei Nakşibendiyye, eş-Şeyh Nebih Efendi (k.s.) ibni Ab- dullah, intakale min dari’l-fena ila dari’l-beka bi-nidai “Ya ey- yetuha’l-nefsü mütmeinne ircii ila Rabbiki radiyeten mardiyye” mine’l-vasiti Şaban el-muazzam sene selase ve mieteyn ve elfün. Ğafarallahu rahmeten vasiaten. Fi sene 1203” ibaresi geçmektedir. Mezarı yeşile boyanmıştır. Devamlı ziyaret edilen velilerdendir. Bir ara Rızvaniye camiindeki odalardan birinde oturmuş, sonra Bıçakçı mahallesinde yaptırdığı tekkesinde irşad görevini sürdürmüştür.
Nebih Efendinin türbesinin dışarısında ve kuzey tarafında oğlunun mezarı bulunmaktadır. Bu mezar yeşile boyanmamıştır. Ba- basından halifelik alıp almadığı belli değildir. Sadece mezar taşında kutbü’l-arifin Nebih Efendinin oğlu Abdullah Efendi yazmakta ve vefatını 1226 (miladi 1811) olarak vermektedir. Aynı mezara torunlarından 1248 (miladi 1832)’de vefat eden İsmail oğlu Mustafa ve 1281 (miladi 1864)’te vefat eden Mustafa oğlu Said efendiler de defnedilmiştir.
Yine aynı zatın anlattıklarına göre büyük dedeleri olan Nebih Efendinin (ö.1789) giydiği hırkası torunlarının yanında bir muşam- ba içerisinde hala muhafaza edilmektedir. Bu hırkayı zor doğum yapan kadının üzerine attıklarında, kadının kolay doğum yaptığına inanırlarmış. Yine ondan kalan kemeri ve keşküşü de bu gibi şeyler için götürülürmüş. Fakat bu ikisi geri getirilmeyince kaybolmuştur diye anlatmaktadır. Yine bu zatın yanında bulunan ve okumamıza izin verdiği bazı beratlardan anladığımıza göre evlatları ve torunları da hep ilimle uğraşmışlardır. Torunlarından Seyyid Fazlı Halife, babası Muhammed’in vefatı üzerine Tahtamor camiindeki ilkokula 1823 tarihinde günlük üç akça karşılığı öğretmen olarak atanmıştır. Torunlarından bir başkası olan müderris Abdullatif Efendi yaşlılığından dolayı, 1856 tarihinde günlük dokuz akçalık müderrislik vazifesini oğlu Muhammed Said Efendiye bırakmıştır. Bir başka torunu da yedi akça gündelikle Ulu Cami medresesi müderrisliğinde bulunan ve beratını 1863 tarihinde alan Muhammed’in oğlu Seyyid Halil’dir.
Nebih Efendinin üçüncü kuşak torunlarından Sait Cincık kendi hakkında şunları anlatmaktadır: “1956–1960 yıllarında İstanbulda çalışıyordum. O zamanlar henüz gençtim, cahildim. Kendi bileğime de güvenirdim. 1956 senesinde benim cesaretim ve kuvvetli olmam bazı kimselerin aleyhimde planlar kurmalarına sebep olmuştu. Bu yüzden beni bir tuzağa düşürdüler. Beni bilmediğim ve tanımadığım bir eve götürdüler. Orada birçok kimse vardı ve ben o adamların suratlarından hiç hoşlanmamıştım. Artık bana kötü bir şeyler yapacaklarını kesin anlamıştım. Tabi çok da kalabalık olduklarından gücüm onlara yetmiyordu. O anda birden Nebih Efendi dedem aklıma geldi ve ben içimden halimi arzederek dedemden yardım istedi. İçimden adeta yalvararak bana yardım etmesini ve bu bataklıktan beni kurtarmasını istiyordum. Aradan on dakika ya geçti ya geçmedi birden kapı açıldı ve adamın biri bütün heybetiyle bana doğru gelerek, —Sen, dedi. Kalk benimle gel, ben de kalktım onunla birlikte evden dışarı çıktım. O adam benimle birlikte kendi mahallemize kadar geldi. Mahallemize girdiğimizde, adamın yanımda yanımda olmadığını fark ettim.”
Kendisi hakkında anlatılan menkibelerden biri şöyledir: Rızvaniye camii avlusundaki odalardan birinde fakir bir kişi yaşardı. Bir gün bu kimse vefat etti. Nebih efendi ve müridleri bu fakiri defnettiler. Nebih Efendi fakirin odasındaki eşyalarına bakarken gözüne topraktan yapılmış eski bir lamba ilişti. Lambayı yaktığında içinden bir ifrit çıktı. Nebih Efendi İfrite:
—Ne kadar zamandır bu adamın hizmetindesin? Diye sordu. İfrit de
—Kırk senedir, cevabını verdi. Bunun üzerine Nebih Efendi,
—Bu kırk sene içinde kendisine ne hizmetlerde bulundun? Sorusuna karşılık İfrit,
—Benden bir şey istemedi, dedi. Yalnız ölmeden az evvel ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Bana canının bamya aşı istediğini söyledi. Kış mevsiminde pek bamya bulunmuyordu. Kendisine Hindis- tan’da bamya aşı bularak getirdim. Yemeye baktı ve sonra bu bana haramdır, geri götür dedi. Ben de geri götürdüm. Diye cevap veriyor. Bunun üzerine Nebih Efendi İfrite serbest olduğunu söylüyor ve lambayı kırarak toprağını göle döküyor. Müritleri
—Aman şeyhim, niye öyle yaptın hiç olmazsa bize hizmet ederdi dediklerinde Nebih Efendi elini uzatıp kendine doğru çekerek
—Gel, gel, gel diyor. Her çağırdıkça bir ifrit geliyordu. Bu şekilde kırk ifrit olunca müritlerine dönerek
—Bir başkasının kazandığını çalıştıracağınıza, siz kendiniz kazanın, diyor ve ifritleri geri gönderiyor.
Urfa Rızvaniye Camiinde geçtiği söylenilen, fakat aslında Nebih Efendi’nin Urfa’ya gelmesinden çok önce olması gereken bir menkıbesi de şöyledir.
Nebih Efendi büyük bir alim olarak yetişmişti. O sırada imamlık da ediyordu. Camiye devam edenler arasında bir şeyh de bulunuyordu. Bu şeyh, Nebih Efendinin kendisine intisap etmesini istiyor, fakat Nebih efendi kabul etmiyordu. Bu şeyh bir kış gününde Nebih Efendiyi taze bamya yemeğine davet etti. Nebih Efendi ise “Yine bana keramet göstermek istiyor” diye davetini kabul etmedi. Fakat günlerden bir gün Nebih Efendi bir rüya gördü. Rüyasında bir davete gitmişti. Kendisine kuzu kızartmışlardı. Kuzu o kadar güzel kızarmıştı ki insanın iştahını kabartıyordu. Nebih Efendi bir lokma kopararak ağzına attı, çiğnedi. Fakat ne kadar çiğnediyse de yutamadı, çünkü et pişmemişti. Eti yiyemedi, tekrar çıkardı.
—Nasıl olur dedi, bu kadar güzel kızarmış bir etin içi nasıl çiğ kalır? Diye düşündü. Ertesi sabah camiye geldi. Sabah namazında bile üstü pişmiş, fakat hala içi ham olan eti düşünüyordu. Şeyh ise yine arkasında namaza durmuştu. Namazdan sonra Şeyh Nebih Efendiyi tutarak:
—Nebih Efendi, dedi. O kuzu kızartması sensin, sen. Üstten iyice pişmiş görünüyorsun, çünkü iyi bir ilmin var. Ama için hala pişmemiş, çiğdir dedi. Bunun üzerine Nebih Efendi, şeyhe intisap etti ve kısa zamanda zamanının kutbu derecesine yükseldi.
Kaynak ; Urfa’da Tasavvufun İzleri , Mahmut Karakaş , Şurkav
Şanlıurfa – Balıklı gölün yanında yer alan Mevlana Halid dergahı camiinin avlusunda
Devrinin en büyük Kadiri Şeyhi, büyük mutasavvıf, Allah dostu Seyyid Şeyh Dede Osman Avni (k.s.) hazretlerinin kabri, Mevlidi-i Halil Camii avlusu içindeki kendi türbesindedir. Türbenin üzerindeki kitabede şunlar yazılıdır: “Burası bütün evliyanın sultanı Gavsül-a’zam hazreti Abdulkadir Geylani hazretlerinin pak dergahlarıdır” Türbenin içinde bulunan mezardan Dede Osman Avni (k.s.) Efendinin mezarı hemen öndedir. Mezarın baş dikmesindeki kitabeden anlaşıldığı kadarılığıyla; Dede Osman Avni Efendi Peygamber soyundan gelmektedir. 1883 senesinin Kasim ayında vefat etmiştir. Dede Osman Avni Efendi devamlı Mevlidi Halil Camii’nde oturmuş ve orada hizmetini yapmıştır. Kendisinin tesbihi, cübbesi ve bıraktığı bazı eşyalar hala caminin ziyaret girişi yanındaki bir odada korunmaktadır. Hakkında çok sayıda keramet söylenen bir Allah dostudur. Türbesi içinde kadiri tarikatına mensup 10 kişinin daha kabri bulunmaktadır. Bunlardan ikişer kişi üst üste defnedilmiştir. Böylece sekiz mezar bulunmaktadır. Dede Osman Avni Efendi’nin evladı olmadığını, 70 sene Kadiri Tarikatına şeyhtik yaptığını kendinden sonra tarikatın hizmetini yapan Hafız Halil Efendi yazmıştır. Dede Osman Avni Efendi buna göre; 100 yıl kadar yaşamıştır.
Kaynak: Kültür ve İnançlar diyarı Şanlıurfa – Şanlıurfa Valiliği
Şanlıurfa – Merkez’de yer alan Bediüzzaman kabristanında. Kabristanda 1 nolu kapı tarafından 11 Nisan Fuar caddesi üzerinden Hilton a doğru çıkarken soldaki ilk merdivenlerden çıkınca hemen karşımızda
……
Hayat Bin Kays El Harrani hazretlerinin türbesi ; Şanlıurfa – Harran’da Harran mezarlığının hemen yanındaki türbesinde.
Ebû Abdullah el-Kureşî diyor ki: “Vefâtlarından sonra kabirde, hayatlarındaki gibi kerâmetleri ve tasarrufları devam eden dört evliyâ gördüm. Bunlar: Ma’rûf-i Kerhî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Ukayl-i Münbecî ve Hayât bin Kays el-Harrânî hazretleridir.”
Harrân’da yetişen evliyânın büyüklerinden, âriflerin ileri gelenlerinden. Nesebi; Hayât bin Kays bin Kahhâl bin Sultan el-Ensârî el-Harrânî’dir. Urfa’ya bağlı Harrân kazasında doğup yetiştiği için “Harrânî” nisbeti ve “Şeyh-ül-Kıdve” lakabı ile meşhûr oldu. Doğum târihi hakkında, kaynaklarda bir bilgiye rastlanamamıştır. Ömrünün 50 senesine yakınını Harrân’da geçirmiş büyük bir velîdir. İnsanlar ve bâzı sultanlar, onu ziyâret edip duâsını alırlar, onunla berâber olmakla bereketlenirlerdi.Yüksek hâllerin ve kerâmetlerin sâhibi olup, ehliyeti, ihlâsı, iffeti yanında, dînine çok bağlı bir zât idi. Cömertliğiyle meşhûrdur. 1185 (H.581) yılında orada vefât etti. Harrân’ın dışına defnedildi. Kabri, ziyâretçilere açıktır.
Hayât bin Kays hazretleri büyük himmet sâhibi olup, yüksek makamlara kavuşmuştu. Keşf ve kerâmetleri, açık ve meydanda bir zât idi.Allahü teâlâya yakınlık derecesi
bakımından yüksek bir mevkide bulunuyordu. Hakîkat ilimlerinde derin bilgisi vardı. Sayısız kerâmetleri yanında, hikmetlerle dolu, yüksek hakîkatleri açıklayan sözleri çoktur. İlimde ve tarîkatta o kadar yükselmişti ki, himmet ve tasarrufları “Yed-i Beyzâ”ya benzetilirdi.Yed-i Beyzâ, Mûsâ aleyhisselâmın mûcize olarak gösterdiği beyaz ve parlak olan sağ eli olup, istediği vakit yakasına sokup çıkardıkça, güneş gibi bir ilâhî nur parlamaya başlardı. Düşmanları bu nûr-i ilâhîyi görünce, kaçıp dağılırlardı. Bu tâbir, mecâz olarak, kerâmet ve hârikulâde hâller ve meziyetler hakkında da kullanılırdı. O, her yönden ilim ve hâl sâhiplerine ışık tutmuş ve kendisine ilim, hâl ve zühd yönünden reislik verilmiştir. Bu hususlarda, pek çok velî kendi talebelerinin terbiyesini ona havâle etmişler ve onun sâyesinde nice kimse makam ve hâl sâhibi olmuştu. Ondan sayısız kimse ders ve feyz almıştı. Yetiştirip mezûn ettiği talebelerinin sayısı da hayli kalabalıktır. Yetiştirmiş olduğu talebeler, karanlık bir gecede parlayan yıldızlar misâlî, seçilmiş ve kerâmet ehli zâtlardır.
Evliyânın büyüklerinden birçoğu, onun hâllerini beğenip, söylediklerini tekrar etmişler ve birçok âlim de, onun büyüklüğünü her vesîle ile dile getirmiştir. Âlim ve câhil, herkes ondan istifâde etmiş, Harrân halkının başı sıkıştığında ona başvurulmuştur. Meselâ Harrân Ovasında, bâzan günlerce suyun damlası bulunmaz olurdu. Halk, bunun çâresini bulmuştu. Hemen Hayât bin Kays hazretlerine koşar, onun duâsını alır, duâsının himmet ve bereketiyle yağmur yağar, halk susuzluktan kurtulurdu. Bu hususta onun yardımları saymakla bitirilemez. Sultan Nûreddîn Zengî onu ziyâret edip, hıristiyanlara karşı yaptığı cihâdda azim ve gayretini kuvvetlendirince, onun muvaffak olması için duâ ederdi. Sultan Selâhaddîn-i Eyyûbî de ziyâret eder, ondan duâ isterdi. Duâsını alarak yaptığı harbi kazanırdı.
Hayât bin Kays el-Harrânî hazretlerinin oğlu Ebû Hafs Ömer şöyle anlatır: Şeyh Zagîb er-Rahâbî, babamın ziyâretine gelmişti. Babam ise, sabah namazından sonra evinin kapısında oturmuş, kendi işi ile meşgûl oluyordu. Zagîb er-Rahâbî gelip kapının diğer tarafına oturdu. Babam, onunla hiç konuşmadı. Şeyh Zagîb, buna alındı ve içinden: “Tâ Rahâbe’den geldim de, bana hiç iltifât edip konuşmadı. Hiç böyle olur mu?” diye düşündü. Babam ona hemen şöyle seslendi: “Benim hakkımda kalbinden geçirdiğin şu îtirâzından dolayı, sana bir zarar geleceğinden korkuyorum. Bunun dış âzâlarında mı, yoksa iç âzâlarında mı meydana gelmesini istersin?” O da: “Dış âzâlarımda olsun!” deyince, babam elini uzattı, o ânda gözlerinden bir tânesinin şekli ve yeri değişip rahatsızlandı. Adam kalkıp hürmet gösterdi ve oradan ayrıldı ve memleketi olan Rahâbe’ye döndü. Birkaç sene sonra, kendisine bir yerde tesâdüf ettiğimde, gözünün iyileşmiş olduğunu gördüm. Sebebini sorunca: “Bir zikir halkasına iştirâk ettim. Orada babanızın talebelerinden biri ile görüştüm. Ellerini hasta gözüme koyunca, hemen iyileşip eski hâline döndü.” diye cevap verdi. O gün, baban benim gözüme parmağı ile işâret ettiği zaman kalb gözüm açılmış, onun feyzi ile birçok garîb şeyler görmüştüm.”
Harrân’da bir câmi yapılıp, sıra mihrâba gelince, kıble husûsunda Hayât bin Kays hazretleri ile câmiyi yapan zât arasında ihtilâf çıktı. Sonunda Hayât bin Kays ustaya: “Önüne bak, kıbleyi göreceksin!” buyurdu. O zât da, önüne baktığında Kâbe’yi karşısında gördü ve düşüp bayıldı.
Bir gün, Hayât bin Kays hazretleri ile berâberindekiler, yolculuğa çıkmışlardı. Yorulunca, bir yerde dinlenmek istediler. Ümm-i Gâylân denilen bir ağacın altında istirahate çekildiler. Bir aralık hizmetçisi, Hayât bin Kays’a; “Ben, hurma yemek istiyorum!” deyince; ona: “Şu ağacı salla, hurma düşer ve yersin!” buyurdu. Hizmetçi; “Bu ağaç Ümm-i Gâylân denilen bir ağaçtır, hurma ağacı değildir.” dedi. Hayât bin Kays hazretleri, “Ben sana o ağacı salla diyorum.” deyince, hizmetçi ağacı sallamak zorunda kaldı. Ağacı sallayınca, misk gibi yaş hurma dökülüverdi. Dökülen hurmaları yediler, doydular ve sonra kalkıp gittiler.
Sâlih bin Gânim bin Ya’lâ isimli bir zât: “Güzel bir günde, Yemen’den Hind Denizine bir sefere çıkmıştı. Gemi denizin ortasına gelince, şiddetli esen fırtına ve dalgaları tutuldu. Gemi hasara uğrayıp delindi ve battı. Salih bin Gânim, bir tahta parçasına tutunarak, kimsenin yaşamadığı bomboş bir adaya ulaştı. Çok gezdiği hâlde hiç kimseyi göremedi. Orada bir mescid görüp, içeriye girdi. Mescidde bulunan dört kişi, kıbleye yönelmiş, tâat ve zikir ile meşgûl idi. Selâmlaştıktan sonra hâlini hatırını sordular. O da, soranların hâllerini müşâhedeye devâm etti. Yatsı namazı vaktinde, Hayât bin Kays hazretleri içeriye girdi. Onların yanına yaklaşıp selâm verdi. Namaz kılmak için öne doğru geçti. Onu imâm yapıp, yatsıyı cemâatle kıldılar. Sabaha kadar ibâdet, tâat ve zikir ile meşgûl oldular. Sabah namazı da kılındı. Namazdan sonra, Hayât bin Kays hazretlerinin; “Ey tövbe edenlerin sevgilisi! Ey âriflerin neşe, sevinç kaynağı! Ey âbidlerin gözbebeği! Ey yalnızların dostu! Ey sığınanların sığınağı ve ey ümidini kesenlerin dayanağı! Ey sıddîkların kalblerinin kendisine meylettiği ve sevgililerinin kalblerinin kendisiyle dost olduğu ve korkanların himmetinin kendisine bağlandığı yüce Rabbim!” diye münâcâtta bulunup, yalvardığını işitti. Sonra ağladı. O sırada etrâfı aydınlatan nurlar gördü. Onlar sebebiyle, ayın on dördündeki parlaklık gibi her taraf aydınlanmıştı. Sonra Hayât bin Kays mescidden: “Sevenin, sevgiliye gitmesi, büyük bir iştir. Çünkü, kalbte korkulardan meydana gelen dehşetli üzüntü vardır. Ey sevgili! Ben ıssız çölleri yürüyerek katediyorum. Karşılaştığım bütün ovalar ve dağlar, beni hep sana gönderiyor” mânâsındaki beyitleri söyleyerek çıkıp gitti. Orada bulunanlar, Sâlih bin Gânim’e: “Bu zâta tâbi ol!” dediklerinde, peşine takıldı. Yer ve gök, denizler ve dağlar, sahrâlar, onun ayağı altında dürülüyordu. O, her adımını atışında, “Yâ Rabbî! Hayât’a hayat ver!” diyordu. Az zaman sonra, bir anda yeryüzü katlanıp, hemen Harrân’a geldiler. Oradakiler henüz sabah namazını kılıyorlardı.”
Ebû Abdullah el-Kureşî diyor ki: “Vefâtlarından sonra kabirde, hayatlarındaki gibi kerâmetleri ve tasarrufları devam eden dört evliyâ gördüm. Bunlar: Ma’rûf-i Kerhî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Ukayl-i Münbecî ve Hayât bin Kays el-Harrânî hazretleridir.”
Hikmetlerle dolu, kalblere tesir eden sözlerinden bâzıları şunlardır:
“Kalbinde, Allah korkusu bulundurmak ve sıddîklerin hâlleri ile hâllenmek isteyen kimse, her işinde sünnet-i seniyyeye yapışmalı, onu mutlaka yerine getirmeli ve helâl lokma yemelidir. İnsanın meleklik sıfatından mahrûm olması; haram yemesi ve Allahü teâlânın yarattıklarına eziyet etmesi sebebiyledir.”
“Kalb yumuşaklığını, Allah adamı olan evliyânın sohbetlerine devâm etmekte aramalıdır. Kalb nûrunu da, sohbete olan gayreti devâm ettirmede aramalıdır.”
“Sâdık talebenin alâmeti şudur: Bir ân bile, Rabbini zikretmekten, O’nu hatırlamaktan ayrılmamalı ve O’nun hakkını gözeterek, farz ve sünnetlere devâm etmeli, dünyânın geçici zevklerinin sevgisini kalbe sokmayıp atmalı ve kalbinde dâimâ cenâb-ı Hakk’ın sevgisini bulundurmalıdır”
“Haramlardan sakın ve dünyâya düşkün olma. Zühde, ibâdet etmek niyetiyle sarılmalı, yoksa kendisinin zühd sâhibi olduğunu gösterip, dünyâlıklara kavuşmak için onu vesîle etmemelidir.”
“Muhabbet, yâni Allahü teâlâyı sevmek, mârifetin (yâni O’nu tanımanın) ve Hakk’a giden yolun en büyük nişânıdır. Bâkî, sonsuz var olan sevgiliye, muhabbet ile kavuşulur.”
1) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.153
2) Kalâid-ül-Cevâhir; s.115
3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.410
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.269
5) Tabakât-ül-Evliyâ; s.430
6) Nefehât-ül-Üns; s.612
7) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.6, s.225