Şah Süleyman Türbesi

Niğde – Merkez’deki    Emin  Erişingil Bularında yer alır.

Yapının inşa kitabesi yoktur ve yapım yılı hakkında da bir belgeye bulunmamaktadır. Ayrıca Şah Süleyman’ın kimliği ve yaşadığı devir konusunda kaynaklarda bilgi olmadığı gibi, türbedeki basit taş sandukada da hiçbir yazı mevcut değildir. Fakat ey van tipi türbeler XIII. yüzyılın başlarında belirmiş, XIV. yüzyılın başlarına kadar devamlı gelişme göstermiş ve XIV. yüzyıldan sonra sadeleşip yavaş yavaş özelliklerini yitirerek son bulmuşlardır. Anadolu Selçukluları döneminde bu tip türbelerin genelinde iki katlı inşa edildikleri, XIV. yüzyılın ortalarına doğru ise Şah Süleyman Türbesi gibi tek katlı yapılmaya başlandıkları görülür.

Günümüze kadar bazı onarımlar görerek gelen yapı, orijinal durumunu büyük ölçüde muhafaza etmektedir. Türbe 1982’de kısmen bakımsız bir durumda iken daha sonra tamir edilmiştir. bu onarımda cephe duvarlarındaki kesme taşlar yenilenmiş, beşik tonoz üstten beton dam ile kapatılmış ve zemin betonla kaplanmıştır. Ayrıca türbenin ön kısmında yer alan 2.55 x 4.50 m. ölçülerindeki avlunun sonradan yapıldığını sanılmaktadır.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”] Kaynak
Türk Kültür Envanteri – Niğde , Türk Tarih Kurumu
Evliyalar Şehri Manisa , Abdulhalim Durma , 2013 .
[/toggle]

Sır Ali Türbesi

Niğde –  Sırali Mahallesi, Çeşmeli Sokak , Sırali camiinde

Türbenin inşa kitabesi yoktur. Fakat Sır Ali Camii ile beraber 1712 yılı civarında inşa edildiğini sanmaktayız. Yapı, Sır Ali tarafından vefat etmeden önce cami ile beraber inşa ettirilmiş olabilir. Türbenin mimarım ise bilemiyomz. Ayrıca, Niğdeli Hakî adındaki şair 1143 H./1730-31 M. yılında yazdığı bir şiirinde, Niğde’de türbesi olan önemli şahıslardan bahsederken, SırAli’yi de bu kişiler arasinda zikretmiştir. Buna göre Sır Ali’nin 1730-31 M. tarihinden önce vefat ettiği anlaşılmaktadır.

Türbe, Sır Ali Camii’nin kuzeybatı köşesine yerleştirilmiş ve cami ile organik bir bütünlük oluşturmaktadır. Türbeye harimin kuzey duvarının batı tarafında yer alan ahşap lentolu basit kapıdan girilir (Resim l), îç mekan çarpık planlı olup yaklaşık 2.50 x 4.00 m. boyutlarmdadır. Türbe, alttan ahşap kirişlemeli düz toprak dam ile üstten de kiremit çatıyla kapatılmıştır.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”] Kaynak

Türk Kültür Envanteri – Niğde ,  Türk Tarih Kurumu
Evliyalar Şehri Manisa , Abdulhalim Durma , 2013 .
[/toggle]

Kesikbaş Türbesi – Şems Tebrizi Makamı

Niğde  –  Merkez Burhan Mahallesi Kesikbaş sokak’taki Kesikbaş camiinde

Türbenin inşa kitabesi olmadığı gibi, yapım yılı hakkında da herhangi bir belge mevcut değildir. Günümüze kadar bir çok onarımlar gördüğü anlaşılan yapı orjinal özelliğini kaybetmiştir. Sadece kuzey ve güney cephe duvarlarının üst kısmında 1296 H./ 1878-79 M. ve 1340 H. / 1921-22 M. tarihli iki onarım kitabesi vardır. Bu kitabelerde yapı, Şems-i Tebrizi Kesikbaş’ın “Makam Türbesi” olarak belirtilmektedir. Kaynaklara göre Şems-i Tebrizi 1247’de öldürülmüş ve nerede gömülü olduğu kesin olarak bilinmemekle beraber, Konya’da gömüldüğüne dair bazı bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca Anadolu’da “Kesikbaş” motifi XIV. yüzyılda büyük yaygınlık kazanmıştır. Türbe de bir ihtimal dahilinde XIV. yüzyılda yapılmış olabilir.

Onarım kitabelerinde türbenin, Şems-î Tebrizî Kesikbaş’ın makamı olduğu ifade edilmektedir. Şems-i Tebrizî, Mevlana Celaleddin Rumi’nin hayatı üzerinde büyük bir değişikliğin meydana gelmesine sebep olan kalender-meşrep bir derviş olup Mevlana’nın mürşididir. Şems-i Tebrizî’nin ölümü hakkında birçok rivayetler bulunmakla birlikte genel görüş, 5 Şaban 645 H./ 5 Aralık 1247 M. tarihinde Mevlana’nın ortanca oğlu Alaeddin ve arkadaşları tarafından Konya’da öldurülerek kuyuya atıldığı şeklindedir. Bir rivayete göre, Sultan Veled tarafından bulunup kuyudan çıkarılarak Konya’da Mevlana’nın medreseninin banisi Bedrettin Gevhertaş’ın yanına, diğer rivayete göre de Mevlana Bahaeddin’in yanına gömülmüştür.

Türk folklorunda ”Kesikbaş” motifli destan, efsane ve menkıbe çok yaygın olup. Balkanlardan Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafî sahaya yayıldığı görülür. Bir menkıbeye göre, Mevlana bir gün Hacı Bektaş-ı Velî’den bir dede ister ve Şems-i Tebrîzî kendisinin gitmek istediğini söyler. Onun tevazu göstermemesinden rahatsız olan Hacı Bektaş, “benlik ile meydane geldin, başlı git, başsız gel!” der : Şems gider ve öldürülür, kellesi koltuğunda uçarak şeyhinin dergahına gelerek özür diler. Hacı Bektaş, Şems’e basını alıp memleketi Tebriz’e gitmesini emreder ve orada başını yere koyup oracığa uzanır ve ruhunu teslim eder. Hatta Evliya Çelebi, Şems-i Tebrîzî’nin başının Azerbaycan’da Hoy Kasabası’nda bir türbede gömülü olduğunu ve kendisinin burasını bizzat ziyaret ettiğini belirtmektedir. Ayrıca Türkiye’nin pek çok köy, kasaba ve şehirlerinde “Kesikbaş Türbeleri” ve bunlarla ilgili efsaneler meydana gelmiş olup çeşitli ziyaret ve adak usulleri geliştirilmiştir.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”] Kaynak
Türk Kültür Envanteri – Niğde – Türk Tarih Kurumu
Evliyalar Şehri Manisa , Abdulhalim Durma , 2013 .
[/toggle]

Kemali Ümmi

Niğde – Yenice Mahallesi, Dört Ayak sokak’taki Kemal Ümmi mescidi’nin batı tarafında

Kemal Ümmi (V. 1475) bazı kaynaklara göre Karaman’da bazı kaynaklara göre de Niğde’de doğmuştur. Karaman’da doğduğuna dair resimli Türk Edebiyatı Tarihi’nde, “Büyük İnsanlar” adlı eserde, Meydan Larousse’da kayıtlar vardır. Doğum tarihi bilinmemektedir. Kemal Ümmi’nin Niğde çevresinde yaşadığına dair en önemli delil, Niğde’nin Yenice Mahallesi’ndeki türbesi ve Niğde Müzesi’ndeki sicil kayıtlarıdır.Türbesinin Niğde’de bulunduğu hususunda bir ihtilaf yoktur.

Kemal Ümmi’nin Şeyh Cemal-i Halveti pirdaşlarından ve Muhammed Bahaeddin-i Erzincani’nin halifelerinden olduğu konusunda kaynaklar birleşmektedir. Kemal Ümmi’nin adına Karaman, Manisa, Mudurnu ve Niğde’de birer makam bulunması, onun Anadolu halkı tarafından çok sevildiğinin bir göstergesidir. Müridlerinden menakıbını yazan Aşık Ahmed , Kemal Ümmi’nin Bolu’da medfun bulunduğunu ve üç oğlu olduğunu bildirerek bunlardan Cemal ve Sinan ile alakalı hikayeler de anlatır.

Kemal Ümmi; şiirde muhteva yönünden Yunus takipçilerinden olmuş, XV . Yüzyılda aruz vezniyle; kaside, gazel, mesnevi gibi klasik nazım şekilleri ile tasavvufi şiirler söylemiş, tekke şiirlerinde kendinden sonrakilere örnek teşkil etmiş şöhretli bir şahsiyettir. Onun hayatı da tıpkı Yunus Emre’de olduğu gibi menkıbelerle süslüdür.

Kemal Ümmi, şiirlerinde sade bir Türkçe kullanmış, aruz vezniyle yazmış olmasına rağmen halkın dilinden uzaklaşmamış usta bir şairdir. Özellikle ilahi tarzında oldukça başarılı olmuş ve şöhreti Anadolu sınırlarını aşmış Kırım, Kazan, Taşkent ve Özbek Türkleri arasında da tanınmıştır. Divan’ının, dil açısından Türk dili tarihine çok önemli belgeler kazandıracağı söylenebilir. Mehmet Fuat Köprülü’nün XV. Yüzyıl şairleri arasında ona özel bir önem vermesinin bir sebebi de budur. Divan’ında dünyanın faniliğine, Allah sevgisine, nimetlerine, iyi ahlak ve ibadete dair yazdığı nasihat şiirlerinin sayısı bir hayli fazladır. Ayrıca Divan’da münacat, naat, kaside, gazel, mesnevi ve ilahilerden müteşekkil nazım türleri ve 2371 beyit bulunmaktadır. Divan’ın pek çok yazma nüshası, Kırk Armağan adlı didaktik bir eseri Risale-i Vefat ve Risale-i İman isimli eserleri de vardır

Türbe düzgün kesme taştan inşa edilmiştir. Kare planlı, tek kubbeli olup içerisinde iki mezar vardır. Küçük köşe eyvanlarına kadar iç kısmının orijinalliği sıva ve badana ile tamamen kaybolmuştur. Yalnızca köşe eyvanları ve kubbe orijinalliğini korumuştur. Dıştan ise türbede duvarlar zaman zaman kubbe ise tamamen restore edilmiştir. Kare planlı gövde dıştan sekizgene dönüşen kaide ile kubbeye birleşmektedir. Türbeye sonradan doğu duvarına bitişik olarak bir mescit inşa edilmiştir. Yapım tarihi hususunda bir belge temin edilememişse de inşa tekniği ve kullanılan malzeme bakımından Rahmaniye Camii (1747) ve Dörtayak (Künkbaşı) Camii’ne (1764-65) benzerliğinden dolayı XVIII. Yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmiş olmalıdır.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”] Kaynak, Türk Kültür Varlıkları Envanteri Niğde , Türk Tarih Kurumu .
Niğde Evliyaları , Abdulhalim durma
[/toggle]

Sarı Saltuk – Niğde

Sarı Saltuk hazretlerinin türbesi ;Niğde – Merkez’de Sarı Saltuk caddesi ile Alparslan Türkeş bulvarı kesişiminde

Türbenin inşa kitabesi olmadığı için yapım yılını bilemiyoruz. Kaynaklara göre 1210 – 1293 yılları arasında yaşayan San Saltuk, Çepni Türkmen Aşireti’nin dini lideri konumunda olan Türkmen babasıdır. Sarı Saltuk aynı zamanda çağdaşı olan Hacı Bektaş-ı Velî gibi Kalenderi Tarîkatı’nın Haydarîye koluna mensup bir şeyhtir. Türk folklorunda “Saltuk Baba” motifli destan, efsane ve menkibe çok yaygın olup, Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafî sahaya yayıldığı görülür. San Saltuk’a ait geniş bilgiyi çeşitli kaynakların yanında özellikle Cem Sultan tarafından maiyetindeki Ebü’l-Hayr-ı Rumî’ye yazdırılan ve 1480 yılında tamamlanan “Saltukname” de bulmaktayız. Bu eser San Saltuk’un ölümünden çok sonra yazılmıştır .

Menkîbelere göre Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş’tan sonra “Sarı Saltuk” lakabı ile tanınan müridi Muhammed Buhari’ye meşhur tahta kılıcını beline kuşatarak Horasan erenleriyle beraber Anadolu’ya göndermiştir. San Saltuk, Anadolu ve Balkanlar’ın fethi sırasında gazalara savaşlara katılan kahramanlığı ve velayeti ile daha yaşarken efsanevi bir şahsiyet haline gelen bir Türk kahramanıdır. Aslen Buharalı olan San Saltuk’un asıl adının Saltukname’de “Şerif Hızır” olduğu belirtilirken, Evliya Çelebi de “Muhammed Buhari” şeklinde zikretmektedir. Türk geleneklerine uygun olarak 14 yaşında gösterdiği kahramanlıktan dolayı, “Saltuk” adım almıştır.

San Saltuk, Anadolu Selçuklu Sultanı II. tzzeddin Keykavus’un teşvikiyle 1263 yılında bugün Romanya’nın sınırları dahilinde olan Dobruca’ya Çebni boyuna mensup aşiretiyle beraber göç etmiştir. San Saltuk, burada bir zaviye kurarak Balkanlar’ın Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında büyük katkıları olan Türk kahramanı ve İslam büyüğüdür. Kaynaklara göre San Saltuk 1293 yılında vefat etmiş ve Dobruca’daki Babadağı Türbesi’ne defnedİlmiştir.

Saltukname’de, San Saltuk’un 12 mezarı olduğu belirtilmektedir. San Saltuk, kralların ve beylerin mezarına sahip çıkmak isteyeceklerini söyleyerek, her isteyene verilmek üzere birer tabut hazırlamalarını vasiyet eder. Çünkü ölümünden sonra 12 yerde makamının olacağını müritlerine söylemiştir. Saltuknameye göre. San Saltuk’un tabutunu alarak ülkesine götüren krallar ve beyler şunlardır : Tatar Ham, Eflak, Bogran, Rus, Üngürüs (Macar}, Leh (Polonya). Çeh (Çek), Bosin (Bosna), Beravatı (Hırvat ?), Kamaîa (?). Bunların yanında Baba’ya (Babadağı-Romanya) ve Eski Baba’ya (Babaeski-Kırklareli) gömülen tabutlarla mezar sayisi on ikiye ulaşmaktadır. Bazı kaynaklarda ise Sarı Saltuk’un vefatından önce 7 tabut hazırlattırdığı ve uzaklarda bulunan 7 kafir memleketine defnedilmesini vasiyet eniği belirtilmektedir. Böylece kabrimi ziyaret edecek Müslümanların hakiki mezarını bilemeyeceklerini ve 7 kafir memleketin her birine gitmek mecburiyetinde kalacaklarını ve dolayısıyla bu ülkelerin İslam devletine ilhak edileceğini düşünmüştür.

Bektaşiler, her türlü mahallî inançları kolayca bünyesine mal edebilen bir inanç yapışma sahip olmuşlardır. Bunun tipik bir örneğini Sarı Saltuk Zaviyeleri teşkil eder. Bu zaviyeler Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’da bulundukları yerlerde mahallî aziz kültlerini kendilerine mal ederek İslamileştirmişler ve böylece yerli Hristiyanları zahmetsizce ihtida etmişlerdir.

Sarı Saltuk hala Anadolu ve Balkan Türklerinin gönlünde ve hafızasında yaşamaktadır. Günümüzde Balkanlar’dan Anadolu’ya uzanan geniş coğrafyada, Sarı Saltuk’a atfedilen birçok türbe ve mezar bulunmaktadır. Tespit edilen türbe ve mezarların bulunduğu yerler şunlardır: Kaliakra  (Varna-Bulgaristan), Babadağı (Romanya), Ohri (Makedonya), Djakovica (Arnaviftluk), Kruja  (Arnavutluk), Kosava, îpek (Kosava), Blagay (Bosna-Hersek), Korfu Adasi (Yunanistan), Bor  (Niğde), Babaeski (Kırklareli), Hozat (Tunceli), Diyarbakır, îznik (Bursa), Rumeli Feneri (îstanbul) ve Kütahya

Sarı Saltuk’un türbe ve mezarları genellikle tepelik yerlerde, akarsuların ve büyük ağaçların yanlarında bulunmaktadır. Bilindiği gibi bunlar, İslamiyet öncesi Türk inancı içerisinde kutsallık atfedilen yerlerdir. Yine bu türbe ve makamların normal mezarlıkların içerisinde bulunmaması da yurdumuzda diğer makamlarda görülen özelliklerdir .

Yukarıda belirttiğimiz gibi San Saltuk ve Hacı Bektaş-ı Velî aynı dönemde Anadolu’da yaşamışlar ve her ikisi de Kalenderi Tarîkatı’nın Haydarîye koluna mensuptular. XVI. yüzyıl başlannda Balım Sultan tarafindan kurulan Bektaşi Tarikatı, Hacı Bektaş gibi San Saltuk’u da Kalenderi Tarikatı’na mensup oldukları için büyük mürşitleri olarak tanımışlardır. Bundan dolayı günümüzde de Sarı Saltuk kültü hem Bektaşiler’de hem de Alevîler arasında güçlü bir şekilde yaşamaktadır. Böylece Bektaşi Tarîkatı’nın yayıldığı her bölge, San Saltuk’un mezarının da kendi bölgesinde bir mekana yerleştirmiştir. Aynı şekilde Niğde-Bor’u 1649 yılında ziyaret eden Evliya Çelebi yapıdan; “Eski Mezarlıkla yer alan Sarı Saltuk Tekkesi de Bektaşiler Tekkesi’dir” şeklinde bahsederek, türbenin yanında “Bektaşi Tekkesi” olduğunu belirtmektedir. Sarı Saltuk Türbesi’ne bitişik olan tekke, 1950’li yillara kadar mevcuttu.

Yukarıda belirttiğimiz gibi Sarı Saltuk’un, 1293 yılında Dobruca’da (Romanya) vefat ettiği ve “Dobruca Babadağı Türbesi” ne defnedildiği kabul edilmektedir. Balkanlar’dan Anadolu’ya yayılan diğer türbe ve mezarların ise San Saltuk adına inşa edilen “makam türbeleri” olduğu anlaşılmaktadır.

Bor’daki Sarı Saltuk Türbesi 

Bor’lu Hacı Mahmut Recai Efendi, 1869 yılında yayınladığı “Nesayih-i Amme” isimli risalesinde de Bor’daki San Saltuk Turbesi’nin, “makam-ı şerif olduğunu ifade etmektedir. Yine San Saltuk’un Bor’daki bu makamının öteden beri bilindiği edebî kaynaklardan da anlaşılmaktadır. Ahmet Kuddusî bir şiirinde;

Belde-i Bor daki Sarı Saltuk Türbesi

Kim ziyaret itse kalmaz kürbesi dizileriyle,

Konya’lı halk şairi Lemi de;

Gece Akşehir ‘den uğra Nevşehir ‘e

Niğde ‘de Kesikbaş, Kemal Ummî

Bor ) da Sarı Saltuk pünhana yalvar

dizileriyle Bor’da San Saltuk’a ait bir ziyaretgahın bulunduğunu belirtmektedirler . Günümüzde de bu türbe halk arasında büyük bir saygı görmekte ve sürekli ziyaret edilerek, kutsal günlerde türbede adaklar adanmaktadır. Ayrıca türbenin küçük hazîre kısmında 762 H./ 1360 M., 779 H./ 1377 M, 1303 H./ 1886 M., 1305 H./ 1889 M. ve 1346 H./1927 M. tarihli mezarlar bulunmaktadır. Hazîre kısmının, türbenin inşasından sonra teşekkül ettiği anlaşılmaktadır

Bu bilgiler çerçevesinde Bor’daki San Saltuk Türbesi’nin, San Saltuk’un 1293 yılında Dobruca’da (Romanya) ölümünden sonra XIV. yüzyılın içinde “Makam Türbesi olarak yapıldığını düşünmekteyiz.  Bazı çalışmalarda hiçbir kaynak gösterilmeden türbenin 1360 yılında inşa edildiği belirtilmiştir. Günümüze onarımlar görerek gelen türbe, orijinal özelliğini önemli ölçüde korumaktadır. Türbenin bilinen ilk onarımı iç mekanda yer alan tamir kitabesine göre, Halimzadeler’den ivaz’in oğlu Hacı Mehmet tarafindan 1148 H./1735 M. yilinda yaptırılmıştır. Daha sonra türbede mevcut olan bir levhada yapının, Sipahi Miralayı Sakir Bey tarafindan 1255 H./ 1839 M. yilinda tamir ettirildiğini öğreniyomz. Kaynaklarda türbenin 1949 ve 1980’li yıllarda oldukça bakımsız bir durumda olduğu belirtilmektedir . Türbe en son 1990’lı yıllarda Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafindan restore edilmiştir.

Kaynak ; Türk Kültür Varlıkları Envanteri – 51-Niğde – Türk Tarih Kurumu Yayınları

Şeyh Ahmed Kuddusi

Ahmed Kuddusi hazretlerinin kabri şerifi ; Niğde – Bor Asri Kabristanında . Aynı zamanda Bor Merkezde Sarı Saltuk türbesinin karşısında makamı var.

Vefatından sonra da müritlerini eğitmeye ve onlara yol göstermeye devam eden Ahmed Kuddusi hazretleri divanındaki İcazetname Kasidesi’nde belirtildiği üzere , kendisine kıyamete kadar gelecek insanlara zikir için izin verme icazeti verilmiştir.İcazet Kasidesi’nde, mürşit bulamayanlara zikir izni verdiğini ifade etmektedir.
” Bu İcazet ammedir virdim izin isteyene
Ta Kıyamet günine dek zakirine var cevaz’

Bor’un yetiştirdiği büyük evliya Şeyh Ahmed Kuddusi Hazretleri , Anadolu’yu iman ve aşkla mayalayan erenlerin büyüklerindendir. 18. asrın son döneminde Bor’da doğmuş ve hayatının büyük bir kısmını burada geçirmiştir. Doğum tarihi Hicri 11 Rebiülevvel 1183 (1769). İsmi Ahmed Bin Hacı İbrahim’dir. Maraşizade ve Kuddusi Baba olarak da tanınan Ahmed Kuddusi Hazretleri , Kuddusi mahlasını almasını şöyle anlatmaktadır ; ”Ben, daha doğmadan önce ana karnında iken, Kuddus Kuddus diye Allahü teâlâyı zikr ediyormuşum. Birgün annem babama bu durumu söyleyince, babam; “Kimseye söyleme bu oğlumuz kemal sahibi olur inşaallah.” demiş”

Kuddusi Hazretlerinin babası İbrahim Efendi hem zahiri hem de batıni ilimlerde derinleşmiş bir Nakşibendi Şeyhidir. Babası , Ahmed Kuddusi Hazretlerinin aynı zamanda ilk feyiz kaynağı ve ilk hocasıdır. Bunu divanında şu beyitlerle ifade eder.
Peder merhum icazet virdi zikrullaha pes bana
Didi çalış heman ben sağ iken tevhid-i Yezdana

Ahmed Kuddusi, küçük yaşta babasından ders almaya başladı. Ahrariyye yolunun edebini babasından öğrendi. Babasının; “Oğlum her zaman Allahü tealayı zikir et, benim sağlığımda boş şeylerle uğraşmaktan uzak dur.” nasihatine uyarak onun tarikat hakkındaki tavsiyelerine harfiyyen riayet edip gece gündüz şevkle çalıştı, bütün amelleri gönülden yaptı. Kısa zamanda velilik basamaklarında yükseldi.

Kayseri’de Hüseyin Efendi isimli hocasından zahiri ilimleri tahsil ederken manevi bir işaretle bir gece yaya olarak Turhal’a gitmiş ve Turhal Şeyhi olarak meşhur olan Şeyh Mustafa Efendi’nin yanına erişmiştir. Bu zatın sohbetlerinde bulunarak takdirini kazanmış ve Nakşibendilik tarikatının icazetini almıştır.
Kayseri’den bir gice çıkdım senin sevdan ile
Şeyh-i Turhal Hazretleriyle görişüb buldum ula

Turhal Şeyhi Mustafa Efendi dışında zahiri başka bir şeyhe bağlı olmayan Kuddusi Hazretleri , manevi alemde Abdulkadir Geylani , Yunus Emre ve Mevlana Hazretlerinin ruhaniyetinden feyizlenmiştir. Bu anlamda Üveysi yolununda da saliklerindedir.

Kuddusi Hazretleri , Şeyhinden icazet aldıktan sonra Turhal’dan bir arkadaşı ile ayrılıp Erzincan’a geldi. Sert geçen kış mevsimi yüzünden Erzincan’da birkaç ay kaldı. Yaz gelince, Erzincan’dan ayrılarak, önce Şam’a oradan da Mısır’a vardı. Daha sonra hac farizasını yerine getirmek için Mekke mükerremeye gitti. Bu ilk Hicaz seferinde Hira ve Uhud dağında, hazret-i Hamza ve Uhud harbinin diğer şehidlerinin medfun bulunduğu sahada ve dağın kayalıkları arasındaki mağaralarda uzun günler uzlette kendi başına kaldı. Mescid-i Nebi çevresinde riyazetler çekti. Resulullah efendimizin lütuf ve hitaplarına kavuşarak, üstün derecelere yükseltildi. Bu sırada; “Anadolu’ya git, orada evlen. Senin için üstün derece ve makamlar, aile kadrosu içinde hasıl olacaktır.” ikaz ve işareti üzerine, bir sonraki sene tekrar hacc ederek Bor’a döndü.

1807 ve 1810 senelerinde olan Osmanlı-Rus savaşlarına katıldı. Böylece sünnete uyarak, nefsini ıslah etmek için yaptığı halvet, yalnızlık çile ve riyazetleri yani cihad-ı asgarı cihad-ı ekberle, yani nefisle yaptığı savaşlarla da tamamladı.

Ahmed Kuddusi, Hicaz’dan Bor’a döndükten sonra, birçok din düşmanının düşmanlıkları sebebiyle, on üç yıl kadar evinde inziva hayâtı yaşadı.

O devrin ileri gelenlerinden makam sahibi biri, bir sohbette; “Zamanımızın büyük velisi kim ise onunla görüşmek istiyorum.” diye yakınlarına sorar. Bunun üzerine orada Kuddusi hazretlerini tanıyan biri; “Zamanımızın büyük velisi Ahmed Kuddusi’dir.” deyince, kendisini İstanbul’a davet ederler. Ahmed Kuddusi, İstanbul’a gelip huzura girince, orada bulunan kimseler, onun taşralı kıyafeti ile huzura girmesini pek beğenmeyip, yukardan bakıcı bir tavır takınırlar. Ahmed Kuddusi sohbet sırasında hiç konuşmaz. O makam sahibi kimse; “Şeyh efendi! Siz de bir beyân buyursanız.” deyince; “Efendim! Bendeniz ilmi olmayan bir kişiyim. Huzurunuzda konuşmaya haya ederim. Ancak emrinize uyarak başımdan geçen bir hâdiseyi anlatayım.” diyerek şu hikayeyi anlatır:

“Bir gün bendeniz Sarayburnu’nda sahil boyunca gezerken, çok güzel bir hanım sandala bindi. Gönlümü cezbeden bu güzelin peşinden başka bir sandala binerek, onu takib ettim. Üsküdar iskelesinde karaya çıkıp, falan sokaktaki büyük bahçeli konağa giren bu hanımı bir daha göremedimse de aslâ unutmadım. Gönlüm onun hicranı ile rahatsızdır efendim.”

O makam sâhibi kimse, bu hikayeyi duyar duymaz, yanında bulunanların hepsini dışarı çıkararak, Ahmed Kuddusi’ye; “Efendi, anlattığınız benim halen içinde yaşadığım elemli hâlimin ifâdesiydi. Şu anda ise o dertten kurtuldum. O hanım gönlümden silindi.” dedi. Sonra Kuddusi hazretlerine görülmemiş ihsanda bulundu.

Bir süre İstanbul’da kalan Ahmed Kuddusi, Bor’a döndü. Bor’da iken birgün sultan, Bor’a iki memur gönderip, onun durumunu öğrenmek istedi. Gelen memurlar onu bahçesini bellerken buldular. Ahmed Kuddûsî hazretleri onlar daha bir şey söylemeden; “Siz İstanbul’dan geldiniz. Bizim bir şeye ihtiyacımız yok.” buyurdu. Onlar; “Pâdişâhımız bizi vazifeli gönderdi. Size tahsîsât bağlayacağız.” dediler. Ahmed Kuddûsî onlara; “Açın eteğinizi” diyerek her ikisinin eteğine birer kürek toprak döktü. İki memur bu toprakların altın olduğuna şâhid oldular. Bu sefer Ahmed Kuddusi; “Eteklerinizdekileri dökün.” deyince hemen yere döktüler. Bu defa toprakların yılan-çiyan olduğuna şâhid oldular. Ahmed Kuddûsî; “Evlâtlarım! Allahü teâlânın keremi ile bizim pâdişâhımızın tahsîsatına ihtiyâcımız yoksa da, fukarâ ve âcizlere dağıtmak için bırakın.” diyerek bu tahsîsâtı bir müddet alıp yoksullara dağıttı

Ahmed Kuddûsî hazretleri, gerek şiirlerinde, gerekse mektup ve sair yazılarında, hak yolundaki tehlikelere dikkatleri çekerek, bu yoldaki sâdıklarla, sapıkların hâl ve durumlarını tekrar tekrar anlatmaktadır. Ehl-i dünyâ ile mülhid ve dinsize yaklaşmamayı, câhil ve inatçı sofulardan kaçınmayı, küfür ehli ile münâfıklardan şiddetle sakınmayı, hased, kin, istihzâ ve nemîme, dedikodu ehlinden uzaklaşıp onlarla berâber olmamayı tavsiye etmiştir.

Ahmed Kuddûsî, farz, vacib ve sünnet olan ilimleri bilip, kendisine kâfi olanını öğrendikten sonra, ilmi ile amel ederek, Allahü teâlâyı anmaya devâm etmeyi bütün eserlerinde tekrarlamaktadır. Baş olmak, dünyâlık elde etmek veyâ halkı başına toplayıp, onların hürmet ve hizmetlerini celbetmenin, insanı şeytana oyuncak edeceğini tekrar tekrar anlatan Ahmed Kuddûsî; Azâzil’i (şeytanı), Bel’âm bin Baûrâ’yı, Bersisa’yı ve sahâbeden iken dünyâlıklara mağlûb olan Sa’lebe’yi anlatmaktadır. Allahü teâlâya kulluğu, Allahü teâlânın emri için yapmayı, yeterince ilim ve bilgiyi kazanıp farz-ı ayn olan bilgileri edinmeyi, bu şartların kazanılmasından sonra da ihlâs ile zikir, fikir ve şükür ibâdetlerini gücü yettiği nisbette yerine getirmeyi tavsiye etmektedir.

Ahmed Kuddusi hazretlerinin başka bir özelliği de hem Nakşibendi hem de Kadiri tarikatlarının şeyhi olmasıdır. İlk zamanlarda müritlerini Nakşibendi tarikatının usullerine göre yetişen Hazreti Kuddusi Nakşibendi tarikatının şartlarının ağır olmasından dolayı ve de müritlerinin bu şartlarının ağır olmasından dolayı daha feniş olan Kadiri tarikatına geçtiğini ifade eder. ” Ahir zamanda cehalet gaflet tembellik bidat zinet ve dünyevi meşguliyetler çok olduğundan dolayı kadiri tariki bu ümmete rahmettir.” Ahmed Kuddusi hazretleri , müritlerine yüz istiğfar , on salavat, olabildiği kadar çok miktarda kelime-i tevhidi zikir olarak vermiştir ve bu görevi yapan herkesi müridi olarak görmüştür.
Yok, ayrı gayrı evliya yollarının Hak cümlesi
Hem Halveti, hem Celveti , hem Kadiri , hem Nakşiyem.

Ahmed Kuddusi Hazretlerinin Vasiyetnamesi
Ey evlâdım, eşim, akrabâ-ı taallukatım! Size vasiyet ederim ki: Allahü teâlâya ve Resûlüne sallallahü aleyhi ve sellem itâat edesiniz, benim için ağlamayasınız. Gece vefât edersem, gasl edip sabah nmazının akabinde birkaç komşu ile cenâze namazımı kılıp, Eski Mezâr’da uygun bir yere defnedin. Halka zahmet olmasın. Beni medhetmeyin. Zîrâ kabirde bu söylenilen sıfatlar sende var mıydı diye melekler sorarlarmış. Hemen duâ ve istigfâr edin. Kur’ân-ı kerîm ve tevhîd okuyup, rûhuma hediye edersiniz. Nasîhat kitaplarımı okuyup, nasîhat alasınız. İnşâallah bana ve size faydalı olur. Beni seven talebelerim; evlâdıma nasîhat, hüsn-i nazar ve terbiye etsinler. Nasîhatta esrâr ve çok faydalar vardır. Zikr ederken Allahü teâlânın emrine yapışmak niyeti ile etmelidir.

Kefenimi Niğde bezinden yapın. Cesedime ve kefenime yazı yazmayın. Kabristanda tegannî ile Kur’ân-ı kerîm okuyarak, oradaki müslümanları bıktırmayın. Allahü teâlâ benden râzı olur ise, tegannîsiz üç İhlâs-ı şerîf yeter. Allah korusun râzı olmaz ise her biriniz bir hatm-i şerîf okusanız fayda vermez.

İlmi, tâliplerine ve fukarânın sâlihlerine verin. Dostlarınızın ne kadar kusurları çok olursa da, onlara muhabbet besleyin ve ihsân edin. Dervişlerin İslâm dînine uymayanlarından uzaklaşın. Ekseri sihir ve simyâ kullanarak herkesi aldatıp, mürşid-i kâmiliz derler. Kıyâmet, yeryüzünde âlim var iken kopmayıp, câhil üzerine ve Allahü teâlânın ism-i şerîfini bilip söylemeyen kimselerin üzerine kopacakdır. Siz bu durum karşısında mağrur olup, nefsin hevâsına tâbi ve Allahü teâlânın mekrinden emîn olmayasınız. İblis ve emsâlini düşünesiniz. Sâlih amel işledikten sonra hamd ve şükür etmeli. Beşeriyet sebebiyle günâh sâdır olur ise hemenn istigfâr etmeli, Allahü teâlânın rahmetinden ümîd kesmemeli. Bu vasiyetnâmemi mümin kardeşlere gösteresiniz.

 

1849 (H. 1265) senesi Cemâzilâhır ayında Bor’da vefât etti. Vasiyeti üzerine Eski Mezarlık’a defnedildi. Aynı gün köylünün biri kırılan saban demirini tamir ettirmek üzere Bor’a geldiğinde çok kalabalık bir cemaatın cenaze namazına hazırlandığını görünce, abdestini tazeleyerek cenâze namazını kılar. Hemen işine dönmek niyetinde olduğundan, yakındaki bir demirci dükkanına girerek, tamir etmesi için saban demirini ustaya verir. Demirci, ocağa koyduğu demirin bir türlü kızarmadığını, saatlerce uğraştığı halde dövülecek hale gelmediğini görünce şaşkın bir halde düşünceye dalar. Bu sırada yakın bir tanıdığı dükkana girer. Demirci durumu ona anlatır. O da köylüye; “Sen nerelisin, bu demiri nereden getirdin?” diye sorar. Köylü; “Ben filan köydenim. Bu demir, dün çift sürerken bir kayaya takılıp kırıldı. Tamir ettirmek için bugün buraya getirdim. Şehre girdiğimde eşini görmediğim bir cemâata katılarak cenaze namazını kıldıktan sonra doğru bu dükkana geldim.” deyince o kişi; “Senin, adını sormadan namazına iştirâk ettiğin büyük evliyâ, âşık-ı Hak Şeyh Ahmed Kuddûsî hazretleriydi. Allahü teâlâ, değil onun namazını kılanı, o cenâzede hazır olan âlet ve edevâtı da ateşten muhâfaza etmiştir.” der. Îmân sâhibi olan bu köylü, yeni bir saban alıp köyüne döner.

Son yıllarda mezarlıkları şehir dışına nakletme hususundaki genel bir karar üzerine, Ahmed Kuddûsî hazretlerinin kabri bugünkü kabristandaki ziyaretgâh olan yerine nakledildi. Bu nakil esnâsında halk karşı çıkmış ise de, devrin kaymakamı, belediye başkanı ve jandarma komutanı olaya müdâhale ederek, Ahmed Kuddûsî hazretlerinin kabrine karşı hoş olmayan bâzı sözler sarfedip, edep dışı davranışta bulundular. Hepsi bir belâya mâruz kaldılar. Kabr-i şerîfi yıkmaya kimse râzı olmayınca hapishaneden getirilen mahkûmlar, kabri yıktı. Bu esnâda orada olan jandarma komutanı kabrin taşına tekme vurarak kazın diye emir verdiği anda yere düşerek beni kurtarın diye bağıra bağıra öldü. Kabri açtıklarında, Ahmed Kuddûsî hazretlerinin kefeninin bembeyaz duruyor olduğunu gördüler. O anda kabirden çok güzel bir koku etrafa yayıldı. Yine o gün hava çok sıcak iken, semâ âniden bulutlanarak yağmur çiseleyip serinlik ve ferahlık hâsıl oldu. Ahmed Kuddûsî hazretlerinin nâşı yeni kefene sarılarak bugünkü kabrine nakledildi.

Ahmed Kuddusi Hazretlerinin eserleri
1. Divan-ı Kuddusi
Kuddusi Hazretlerinin hak ve hakikat yolculuğu olan tasavvufu detayları ve incelikleriyle veren eseridir. Divanda tasavvuf yolculuğu tüm merhaleleri ile anlatılmaktadır. Divan ilk olarak Kuddusi Hazretlerinin vefatından on yıl sonra İstanbul’da Hacı Ali Rıza Efendi adlı zat tarafından bastırılmıştır. Eserdeki şiir sayısı farklı nüshalara göre değişiklik gösterse de yaklaşık bin yüz civarlanndadır.
2. Hazinetü’l Esrar ve Ganimetü’l-Ebrar
Kuddusi Hazretlerinin tasavvufi konularda mansur olarak yazdığı “Hazinetü’l-Esrar” ve “Ganîmetü’lEbrar” adlı eseri derin ilminin bir yansımadır. Bu eser Kuddusi Hazretlerinin ne kadar büyük bir mürşit ve alim olduğunun yazılı bir delilidir.
3. Pendname-i Kuddusi
Kuddusi Hazretlerinin vefatından önce yazdığı son risalesidir. Kuddusi Hazretleri bu risaleyi, hasta yatağında aralıklı olarak birkaç yılda yazmıştır. Eser tasavvufi
öğütlerden ve tavsiyelerden oluşmaktadır.
4. Nasaih-i Kuddusi
Kuddusi Hazretleri burada kendi hayatına dair önemli hususlardan bahseder. Çektiği sıkıntılardan söz eder. Bazı tasavvufi konularda tavsiyelerde bulunur. Ayrıca bu risale o dönemin toplumsal yapısı hakkında günümüze bir ayna tutmaktadır.
5. Vasiyetname
Kısa bir risaledir. Kuddusi Hazretlerinin vasiyetini içermektedir. Tevhitten ve zikirden ayrılmamayı ve her daim Hak yolunda olmayı tavsiye etmektedir. Kuddusi
Hazretleri vefatından sonra yapılmasını istediği konuları zikretmektedir.
6. İcazetname
Manzum ve mansur olmak üzere iki bölümden oluşan bu risalede Kuddusi Hazretleri tüm ehl-i imana zikir için kıyamete kadar icazet verdiğini beyan etmektedir. Kuddüsî Hazretlerinin bu risalesi onun halen manevi tesiri ve etkisi devam eden bir veli olduğunun bir işaretidir.
7. Mektuplar
Kuddusi Hazretlerinin Külliyat’ındaki beş el yazmaso mektuptan oluşmaktadır.
8. Muhtasar Tıbb-ı Nebevi
9. Medayıh Risalesi

Vefatından sonra da müritlerini eğitmeye ve onlara yol göstermeye devam eden Ahmed Kuddusi hazretleri divanındaki İcazetname Kasidesi’nde belirtildiği üzere , kendisine kıyamete kadar gelecek insanlara zikir için izin verme icazeti verilmiştir.İcazet Kasidesi’nde, mürşit bulamayanlara zikir izni verdiğini ifade etmektedir.
Bu İcazet ammedir virdim izin isteyene
Ta Kıyamet günine dek zakirine var cevaz

Kaynaklar ;
Borlu Şeyh Ahmed Kuddusi hazretleri , Bor Belediyesi , Mehmet Baş
Osmanlı Müellifleri; c.1, s.150
Sicilli Osmânî; c.4, s.58
Kuddûsî Dîvânı