Seyyid Mustafa Fehmi Efendi

Mekke – Cennetül Mualla’da Hz. Hatice(r.a)’nın hemen ayak ucunda

Terzi Baba’nın Halifesi

Seyyid Mustafa Fehmi Efendi (k.s.). Silsile-i Şerifi

Mustafa Fehmi Efendi 1231/1815-16 yılında Erzincan’da doğmuştur.  Babası, henüz iki yaşındayken kaybettiği Hacı Ahmed Efendi’dir.

Hayatı hakkındaki bilgilerimiz genellikle Aşçı Dede’nin hatıralarında dile getirdiği malumatla sınırlıdır. Çocukluk ve gençliğine dair bilgilerimiz yok denecek kadar azdır. Fakat ilim talebiyle Tokat’a gittiği ve burada Bozzâde Hocaefendi adındaki bir âlimden ilim tahsil ettiği anlaşılmaktadır. Erzincan’a döndükten sonra Terzi Baba’ya intisap etmiş, ömrünün geri kalanını burada irşad faaliyetlerini yerine getirmeye adamıştır. Terzi Baba’nın vefatından sonra halîfe olan Fehmi Efendi’nin Erzincan’da Terzi Baba türbesi civarında bir dergâh inşa ettiği ancak bu dergâhın günümüze ulaşamadığı görülmektedir.

İrşad vazifesinin yanında devlet hizmeti ve vatan savunması konusunda örnek bir şahsiyet olan Fehmi Efendi, önce Kırım Harbi’ne (1853-1856) iştirak etmiş. Daha sonra müritleriyle birlikte 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbine katılarak ilerlemiş yaşına rağmen Kars önlerinde düşmanla kahramanca mücadele etmiştir.

Fehmi Efendi’nin Padişah Sultan Abdulhamid’in çağrısı üzerine oğlu Ahmet Fevzi ile birlikte İstanbul’a gittiği ve burada Kuleli Askerî Lisesi’nde askerde vecd ve heyecan meydana getiren bir konuşma yaptığı nakledilmektedir. Aşçı Dede, onun Osmanlı devleti ve askeri için çokça gözyaşı döküp dualar ettiğini nakleder.

Fehmi Efendi üçüncü defa hac görevini ifa etmek için gittiği Mekke’de 1298 Muharreminin 21. Perşembe günü (24 Aralık 1880) vefat etmiştir. Hz. Hatice’nin ayakucuna defnedildiği söylenmektedir.

Seyyid Mustafa Fehmi efendi’nin müridi olan Aşçı Dede eserinin çeşitli yerlerinde; ‚Hazret-i Şeyhü’l-A‘zâm, Sultân-ı Ulemâ-billâh, Cenâb-ı Mürşid-i Ekrem, Hazret-i Gavs-ı A‘zâmi, Hazret-i Şeyh-i Ekber, Cenâb-ı Mürşid-i A‘zâm, Zamanın gavsı, kutbu, zât-ı âlî kadr, Hazret-i Risâlet-penâh Efendimiz hazretlerinin mazhar-ı tâmmı ve vâris-i ekmeli, İmamü’l-mürşîdîn, gavsü’l-vâsılîn…‛ Gibi unvanlarla andığı  şeyhinin şemâilini şöyle tavsîf etmektedir: ‘’Servi gibi mevzûn ve zârif uzun bir boy, hilal gibi bedeni nahîf olup rengi buğday, kolları uzun, elleri kalem-kârî düzgündü. Siyah sakalları nurlu ve çeneden bir kabza uzundu, keman gibi iki kaşı arasında gayet rakîk bulut altında görülür Süreyya gibi bir ben vardı. Öyle bir nokta-i şerif ki cümle ilim ve marifetler o noktada gizlenmiş gibidir. Gözleri henüz uykudan uyanmış Yûsuf-i âlem gibi mestane ve mahmur ve gayet siyah olup etrafı ilâhî nurun tecellî ettiği bir hâle gibiydi. Gözlerine karşı göz ile bakmak mümkün değildi, zira onun gözleri diğer insanlarınki gibi değildi, hakîkat-i basara nazar olmuş idi. Vücudunda et namına bir şey yoktu, kuru kemikten ibaretti. Kulakları oldukça küçük, mübarek başından iki tarafa iki nûr-i müdevver talik olunmuş idi. İşte mübarek yüzleri bu şekilde olup insan tamamıyla yüzüne bakmaktan heybet ve hayâ ederdi. Hz. Ali’nin azamet ve heybetinin vech-i şeriflerinde kemaliyle zuhur etmişti.‛

Kalabalık bir mürit topluluğuna sahip olan Fehmi Efendi’nin her çeşit insandan müritleri olduğu, arzu etmemesine rağmen Terzi Baba’nın diğer halifeleri arasında dikkat çekici bir üstünlüğünün bulunduğunu söyleyen Aşçı Dede, onda diğer meşâyıh-ı rüsûmda olmayan kuvvetli bir cezbenin olduğun ve insanları kendisine çektiğini anlatır. Bütün bu yüce sıfatlarına rağmen Fehmi Efendi’nin diğer halîfelere hürmette kusur etmediğini de söylemekten geri durmaz. Aşçı Dede’ye göre Fehmi Efendi, ‚meşreb-i Muhammediyye’nin kendisinde müşahede olunduğu, zâhir ilimde yanına kimsenin yaklaşamadığı gibi bâtın ilimde dahi Hazret-i Risâlet-penâh Efendimiz hazretlerinin mazhar-ı tâmmı ve vâris-i ekmeliydi.‛

 Fehmi Efendi’nin dinin emir ve nehiyleri konusunda son derece titiz, ibadet ve tarîkata dair uygulamalarında aşırılıktan uzak, ancak devamlı olduğu, rabıta, teveccüh, sohbet ve muhabbette istikamet üzere bulunduğu nakledilir. Fehmi Efendi’nin Nakşibendî zikri olan hatm-i hâcegâna son derece önem verdiği; ‚hatm-i hâcegân kıraat olunan haneye ve belki o mahalleye ve belki o beldeye hiçbir bela ve musibet isabet etmez.‛ dediği dile getirilmiştir.

Aşçı Dede, şeyhi Fehmi Efendi’nin giyim-kuşam, yeme-içme ve ibadet hayatına dair verdiği bilgilerden onun toplum içindeki tavır ve davranışlarının takdire şayan olduğu anlaşılmaktadır. Zira Fehmi Efendi’nin insanların işlerini görmek ve ihtiyaçlarını gidermek konusundaki gayretinin, ayıp ve kusurları örtmedeki titizliğinin, başka tarîkat mensuplarına karşı kucaklayıcılığının ve hatta Erzincan’da ikamet eden Hıristiyanlara karşı hürmet ve ikrâmının emsalsiz olduğunu dile getirilmiştir. İlmi ve irfânı  kendisinde mezcettiğinden dolayı onu Mevlânâ ile kıyaslayan Aşçı Dede, şeyhin taassuptan uzak açık ve hür fikirli bir şahsiyete sahip olduğunu anlatır.

Mustafa Fehmi Efendi’den geriye yazılı bir eserin kalmadığı anlaşılmaktadır. Muhteşem iki eser olarak nitelendirilen iki oğlundan Mehmed Sıdkı hakkında bilgiler oldukça sınırlıdır. Diğer oğlu olan Ahmed Fevzi efendi dergahın son postnişini olmuştur.

 [toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Erzincan’da Nakşi – Halidi Geleneği , Doç. Dr. Halil baltacı , Arş. Gör. Ömer Aslan , Batman Üniversitesi İslami ilimler Fakültesi derigsi, Yıl 2017 cilt 1 sayı 2 [/toggle]

Seyyid Yahya Dağıstani (ks.)

Mekke – Cennetül Mualla ’da

Abdullah Mekki Hazretleri’nin Halifesi

Seyyid Yahya Dağıstani Hazretlerinin (k.s.) Silsile-i Şerifi

Doğum tarihi bilinmemektedir. Hicri 1319,miladi 1899 tarihinde vefat etmiştir. Bulunduğu bölgede riyaset üzere büyük bir makamı var iken tarikat yolunu tercih eden mürşid-i kâmil büyüğümüzdür. Dağıstan Hanlarından olmasına rağmen, sadeliği seven, saltanattan kaçan bir zâttır. Osmanlı Sultanları tarafından da kendisine beratlar verilmiştir.

Oğlu Halil Paşa ile birlikte Mekke-i Mükerreme’ye hicret ederler. Halifesi olduğu Abdullah-i Mekki Efendimizin hakka yürümesinden sonra Mekke-i Mükerreme’de bir zâviye yaptırarak ömürlerinin nihayetine kadar hizmet etmiştir.

Seyyid Yahya Hazretleri’nin ne zaman dünyaya geldiği tam olarak bilinmemektedir. Onun 19. yy. başında Dağıstan’da yaşadığını sonra da Mekke-i Mükerreme’ye gittiğini kabul edebiliriz. Elimizde bulunan bir el yazmasında ondan bölgenin emiri, meliki sıfatlarıyla söz edilir. Ancak Dağıstan kaynaklarında bu isim ve vasıfta bir melik yoktur. Şu kadar ki Dağıstan’ın sosyal, dini yapısı göz önüne alınarak onun saygın bir aşiret lideri veya dini karizması dolayısıyla bu adla anıldığını söyleyebiliriz.

Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’nin intisab etmesi ve şeyhin vefatı ile görevin onda kaldığını sonra Mekke-i Mükerreme’ye giderek Abdullah-i Mekki Efendimiz ile tanışıp kaldığını da yine belgelerden öğreniyoruz. Böylece onu tasavvuf ile ilişkisinin Abdullah-i Mekki Efendimiz ile tanışmasından önce olduğunu söyleyebiliriz.

O dönem Kafkas halkının, Şeyh Şamil ve Hâlidi Meşayıhlarının liderliğinde Ruslarla mücadele ettikleri bir dönemdir. Rusların Kafkasya’yı işgali önlenememiş ve halk ile birlikte birçok âlim ve Hâlidi insanları Anadolu’ya ve İslam dünyasına hicret etmişlerdir. Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’de bu göçler ile Mekke-i Mükerreme’ye hicret etmişlerdir.

Onun kendisine ait bir dergâhı olduğu ve Abdullah-i Mekki Efendimizin diğer halifesi şeyh Süleyman Kırımi ile irşat vazifesini yürüttüğü, ömrünü de Mekke-i Mükerreme’de tamamladığı bilinmektedir.

Bozcalı’da ikamet eden Yunus Hocaefendi’nin kendi yazısından Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri hakkında şöyle bir rivayette vardır:

“- Tarikatımızın silsilesinde otuz ikinci halkası olan Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’nin hayatından bir parça. Kendisi aslen Dağıstanlı olup o memleketin hükümdarı idi. O günün paşalarına ait süslü, altın yaldızlı giysiler ile gezinirken şöyle düşünür:

— Acaba bu benim giydiğim altın sırmalı, saf ipek, resmi elbisem ile kıldığım namaz Allah indinde makbul olur mu? Bu düşünce kendisinin meşguliyetini artırınca bunu sarayda bulunan bir hocaya değil de züht ve takva hayatı yaşayan bir tekke sahibine sormayı ister. Bu düşünce ile maiyetinde ki adamları ile birlikte Dağıstan da bir tekkeye vâsıl olur. Kapıya varınca atından inmeden orada bulunan dervişlere selam verir ve şeyh efendinin dışarı gelmesi için haber gönderir. Haberi götüren Derviş:

—Erkan-ı hükümetten paşa geldi, sizi dışarıda bekliyor efendim! Diyerek efendi hazretlerini dışarı çağırır. Şeyh efendi dışarı çıkar;

— Hoş geldiniz! Buyurun efendim! Der. Paşa,

— Hayır, şeyh efendi! Attan inmeyeceğim! Bir mesele soracağım! Bunu halledin! Der. Şeyh efendi;

— Paşa Hazretleri! Bunu saraydaki hocalara sorsanız daha isabetli olur. Biz keyfi fetva veremeyiz! Vereceğimiz fetva sizi üzer! Diye cevap verince Paşa da;

— Hayır! Kızmayacağım! Üzülmeyeceğim! Siz halledeceksiniz! Der. Şeyh efendi;

— O hâlde buyurun Paşa Hazretleri! Diyince paşa sorusunu sorar:

— Şu üzerimde bulunan altın düğmeli ve sırmalı resmi elbiselerim ile namaz kılsam, Allah indinde kabul olur mu? Şeyh efendi bir süre bekler. Paşayı süzdükten sonra şöyle cevap veriri:

— Af buyurun! Sizin hâliniz şuna benzer: Bir köpek kokmuş bir leşin başına varır, yer ve gırtlağına kadar karnı doyar. Aynı zamanda idrarı da gelir, idrarını yaparken de üzerine bulaşmasın diye bacağını kaldırır. İşte! Sizin işiniz buna benzer! Milletin malını yiyerek gırtlağınıza kadar doldurmuşsunuz, üzerinizdeki elbiseden dem vuruyorsunuz Paşa’m!

Cevap ağırdır! Paşa attan iner, sırtındaki elbiseleri soyar, yanında bulunan adamlarına ve ümerasına;

— Başınızın çaresine bakın! Ben artık gelmiyorum! Der. Derhâl şeyh efendinin elini ayağını öper, teslim olur.”

Az zamanda çok mesafe kaydeder. Öyle hâle gelir ki şeyh efendinin ziyaretine gelenler;
“- Efendim! Bize duâ buyurun! Dediklerinde,

— Siz Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’ne gidin! Onun duası makbuldür çünkü o saltanatını birden bire terk etti. Belki o saltanat bizde olsaydı terk edemezdik! Diye cevap verirdi.”

Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’ saltanatını öyle bir terk etmişti ki dergâhın bir köşesine çekilmiş hırkasına yama yapıyordu.

Bir defasında da şeyh efendi Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri’nden için,

“- Onda öyle bir hazine vardır ki, onun yaptığını ben yapamazdım!” buyurdu.

Şeyh efendi vefat edince yerine Seyyid Yahya Dağıstani Hazretleri geçer. O dergâhtan Mekke-i Mükerreme’ye gider. Abdullah-i Mekki Efendimiz ile karşılaşınca büyüklüğü karşısında ona biat ederek ömrünün sonuna kadar orada kalır.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Silsile-i Zeheb ( Altın halka) , Er Yavuz Yakut , Ekim 2011 [/toggle]

Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi (ks.)

Medine – Cennetül Baki Hz. Osman’nın yakınında

Abdullah Mekki Erzincani nin halifesi Yahya dağıstani’nin halifesi

Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi (k.s.) Silsile-i Şerifi

Mustafa Efendi, aslen Bayburtlu bir aileye mensuptur. Ailesi, 1829 yılında Ruslar tarafından Bayburt’un işgali üzerine Şiran’a göç etmişlerdir. Günümüzde Gümüşhane’nin bir ilçesi olan Şiran’ın Sarıcalar Köyü’nde 1254/ 1838 tarihinde Mustafa Efendi dünyaya gelmiştir. Annesinin adı Havva, babasınınki ise Ömer’dir. Şiran’da doğduğu için Şirani, Hz. Ömer soyundan geldiği için Faruk-ı Şirani diye anılmıştır.

Mustafa Efendi, dindar bir aileye mensuptu. Dört yaşında babasından ilk dersleri alarak okumaya başladı. On yaşlarında Trabzon’da medreseye kaydoldu. Burada temel ilimlerden icazet aldıktan sonra tahsilini ilerletmek için Tokat medreselerine gitti. Burada dört yıl kaldı. Zeka ve kabiliyetiyle dikkat çeken Mustafa Efendi, hocalarının da delaletiyle Uşak’a gönderildi. Orada iki yıl kadar kaldı. Birçok dersten icazet aldı. Dini ilimlerde belli bir düzeye geldi. Ancak kendinde manevi bir boşluk hissediyordu. Arkadaşlarına “Heybenin bir gözünü doldurduk. Öbür gözü boş kaldı.”diyerek bunu dile getiriyordu. Onun tasavvufa meylini bilen hocası, ona hacca gitmesini tavsiye etti ve orada aradığı kişiyi bulabileceğini söyledi.

Hac’da Şeyhi Yahya dağıstani hz’ne intisabı
Hocasının tavsiyesi üzerine Mustafa Efendi, yirmi yaşlarında iken hac farizasını yerine getirmek üzere yola çıkar. Uzun ve çileli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaşır. Kalacak yeri olmadığı için mezarlıklarda kaldığı rivayet edilir. Mualla kabristanında uykuya daldığı bir sırada bir sufi onu uyandırır. O zat, Nakşibendiyye tarikatının Halidiyye koluna mensup Abdullah Erzincani’nin halifesi Yahya Dağıstani’ye mensupmuş; Mustafa Efendi’yi ona götürür. Mustafa Efendi, hocasının işaret ettiği zatı bulmuştur.

Ancak Yahya Efendi, müritlerinin çokluğu nedeniyle onunla ilgilenememiştir. Kim olduğu, nereden geldiği bile sorulmamıştır. Sonra Yemenli bir arkadaşının delaletiyle Yahya Efendi’nin huzuruna çıkmıştır. İntisap, bu buluşmada gerçekleşmiştir. Derhal seyr-i süluk ve riyazata başlamıştır. Takvasının gereği olarak tekkedeki yemekleri bile yemeyip dağlardaki otlarla karnını doyurmuştur. Buradaki nefis terbiyesi, yedi yıl kadar sürmüştür. Manevi mertebesi yükselmiş ve kalb gözü açılmıştır. Tasavvuf terbiyesinin sonunda irşatla görevlendirilme zamanı gelmiştir.

Yahya Efendi’nin dergâhında mürşit seviyesine ulaşmış üç Mustafa vardır. Biri Şiranlı, biri Yemenli, diğeri de Pakistanlıdır. Bunlardan sadece birisi Medine’de kalabilecek, diğerleri gönderileceği yerlere gideceklerdir. Yahya Efendi, kendisi bir tercihte bulunmak istememiş. Üçünün de eline birer kağıt verip Medine’ye göndermiş. Üç arkadaş Medine’ye gidip Ravza-ı Mutahhara’ya varmışlar ve boş kağıtları oraya bırakıp sabahı beklemeye başlamışlar. Sabah ezanıyla birlikte Hz. Peygamber (sav)in kabrinin başına vardıklarında Pakistanlının kağıdına Hindistan, Yemenlinin kağıdına Medine yazıldığını görmüşlerdir. Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi’nin kağıdında ise Anadolu Çorum yazısı bulunmaktadır.

Çorum’a gelişi
Mustafa Efendi, görev yeri belli olmasına rağmen bir türlü Medine’den ayrılmak istemez. Ama verilen göreve, gösterilen yere gitmek zorunda olduğunun da bilincindedir. Günlerce Mescid-i Nebevi’ye gider, Hz. Peygamber(sav)in kabri başında gözyaşı döker. Bir gün huzuruna kabul edileceğine dair manevi işaret aldıktan sonra Medine’den ayrılır.

İstanbul’a gitmek için Cidde limanına gider. Ancak yanında yol parası yoktur. Fakir bir derviş olarak gemiye biner. Kontrol esnasında biletsiz olduğu için gemiden indirilir. Kaptan, limandan ayrılmak için bütün hazırlıkları tamamlamıştır ama gemiyi bir türlü hareket ettiremez. Makine aksamı elden geçirilir, bir arızaya rastlanmaz. Hikmeti araştırılırken bileti olmadığı için indirilen yolcu gelir akıllarına. Şehrin her yerinde o dervişi ararlar. Sonunda bir mescitte namaz kılarken bulurlar. Ona yalvarıp yakarırlar, gemiye binmeye razı ederler. Artık manevi bir engel kalmamıştır. Gemi, normalden daha hızlı yol alır ve beklenenden önce İstanbul’a varır. Gemiyi durduran Kara Şeyhin kerameti, kısa zamanda tüm İstanbul’da yankılanır. Bu olay o kadar çok meşhur olur ki devrin padişahına kadar ulaşır.

Sultan II. Abdülhamit Han, şeyhülislamın başkanlığında İstanbul’un tanınmış âlimlerini toplar. Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi’nin de katıldığı bu mecliste bir çok mesele tartışılır. Mustafa Efendi, manevi ve ilmi ağırlıyla dikkatleri üzerine toplar. Padişah, Şeyh Efendiden çok etkilenir ve sarayda kalmasını teklif eder. Ancak Mustafa Efendi, Şeyh Yahya Dağıstani’nin görevlendirdiği yere gitmek arzusundadır. Bu nedenle teklifi kabul etmez. Kendisine verilen atiyyeleri de hazineye bağışlayarak maddi bağımlılık altına girmekten kurtulur.

İstanbul’dan ayrılışında vatan hasreti ağır basar. Görev mahalli olan Çorum’a gitmeden önce Şiran’a gider. Orada babasının ısrarıyla kendi köyünden Güllü Hanımla evlenir ve bir süre Şiran’da kalmaya karar verir. Orada tekke kurarak irşat faaliyetlerine başlar. Ancak Şiran’ın nüfuzlu ailelerinden Telli sülalesine mensup Ali Çavuş ile arası açılır. Tartışmalardan canı sıkılan Mustafa Efendi, Şiran’dan ayrılır. Önce Niksar’a, oradan da bazı müritleri ve akrabalarıyla birlikte Medine’de işaret edilen Çorum’a gelir.

Mustafa Efendi Çorum’a gelince Mekke’deyken tanıştığı bir zengin tarafından kendisine Kellegöz Camiinin kıble tarafında bir ev tahsis edilir. Şeyh Efendi, buranın üst katını ev olarak, alt katını da tekke olarak kullanır. Bir bağ ve bir de tarla alır. Çiftçilikle hayatını devam ettirmeye çalışır. Tekkede de manevi ağırlıklı sohbetler yapar. Çorum’a yerleşince İskilipli Emine hanımla evlenir.

Çorumlu Pir diye de bilinen Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi, Çorum’daki dergahından hareketle İskilip, Tokat, Niksar, Sivas, Alucra, Samsun, Amasya, Darende, Afyon gibi belli başlı merkezlerde irşat faaliyetlerinde bulunmuştur. Bu nedenle talebe ve müritlerinin sayısı bilinemiyor. 366 tane halifesinin olduğu söyleniyor. Bayburtlu Ahmet (Amcasının oğlu), Tokatlı Hacı Salih efendi, Darendeli Mahmut, Alacalı Ahmet Efendi, Tokatlı Mustafa Haki, Niksarlı Ahmet Efendi, Sivaslı Mustafa Taki, Başçiftlikli İnceimamzade Hasan efendi, Mesudiyeli Sarıalizade Ahmet Efendi, İskilipli Ömer Efendi, Tosya Çevlikli Mehmet Gülşen, Torullu Hacı Osman, Çalganlı Osman, Alucralı Hacı Hasan vekendi oğlu Hacı Faik Efendi en çok tanınanlarıdır.

Şeyh Mustafa Efendi’nin ilk eşi Güllü Hanımdan iki oğlu, bir kızı olmuştur. Kızı, Çorum’un meşhur müderrislerinden Kürt Hacı Mustafa Efendi ile evlenmiştir. İskilipli Emine Hanımdan Faik ve Hilmi Efendiler dünyaya gelmiştir. Faik Efendi, babasının halifesi Niksarlı Ahmet Efendi’den tasavvufi eğitimini tamamlayarak Nakşibendi silsilesini devam ettirmiştir.

Menkıbeleri
……..Şiranlı Hacı Mustafa Efendi, müritlerine görev verirken usulüne uygun yapmalarını ve gereken fedakarlığı göstermelerini tembih edermiş. Bir gün civar kazalardan ziyaretine gelen bir bir müridine memleketine dönmek için izin vermiş. Ertesi gün aynı zatın çarşıda vasıta aradığını görünce:” Ya… Vesait de mi aranırmış. Biz Mekke vadilerinde yalın ayak mürşid-i kâmil arayıp gezdiğimizde ayaklarımızın yarıklarına çekirgeler gizlenirdi. Şimdi siz, kolay buldunuz da kıymetini bilmiyorsunuz.” diyerek uyarmış ve tasavvuf yolunun çileli olduğuna işaret etmiş. Bunun üzerine o zat, memleketine yürüyerek dönmek zorunda kalmış.

…….Bir gün Mustafa Efendi’nin tekkesine medrese tahsili görmüş bir kişi geldi. Şeyhin halkasına oturdu. Şeyh Efendi, sükut halindeydi. Beklemekten sıkıldı.
-Efendi, böyle sükut etmek yerine burada toplanan insanlara sohbet etseniz ve onlara islamdan bir şeyler öğretseniz daha iyi olmaz mı?
Mustafa Efendi, hiç cevap vermedi. Adam çıkıp gitti. Olayı izleyen müritlerinden biri:
-Efendim, adam sizi azarlar gibi konuştu. Niye cevap vermediniz? deyince Mustafa Efendi:
-Sükutumuzu anlamayan, sözümüzü hiç anlamaz, diyerek sükut halini kavramanın önemine işaret etmiştir.

……..Şiranlı Şeyh Efendi, maneviyatı gülcü bir insandı. Allah aşkı ve peygamber sevgisiyle birlikte Kur’an-ı Kerim’e büyük bir saygısı vardı. Onu okuyan ve yazana da elbette hürmet ederdi. Kazancızade Hacısağlardı. Yazdığı Kur’an-ı Kerim sayısı kırkı geçmişti. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı, diğer adıyla 93 harbi sırasında memlekette kıtlık hüküm sürüyordu. Osman Efendi de ailece üç gün aç kalmışlardı. Osman Efendi, bir sabah Kellegöz Cami’inde namazı kılıp aceleyle evine yönelir. Yazmakta olduğu Kur’an-ı Kerim’in kalan iki cüzünü tamamlamak niyetindedir. Onu yazıp teslim edecek ve ailesinin geçimini temin için üç beş kuruş alacaktır. Fakat ardından kendisine seslenildiğini duyar. Dönüp bakar ki Şiranlı Şeyh Efendi’dir. Eliyle gelmesini işaret eder. Gitmese olmaz. İçinden “Be mübarek, senin yanına gelinceye kadar ben iki sayfa daha yazardım.”diye geçirir. Şeyh Efendi, ısrarla içeri girmesini ister. Osman Efendi de aynı şeyleri içinden geçirmeye devam eder. Şeyh Efendi “Hoca, bırak şu iki sayfa derdini. Sen bunun şevkiyle iki Kur’an daha yazacaksın.” derken kapının arkasındaki un çuvalını gösterir. Onu alıp götürmesini, afiyetle yemelerini söyler. Hattat Hacı Osman Efendi, ömrü boyunca o iyiliği unutmaz.

Şeyh Hacı Mustafa Efendi, Hıdırlık’a on beş günde bir gider, ziyarette bulunurmuş. Ancak şadırvandan ileri gitmez ve türbelere çıkmazmış. Ziyaretlerini türbenin“Mescidin girişinde iki mübarek şehit daha yatıyor. Nasıl olur da ben onları çiğneyerek sahabelerin kabirlerini ziyarete gidebilirim?”diye cevap vermiş. Yıllar sonra cami ve türbenin bu günkü şekliyle inşası için temel kazılırken Şeyh Efendi’nin işaret ettiği noktada mumyalaşarak hiç bozulmadan kalabilmiş çok eskiye ait iki ceset bulunmuş. O zaman Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi’nin kerameti anlaşılabilmiştir. İhsan Sabuncuoğlu, o mezarların günümüzdeki çifte merdivenin altında kalmış olduğunu belirtir.

Şeyh Efendi, Hıdırlık Şeyhi namıyla tanınan Abbas Efendi’yi de yanına alıp bir gün Suheyb-i Rumi türbesini ziyarete gider. Âdeti hilafına bu defa türbeye girip o mübarek sahabe kabirlerini ziyaret eder. Türbeden ayrılmadan önce Abbas Efendi’ye vasiyet niteliğinde şöyle der: “Ben, alemdar-ı Resul Hz. Suheyb-i Rumi’yi rüyamda gördüm. Onun işaretiyle Çorum’a gelip yerleştim. Hicaz’da ölmek isterim. Şayet Çorum’da ölürsem beni Suheyb-i Rumi’nin eşiğine defnedin.” Bu, Hıdırlık’a son ziyareti olmuştur.

Vefatı
Hıdırlık’ı son kez ziyaret ettiği sene yedinci haccını yapmak üzere Tokatlı hanımı ve dört oğlu ile birlikte yola çıkmıştır. Deniz yoluyla önce Cidde, ardından kara yoluyla Mekke’ye giderek Hac görevini tamamladıktan sonra Medine’ye Varıp Ravza-ı Mutahhara’da Hz. Muhammet (sav) i ziyaret etmek arzusundadır. Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi, niyetini gerçekleştirmiştir ama orda doyasıya kalamamıştır. Hastalığı nedeniyle fazla ziyarette bulunamamıştır. Ama Hicaz’da kalmak ve o topraklarda vefat etmek arzusundaydı. Bu niyeti ve duası Allah indinde makbul olmuş olmalı ki orada vefat etmiştir. Hz. Peygamber (sav)e komşu olmak istiyordu. Arzusuna uygun olarak Baki kabristanında Hz. Osman (ra)ın kabri yanına defn edilmiştir.

Bu defin işlemi, pek de kolay olmamıştır. Ahmet Kazancı hocamız, babasından naklen olayı şöyle anlatıyor:
Şiranlı Şeyh Efendi, hastalığı ağırlaşınca Osmanlı Birlikleri komutanına, kendisini Baki Mezarlığına defnetmesini vasiyet eder. Vefatından sonra yıkanıp kefenlenip Baki Mezarlığına defnedileceğini öğrenen
Araplar, buna şiddetle itiraz ederler. İşin ileri boyutlara ulaşması üzerine komutan, bir teklifte bulunur.
-Bana izin verin. Vasiyeti gereği onu istediği yere kadar götüreyim.
Siz de oradan alın, canınızın istediği yere defnedin.
Araplar, bu teklif kabul ederler. Komutan, tabutu Baki’ye kadar götürür. Tabutu yere indirirken şöyle der:
-Ben, vasiyetini yerine getirdim. Sen de eğer gerçekten Allah dostu bir kimse isen kendi yerini seç.
Komutan, tabuttaki zata böyle seslendikten sonra askerlerini geri çeker. Bu defa Araplar devreye girerler. Tabuta sarılırlar ama bütün zorlamalarına rağmen yerinden oynatamazlar.
-Bu adamın yeri gerçekten burası olmalı, deyip çekilirler. Tartışma, böylece sonlanmış olur. Bunun üzerine Şeyh Efendinin cenazesi, Baki Mezarlığına girdikten sonra sola doğru dönen yolda yirmi adım kadar ilerlendiğinde bir kabre defnedilmiştir.

Servetini eşine teslim eden, irşat hizmetinde harcamasından hoşnut olan gönlü zengin Tokatlı eşi de üç gün sonra Medine’de vefat etmiştir. Vasiyeti üzere Baki Mezarlığında eşi Şiranlı Şeyh Hacı Mustafa Efendi’nin yanına defn edilmiştir.

Şeyh Efendi’nin Medine’de vefatından sonra görevi, oğlu Hacı Faik Efendi’ye intikal etmiştir. O da 1925 yılında tekkelerin kapatılmasına kadar vazifesine devam etmiştir. Şeyh Hacı Mustafa Efendi, zahiri ve batıni ilimlerde derinleşmiş kamil mürşitlerdendir. Keşif ve kerameti açık bir derviştir. Çok konuşmak yerine yaşayışıyla insanlara islamı anlatmayı tercih etmiş bir gönül insanıdır. Allah, rahmet eylesin.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Muhammed Kudsi Bozkıri, Yrd. Doç. Dr. İsmail Bilgili – Ahmet Çelik [/toggle]

Kasım Bin Muhammed (k.s.)

Mekkeden medineye giderken 105 km de KHULAIS denen bir kasabada mescidi kebir caminin yakinindaki mezarlikda

Tabiînin büyüklerinden. Medîne-i münevveredeki yedi büyük âlimden biri. İnsanları Hakk’a davet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine silsile-i aliyye denilen büyük âlim ve velîlerin üçüncüsüdür. Adı, Kasım bin Muhammed bin Ebû Bekr-i Sıddîk et-Teymî’dir. Babası Muhammed, hazret-i Ebû Bekr’in oğludur. Annesi Sevde, son Sâsânî hükümdarı Yezdücürd’ün kızı olduğundan, İmâm-ı Zeynel-Âbidîn ile teyze çocuklarıdır. Hazret-i Osman’ın hilâfeti zamanında 651 (H. 31) yılında doğdu. Babası Mısır’da şehîd edilip küçük yaşta yetim kalınca, halası ve Peygamberimizin mübarek hanımı hazret-i Âişe’nin yanında büyüdü. 719 (H. 101) veya 725 (H. 106) yılında Mekke ile Medîne arasında Kudeyd denilen yerde Kabe’yi ziyaret için giderken vefat etti.

Hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk’in torunu olan Kasım bin Muhammed, Eshâb-ı kiramdan bir çoğuna yetişmiş ve onlardan ilim öğrenmiştir. Başta halası hazret-i Âişe olmak üzere, Ebû Hüreyre, Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah ibni Ömer, hazret-i Muâviye gibi meşhûr sahâbîlerden hadîs-i şerîf rivayetinde bulunmuştur. Kendisinden de; Tabiînin büyüklerinden oğlu Abdurrahmân, Salim bin Abdullah, İmâm-ı Şa’bî, akranlarından İbn-i Amr, Yahya bin Sa’îd ve Sa’d bin Sa’îd el-Ensârî, Abdullah bin Ömer, Sa’d bin İbrahim, Abdullah bin Avn ve daha bir çoğu hadîs-i şerîf rivayet etmişlerdir.

Kasım bin Muhammed, Selmân-ı Fârisî’nin sohbetlerinde bulunarak yetişip bir ruh mütehassısı olmuştu. Tasavvuf ilminde, verâ ve takvada yâni Allahü teâîânın haram ettiklerinden sakınıp kaçınmada eşi yoktu. Silsile-i aliyye büyüklerinden dördüncüsü olan İmâm-ı Ca’fer-i Sâdık da, bunun sohbetinden feyz aldı (Bkz. Ca’fer-i Sâdık).

Kasım bin Muhammed, hadîs ve fıkıh ilminde zamanının en yükseği idi. İlimde ve takvada eşine rastlanmıyacak bir yüksekliğe erişmişti. Büyük hadîs ve fıkıh âlimlerinden Yahya bin Sa’îd; “Medîne’de Kâsım’dan üstün bir kimseye yetişmedik” derken, İbn-i Sa’d da; Tabakât adındaki eserinde; “Kasım, hadîs ilminde sika yâni güvenilir bir râvi, fıkıh ilminde yüksek bir âlim ve her bakımdan imâm, önder olan bir zâttı. Pek çok hadîs-i şerîf bildirdi. Takva ve verâ sahibi idi” diyerek kendisini medhetmektedir. Ebü’z-Zenâd da; “Ben, Kasım’dan daha çok hadîs ve fıkıh bilen bir kimse görmedim” demektedir. Yine büyük hadîs âlimlerinden Süfyân ibni Uyeyne de; Kasım bin Muhammed’in devrinin en büyük âlimi olduğunu söylemiştir. Ömer bin Abdülazîz’in de; “Eğer birini yerime halîfe seçmem îcâb etseydi, Kâsım’ı seçerdim” dediği rivayet edilmiştir. Ömer bin Abdülazîz, halifeliği zamanında Kasım bin Muhammed’i, halası hazret-i Âişe’ye âid olan ne kadar hadîs-i şerîf ve başka rivayetler biliyorsa, onların hepsini toplamakla görevlendirmiştir. Hattâ Ömer hin Ahdülazîz birkerresinde; ilmin yok olup, âlimlerin son bulması endişesi üzerine, Medîne valisi Ebû Bekr bin Muhammed Din Hazne’ye mektup yazarak şöyle demiştir: “Resûlullah’ın hadîs-i şerîflerini, sünnetlerini Amre binti Abdurrahmân el-Ensârî’nin ve Kasım bin Muhammed’in rivayetlerini araştır ve yaz! Zîrâ ben ilmin yok olup, âlimlerin de tükenmesinden korkuyorum.” Amre ile Kasım bin Muhammed, hazret-i Âişe’nin talebesi idiler. Onun Resûlullah’dan rivayet ettiği hadîs-i şerîfleri en iyi bilen bunlardı.

O, fıkıh ilminde de yüksek bir âlimdi. Medîne’de yetişen ve kendilerine fükahâ-i seb’a adı verilen yedi büyük âlimden birisiydi. Allah ve Resûlü adına konuşmanın ve dînî mes’elelerde fetva vermenin mes’ûliyetini en iyi şekilde idrâk edenlerdendi. Yahya bin Sa’îd’in bildirdiği şu sözleri, bunu açıkça göstermektedir: “İnsanın, Allah’ın hakkını bildikten sonra câhil olarak yaşaması, bilmediği şeyi söyleyerek fetva vermesinden hayırlıdır.” Hâlbuki, Abdurrahmân bin Ebî Zenâd, onun hakkında; “Peygamberimizin sünnetini Kasım bin Munammed’den daha iyi bilen birisini görmedim” diyor. Kendisinden bir mes’ele sorulunca: “Anlamıyorum, bilmiyorum” derdi. Ona sormayı çoğalttıkları zaman da; “Vallahi, sorduğunuz her şeyi bilmiyorum. Şayet bilseydik, sizden saklamazdık. Çünkü bildiklerimizi saklamamız bize helâl değil” derdi. Dînî mes’eleler hakkında çok hassas davranır, ancak açık olanları hakkında fetva verirdi. Her sabah Mescid-i Nebî’ye gelir, iki rek’at namaz kılar, sonra Resûlullah’ın minberi ile kabri arasına oturur, kendisine sorulan mes’elelere fetva verirdi. Nitekim mezheb imamlarından Mâlik bin Enes (rahmetullahi aleyh) de onun hakkında; “Kasım bu ümmetin fakîhlerinden idi” buyurmuştur.

Kasım bin Muhammed, çok mütevâzî, alçak gönüllü idi. Bir gün köylünün birisi ona; “Sen mi daha çok biliyorsun, Salim bin Abdullah mı?” diye sordu. Cevâb olarak; “Burası Sâlim’in evidir” deyip başka söz söylemedi. Muhammed bin İshak da, onun için; “O benden daha iyi bilir deyip, yalan söylemeyi veyahut ben ondan daha iyi bilirim diyerek kendisini üstün göstermeyi istemedi” dedi. Hâlbuki Kasım bin Muhammed, her ikisinden de âlimdi. Ebû Eyyûb-i Sahtiyânî; “Ondan daha faziletli bir kimse görmedim” derken, İmâm-ı Buhârî de: “Zamanının en fazîletlisiydi” demiştir.