Mahsenli Ali Efendi (k.s.)

Kırşehir – Çiçekdağı – Mahsen köyü camii yanı Kırşehir velilerinden ve Çorumlu Hacı Ömer Lütfi Efendi’nin halifelerindendir. 1841 yılında Giresun’un Alucra ilçesine bağlı, Zil (Aktepe) Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Çocukluğu ve ailesi hakkında maalesef elimizde pek fazla bilgi bulunmamaktadır. Aslen Horasanlı olduğu ve babasının İran Horasanından …

Muhterem Hatun

Kırşehir – Merkez’de Muhterem Hatun caddesinde

Muhterem Hatun Türbesi şehrin doğusunda İmaret Mahallesi’nde yer alır ve ziyarete açıktır. Eser, daha önce burada bulunan, kerpiç malzemeden yapılmış ve oldukça harap durumdaki türbenin yerine, 1995 yılında kesme taştan inşa edilmiştir. Kuzey-güney doğrultuda dikdörtgen planlı yapının üstü, kiremit kaplı kırma çatıyla örtülüdür. Kuzey cephede kapı açıklığı ve bir pencere vardır. İçeride, üzerlerinde kitabe bulunmayan dört sanduka bulunmaktadır. Kabrin üzerinde iki metreye yakın sanduka Selçuki biçimdedir. Yanlarında güzel bir sülüsle Ayet-el Kürsi, bunun üzerinde de Farsça, “Bu kabir Muhammed İbrahim kızı Melik Hatun’a aittir”, yazılıdır. Diğer taraftan Muhterem Hatun’un Süleyman Türkmani’nin soyundan olduğu ileri sürülür

Süleyman Türkmani vakfiyesinin sonundaki şahitlerden birisinin Melik Hatun Mahallesinden olduğu kaydedildiğine göre bu kadının adını bir mahalleye verecek kadar yüksek bir aileye mensup olduğu anlaşılmaktadır. Muhterem Hatun’un Melik Gazi’nin eşi olduğu ve türbede Muzafereddin Behram Şahın yattığı da ileri sürülür.

Kaynaklar

Abdulhalim Durma , Kırşehir Evliyaları ,
[/toggle]

Ahmed Gülşehri

Kırşehir – Merkez’deki ahmed Gülşehri parkı içerisinde

Gülşehri (ö. 1317’den sonra)’nin 1317’de kaleme aldığı Mantıku’t-tayr’daki bazı beyitlerden onun Kırşehir’de zaviye sahibi, müridi çok ve bütün şehir halkınca tanınan, evinde her gece sema yapılır, saygıyla eli öpülür meşhur bir şeyh olduğu öğrenilmektedir.

Harizm’den gelip Kırşehir, Eskişehir ve Ankara dolaylarına iskan edilmiş Oğuz boylarından birine mensup olduğu sanılan Gülşehri’nin Kırşehir’e ne zaman yerleştiği belli değildir. Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin ölümünden sonra Sultan Veled’in, kendisini Mevlevi tarikatını yaymak ve bir zaviye kurmak üzere Kırşehir’e göndermiş olması ihtimalinden söz edilirse de bu husus açıklık kazanmamıştır. Şairin asıl adının Ahmed veya Süleyman olabileceği ileri sürülmektedir.

Eserlerinden Gülşehri’nin İslami ilimler yanında matematik, mantık ve felsefeye de vakıf olduğu anlaşılmaktadır. Birçok seyahat yaptığını, kendinden önce yaşamış ve kendi zamanındaki şairlerin şiirlerini okuduğunu söyleyen Gülşehri en çok Mevlana, Attar, Senai, Sa‘di ve Nizami’nin tesirinde kalmıştır. Özellikle Mevlana’dan çok etkilenmiş olması onun Mevlevi olabileceğini akla getirirse de gerek Mevlevi kaynaklarında gerekse silsilenamelerde bunu doğrulayan bir kayda rastlanmamaktadır. Buna karşılık geniş bir tasavvuf kültürüne sahip olan Gülşehri’nin Ahi Evran’ın talebelerinden olması muhtemeldir.

Ayrıca eserleri didaktik ve sufiyane bir mahiyet taşıdığı halde dilinin sade ve temiz, üslubunun itinalı ve canlı, nazmının ise devrine göre oldukça pürüzsüz oluşu, onun sanat kabiliyeti hakkında yeterli bir fikir verir. Gülşehri’nin, Yunus Emre’den sonra zamanının duyguca kuvvetli olduğu kadar usta bir şairi olarak da çağdaşları arasında önemli bir yer tuttuğunda şüphe yoktur.

Kabri il merkezinde onun adını taşıyan “Ahmedi Gülşehri Parkı” içerisinde bir türbededir. Ahi Evren Mahallesi’nde bulunmakta olup ziyarete açıktır. Yuvarlak kemerlerle birbirine bağlanmış altı sütun üstüne oturan kubbeyle örtülü, etrafı açık bir yapıdır. Kitabesi bulunmayan ve son yıllarda yapıldığı anlaşılan mermer bir mezar vardır. Günümüzdeki yapı, orijinal olmayıp yakın zamanda Kırşehir Valiliğince inşa edilmiştir.

Kaynaklar

Abdulhalim Durma , Kırşehir Evliyaları ,

Aşık Paşa

Kırşehir – Merkez’deki Aşık Paşa kabristanındaki türbesinde

Kırşehir’de dünyaya gelen Aşık Paşa (1272-1332)’nın asıl adı Ali, mahlası Aşık’tır. “Paşa”, “beşe” veya “başağa” diye adının sonuna eklenen lakap, babasının ilk oğlu olduğuna işaret etmektedir. veya “başağa” diye adının sonuna eklenen lakap, babasının ilk oğlu olduğuna işaret etmektedir. Hayatı hakkındaki bilgiler, oğlu Elvan Çelebi’nin kaleme aldığı Menakıbü’l-kudsiyye fi menasıbi’l-ünsiyye’de anlatılanlara dayanmaktadır. Buna göre dedesi Baba İlyas, XIII. Yüzyılda Horasan’dan Anadolu’ya gelerek Amasya’ya yerleşmiştir. Ebü’l-Vefa Harizmi’nin tarikatına bağlı bir şeyh olup müridlerine Babai denmektedir. Halifesi Baba İshak’la beraber tarihlerde Baba Resul İsyanı olarak anılan ayaklanmayı başlatmıştır. Elvan Çelebi’nin Menakıb’ına göre Baba İlyas bu isyanda yakalanıp Amasya Kalesi’ne kapatılmış zindanda bulunduğu kırkıncı gün hücresinin duvarı yarılarak boz atı gelmiş ve Baba İlyas’ı alarak kaybolmuştur. Başka kaynaklarda ise isyan sırasında veya savaş alanında öldüğü veya idam edildiği şeklinde bazı rivayetler yer almaktadır.

Aşık Paşa’nın babası Muhlis Paşa, Baba İlyas’ın en küçük oğludur. Menakıb’a göre, isyan sırasında henüz kundakta bir bebek olan Muhlis Paşa, ateşe verilen Çat köyünden Şerefeddin adlı birisi tarafından kurtarılmış, yedi yaşında Mısır’a götürülmüş, orada yedi yıl kaldıktan sonra tekrar Anadolu’ya dönmüştür. Anadolu’ya dönünce hapsedilen Muhlis Paşa’nın 1273 yılına kadar olan hayatı karanlıktır. Bu tarihte Konya’yı ele geçirmiş, fakat altı aylık bir hükümranlıktan sonra hakimiyeti Karamanoğulları’na devretmiştir. Elvan Çelebi’nin naklettiği bu rivayete Taşköprizade ve Oruç Bey’le birlikte Şikari’de de rastlanmaktadır. Bütün bu kaynaklardaki ifadelerden Muhlis Paşa’nın ilk Osmanlı Sultanı Osman Gazi zamanında hayatta olduğu anlaşılmaktadır.

Aşık Paşa önce Süleyman-ı Kırşehri’den, daha sonra İlyas Paşa’nın halifelerinden Şeyh Osman’dan ders alır. Muhlis Paşa’nın vasiyeti üzerine Şeyh Osman, Aşık Paşa’yı kızı ile evlendirir. Bir süre sonra Anadolu Valisi Timurtaş Paşa’nın veziri olur. Bazı siyasi olaylara karıştığı için Mısır’a gider. Amasya’ya geri dönerken Kırşehir’e geldiğinde hastalanır ve orada vefat eder. Kırşehir’de bulunan türbesi, kendisinin vasiyeti üzerine şehrin kuzeydoğusunda bir tepede yapılmış olup bir de kitabesi vardır. Türbenin halk tarafından kutsal sayılıp ziyaret edildiği hususunda bütün kaynaklar müttefiktir. Elvan Çelebi babasının dünya işlerine hiç karışmadığını, kendini bütünüyle tasavvufa vererek bir veli hayatı yaşadığını kaydeder. Şiirlerinde ve Garibname’sinde büyük ölçüde Yunus Emre ve Mevlana tesiri hakimdir.

Eserleri
1. Garibname. 1330 yılında kaleme alınan 12.000 beyitlik bu mesnevi on bölümden meydana gelmiştir. Bazı nüshaların sonunda Aşık Paşa’nın gazelleri de vardır. Dini, tasavvufi ve öğretici bir eser olan ve halkı eğitmek maksadıyla Türkçe olarak yazılan Garibname, Anadolu’da Türk tasavvuf edebiyatının en eski ve tesir dairesi çok geniş olmuş eserlerden biridir. Sade dili dolayısıyla eser asırlar boyunca çok geniş bir okuyucu zümresine hitap etmiştir.
2. Fakrname. Aşık Paşa’ya ait olduğu ancak son zamanlarda tespit edilebilen tasavvufi muhtevalı 161 beyitlik bir mesnevidir. Eserde rengarenk bir kuş olarak tasvir edilen “fakr” sonunda Hz. Peygamber’i seçerek onda karar kılmaktadır.
3. Vasf-ı Hal. Otuz bir beyitten ibaret olan bu küçük mesnevinin Roma ve Manisa’da iki nüshası bilinmektedir. Mesnevide şairin adı geçmemekle beraber eserin Garibname’nin sonunda yer alması, Aşık Paşa’ya ait olduğu fikrini kuvvetlendirmektedir.
4. Hikaye. Elli dokuz beyitlik küçük bir mesnevidir. Bu mesnevide bir Müslüman, bir Hristiyan ve bir Yahudinin başından geçenler anlatılmaktadır.
5. Kimya Risalesi. Aşık Paşa’ya ait olduğu şüpheli görünen bu risalenin bir nüshası Çorum İl Halk Kütüphanesi’nde bulunmaktadır. Son iki risale A. Sırrı Levend tarafından bir arada yayımlanmıştır.
6. Risale fi beyani’s-sema. Eserin adına Osmanlı Müellifleri dışında başka kaynaklarda rastlanmamaktadır. Risalenin Aşık Paşa’ya ait olduğu hususu şüphelidir. Bununla birlikte risalenin konusu ile Garibname’nin dördüncü babının üçüncü “dasitan”ı arasında yakın bir ilgi bulunduğu görülür. Ahmet Kutsi Tecer’in hakkında bir inceleme yazısı yazdığı bu risale mensur olup içinde yer yer manzum parçalar bulunmaktadır.

Türbe -i Şerifi

Türbenin yanında Aşık Paşa ailesinden bazı kişilerin de mezarları bulunuyordu. Bunlardan birininAşık Paşa’nın babası Muhlis Paşa’nın bir hanımına ait olduğu ileri sürülmüş, bu mezara ait kırık ve eksik bir halde bulunan taş müzeye kaldırılmıştır. Yine türbenin dışındaki başka 1363 tarihli bir taşın da Aşık Paşa’nın oğlu Can’a ait olduğu ileri sürülmektedir. Burada ayrıca Aşık Paşa’nın zevcesi Hace Hatun’a ve kızı Melek Hatun’a ait olduğu iddia edilen mezar taşları bulunmaktadır. Anadolu Türklüğü bakımından çok değerli olan Aşık Paşa Türbesi ve çevresi uzun süre bakımsız kalmış ve etrafındaki hazire geniş ölçüde tahribe uğramıştır. Türbe 1935’te ufak bir tamir görmüştür.

Aşık Paşa Türbesi’nin yan cephesi şehre bakacak bir biçimde yamaca yerleştirilmiştir. Tamamen mermerden olan yapının ön mekanını teşkil eden giriş holüne bu yan cephedeki süslü bir kapıdan girilir. Bu mekanın yan tarafında bulunan bir kapı, kubbeli esas türbeye geçişi sağlamaktadır. Türbe, her bir kenarı 5.35 m. ölçüsünde bir kareden ibarettir. Aşık Paşa’nın sandukası tam ortada değil giriş duvarının yanındadır. Türbenin altında bir mezar odası olması gerekirse de bu husus araştırılmamıştır. Sekiz köşeli olarak yapılan sağır kubbe de mermerden olup burada çok eski bir Asya geleneğine uyularak bindirme tekniği kullanılmıştır. Türbe mekanının dört köşesine yerleştirilen dört sütun üstüne dört kemer atılmış, bunların arasındaki pandantiflerle sekiz dilimli kubbeye geçiş sağlanmıştır.

Türbenin içinde bulunması muhtemel hiçbir tezyinat günümüze gelmemiştir. Dışta ise üç cephenin son derece sade olmasına karşılık şehre bakan güney cephesi ve bilhassa buradaki giriş itina ile süslenmiştir. Cephenin kenarında bulunan taçkapının üst kısmı bir zencerek motifi ile bezenmiş, bunun içine sivri kemerli bir niş oyulmuştur. Nişin yarım kubbesi dilimli olarak işlenmiştir. Bu nişin alt kısmında yayvan kemerli esas giriş bulunur. Cephelerin ortasındaki pencereler ise birer sivri kemer içinde açılmıştır. Esas türbe binasının dışında mahya hattı profilli bir silme ile belirtilmiştir. Güney cephede tam ortada bu silme dikdörtgen bir çerçeve meydana getirmekte olup bunun içinde kitabe bulunmaktadır. 1965 yılında Kırşehir’de yapılan incelemeler sırasında Aşık Paşa Türbesi’nin ön mekanında yere döşenmiş iki parça halinde mermer bir levha bulunmuştu. Yere saplanacağı kısmı işlenmeden bırakıldığına göre herhalde bir mezar taşı olan bu levhanın üst kısmında rumi motiflerle bezenmiş bir madalyon, alt bölümünde ise bir pars veya dişi arslan resmi görülüyordu.

Aşık Paşa Türbesi, değişik plan düzeni, ölçülü fakat zarif süslemesi ile içinde simetriden kaçınan çok değişik bir mimari anlayışın eseridir. Orta Asya eski Türk geleneklerine bağlı özellikleriyle Anadolu’da İslam-Türk yapı sanatının değerli bir örneğidir.

Mezar taşı kitabelerinden dört oğlu ve bir kızı olduğu anlaşılan Aşık Paşa’nın oğullarından biri Elvan Çelebi, torunu tarihçi Aşıkpaşazade’dir. Kırşehir’de Hacı Hatun ile evlenen Aşık Paşa’nın Elvan, Selman, Can ve Kırlıca adlı dört oğlu ile Melek Hatun adında bir kızı vardı.

Kaynak

Abdulhalim Durma , Kırşehir Evliyaları ,

Ahi Evran (k.s.)

Kırşehir – Şehir merkezindeki Ahi evran camii içerisinde

Anadolu’dan Ahîlik adlı esnaf teşkilatının kurucusu olan büyük alim. İsmi, Mahmud bin Ahmed el-Hoyi; künyesi, Ebu’l-Hakayik ve lakabı, Nasiruddîn’dir. 1171 (H. 567) senesinde İran’ın batı Azerbaycan taraflarında bulunan Hoy kasabasında doğdu. Bu kasabaya nisbetle Hoyî denilmiştir. 1262 (H. 660) da şehid edildi.

Zamanının en büyük alimlerinden Fahreddîn-i Razî hazretlerinin derslerine devam ederek ceşitli ilim dallarında zahiri ilimleri öğrenen Ahî Evren, diğer taraftan Ahmed Yesevi hazretlerinin talebelerinin sohbetlerine devam ederek tasavvuf yolunun feyz ve bereketlerine kavuştu. Manevi olgunluklar ve yüksek derecelere ulaştı. Tasavvuf yolunun büyüklerinden Şihabuddtn-i Suhreverdi hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Bir hac yolculuğu esnasında evliyadan Evhaduddîn Hamid Kirmam (Kezman?) ile tanışıp, onun talebeleri arasına katıldı ve vefatma kadar yanından ayrılmadı. Böylece, tefsîr, hadîs, fıkıh, kelam ve tıp ilimlerinde derin alim, tasavvuf yolunda yüksek makam sahibi bir veli oldu.

Konya’daki Anadolu Selçuklu Devleti idarecileri arasında büyük nlifuz sahibi olup, Bağdad’a elçi olarak gönderilmis olan Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin babası Mecduddîn İshak’ın daveti üzerine, Allahü teâlânın rızası için, insanlara dinlerini öğretmek, kardeşlik ve beraberliği aşılamak için Muhyiddîn ibni Arab! ve hocası Evhaddüddîn’le birlikte Anadolu’ya gelen Ahî Evren, hocasının kızı Fatıma Bacı ile evlendi. Mürşid-ulkifaye ve Yezdan-Şinaht adlı eserlerini Sultan Alauddîn Keykubad’a takdim etti. Muhyiddîn-i Arabî hazretleri, istikbalin büyük kelam ve tasavvuf alimi Sadreddin-i Konevî’yi yetiştirirken, Ahî Evren de hocası ve kyınpederi, Evhaduddîn’le birlikte Anadolu şehirlerini dolaştı. Vazlarında, hususiyle esnafa İslâmiyet’i anlatarak, dünya ve ahıret işlerini düzenli hale getirmeleri için nasihatlerde bulundu. Dünya menfaati ve şahsî çıkar düşünmeden, sadece Allahü teâlânın rızası için; O’nun dîninin öğrenilmesi, öğretilmesi, yaklaşan Moğol tehlikesine karşı müslümanların metanetinin artırılması ve teşkîlatlandırılması için çalıştı. Öteden beri mevcud olan birlik ve kardeşliği kuvvetlendirdi. Hocasının vefatından sonra yerine geçti ve vekili oldu. Kayseri’ye yerleşti. Debbağlık yapar, kendi elinin emeşi ile geçimini te’min eder ve ahaliyi irşad etmekle meşgul olurdu.

Bir vahsî hayvan sürüsü misali saldıran insanları parçalayıp, şehirleri yıkarak gelen Moğollara karşı, halkın şuurlanması ipin elinden gelen bütün gayreti gösterdi. Bilhassa san’at sahibi esnaf kimseler arasında Çok sevildi. Her şehir ve kasabada teşkîlatlar kurdu. Ahîlik (kardeşlik) teşkilatı adı verilen ve bugünkü manada esnaf teşkîlatı diyebileceğimiz bu kuruluşun mensupları, kısa zamanda bir çok şehir ve kasabada teşkilatlandılar. Toplanıp sohbet edebilecekleri, birbirlerinin ilimlerinden faydalanacakları, gelen misafirleri ağırlayabilecekleri dergahlar yaptılar.

Ahî Evren’in yetiştirdiği talebeler gittikleri yerlerde zaviyeler inşa ederek, bilhassa, esnafı bir çatı altında toplayıp teşkîlatlandırmaya ve dışardan gelen misafirleri ağırlamaya başladılar. Zamanla Ahî Evren’in ve talebelerinin sevenleri çoğaldı. Moğol tehlikesine karşı halkı uyandırmaya ve Moğol istilacılarının önünden kaçıp gelen kimsesizleri barındırmak için, ellerinden gelen gayreti göstermeye çalıştılar. Kısa zamanda gaza aşkı ile dolu, Allahü teâlânın rızası için cihada hazır bir toplumun yetişmesine sebeb oldular. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riayet edip, takdirine razı olan bu mübarek insanlar, Anadolu’ya gelen putperest Moğollar’a karşı kahramanca mücadele ettiler. Onların zulüm ve katliamlarından yılmadılar. Moğollarla mücadelede, devlet güçlerinin yetersiz kaldığı yerlerde, esnaftan milis kuvvetleri teşkil edip; “Vatan sevgisi imandandır” hadîs-i şerîfine göre; vatanlarını, din ve namuslarını müdafa için çalıştılar. Anadolu halkının zalim Moğol kuvvetleri karşısında, eriyip yok olmaması için gayret ettiler.

Anadolu Selçuklu Devleti’ne karşı meydana gelen bir hadise bahanesiyle, onun nüfuzundan rahatsız olan bazı kimselerin şikayeti üzerine, Ahî Evren tutuklanıp hapsedildi. Beş sene hapiste kaldı. Bu sırada Moğollar, Kayseri’yi muhasara ettiler. Ahî Evren’in teşkîlatlandırdığı Ahîler, şehri kahramanca müdafa ettiler. Ancak yığınla gelen Moğol putperestleri, onların müdafalarını kirip, bir çoklarını şehîd, bir kısmını da esir ederek şehre girciler. Esirler arasında, Ahî Evren’in hanımı Fatıma Bacı da vardı.

Bu hadiseden sonra Ahîler, Moğolların Anadolu’daki her türlü faaliyetlerine karşı daha şiddetli bir şekilde mücadeleye girdiler. Onlarla, güçleri yettiğinde düzenli olarak harbettiler. Kuvvetleri kafî gelmediği zaman da, bir nevî gerilla savaşıyla karşı koydular.

Ahî Evren, beş yıllık tutukluluk süresini bitirdikten sonra, Denizli’ye gitti. Bir müddet sonra Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin isteği üzerine, diğer ulema ile birlikte Konya’ya döndü ve müslümanları irşad ile meşgul oldu. Şems-i Tebrîzî’nin şehîd edilmesi hadisesinden sonra, Kırşehir’e (Gülşehir’e) yerleşti. mezhebi ilmihal bilgilerine dair Menahic-i Seyfi adlı eserini, Kırşehir emîri Seyfeddîn Tuğrul’a takdim etti.

Vazlarındaki sadelik, herkesin anlayabilecegi şekilde mes’eleleri îzah ederek yazdığı kitaplar, kendisinde görülen kerametler, ahlâkının güzelliği, dünya malına ehemmiyet vermeyip yalnız Allahü teâlânın rızası için çalışması, insanların sevgisini kazanmasına vesîle oldu. Çevresine pek çok kimse toplandı. Herkesin korkarak kaçıstiği Evran ismindeki büyükçe bir yılanın kendisine itaat etmesi ve herkesin gözü önünde bu kerametinin izhari neticesinde, Ahî Evran (Yılanın kardeşi) ve İslâmiyet’e yaptığı hizmetlerden dolayı da, Nasıruddin lakabı verildi.

Moğollar, Ahî Evren’in nüfuzundan ve sevenlerinin çokluğundan korkuyor, ne pahasına olursa olsun, öldürülmesini istiyorlar, bunun için Kırşehir emîrine baskı yapıyorlardı. Nihayet Ahî Evren, 1262 (H. 660) yılında Kırşehir’de şehid edildi.

Talebeleri onun yolunu devam ettirdiler. Ahî Evren’in hanımı Fatıma Bacı’nın yetiştirdişi bacılar da, elde ettikleri mümtaz İslâm kültürünü, bacıdan bacıya naklettiler. Sogut civarında, Bizans hududunda gelişmeye başlayan Osmanlı Beyliği emrine kosusan Ahîlerden bir kısmı, uğlarayerleşiptekkelerve zaviyeler kurdular: Bir Ahî şeyhi olan, Şeyh Edebali ile Osman Bey arasında akrabalık te’sis edildi. Doğudan gelerek Osmanlılara katılan Türkmenleri terbiye ederek yetiştirdiler. Onlara İslâmî bilgileri öğretip, gaza ruhunu aşıladılar. Fatıma Bacı’nın yetiştirdiği bacılar ve bunların yetiştirdiği Bacıyan grubu da, yeni gelenlerin hanımlarına İslâmiyet’i öğreterek İslâm dîninin emirlerini hakkıyla yaşamaları için gayret gösterdiler. Üç kıt’ada altı asır at oynatacak, istikbalin Osmanlı neslinin temelini kurmakta, onlara yardımcı oldular. Osmanlılar da onların kadr ve kıymetini devamlı şekilde takdir ettiler. Onlara hürmet gösterip, vatandaşlarının onlar tarafından yetiştirilmesini kolaylaştırdılar.

Ahîler, Allahü teâlânın rızası ve O’nun dînini yaymak aşkıyla cihad eden Alperenleri ve gazileri yetiştirdiler.

Yalnız Allahü teâlânın rızasını kazanmak için çalışan bu mübarek insanlar, hiç dünya menfaati gözetmezler, herkese karşı iyi muamele ederler, İslâmiyet’e uygun yaşarlardı. Güzel ahlâklarıyla, herkesin sevgisine mazhar olurlardı. Bizans’ın bir çok şehir ve köyleri, Osmanlıların adil idareleri ve bu mübarek kimselerin güzel davranış ve yaşayıslarıyla harpsiz fethedilirdi. Osmanlılar, Ahî Evren’in torunlarına ve halifelerine bazı imtiyazlar verip, hizmetlerinin devammi sağlamışlar, esnafı teşkilatlandırıp, eğitmelerine yardımcı olmuşlardır. Padişahlar da zaman zaman Ahîlere pirlik yapmışlar, onların lideri durumuna geçmişlerdir. Padişahların tahta geçerken, culus merasimi esnasında kılıç kuşanmalarının, Ahîlerin “Şedd-i Bend” yani kuşak kuşanmak esnasına dayandıcı da bildirilmektedir. Allahü teâlânın kullarına hizmet ve onlara din bilgilerini öğretmek için gayret eden Ahî Evren, yazdığı kıymetli eserlerle, insanlara nasihatlerinin devamlı olmasına gayret etti. Bu kıymetli eserlerin yirmi birini araştırmacıların tesbit ettikleri ifade edilmektedir. Metali’ul-iman, Tebsirat-ul-mübtedi ve tezkiret-ül-müntehi, Et-Teveccüh-ül-etemm, Menahic-i Seyfi, Medh-i fakr ve zemm-i dünya, Agaz-i encam, Mukatebat, Yezdan-şinaht, Tercüme-i elvah-i İmadi, Murşid-ul-kifaye bunlardan bazılarıdır.

Kaynaklar ;
Türkiye Gazetesi , İslam Tarihi Ansiklopedisi
Fotoğraflarını bizimle paylaşan Erol Şaşmaz Bey’ e Teşekkür ederiz. ( Allah ondan razı olsun)