Şehit Bayram Ali Öztürk Hoca Efendi (k.s.)

İstanbul – Edirnekapı Sakızazağacı Kabristanı . Ahıskalı Ali haydar Efendi’nin hemen yakınında

Hatice’den doğma Mehmet Ali’den olma 01.03.1952 Adapazarı ili Karasu ilçesi doğumlu Bayram Ali Öztürk iki  aylıkken yetim kaldı. Annesinin ikinci evliliğini yapması acı ve ızdırap dolu yıllarının başlangıcı oldu.

Amcası Bilal Öztürk’ün himayesinde ilk orta ve liseyi adapazarı’nda bitirip o zamanki adı Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü olan Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesine girer. Eğitimine yörenin tanınmış âlimlerinden Mehmet Tavaslıoğlu’ndan aldıklarını da ekleyip memleketi Adapazarı’na döner.

Efendi Hz amcası Bilal Öztürk’ü tanıması vesile ile İsmailağa Cemaati ile tanışarak İstanbul’a gelerek ders vermeye başlar. Efendi Hz.’leri İmam Rabbani Hz’nin Mektubat’ını okuyup şehretme görevini ona verir. Zamanla mektubat derslerinde o derece uzmanlaşır ki birçok hocanın okumaya cesaret edemediği mektubatları kürsüde şehreder. Bu yönü “Mektubatçı Bayram Hoca” diye tanınmasına sebep olur.

İlme çok düşkün olan Bayram Ali Öztürk Mahmut Efendi Hz, Sadreddin Yüksel, Halil Günenç, Mehmet Savaş gibi âlimlerden dersler alır. Bunlara Hukuk eğitimini de ekler. Psikolojiden felsefeye, İslami ilimlerden sosyolojiye kadar her alandaki muazzam bilgi birikimi ve muhatabının içine saygı ile karışık bir muhabbet salan heybeti onunla konuşan kişinin dikkatini çeken en önemli özelliğidir.

Ömrünü kitaplara vakfeder. Devlet kütüphanelerinin birçoğundan daha büyük bir kütüphaneye sahip olur. Ardında 20 bin ciltlik bir kütüphane bırakmıştır. Arapça, Osmanlıca, Farsça, İngilizce ve Fransızca bilen 2 kız 1 erkek çocuk ve 4 torun sahibi Bayram Ali Öztürk 03.09.2006 sabahı 07.30’da İsmailağa Camii Şerifinde sabah namazı ardından vermiş olduğu dersin bitiminde Mustafa Erdal adındaki bir meczubun bıçaklı saldırısı sonucu şehit olmuştur.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi (k.s.)

İstanbul – Fatih – Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğinde

İstanbul-Fâtih-Çarşamba’daki İsmet Efendi Dergâhının postnişini. Nakşibendî tarikatının Hâlidî kolundan gelen silsilenin son halkalarından bir halkadır. İsmi, Ali Haydar olup, babası Molla Şerif Efendidir. Ahıskalı Ali Haydar Efendi diye meşhur olmuştur. 1870 (H.1288) senesinde Batum’un Ahıska kazasında doğmuş. 1960 (H.1380) senesinde İstanbul’da vefat etmiştir. Kabri Edirnekapı Sakızağacı kabristanındadır.

İki yaşındayken annesini, dört yaşındayken babasını kaybeden Ali Haydar Efendi 1894 yılına kadar süren ilk tahsilini memleketinde yaptı. Fakat Şeyh Şamil’in ve beraberinde ki Kafkas Müslümanlarının Rus zulmüne karşı direnişlerinde o bölgede ki birçok müderris ve şeyh şehit olmuş, tekkeler ve medreseler boş kalmış. Bu sebeple de, ilim tahsiline devam edebilmek için Erzurum’a gelerek Bakırcı Medresesi’ne kaydoldu. Bir süre sonrada, buradan İstanbul’a gidip Fâtih Câmiinde İslamî ilimleri öğrenimine devam etti. Tahsilini tamamlayıp, Bâyezîd Dersiâmlarından Çarşambalı Hoca Ahmet Hamdi Efendi’den 1901 senesinde umumi icazetname aldı. Buradaki Medrese arkadaşlarının en meşhuru İskilipli Muhammed Atıf efendidir. Bir yandan hocasının derslerine devam ederken diğer yandan kâdı yetiştiren Medresetü’l-kudât’a giderek 1906 yılında mezûn oldu. Yapılan imtihanları kazanıp, Fâtih Câmiinde talebe okutmaya başladı. Böylece Fâtih Dersiâmları arasında yerini aldı. 1909 senesinde Fetvahanede fetva yazmakla vazifelendirildi. Daha sonra Sahn-ı Seman (Fâtih) Medreseleri fıkıh müderrisliğine tâyin edildi.

İlmiye Salnamesi’ndeki kayıtlara göre Ali Haydar Efendi’nin müderrislik hayatı şu şekildedir: “İlk olarak 1325 yılında Sadi Bey Medresesi üçüncü müderrisliği görevine getirildi. Ardından sırasıyla: Dâru’l-Hilafet-i Aliyye Medresesi kısm-ı âli fıkıh müderrisliği, Fetvahane Müsevvitliği, Heyet-i İtfaiyye Reisliği, Sahn Medresesi Müderrisliği görevlerinde bulundu. 1334’ten 1337 tarihine kadar ve bilahare 1340-1341 senelerinde de huzur derslerine ‘muhatap’ ve ‘baş muhatap’ olarak iştirak etti.”

Ahıskalı ali Haydar Efendi (k.s.) Silsile-i Şerifi

1. Hz. Seyyid-i Kâinât Muhammed-i Mustafa (sas.)Ahıskalı Ali Haydar Efendi
2. Hz. Ebû Bekir (ra.)
3. Hz. Selmân-ı Fârisî (ra.)
4. Hz. Kasım İbni Muhammed (ks.)
5. Hz. Câfer-i Sâdık (ks.)
6. Hz. Bâyezid-i Bistâmî (ks.)
7. Hz. Ebu’l-Hasen-i Harakânî (ks.)
8. Hz. Ebû Ali-i Fâremedî (ks.)
9. Hz. Yusuf-ı Hemedânî (ks.)
10. Hz. Abdülhâlık-ı Gücdüvânî (ks.)
11. Hz. Ârif-i Rivgerî (ks.)
12. Hz. Mahmud İncir-i Fağnevî (ks.)
13. Hz. Ali-i Râmitenî (ks.)
14. Hz. Muhammed Baba-ı Semmâsî (ks.)
15. Hz. Emir Külâl (ks.)
16. Hz. Şâh-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddîn (ks.)
17. Hz. Alâeddîn-i Attar (ks.)
18. Hz. Yakub-ı Çerhî (ks.)
19. Hz. Ubeydullâh-ı Ahrâr (ks.)
20. Hz. Muhammed Zâhid (ks.)
21. Hz. Muhammed Derviş (ks.)
22. Hz. Hâcegi-i Emkenegî (ks.)
23. Hz. Muhammed Bâkî (ks.)
24. Hz. İmam Rabbânî Ahmed Fâruk es-Serhendî (ks.)
25. Hz. Muhammed Ma’sûm (ks.)
26. Hz. Şeyh Seyfüddin (ks.)
27. Hz. Seyyid Nur Muhammed-i Bedvânî (ks.)
28. Hz. Şemsüddin Cân-ı Cânân-ı Mazhar (ks.)
29. Hz. Şeyh Abdullâh-ı Dehlevî (ks.)
30. Hz. Mevlânâ Ziyâüddin Hâlid-i Bağdâdî (ks.)
31. Hz. Abdullah Mekki (ks.)
32. Hz. Mustafa İsmet Garibullah (ks.)
33. Hz. Halil Nurullah Zağravi (ks.)
34. Hz. Ali Rıza El Bezzaz (ks.)
35. Hz. Ahıskalı Ali Haydar Efendi(ks.)
36. Hz. Eş – Şeyh Mahmud En-Nakşibendi El-Müceddidi El-Halidi El-Ufi(ks.)

Ali Haydar Efendi ilk başlarda tasavvuf ve tarikata karşı çok mesafeliydi. “Te’lifi Mesail Heyeti” reisliğine atandığı, yani ilmî birikiminin çağın hukuki problemlerini çözmeye malik olduğu kanaatinin “Meşihat-ı İslamiyye” tarafından tasdiklendiği yıllarda bir Ramazan ayında Bandırma Merkez camiinde Ali Haydar Efendi halka vaazlar veriyor. Vaazlarında, Şeriat’a muhalif olanlardan, Müslümanları istila etmiş olan bid’at ve hurafelerden bahsediyor, yayılmasında etkisi olan tekkelerin, tasavvuf ve tarikat ehlinin aleyhinde konuşuyordu.

Bir gün sabah namazında kürsüye çıkarak; “Burada Bezzâz Ali Rızâ Efendi var, şöyle yapar, böyle yapar.” diye aleyhinde konuşunca dinleyen cemaat üzüldü, hayal kırıklığına uğradı. Cemâatin içindeki Bezzâz Ali Efendinin talebelerinden Börekçi Hasan Efendi namazdan sonra Bezzâz Ali Rızâ Efendinin yanına gidip durumu hocasına anlattı. Bezzâz Ali Rızâ Efendi; “Hiç merak etme, çok yakında bizim yanımıza gelecek.” cevabını verdi. Çok geçmeden Ali Haydar Efendinin gönlüne bir ateş düştü ve vaazda söylediği sözlerden pişman oldu. Pazar yerinde bez satan Bezzâz Ali Rızâ Efendinin yanına giderek, söylediklerinden pişmanlık duyduğunu bildirip, evlatlığa kabul etmesini istedi. Bezzâz Ali Rızâ Efendi kolundan tuttu, sırtını okşadı ve “İstanbul’da Hacı Ahmed Efendi var, ona git.” dedi.

Ahıskalı Ali Haydar Efendi İstanbul’a gelip bu zatı buldu. O da Topkapı’da bulunan Maşlaklı Ali Efendi denilen zata gönderdi. Ahıskalı Ali Haydar Efendiye Maşlaklı Ali Efendinin sözleri çok tesir etmiş ve mana âleminde bir takım değişiklikler olduğunu hisseden Ali Haydar Efendi Ali Rıza Bezzaz hazretlerine talebe olup sohbet ve derslerine katıldı. Tasavvufun manevi yolunda sürekli ilerledi. Ali Rızâ Efendinin vefâtı üzerine 1914 senesinde Şeyh İsmet Efendi dergâhı postnişinliğine, şeyhinin işaretiyle müridân tarafından seçildi ve vakıf şartı gereğince seçim mazbatası mühürlenip Meclis-i Meşayıh’a takdim edildi. Fakat iktidarda olan İttihat ve Terakki hükümeti onun bu vazîfeye getirilmesine mâni oldu. Usulsüz olan bu uygulama dergâh mensupları arasında huzursuzluğa yol açtı.

Ahıskalı Ali Haydar Efendinin postnişinliğine mâni olunmakla ilgili usulsüz uygulama, mürîdândan Hâfız Halil Sâmi Efendi tarafından yazılan bir dilekçe ile saraya intikâl ettirildi. Nihâyet 1919 senesinde Ali Haydar Efendinin postnişinliği pâdişâh tarafından tasdik edilerek vazîfesi kendisine iâde edildi. Bu vazîfesi tekke ve zâviyeler kapanıncaya kadar devâm etti. Şeyhülislâmlığın kaldırılması, tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra açıkta kaldı, sâdece dersiâm maaşı ile iktifâ etti. Cebecibaşı Mahallesinde bulunan Şeyh İsmet Efendi dergâhında ikâmet etti.

Derin bilgisi ve kuvvetli bir hitâbet gücü olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Mart 1915′te şeyhülislâmlıkta yeni kurulan “Te’lif-i Mesâil Heyeti” reisliğine tâyin edildi. Bu görevi esnâsında Mecelle’yi ikmâl için kurulan komisyonda vazîfe aldı ve iki senede Kitâbü’l-Büyû’ (Alışveriş kitabı) ve Kitabü’l-İcâre’yi hazırladı.

Birinci Dünyâ Harbi boyunca bu vazîfeyi devâm ettiren Ahıskalı Ali Haydar Efendi 1916 senesinden îtibâren her ramazan ayında huzur dersleri (pâdişâh huzûrunda yapılan ilmî ders ve sohbet toplantıları) başmuhâtaplığı vazîfesini yürüttü. Bu vazîfesi 1923 senesine kadar sürdü ve pâdişâhlığın kaldırılmasıyla son buldu.

Dört pâdişâhın zamanında bilfiil vazîfe yapmış olan ve bilhassa Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın iltifatlarına kavuşan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Cumhûriyet devri boyunca dînî tedrisât ile meşgul oldu. İskilipli Atıf Hoca, Tahir Mevlevî gibi o devrin büyükleriyle hapiste kaldı. Birçok âlim hakkında idam kararı verildiği halde kendisine manada kurtuluş işareti verildi ve Allah’ın hikmeti ve inayeti ile hakkında beraat kararı verildi. Velakin bundan sonra yirmi beş yıl kadar göz hapsinde tutuldu.

Oğlu Hâlid Gürbüzler babasıyla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Babam kimseyle kötü olmamamızı söylerdi. Oturalım, çaylar, kahveler içelim demez, devamlı ilimle meşgul olurdu. Erzurum’dan Alvarlı Mehmed Efendi, Ramazanoğlu Sâmi Efendi sık sık ziyaretine gelirlerdi. Hasib Efendi ile Mehmed Zahid Kotku Efendi de gelirlerdi. Devrin bütün âlimleri ziyâretine gelir, sohbet ederlerdi.” Din ve devlet hizmeti görenlere büyük kıymet veren Ahıskalı Ali Haydar Efendi talebelerinin ve sevenlerinin ilmî yönden daha ileri olmalarını ister; “Sulbümden değil, yolumdan gelen benim evladımdır.” derdi. Kendisi ilmî mütâlaayı hiç bırakmazdı. Zevcesi Hanife Hanıma; “Hanife, Hanife yeni bir câhilliğimi daha gördüm. Yeni bir şey daha öğrendim.” derdi. Kendi tahsilinin kısa olduğundan bahsederek; “Benim tahsil müddetim beş senedir.” derdi.

Sert mizaçlı bir insandı. İbâdete çok düşkündü. Geniş çaplı düşünür, Müslümanların idaresi hakkında ihlaslı ve temiz insanların söz sâhibi olmasını, milletin ve devletin devamını isterdi.

Küçük oğlu Behâeddîn Gürbüzler’in ifâde ettiğine göre, ilim öğrenmek, öğretmek ve insanlara İslâmiyeti anlatmakla meşgul olurdu. Siyâsetle meşgul olmazdı. Hatta İttihat ve Terakki fırkasına girmesi için Hüseyin Câhit ve Talat Paşa tarafından teklifte bulunulmasına rağmen, tekliflerini kabul etmemişti. Talebelerine siyasetten uzak durmalarını tavsiye ederdi.

Tekke ve zâviyelerin kapatılmasından sonra Türkiye’de kurulan yeni idâreye karşı olduğu öne sürüldü. Ankara’ya götürülüp 1926’da İstiklal mahkemesinde yargılandı. Merhum Atıf Hoca’nın “Frenk mukallitliği (taklitçiliği) ve Şapka” adlı eserinden 100 adet kadar Bandırma’daki damadına satılmak üzere göndermesi sebebiyle tutuklandı. Ankara’da Tahir Mevlevi ile aynı koğuşu paylaşmışlardır. 31 Ocak 1926 günü muhakeme edildi. Daha sonra ders şeriki(ortağı) İskilipli Atıf efendi ile yüzleştirmesi yapıldı. Nihayet 3 Şubat 1926’da beraat etmiştir. Dînî ilimlere vâkıf olan Ahıskalı Ali Haydar Efendi, kuvvetli hitâbetiyle dinleyenleri tesir altında bırakırdı. Ömrünü İslâm dînini öğrenmeye ve öğretmeye vermişti. Kur’ân-ı Kerîmi çok okurdu. Nefse güvenmemeyi telkin eder, talebelerine ve sevenlerine nasihatlerde bulunurdu. Zamanın şartlarına göre dînî konuları anlatmak hâricinde sessiz bir hayat yaşadı.

Dini hizmetlere, emri- bil marufa büyük ehemmiyet verirdi ve “Din-i mübin-i İslam’ın devam ve bekası Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker(Allah’ın emirlerini anlatmak, yasaklarından sakındırmak)’in devamına; din-i mübin-i İslam’ın inkirazı(yıkılması) emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker’in terkine bağlıdır.” derdi.

Ali Haydar Efendi ömrünün son on yılını Bandırmada medfun olan şeyhi Ali Rıza Bezzaz Efendinin manada işaret ettiği Mahmud Efendi’yi yetiştirmekle geçirdi.

Mahmud Efendi hazretleri şeyhinden şöyle naklediyor: “Efendibabam buyurdu ki: Mahmud’un elinden tutan, benim elimden tutmuş olur. Hakikat şu ki; Bu fakirin elinden tutan Ali Rıza Bezzaz hazretlerinin elinden tutmuş olur. Böylece halka halka silsile, ta Peygamber efendimize dayanır. İşte buna “sahih yed” diyoruz.

Vefâtından on gün evvel Fâtih-Çarşamba’daki Şeyh İsmet Efendi dergâhının yakınındaki evinde komaya girdi. On gün bitkisel hayat sürdü ve 1 Ağustos 1960 (H.1380) günü yarı beline kadar doğrulup “Allah” diyerek rûhunu teslim etti. Cenâzesini Mahmud Efendi, Mehmed Zâhid Kotku Efendi ile Ramazanoğlu Sami Efendi yıkadılar ve vasiyeti üzerine hocası olan Reîsü’l-Ulema Çarşambalı Ahmed Efendinin de kabrinin bulunduğu Fâtih Câmii kabristanına defnedilmek istendi. Fakat buna müsaade edilmedi. Hatta cenaze namazının bile bu camide kılınmasına izin verilmedi. Yavuz Selîm Câmiinde Ramazanoğlu Sâmi Efendi tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra Sakızağacı kabristanında defnedildi.

Hızır Hoca (Hızır Ali Muratoğlu) (k.s.)

İstanbul – Edirnekapı’da Sakızağacı şehitliğinde

1942 yılında Rize’de Yakup (ö.1972) ile Hamdiye (ö.1999) çiftinden dünyaya gelen Hızır Ali Muratoğlu, ilk ve orta tahsilini Rize’de tamamladı. O yıllarda insanlar şiddetli geçim sıkıntısı çektiği için Ramazan ayı yaklaşınca aileside aynı zorlukları iyice hissetmeye başladılar. Rize’nin zengin ve hayırsever eşrafından birisi Ramazan ayının ilk gecesi kendilerine yetecek kadar erzak yardımında bulununca epeyce rahatlarlar. Bundan birkaç gün sonra dünyaya gelen bebeğe bu sebepden dolayı annesi Hızır ismini koyar. Küçük yaşlardan itibaren arkadaşları ve kardeşleri arasında dini hassasiyeti ile temeyyüz etmiş ve daha o günlerden itibaren molla lakabını alır.

Balıkçılıkla uğraşan babası mert ve cömert bi insandı. Namazını aksatmaz ve çocuklarınıda yaz aylarında Kur’an kursuna yollardı. Mahalle camisinin imamı Mahmut Hoca Efendi onda farklı bir hal olduğunu söyler ve küçük Hızır’la yakından ilgilenirdi. Annesinin küçük Hızır’ı yıkamak için hazırladığı suyu görünce ”Anneciğim cehennemde böyle sıcak mı olacak?” diyerek düşünce iklimindeki kıvamı izhar ederdi. Temizlik, düzen ve tertipli olmak hususunda çevresinin dikkatini çekecek derecede ileri seviyedeydi. Üç erkek iki kız toplam beş kardeş arasında en sevilen çocuktu.

Liseyi başarıyla tamamladıktan sonra Tıp Fakültesinde okuyup doktor olması için ailesi kendini İstanbul’a gönderir. O yıllarda her üniversite kendi yaptığı imtihanla talebe alırdı. Bindiği otobüs arızalanıp Tıp Fakültesine kayıt yaptıramayınca Edebiyat Eakültesi’nin Arapça-Farsça Bölümü’ne başlar. Kocamustafapaşa’da Sarıgüzel Korkutata sokak’ta ikamet ederken İmam-ı Azam Nuri Efendi’nin görev yaptığı Gül camisine gider gelirdi.

Birgün Nuri Efendi’ye gelerek kendisinden Arapça dersi almak istediğini söyler. Nuri Efendi de kendisine, ”sen bana okul derslerinde yardımcı olursan bende sana arapça okuturum” diye cevap verir. Bu sayede Nuri Efendi vasıtasıyla İsmailağa Camisi İmam hatibi müstakbel şeyhi ve kayın pederi Mahmut Efendi Hazretleri (k.s.) ile tanışır. Bu arada ”kırk gün sabah namazını Fatih Camisi’nde kılan Hızır’ı görür” sözüne binaen sabah namazlarını Fatih camisi’nde kılmaya başlar. Kırkıncı gün sünneti kılıp farzı beklerken birisi omzuna dokunup ”Aradığın Hızır İsmailağa camisi’nde” diyerek kaybolur.

Bu tanışmadan sonra aradığı güneşi yanı başında bulmanın sevinci ile üniversiteyi ihmal ederek Hoca efendinin sohbetlerine devam eder. ”Üniversitede en çok hoşuma giden koridorda cübbemi yere serip şalvar ve sarığımla namaza durduğumda, insanların bana gülüp geçmeleriydi.” dediği günleri geride bırakıp kendini tamamen Tekke’ye verince, ilmen ve manen tekamülü çok kısa sürede herkesin dikkatini çeker. Bu terakkisi bazılarını gıptaya, bazılarını şaşkınlığa, bazılarınıda kıskançlığa sevk eder.

Hızır Efendi’nin seyr-u sülük yolundaki mahareti teslimiyetinin bir meyvesi idi. Efendi Hazretleri’nin Müritlerinden biri şöyle anlatıyor: ”Hızır Efendi’nin çok kısa sürede hepimizi geçmesi ve Efendi Hazreleri’ne bizden yakın oluşu beni rahatsız etmişti. Bir gece rüyamda Efendi Hazretleri’ni elinde bir bıçak olduğu halde bize şöyle derken gördüm. ”Hazırlanın! ikinizi de (Hızır Hoca ve ben) biraz sonra keseceğim.” Kesmek için bıçağı bilerken ilk olarak bana işaret etti. Ben ona doğru giderken; ”Yahu insan kesmek İslamın neresinde var? tarikatta böyle şey olurmu? Bu da nereden çıktı?” diyerek yanına vardım başımı uzattım. Tam bıçağı uzatınca hemen kaçıp bir duvarın arkasına gizlendim. Daha sonra Hızır Efendi’ye işaret buyurdular. Hızır Efendi tebessümle gelek başını Şeyh’inin önüne koydu. Bıçak boynunu kestiği halde tebessümü devam ediyordu. Bu rüyayı gördüğüm gecenin sabahı Hızır Efendi’nin camisine gittim; elini öpüp helallik istedim.

EFENDİ HAZRELERİ’NİN DAMADI OLUŞU

”yürü kim meydan senindir bu gece” saday-ı lahutisinin muhatabı olmuşçasına günlerini tekkede ilim ve ibadetle geçirirdi. İsmailağa camii şerifinde rahlenin başında ders müteala ederken Şeyhi Mahmut Efendi Hazretleri gelip kendisine; ”Hızır Hoca kızımı sana veriyorum der ve ayrılır. Beklenmeyen bu büyük nimet karşısında secdeye kapanarak sevinç gözyaşları döker. Yıllar sonra bu hadiseyi hatırladıkça duygulanır ve ilk günün heyecanıyla; ”Ben kainatın en şanslı insanıyım” derdi. ”Niye hocam?” denildiğinde, ”Allah beni müslüman yaptı, en büyük peygamberin ümmetiyim, en büyük mezhep olan İmam-ı Azamın mezhebindeyim ve Nakşi tarikatını en tavizsiz yaşıyan zatın damadıyım.” buyururdu.

26 yaşında 1968’de Fatma hanımla gerçekleşen evliliğinden Ali Haydar(d.1981) ve Aişe(d.1988) isminde iki evladı dünyaya geldi. İlk çocuğu dünyaya geldiği sene bazı hoca efendilerle (Selahattin Hoca, Abdulmetin Hoca vs..) hocaefendilerle emr-i b’il-maruf maksadı ile sefere çıktılar. yolda her gördüğü sevimli çocuğa hatta kediye, kuzuya Ali Haydar diye seslenmesi Selahattin Hoca’nın dikkatini çeker ve ona ”Hocam Ali Haydar’da fani oldunuz galiba. Her gördüğünüze Ali Haydar diye sesleniyorsunuz” deyince, Hızır Efendi; ”Yakup (A.S) Yusufum! diyerek gözlerini yitirdi!” cevabıyla evlat sevgisinin şer’i mesnedine dikkat işaret buyurdular.

BENİ KABİRDE BİZZAT ALLAH KARŞILADI

Cemaatin her türlü irşat ve tedris hizmeti ile meşgul olurken 1991 yılında Çukurbostan Cami’sinde imamlık vazifesine başlar. Şeyhinin bulunmadığı yada hasta olduğu zamanlarda onun yerine sohbet ederek cemaati teselli ederdi. Bu çalışmalar yoğun bir şekilde devam ederken ”şeyhimin emaneti” dediği hanımı ağır bir rahatsızlığa yakalanır. Ömrünün sonuna kadar farklı yoğunlukta devam eden bu hastalık hali, evin hanımının ve çocuklarının bütün hizmetlerini de Hızır Hocanın omuzlarına yıkar. ”Allah’ımın bana bir imtihanıdır, biz bu hizmeti seve seve yapıyoruz” dediği bu mesuliyeti, iki yıl gibi uzun bir zaman onu camii hizmetinden uzak bırakır. Hasta eşinin hizmetine giderken hiçbir olumsuzluk belirtisi göstermeden; ”Nereye hocam?” diyenlere ”Efendimin parçasının yanına gidiyorum” diyerek cevap verirdi. Vefakar ve fedakar oluşunun karşılığını fazlasıyla alan Hızır Efendi’yi şehadetinden sonra bir dostu mana aleminde görür. Ay gibi parlayan yüzü ile gayet mutlu görünen Hızır Efendi’ye sorar.
”Nasılsın hocam? Allah sana nasıl muamele etti?”
Hızır Efendi:
”Hasta olan hanımıma hizmet ettiğim için kabre konulduğum zaman beni bizzat Allah karşıladı” buyurur.

İmamlığı esnasında halkın seviyesine inerek sevecen, güler yüzlü, şakacı ve etkileyici üslubuyla kısa zamanda çevresinde bulunanların hayranlığına sebap olur. Sevenlerine hem dünya hem ahiret hususunda yaptığı konuşmalarıyla Çukurbostan camisi cemaati hızla artar. Cemaat camiye sığmamaya başlayınca caminin genişletilmesi kararı alınır. Kendi elleriyle çizdiği cami projesini kendi elleriyle inşa ederken arkadaşlarından birisi ilave bölümün dikdörtgen olmasında ısrar etmesine rağmen Hızır Efendi camiyi girintili çıkıntılı yaptırır. Buna gerekçe olarak da ‘Tarikat ehli dervişler camide kuytu köşeler ararlar.’ buyurur.

Cami inşaatı tamamlanınca örülen duvarların uzunluğunu bizzat kendisi ölçer. Yevmiyesini almak için gelen ustaya kaç metre duvar ördüğünü sorunca; kırk metre kare cevabını alır. Hızır Efendi, tekrar ölçmesi için gönderdiği ustadan tekrar aynı cevabı alır. Hocanın ölçümüne göre 47 metre kare çıkan hesap usta tarafındanda doğrulanınca işçinin hakkı eksiksiz verilmiş olur. Bursa Ulu Camii’sinde olduğu gibi, kendisinin görev yaptığı camiidede su sesinin olmasını arzuladığı için iç kısma bir havuz yaptırır, hatta içine balıkta koyar. Bahçesini kendi elleriyle diktiği güllerle süsler ve her gün bakımınıda ihmal etmeden yerine getirir.

Bir gün yeğenlerinden birisi güllerden birini eliyle tutup kendine çekerek koklamak isteyince; ”Dur gül öyle koklanmaz.”diyerek, Peygamber Efendimizin rumuzu olan gülü iki avucunun içine aldılar ve eğilip koklayarak güle yakışan ince edebe işaret buyurdular. Yakınlarından bir hafıza; ”Hafızlık icazetini bana ver bende sana diplomamı vereyim.” diyerek Kur’an hıfzına olan özlemini ifade eden Hızır Efendi, günde bir ayet ezberleyerek hafızlığını tamamlamaya çalışırdı. Eline tespihini alıp zikretmeye başladığında görenleri özendirecek şekilde zevkle zikrederdi. Şeyhinin ”Bu yolda kendini gizle.”tenbihine sadık kalarak manevi hallerini bir sır gibi saklar etrafındakilere kendini sıradan bir hoca olarak tanıtmasını iyi becerirdi. Bu sebeple üstadı bir gün şöyle buyurdu; ”Bu kapıda bazı hocalar manevi hallerini gizlemeyip aşikar ettikleri için müritlerimizle bizim aramızda perde olmuş ve bir çok ihvanın kaybedilmesine sebep olmuştur. Hızır Efendi ise ihvan ile aramızda köprü olup bir çoklarının kazanılmasına vesile olmuştur.”

Bazılarının Efendi Hazretlerinden sonra kendisini şeyhliğe namzet görmelerinden çok rahatsızlık duyar ve her vakit şeyhinden önce ve onun elleriyle kabre konulma arzusunu ifade ederdi. Cuma hutbelerinde ve son yaptığı hacda cemaatin huzurunda ”tavizsiz yaşayan zaatın(Mahmut Efendi Hazretleri) sohbetinden sonra ruhumu al ya Rab” diyerek dua ederdi.

İrşat maksadı ile zaman zaman yurt dışına da (Azarbaycan, Almanya, İran)giden Hoca Efendi, Almanya’ya gittiğinde büyük bir coşku ile karşılanır.Gür sakalı , beyaz sarığı ve temiz giyinişi ile temsil ettiği İslam’a Almanlar’da hayran olur. Sohbet ilanı için gazeteye yazılan ”Efendi Hazretleri’nin damadı ve vekili” cümlesindeki ”vekil” sözüne razı olmayıp silinmesini tenbih eder. Misafir kaldığı evde yatağının hiç bozulmaması hane sahibine ”Ya hiç uyumuyor yahut yatağını kendi elleri ile düzeltiyor” dedirtirdi. Ayrılacağı gün ev sahibinden iki zarf ister ve gizlice üçyüzmarkı zarfın içine koyarak ”Efendi Hazretlerinin kerimesinin hediyesi” yazarak bir kenara bırakır. Hocaları hep alan ve isteyen olarak tanıyan ev sahipleri hiç beklemediği bu davranış karşısında şaşırır.

Şaka ve latifeyi şeriatın sevilmesi ve öğrenilmesi için ustalıkla kullanan Hızır Efendi, etrafındakileri söz ve hareketleri ile sık sık güldürürdü. Zengin birinin kendini çok cömert olarak anlattığı bir mecliste, Hızır efendi gizlice kalkıp bir çarşaf giyerek geri döner ve o zenginden yardım ister. Zengin, dilenci kılığındaki şahsı yanından kovup ona bir ekmek parası bile vermeyince Hızır Efendi üzerindeki çarşafı çıkarıp ”sen bir dilenciye ekmek parası bile vermiyorsun, nasıl cömert olabilirsin?” der. Cami cemaatinden Berber Orhan Abi diye bilinen birisi bayram yaklaşınca cemaate gelmeyi bırakmıştı. Camide asılı duran gri bi cübbesi vardı, namaz kılarken onu giyerdi. hızır efendi çok hisli bir insandı. Hemen şu şiiri yazıp Orhan Abi’nin cübbesinin cebine koydu:
Ey sahipsiz garip cübbe,
Terkedildin yalnız ipte.
Sahibin on gündür traş ediyor,
Sayılı günler gelip geçiyor.
Unultuldun bayram parası için,
Asılı kaldın bu dostluk ne biçim.
Bu manada daha devamıda olan bu şiiri Orhan Abi cüzdanında saklar ne zaman okusa ağlardı.

ÇİĞ KÖFTE CEMAATİ

Cematten 5-6 kişi onu bir gece çiğ köfte yemeye davet etti. Onlar evde hazırlık yaparken yatsı ezanı okundu, ancak onlar hazırlıkları bitirelim diye cemaate gitmediler. Hızır Efendi camide namazı bitirip geldiğinde bu arkadaşlar namaza durmuşlardı. Hızır Hoca sessizce çiğköfte tepsisini alarak sokağa çıktı ve camiden çıkan cemaate dağıtmaya başladı. ”Cemaatimden altı kişi çiğ köfte cemaatidir, onların ikramıdır”diyerek herkese dağıttıktan sonra eve döndüler. Çoğu dağıtıldığı halde geri kalanlara da yetecek kadar bereketli olmuştu. Şehadetinden iki ay önce hutbede üç hafta üstüste şunu anlatmıştı. Rasul (s.av) buyurdular:
” Bir hanımın efendisi vefat edip arkasında iki veya üç yetim kalırsa, o hanım yetimlerini yetiştirmek için saçlarını beyazlatırsa cennette benimle beraberdir.”
Bunu anlatır sonrada hüngür hüngür ağlardı.

EY BALIKLAR! REİSİNİZ KİM?

Zuhurat ve keramete hiç kıymet vermediği halde lüzumunda salahiyetini ortaya koyardı. Malatya’nın Darende ilçesinde emr-i bil-maruf için gittiklerinde, bir havuz kenarında istirahat ediyorlardı. Abdulmetin hoca şakayla karışık Hızır Efendi’ye havuzdaki balıkları göstererek;
__ Hocam sen bizim kafile reisimizsin! Şu balıkların da bir reisi olmalı. Ona seslensenizde yanımıza gelse! dedi.
Hızır Efendi ısrara dayanamayıp balıklara;
__ Ey balıklar! Ben Mahmut Efendi Hazretleri’nin damadı Hızır Şu anda ben bu cemaatin reisiyim. Sizinde reisiniz kimse çıksın şuracıkta önümüze gelsin, diye seslendi.
O anda arkalardan büyükçe bir balık çıkıp öne doğru gelip başını sudan çıkarıp Hızır Efendi’ye bakmaya bakmaya başladı. Bu manzara karşısında cemaat hayrete düşmüş, Hızır efendi ise mahcup duruşu ile tebessüm ediyordu.
Dinin temizlik olduğunu kendine has bir uslüpla ihsas ettiren Hızır Efendi sabunla elini yıkadığında sabunu da yıkar yerine koyardı. Cemaatine de, ”lavaboda ağzınızı çalkaladığınızda çalkaldığınız suyu yutun ki yemek kırıntıları lavaboya dökülmesin” buyururdu.

VEFATI (şehadeti)

Birçokların cefasına katlanmayı, terk etmekten daha hafif gördüğü dünya, onun gözünde bir bedenin sığacağı mezardan ibaretti. Şehitlik mezarlığında bir mezarı olmadığı için üzüldüğünden bu dünyada gam çektiği başka birşeyi yoktu. Sonunda çok istediği şehitliği de, mezarıda genç yaşında elde etmiş, giderken geride bıraktığı sevdiklerine, bağlı bulunduğu asil yolun mensubuna neler bahşaettiğini öğreten temiz bir hayat hediye etmiştir.

Şeriatı tavizsiz yaşayan zatın Pazar sohbetini dalgın dalgın dinledikten sonra kendisine vaad edilen şehadet rütbesini almak için İsmailağa Camii Şerifine gelir. İhvanın ders ve dertlerini dinledikten sonra Duha namazını kılmak için kıbleye döner ve müminin miracı olan son namazına durur. Kulun Mevla’ya en yakın olduğu o esnada, insanlığın en uzağında olan hain eller vucüduna yedi el ateş eder. Kanlar içinde vücudu yere yığılırken bütün şanlar ve şerefler huzurunda selam duracak şekilde başı göğe erer.

Sema ehli, sofralarında onada yer ayırırken Muhammed ümmeti bir hüzün yılını daha yaşar. Ertesi gün Fatih Camisi yüz binlerin gözyaşlarına şahit olur. Sessizliğin en büyük ses, yalnızlığın en büyük dost olduğu hicran gününde eller onu diri diri toprağa gömmeyip başlarına taç edinirler. Vefat ettiğinde Sakızağacı Şehitlik Mezarlığı’na defnedilme arzusu, sevenlerinden birinin (Fevzi Başak’ın) kendi yerini bu şehide bağışlamasıyla yerine gelir. Takvimler 17 mayıs 1998’den itibaren yeni bir not düşerler sayfalarına: 36. Nakşi Şeyhi Mahmut Efendi’nin damadı 55 yaşında İsmailağa Cami-i Şerifinde şehit edilmiştir. Rasul (s.a.v.)e her yönüyle benzeyen Efendi Hazretleri(k.s) damadı da Hazret-i Ali (r.a) benzer şekilde terki diyar eylemiştir. Şehitler kendileri için yaşamazlar ve hiç ağlamazlar kendi acılarına. Bir damla rahmet için gözyaşlarına boğulan, tavaf ile mamur olan gönül kabelerini handan etmek için gelirler. Ve ”yaklaşıyor yaklaşmakta olan” diye haykırarak gam ordusuna katılıp giderler aşk otağına.

SİLSİLEDE İSMİ OKUNSUN

Şehadetinden birkaç ay sonra Şeyhi Mahmut Efendi Hazretleri Buhara’da Şah-ı Nakşibend Hazretlerini ziyaret eder. Manada zuhur eden şah-ı nakşibend hazretleri, ”Hızır Efendi’nin ismi silsile-i şerifde okunsun” tenbihinde bulunurlar. Kısacık bir ömrü bu meydan-ı hakikatte ebediyyet kesbine muvaffak kılan Hızır Efendi’ye Cenabı Hak’tan sonsuzluğun en büyük ikramlarına nail olmasını temenni ederiz.

Kaynak ;http://www.ismailaga.com.tr/hizir-ali-muratoglu-hoca-efendinin-hayati.html