Ana Sayfa>admin(Sayfa 88)

Yakub Çerhi (k.s.)

Tacikistan – Duşanbe’de Mevlana Yakub Çerhi camii içerisinde. ( Tacikistan’a gittiğinizde taksiciye Hazreti Mevlana Yakup ziyaret derseniz (şehir merkezinden ort 30 somoniye( 10 tl) ) 10 dk içerisinde sizi götürebilir.)

Silsile-i Aliyye’nin 17 . halkası olan Yakub Çerhi hazretleri ; Maveraünnehir’de Kandehar ile Gaznin arasında, Gaznin’e bağlı Cerh köyünde dünyaya geldi. İsmi, Yakûb bin Osman bin Mahmûd’dur. İlk tahsilini memleketinde yaptı. İlim için Herat ve Mısır’a gitti. Orada Zeyniyye tarikatı kurucusu Zeynüddin Hafi ile birlikte, zamanının büyük alimi Mevlânâ Şihâbüddîn Seyrani’den ve diğer alimlerden aklî ve naklî ilimleri öğrendi. Sonra Buhârâ’ya gitti. Orada da âlimlerden ilim öğrenip, icâzet aldı. Zâhirî ilimlerde yetişdikten sonra tasavvuf ilmine yöneldi. Tasavvuf ilminde ve hâllerinde önce Şâh-ı Nakşibend hazrteleri’nin, sonra da onun halîfesi Alâüddîn Attâr’ın sohbetinde yetişti.

Yakub Çerhi hazretleri ; Ortaboylu, beyaz tenli, gökçek yüzlüydü. Sakalı seyrek ve beyazdı. Alnında bir “ben” vardı. Zahir ve batın, ilimlerinde rüsuh ehli, zahirî ve batınî rumûz sahibiydi.

Şah-ı Nakşibend hazretlerine intisabı ; Kendisi şöyle anlatmıştır: “Buhara’nın alimlerinden ilim tahsil edip icâzet aldıktan sonra memleketime dönmek üzere idim. İçimde Şah-ı Nakşibend hazretlerinin yanına gitmek arzusu hâsıl oldu. Huzûruna varıp; “Beni hatırdan çıkarmayınız” diye yalvardım. “Tam gideceğin sırada
mı bana geliyorsun?” buyurdu. “Gönlüm iştiyâkınızla dolu, sizi seviyorum” dedim. “Bu arzu ne sebepten geliyor?” dedi. “Büyük bir zâtsınız ve herkesin makbûlüsünüz” dedim. Bunun üzerine; “Bu sebep kâfi değil, daha makbûl birşey bulman lâzımdır. Halkın beni kabûlü şeytanî olabilir” buyurdu. Dedim ki: “Sahih bir hadîs-i şerîfde; “Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalblerine düşürür, insanlar onu severler” buyurulmuştur.”

Bunun üzerine tebessüm etti ve buyurdu ki: “Biz azîzânız (azîzlerdeniz.) Bu söz üzerine kendimden geçer gibi oldum. Çünkü bu görüşmeden bir ay kadar önce, bir rü’yâ görmüştüm. Rüyâmda bana; “Azîzân’ın müridi, talebesi ol” demişlerdi. Rüyâyı unutmuştum. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; “Biz azîzânız” buyurunca hatırladım. Tekrar; “Bana teveccüh ediniz, hatırınızdan çıkarmayınız” diye yalvardım. Buyurdu ki: “Bir gün Azîzân’dan (Ali Râmitenî’den (kuddise sirruh) böyle bir istekde bulunmuşlar. O da, birşeyin hatırda kalması için bir vâsıtaya ihtiyâç olduğunu söylemiş ve hatırlamaya vesîle olacak birşey istemişler.” Bunu söyledikten sonra, bana mübârek takyesini hediye etti ve buyurdu ki: “Senin bana verecek birşeyin yok, şu takyeyi al, onu her gördüğünde bizi hatırla ve yanında bul.”

Bundan sonra ayrıca tenbîh edip; “Bu yolculukta Mevlânâ Tâcüddîn Deştgûlegî’yi bulmaya gayret et. Çünkü o, Allahü teâlânın evliyâsındandır.” buyurdu. Yola çıktıktan sonra, içime önce Belh şehrine, oradan da memleketime dönme arzusu düştü. Belh şehri ile Deştgûlek arası çok uzak idi. Yolculukta öyle vesileler oldu ki, birden kendimi Deştgûlek yakınlarında buldum. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin tenbihi hatırıma geldi. İşâretlerinden dolayı şaşırıp, hayran kaldım. Deştgûlek’e gidip, hemen Mevlânâ Tâcüddîn’in sohbetine can attım. Onun sohbetinde bulunduktan sonra, Behâeddîn-i Buhârî’ye geri dönüp ona teslim olmak arzusu beni sardı. Buhârâ’da bir meczub zât vardı. Onu bir yolda oturur gördüm. Ona dedim ki; “Ben gidiyorum!” Bana; “Hiç durma, çubuk git!” dedi. Oturduğu yerde toprak üzerine çizgiler çizdi. Kendi kendime, bu çizgileri sayayım, eğer tek çıkarsa gitmem gerektiğine işâret sayayım diye düşündüm. Saydım tek çıktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine tekrar gitmeye karar verip, yola çıktım. Nihâyet Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuştum. Hâlimi arzettim. Bana zikretmemi ve zikirde teke riâyet etmemi bildirip; “Elinden geldiği kadar zikirde tek sayıya riâyet et” buyurdu ve böylece yolda karşılaştığım meczub zâtın yer üzerine çizdiği çizgilerin tek oluşuna işâret etti.”

Yakûb Çerhî hazretleri, bir eserinde şöyle anlatmıştır: “Allahü teâlânın inâyetiyle bu fakirde erenler yoluna girmek arzusu doğup da fadl-ı ilâhiyye’ye, Allahü teâlânın yardımına kavuşunca, Buhârâ’da Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine kavuşmak nasîb oldu. Onun kerem ve iltifâtları beni saadete garketti. Gördüm ki, mürşidim kâmil ve mükemmildir ve evliyânın en üst tabakasındandır. Çeşitli vakalar ve gaybî işâretlerden sonra, Kur’ân-ı kerîmi açıp bir âyeti işâret tutmak istedim; meâlen “O peygamberler Allahın hidâyetine eriştirdiği kimselerdir, sen de onların gittiği yoldan yürü…” (El-En’âm 90) buyurulan âyet-i kerîme çıktı, bağlılığım kat kat arttı. Tereddüt içinde bulunduğum günlerden birgün idi. Evimin bulunduğu Fethâhâd’da, Şeyh Seyfüddîn’in kabrine doğru oturmuştum. İçimde öyle bir fırtına koptu ki, hemen Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuşmak için Kasr-ı Ârifân’a doğru yola çıktım. Kasr-ı Ârifân’a varıp, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin evlerine yaklaştığım zaman, yola çıkmış, beni beklemekte olduğunu gördüm. Bana ihsânda bulundular, yanına oturttular. Namaz kıldıktan sonra sohbete başladılar. Heybeti beni öyle sarmıştı ki, konuşmaya mecalim kalmadı. Bu sohbet sırasında buyurdu ki: “İlim iki kısımdır. Biri kalp ilmi; bu ilim, en fâideli olan ilimdir. Bu ilmi nebiler ve resûller öğretir. Diğeri lisan ilmidir. Bu ilim de Allahü teâlânın insanoğluna huccetidir. Ümîd ederim ki, bâtın ilminden sana bir pay erişsin. Yine nakledildi ki; “Sadâkat ehliyle oturduğunuz zaman, sulk (doğruluk) üzere bulununuz. Çünkü onlar, kalb casuslarıdır. Kalblerinize girerler ve himmetinize bakarlar. Biz, kendi kararımızla kimseyi kabûl edemeyiz. Böyle memuruz. Bakalım bu gece bize ne işâret buyurulur. Eğer seni kabûl ederlerse, biz de kabûl ederiz” buyurdu.

Ömrümde o gece kadar çetin ve zor bir gece geçirmedim. Saâdet kapısının açılmasını umarken, bu kapının yüzüme kapanmasından korktum. Sabah namazını Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ile beraber kıldım. Namazdan sonra; “Sana müjdeler olsun, kabûl işâreti geldi. Biz insanları az kabûl ederiz. Kabûl ettiğimiz zaman da geç kabûl ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği.ve zamanının gelmiş olduğu belli olsun” buyurdu. Bundan sonra Şâh-ı Nakşibend hazretleri, silsilelerini Abdülhâlık Goncdüvânî’ye kadar gösterdi.

Bundan sonra nice zaman Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin hizmetinde ve sohbetinde bulundum, icâzet verdikleri güne kadar yanlarından ayrılmadım. Yanlarından ayrılıp, yola çıkacağım zaman; “Sana tarikat edebi ve hakîkat sırrı olarak bizden ne erişmişse, Allahü teâlânın kullarına ulaştır, götür. Bu, senin saadete kavuşmana sebeb olur” buyurdu. Ayrıca halîfesi Alâüddîn-i Attâr ile sohbet etmemizi emretti. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin vefâtından sonra, ben uzun müddet Bedehşan’da kaldım. Alâeddîn-i Attâr ise Çigâniyân’da bulunuyordu. Bana bir mektûp yazarak, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin emrini hatırlattılar. Bundan sonra hemen Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin yanına gittim ve vefâtına kadar sohbetlerinde kaldım. Vefâtlarından sonra memleketime döndüm.

Yakub Çerhi hazretlerinin tasavvuf yoluna ilk intisabı Şah-ı Nakşbend hazretleri eliyledir. Ancak seyr u sülûkünü tamamlaması Alâeddin Attâr vasıtasıyla olmuştur. Zahir ve batın ilimlerinde derinlik kazanmış bulunan Yakub Çerhi, pek çok halife yetiştirdi ve pek çok kimsenin Hak yola girmesine vesile oldu. Şeyhinin vefatından sonra yerleştiği Tacikistan’nın Duşanbe şehrinde (eski adı Hisar) 851/1447 yılında vefat etti. Kabri oradadır.

Mürid Haram Lokma Yerse

Yakub Çerhi hazretleri anlatıyor ; Herat’ta ilim tahsili için kaldığım zamanlar Abdullah Ensarî’nin (k.s.) dergahında kalır ve yemeklerimi orada yerdim. Zira onun vakıf şartlarında genişlik ve vakfın aslına riayette ihtiyat vardı. Herarta, Abdullah Ensarî’nin (k.s.), Hankah-ı Melik ve Gıyasiyye Medresesi vakıflarından başka yerde yemek yemek uygun olmazdı. Bu sebepten Maveraünnehir büyükleri mürîdlerini Herat’a göndermezlerdi. Orada helal lokma çok azdı. Mürîd, haram lokma yiyecek olursa, nefis kötü tabiatına geri döner, doğru yoldan, Resülüllah’ın (s.a.v.) ve ashabının yolundan ayrılmış olur.

Mevlana Yakub-i Çerhî’nin Eserleri:
Çok sayıda dinî ve tasavvufi eseri bulunan Mevlana Yakub-i Çerhî (ks) eserlerinin büyük çoğunluğu tasavvufi içeriklidir:
1. Neynâme-i Mevlana (tasavvufi): Adından da anlaşılacağı üzere Mesnevi’de geçen bazı hikâyelerin şerhi ve ilk 18 beytin izahı ile ilgilidir. Mevlana Yakub-i Çerhî bu eseri kendisine gelen talepler doğrultusunda kaleme almıştır.
2. Risale-i Ünsiyye (tasavvufi): Mevlana Yakub-i Çerhî (ks) bu eserde mürşidi Şah Nakşbend hazretleri ve Nakşbendilik yolu ile ilgili muhtelif hususları ele almıştır.
3. Risale-i Ebdaliyye (tasavvufi): Eserde Allah dostlarının muhtelif vasıfları ve ebdâl terimi çevresinde konuyla ilgili izahlar yer alır.
4. Şerh-i Esmâ-i Hüsnâ (tasavvufi): Allah’ın 99 güzel ismini kasteden esmâ-i hüsnânın şerhi ve Mevlana Yakub-i Çerhî hazertlerinin konuya bakışı ele alınmıştır.
5. Tarika-i Hatm-i Ahzab (tasavvufi): Vird biçiminde günlük olarak okunan bazı sureler için kaleme alınmıştır.
6. Tefsir-i Yakub-i Çerhî (tasavvufi): Fatiha suresi ile birlikte Amme ve Tebareke cüzlerini Fars dilinde tefsirinden müteşekkil olan bu eserin Türkiye ve dünya kütüphanelerinde çok sayıda yazma nüshası mevcuttur. Özbekistan, Pakistan, Hindistan, Türkiye gibi ülkelerin kütüphanelerinde çok sayıda nüshası bulunan bu tefsir İslam dünyasında özellikle işarî alanda yazılmış tefsirler arasında mühim yer tutar. Eserin dili Farsçadır, eser zaman içinde çeşitli dillere tercüme edilmiştir.

Hayat Bin Kays El Harrani

Hayat Bin Kays El Harrani hazretlerinin türbesi ; Şanlıurfa – Harran’da Harran mezarlığının hemen yanındaki türbesinde.

Ebû Abdullah el-Kureşî diyor ki: “Vefâtlarından sonra kabirde, hayatlarındaki gibi kerâmetleri ve tasarrufları devam eden dört evliyâ gördüm. Bunlar: Ma’rûf-i Kerhî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Ukayl-i Münbecî ve Hayât bin Kays el-Harrânî hazretleridir.”

Harrân’da yetişen evliyânın büyüklerinden, âriflerin ileri gelenlerinden. Nesebi; Hayât bin Kays bin Kahhâl bin Sultan el-Ensârî el-Harrânî’dir. Urfa’ya bağlı Harrân kazasında doğup yetiştiği için “Harrânî” nisbeti ve “Şeyh-ül-Kıdve” lakabı ile meşhûr oldu. Doğum târihi hakkında, kaynaklarda bir bilgiye rastlanamamıştır. Ömrünün 50 senesine yakınını Harrân’da geçirmiş büyük bir velîdir. İnsanlar ve bâzı sultanlar, onu ziyâret edip duâsını alırlar, onunla berâber olmakla bereketlenirlerdi.Yüksek hâllerin ve kerâmetlerin sâhibi olup, ehliyeti, ihlâsı, iffeti yanında, dînine çok bağlı bir zât idi. Cömertliğiyle meşhûrdur. 1185 (H.581) yılında orada vefât etti. Harrân’ın dışına defnedildi. Kabri, ziyâretçilere açıktır.

Hayât bin Kays hazretleri büyük himmet sâhibi olup, yüksek makamlara kavuşmuştu. Keşf ve kerâmetleri, açık ve meydanda bir zât idi.Allahü teâlâya yakınlık derecesi
bakımından yüksek bir mevkide bulunuyordu. Hakîkat ilimlerinde derin bilgisi vardı. Sayısız kerâmetleri yanında, hikmetlerle dolu, yüksek hakîkatleri açıklayan sözleri çoktur. İlimde ve tarîkatta o kadar yükselmişti ki, himmet ve tasarrufları “Yed-i Beyzâ”ya benzetilirdi.Yed-i Beyzâ, Mûsâ aleyhisselâmın mûcize olarak gösterdiği beyaz ve parlak olan sağ eli olup, istediği vakit yakasına sokup çıkardıkça, güneş gibi bir ilâhî nur parlamaya başlardı. Düşmanları bu nûr-i ilâhîyi görünce, kaçıp dağılırlardı. Bu tâbir, mecâz olarak, kerâmet ve hârikulâde hâller ve meziyetler hakkında da kullanılırdı. O, her yönden ilim ve hâl sâhiplerine ışık tutmuş ve kendisine ilim, hâl ve zühd yönünden reislik verilmiştir. Bu hususlarda, pek çok velî kendi talebelerinin terbiyesini ona havâle etmişler ve onun sâyesinde nice kimse makam ve hâl sâhibi olmuştu. Ondan sayısız kimse ders ve feyz almıştı. Yetiştirip mezûn ettiği talebelerinin sayısı da hayli kalabalıktır. Yetiştirmiş olduğu talebeler, karanlık bir gecede parlayan yıldızlar misâlî, seçilmiş ve kerâmet ehli zâtlardır.

Evliyânın büyüklerinden birçoğu, onun hâllerini beğenip, söylediklerini tekrar etmişler ve birçok âlim de, onun büyüklüğünü her vesîle ile dile getirmiştir. Âlim ve câhil, herkes ondan istifâde etmiş, Harrân halkının başı sıkıştığında ona başvurulmuştur. Meselâ Harrân Ovasında, bâzan günlerce suyun damlası bulunmaz olurdu. Halk, bunun çâresini bulmuştu. Hemen Hayât bin Kays hazretlerine koşar, onun duâsını alır, duâsının himmet ve bereketiyle yağmur yağar, halk susuzluktan kurtulurdu. Bu hususta onun yardımları saymakla bitirilemez. Sultan Nûreddîn Zengî onu ziyâret edip, hıristiyanlara karşı yaptığı cihâdda azim ve gayretini kuvvetlendirince, onun muvaffak olması için duâ ederdi. Sultan Selâhaddîn-i Eyyûbî de ziyâret eder, ondan duâ isterdi. Duâsını alarak yaptığı harbi kazanırdı.

Hayât bin Kays el-Harrânî hazretlerinin oğlu Ebû Hafs Ömer şöyle anlatır: Şeyh Zagîb er-Rahâbî, babamın ziyâretine gelmişti. Babam ise, sabah namazından sonra evinin kapısında oturmuş, kendi işi ile meşgûl oluyordu. Zagîb er-Rahâbî gelip kapının diğer tarafına oturdu. Babam, onunla hiç konuşmadı. Şeyh Zagîb, buna alındı ve içinden: “Tâ Rahâbe’den geldim de, bana hiç iltifât edip konuşmadı. Hiç böyle olur mu?” diye düşündü. Babam ona hemen şöyle seslendi: “Benim hakkımda kalbinden geçirdiğin şu îtirâzından dolayı, sana bir zarar geleceğinden korkuyorum. Bunun dış âzâlarında mı, yoksa iç âzâlarında mı meydana gelmesini istersin?” O da: “Dış âzâlarımda olsun!” deyince, babam elini uzattı, o ânda gözlerinden bir tânesinin şekli ve yeri değişip rahatsızlandı. Adam kalkıp hürmet gösterdi ve oradan ayrıldı ve memleketi olan Rahâbe’ye döndü. Birkaç sene sonra, kendisine bir yerde tesâdüf ettiğimde, gözünün iyileşmiş olduğunu gördüm. Sebebini sorunca: “Bir zikir halkasına iştirâk ettim. Orada babanızın talebelerinden biri ile görüştüm. Ellerini hasta gözüme koyunca, hemen iyileşip eski hâline döndü.” diye cevap verdi. O gün, baban benim gözüme parmağı ile işâret ettiği zaman kalb gözüm açılmış, onun feyzi ile birçok garîb şeyler görmüştüm.”

Harrân’da bir câmi yapılıp, sıra mihrâba gelince, kıble husûsunda Hayât bin Kays hazretleri ile câmiyi yapan zât arasında ihtilâf çıktı. Sonunda Hayât bin Kays ustaya: “Önüne bak, kıbleyi göreceksin!” buyurdu. O zât da, önüne baktığında Kâbe’yi karşısında gördü ve düşüp bayıldı.

Bir gün, Hayât bin Kays hazretleri ile berâberindekiler, yolculuğa çıkmışlardı. Yorulunca, bir yerde dinlenmek istediler. Ümm-i Gâylân denilen bir ağacın altında istirahate çekildiler. Bir aralık hizmetçisi, Hayât bin Kays’a; “Ben, hurma yemek istiyorum!” deyince; ona: “Şu ağacı salla, hurma düşer ve yersin!” buyurdu. Hizmetçi; “Bu ağaç Ümm-i Gâylân denilen bir ağaçtır, hurma ağacı değildir.” dedi. Hayât bin Kays hazretleri, “Ben sana o ağacı salla diyorum.” deyince, hizmetçi ağacı sallamak zorunda kaldı. Ağacı sallayınca, misk gibi yaş hurma dökülüverdi. Dökülen hurmaları yediler, doydular ve sonra kalkıp gittiler.

Sâlih bin Gânim bin Ya’lâ isimli bir zât: “Güzel bir günde, Yemen’den Hind Denizine bir sefere çıkmıştı. Gemi denizin ortasına gelince, şiddetli esen fırtına ve dalgaları tutuldu. Gemi hasara uğrayıp delindi ve battı. Salih bin Gânim, bir tahta parçasına tutunarak, kimsenin yaşamadığı bomboş bir adaya ulaştı. Çok gezdiği hâlde hiç kimseyi göremedi. Orada bir mescid görüp, içeriye girdi. Mescidde bulunan dört kişi, kıbleye yönelmiş, tâat ve zikir ile meşgûl idi. Selâmlaştıktan sonra hâlini hatırını sordular. O da, soranların hâllerini müşâhedeye devâm etti. Yatsı namazı vaktinde, Hayât bin Kays hazretleri içeriye girdi. Onların yanına yaklaşıp selâm verdi. Namaz kılmak için öne doğru geçti. Onu imâm yapıp, yatsıyı cemâatle kıldılar. Sabaha kadar ibâdet, tâat ve zikir ile meşgûl oldular. Sabah namazı da kılındı. Namazdan sonra, Hayât bin Kays hazretlerinin; “Ey tövbe edenlerin sevgilisi! Ey âriflerin neşe, sevinç kaynağı! Ey âbidlerin gözbebeği! Ey yalnızların dostu! Ey sığınanların sığınağı ve ey ümidini kesenlerin dayanağı! Ey sıddîkların kalblerinin kendisine meylettiği ve sevgililerinin kalblerinin kendisiyle dost olduğu ve korkanların himmetinin kendisine bağlandığı yüce Rabbim!” diye münâcâtta bulunup, yalvardığını işitti. Sonra ağladı. O sırada etrâfı aydınlatan nurlar gördü. Onlar sebebiyle, ayın on dördündeki parlaklık gibi her taraf aydınlanmıştı. Sonra Hayât bin Kays mescidden: “Sevenin, sevgiliye gitmesi, büyük bir iştir. Çünkü, kalbte korkulardan meydana gelen dehşetli üzüntü vardır. Ey sevgili! Ben ıssız çölleri yürüyerek katediyorum. Karşılaştığım bütün ovalar ve dağlar, beni hep sana gönderiyor” mânâsındaki beyitleri söyleyerek çıkıp gitti. Orada bulunanlar, Sâlih bin Gânim’e: “Bu zâta tâbi ol!” dediklerinde, peşine takıldı. Yer ve gök, denizler ve dağlar, sahrâlar, onun ayağı altında dürülüyordu. O, her adımını atışında, “Yâ Rabbî! Hayât’a hayat ver!” diyordu. Az zaman sonra, bir anda yeryüzü katlanıp, hemen Harrân’a geldiler. Oradakiler henüz sabah namazını kılıyorlardı.”

Ebû Abdullah el-Kureşî diyor ki: “Vefâtlarından sonra kabirde, hayatlarındaki gibi kerâmetleri ve tasarrufları devam eden dört evliyâ gördüm. Bunlar: Ma’rûf-i Kerhî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Ukayl-i Münbecî ve Hayât bin Kays el-Harrânî hazretleridir.”

Hikmetlerle dolu, kalblere tesir eden sözlerinden bâzıları şunlardır:

“Kalbinde, Allah korkusu bulundurmak ve sıddîklerin hâlleri ile hâllenmek isteyen kimse, her işinde sünnet-i seniyyeye yapışmalı, onu mutlaka yerine getirmeli ve helâl lokma yemelidir. İnsanın meleklik sıfatından mahrûm olması; haram yemesi ve Allahü teâlânın yarattıklarına eziyet etmesi sebebiyledir.”

“Kalb yumuşaklığını, Allah adamı olan evliyânın sohbetlerine devâm etmekte aramalıdır. Kalb nûrunu da, sohbete olan gayreti devâm ettirmede aramalıdır.”

“Sâdık talebenin alâmeti şudur: Bir ân bile, Rabbini zikretmekten, O’nu hatırlamaktan ayrılmamalı ve O’nun hakkını gözeterek, farz ve sünnetlere devâm etmeli, dünyânın geçici zevklerinin sevgisini kalbe sokmayıp atmalı ve kalbinde dâimâ cenâb-ı Hakk’ın sevgisini bulundurmalıdır”

“Haramlardan sakın ve dünyâya düşkün olma. Zühde, ibâdet etmek niyetiyle sarılmalı, yoksa kendisinin zühd sâhibi olduğunu gösterip, dünyâlıklara kavuşmak için onu vesîle etmemelidir.”

“Muhabbet, yâni Allahü teâlâyı sevmek, mârifetin (yâni O’nu tanımanın) ve Hakk’a giden yolun en büyük nişânıdır. Bâkî, sonsuz var olan sevgiliye, muhabbet ile kavuşulur.”

1) Tabakât-ül-Kübrâ; c.1, s.153
2) Kalâid-ül-Cevâhir; s.115
3) Câmiu Kerâmât-il-Evliyâ; c.1, s.410
4) Şezerât-üz-Zeheb; c.4, s.269
5) Tabakât-ül-Evliyâ; s.430
6) Nefehât-ül-Üns; s.612
7) İslâm ÂlimleriAnsiklopedisi; c.6, s.225

Şeyh Mustafa Devati

Şeyh Mustafa Devati Efendi’nin türbesi ; İstanbul – Üsküdar’da Selman-ı Pak caddesinde yer alan Şeyh Devati camii yanındaki türbesinde

Aziz Mahmud-ı Hüdai hazretlerinin kamil bir tarikat haline getirdiği Celvetî tarikatının önemli isimlerinden biri olan Devati Mustafa Efendi’nin ne zaman ve nerede doğduğu hakkında bir bilgi yoktur. Ancak Üsküdar’da doğduğu ve burada gençliğini geçirdiği tahmin edilmektedir. Babasının adı Resul’dur Gençliğinde divit sanatıyla uğraştığı için “divitçi” anlamında kendisine “devati” lakabı verilmiştir. Mustafa Efendi’nin tasavvuf yoluna girmesinde gördüğü bir rüya etkili olmuştur. Rüyasında kendisini yanar iken gören Mustafa Efendi uyandığı vakit “alemde bir mürşid-i kamil bulamadım ki benim derdime derman olsun” diye üzüldüğünü beyan etmektedir. Bu ifadeden onun uzunca bir müddet dervişlik yolunun özlemini çektiği anlaşılmaktadır. Daha sonra kendisinin elinden tutulduğu ve Resulullah Efendimiz’in imamlığında gece namazı kıldığı ve Efendimizin ona “Senin derdine derman ve ulu Mevla’ya vuslatına çare Üsküdarlı Ahmed Efendi (Muk’at) dendir” demiştir.

Bu rüya üzerine Muk’ad Ahmed Efendi‘ye intisab eden Devati Mustafa Efendi dervişlik yolunda seyr ü sülükunü tamamlamak için çaba göstermiş. Tasavvuf eğitiminin önemli bir safhasında Efendimiz’in manevî işareti ve şeyhinin de arzusu ile Kastamonu’ya gitmiştir.
Bu durumu kendisi şu sözlerle açıklamaktadır: “…Gördüm ki Sultan-ı Kevneyn (s.a.v.) orada oturuyor. Mübarek yüzlerinin nuru şimşek gibi çakıyor. Efendime hürmet edip yer gösterdi. Efendim de oturdu. Nebi-i Muhterem: “Bu yanındaki kimdir?” buyurdu. Efendim de “Sultanımın yetimi Mustafa kulundur” dediler. Efendimiz: “Bunu Kastamonu’ya gönderin, sonra Üsküdar’a gelir. Emr-i Hak bunun üzerine cari olmuştur” buyurdular. Bu konuda söz çoktur ancak anlatmaya izin yoktur..’

Devati Mustafa Efendi bu manevî işaret ile Kastamonu’ya gitmiş belli bir müddet orada ikamet etmiştir. Müşahedelerinden bahsederken Kastamonu ile ilgili birkaç hatırasını da nakleden Mustafa Efendi’nin bu beyanlarından Kastamonu’ya ilk gidişi sırasında şeyhlik vazifesini almadığı anlaşılmaktadır. Kastamonu’dan birkaç kez Üsküdar’a şeyhini ziyaret etme arzusu ile gitmek istemişse de her defasmda izin verilmediğini, ancak son gitme arzusunda olumlu bir netice aldığını beyan eden Mustafa Efendi bu şekilde Kastamonu’dan şeyhinin yanına gelmiştir. Şeyhinin yanına vardığında onun yanında bir sepet üzüm olduğu ve bunlardan iki salkımının kendisine uzattığını bildiren Devati hazretleri, şeyhinin “bunlardan bir salkımından birer tane fukaraya dağıt. Ama sakın iki tane verme hazmedemezler” dediğini ve kalan diğer salkımı da kendinin yemesini söylediğini beyan eder. Orada birçok kimsenin gelip Muk’ad Ahmed Efendi’ye” “Birer tane de bize ver Sultanım” dediği ancak Ahmed Efendi’nin: “Bunlardan size verilmez, bu Celvetî erenlerine mahsustur” diyerek başka kimselere vermediğini söylemektedir. Daha sonra şeyhinin “Bu evin anahtarını bunun eline verin” buyurmasıyla kendisine şeyhlik vazifesinin verildiğini bildirmektedir. Hatta bu esnada Efendimiz’in ve Hüdai hazretlerinin manen orada bulunduklarını ve “bundan sonra bu kapıda her kim ma’na talep ederse cevap bulacaktır” buyurduklarını da bildirmektedir.

Bundan sonra Devati Mustafa Efendi’nin Kastamonu’ya tekrar dönüp dönmediği hakkında kesin bir bilgi bulunmamaktadır. Ancak Osmanlı Arşiv kayıtlarına göre Kastamonu Kırkçeşme mahallesinde bulunan Celvetî dergahı Devati hazretlerinin ihya ettiği bir yer olduğu anlaşılmaktadır. Bu Kastamonu’da şeyh olarak bulunmuş olma ihtimali kuvvetlendirmektedir.

Buna göre Mustafa Efendi şeyhlik icazetini aldıktan sonra tekrar Kastamonu’ya dönmüş ve orada bir tekke kurarak irşad faaliyetlerine başlamıştır. Nitekim 1291/1875 tarihine kadar kayıtlarda tekkenin şeyhlik görevinin devam ettiği bildirilmektedir. Bu bağlamda Mustafa Efendi’nin şeyhinin vefatından yani 1049/1639 yılından önce burada bir tekke kurduğu anlaşılmaktadır.

Üsküdar’a döndükten sonra Devati hazretlerinin ilme yöneldiği ve ulemadan birinin yanında mülazım olarak bulunduğu nakledilmektedir. Mülazımlıktan sonra imtihanda başarı sağlayıp Kırklı bir medreseye müderris olarak tayin edilmiştir. 1061-1067 yılları arasında Molla Kesret Medresesi ile Valide Sultan Daru’l hadîs’inde müderris olarak görev yapmıştır.

1067/1656 tarihinden itibaren müderrislik hayatına son veren Devatİ Mustafa Efendi, bu tarihten sonra Üsküdar Selmanağa mahallesinde bulunan Şeyh camiinde irşad faaliyetlerinde bulundu. 1061/1650 tarihinde Arslan Ağazade Mustafa Bey tarafından yaptırılan bu camiye Devatî Mustafa Efendi de bir meşruta ve aşevi ilave ettirmiştir.

Bu camide 1656 tarihinden sonra üç yıl irşad vezifesinde bulunan Mustafa Efendi 1659 tarihinde vefat etmiş ve tekkenin bahçesine defnedilmiştir. Mustafa Efendi’nin aile hayatı ile ilgili bilgiler son derece azdır. Oğlu Devatizade Mehmet Efendi hemen hemen ailesinden bilinen tek kişidir. Mehmet Efendi Hudai asitanesi Şeyhlerinden Mehmet Fenayi Efendi’ye ( öl.1664) intisab etmiştir. Bir süre müderrislik yapan Devatizade Mehmet Efendi , babasının vefatından sonra Şeyh camiine Postnişin olarak tayin edilmiştir. Gafuri Mehmet Efendi’nin vefatı ile Hudai asitanesine şeyh olarak tayin edilmiştir. Mehmed Efendi Şeyh Camiinde yaklaşık sekiz yıl, Hüdaî asitanesinde ise on iki yıl kadar görev yapmış ve 1090/1679 yılında vefat etmiştir. Kabri Şeyh camiinde babasının kabrinin yaninda yer almaktadır.

Kaynaklar
II. Uluslararası Şeyh şaban-ı Veli Sempozyumu
Evliyalar Ansiklopedisi – Türkiye Gazetesi

Muhammed Nasuhi Üsküdari

 

Makâm-ı evliyâdır, menbâ-ı feyz-i fütûhîdir,
Edeple dâhil ol sofî, bu dergâh-ı Nasûhî’dir.

Halvetiyye – Şabaniyye yolunun büyüklerinden olan Şeyh Muhammed Nasuhi Efendi ; bir rivayete göre 1648 diğer bir rivayete göre de 1652’de dünyaya gelmiştir.Babası Seyyid nasuhi bin İhtiyareddin bey , annesi ise Afife Hanım’dır. Nasuhi mahlası babasının adına nisbetle verilmiştir. Annesi, Nasuhi Efendi daha iki üç yaşlarındayken vefat etmiştir.

Muhammed Nasuhi‘nin çocukluğu, doğduğu evde geçmiş, aile bir müddet sonra Üsküdar’da Kefçe mahallesine taşınmıştır. Nasuhi, tahsil hayatına bu mahallede başlamıştır. Medrese tahsilinden sonra bir müddet ” Enderun Hümayun” çalışmıştır. Nasuhi , daha çocukluktan gençliğe yeni geçtiği zamanlarda tasavvufa merak sarmış, uzun müddet sufi meclislerinde sohbetler dinlemiş sonunda Atik Valide Tekkesindeki Karabaş-ı Veli hazretlerine intisap etmiştir. Bu intisap şöyle olmuştur ;
Nasuhi hazretleri, Sultan Mehmet camii’nde tahsilde iken Mustafa Efendi, müşarünileyn meziyet ve vasıflarını Karabaş-ı Veli hazretlerine nakl ve ifade etmiş ve bir gün Hazret, ona mülaki olmuştur. Kendisine orada bir hücre tahsis edilmiş, keyfiyet, babası Nasuh Bey’e de bildirilmiştir. Oğlunun kendince maruf olmayan bir zata intisab etmesinin sebebini anlamak üzere, Nasuh bey, Karabaş-ı veli’nin huzuruna girince: ” Gel bakalım, yahu babası oğluyla beraber gelmeli” diye hitap edince Nasuh Bey, Karabaş-ı Veli’nin elini öperek kemal ve meziyetini takdir ederek oğlunun terbiyye-i maneviyesini ona terk etmiştir.

Manevi hayatında büyük bir kabiliyet gösteren ve seyr sülükunu on iki sene hizmetten sonra, genç bir yaşta tamamlayan Şeyh Nasuhi 27 yaşında (1674) hilafete getirilmiştir. Sonrasında mürşidinin emriyle Mudurnu’ya gönderilmiş ve burada Sunullah zaviyesinde on bir sene tekke şeyhliği yapmıştır.Mudurnu halkından pekçok kimse onun sohbetinde bulunarak feyzinden istifâde etti ve birçok talebe yetiştirdi.

Nasuhi Mudurnu’da görev yaptığı sırada (1679) mürşidi Karabaş Veli’nin Limni’ye sürgün edildiğini öğrenmiş ve tahmin 1680 yılında Limni’ye gitmiştir. Şeyhi Karabaş Veli hazretlerini ziyaret ve hizmet amacıyla ada’ya birkaç kez gidip gelmiştir. Nasuhi hazretleri bu ziyaretlerinde o sırada Limni’de sürgün hayatı yaşayan XVII. Asrın büyük mutasavvıflarından Niyazi Mısri‘nin de yakınında ve hizmetinde bulunmuş, Niyazi Mısri hazretlerinden fevkalede etkilenmiştir.

Ada’daki hizmetlerinden sonra Mudurnu’ya dönmüş ve 1685 senesine kadar Mudurnu’da kalmıştır. Şeyh efendi 1685 senesinde yerine Mudurnulu Abdullah Rüşdi‘yi halife bırakarak İstanbul’a dönmüştür.

İstanbul’a geldiği ilk yıllar Üsküdar’daki Çakırcı Hasan Paşa daha sonra da Süleyman Paşa camiilerinden iki sene irşad faaliyetlerinde bulunur. Nasuhi Efendi henüz öğrenciliği sırasında Şeyhi Karabaş veli ile Üsküdar’da geziye çıktığı bir gün Doğancılar Meydanına geldiklerinde ( Şimdiki Nasuhi dergahın olduğu yer) Karabaş veli hazretleri ” Oğlum inşallah burası senin yüzünden mamur ve kıyamete kadar Asitane-i Nasuhi diye meşhur olur” şeklinde dua ve işarette bulunur. Şeyh Nasuhi Mudurnu’dan İstanbul’a geldiğinde bu sözleri ilahi bir emanet kabul ederek Nasuhi Tekkesini kurmaya çalışmıştır.

Bu dergahı yaptırırken Yeniçeri ağası Damat Hasan Paşa ona her türlü maddi ve manevi desteği sağlıyordu. Fakat bu sırada Damar Hasan Paşa’nın Van Muhâfızlığına tâyin edilmesi, destekten mahrum kalmasına sebeb oldu, beş kese altın borç alarak dergâhın inşasını tamamladı. Bu borç sebebi ile bir müddet sıkıntı çektiyse de sonra kurtuldu.

Tamamen Nasuhi Efendinin mülkü olan dergahta, Cuma namazı kılınmaya başladı. 1704 (H.1116) senesinde Veziriazam Damad Hasan Paşa bu dergaha imam, hatib, müezzin, kayyım tayin ettirdi. Diğer ihtiyaçları için de günlük yüz elli akçe tahsisat ayırttı. Ayrıca Hadice Sultan ve Vâlide Atik Sultan vakıflarından bu dergâhın ihtiyaçları için gelir tahsîs edildi. Dergâhta bulunan dervişlerin her türlü ihtiyaçları temin edildiği gibi, dergâha her gün gelen misâfirler ağırlandı.

Nasûhî Efendi, dergâhında pekçok talebe yetiştirdiği gibi, çeşitli câmilerde verdiği vaaz ve nasîhatleriyle onların dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa kavuşmaları için çalıştı. 1705 senesinden itibaren dönemin padişahı III. Ahmed’in isteğiyle Eyyub Sultan camiinde Salı günleri vaaz vermeye başladı. Vefâtına kadar bu mübârek makamda vaaz ve nasihata devam etti. Çok tesirli ve ilgi çekici vaazlarını sayısız kimse uzaktan yakından gelip dinledi. Câmide toplanan kalabalıktan o gün Nasûhî hazretlerinin vâz günü olduğu anlaşılırdı.

1714 senesinde Kastamonu’ya gönderildi. Kastamonu’da bulunduğu sırada da vazifesini sürdürdü. Orada Halvetiyye ve Şâbâniyye yolu büyükleriyle görüşüp sohbet etti. Evliya ve alimlerin kabirlerini ziyâret etti. Bu yolculuğu sırasında oğlu Şeyh Alaeddîn Efendi de yanında bulundu. Kastamonu’dan ayrılacağı sırada büyük velî Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin kabrinin bulunduğu türbeye girdi. Kabrinin başında Kur’an-ı kerim okuyup sevabını rûhuna bağışladı.

Şeyh Şâbân-ı Velî hazretlerinin ruhaniyetine teveccüh edip, yönelip ondan istifâde etti. Ona vedâ ettikten sonra hayvanına binerek Ilgaz Dağında türbesi bulunan Benli Sultan diye meşhur olan Şeyh Muhyiddîn Efendinin kabrini ziyârete gitti. Bu ziyâret sırasında yanında Kastamonulu Azizzade Efendi ve Nasûhî hazretlerinin oğlu Alâeddîn Efendi de bulunuyordu.

Nasûhî Efendi, Benli Sultanın kabrini ziyaret etmek için Kastamonulu Azizzade ile birlikte türbenin içine girdi. Oğlu Alâeddîn Efendi ise, kapıda bekliyordu. Biraz sonra Alaeddîn Efendi de türbenin içine girdi. Nasuhi Efendi iki rekat namaz kılıp Kur’an-ı kerim okuduktan ve sevabını Benli Sultanın ruhuna hediye ettikten sonra onun rûhâniyetine teveccüh etti. Bu sırada oğlu Alaeddîn Efendi de gözlerini kapayıp teveccüh ediyordu. Kulağına konuşma sesleri gelmeye başladı. Kendi kendine; “Herhalde babam Azizzade ile konuşuyorlar.” dedi. Fakat gözlerini açıp baktığında ne görsün. Sandukanın üzerinde orta boylu, hafif sakallı bir zât duruyordu. Babası Nasuhi Efendi de o zatla sohbet ediyordu. Onların bu hallerinden ve heybetlerinden hayrete düşen Alaeddîn Efendi, dışarı çıktı. Bir müddet sonra Nasuhî Efendi ve Azizzade Efendi de dışarı çıktılar.

Kastamonu’dan ayrılıp, İstanbul’a gelmek üzere yola çıkan Nasuhi Efendi, bu yolculuk sırasında Mudurnu’ya uğradı. Mudurnu’daki bir halini oğlu Şeyh Alaeddîn Efendi şöyle anlattı: “Babam Nasuhî Efendi, Kastamonu dönüşünde Mudurnu’ya gelip Sunullah Efendinin kabrini ziyâreti sırasında birkaç gün talebelerinden Abdullah Efendiye misâfir oldu. Bir gün işrak namazından sonra istirahat ediyorlardı. Biz de Abdullah Efendi ile sohbet ediyorduk. O sırada iki zât zuhûr edip, selâm verdiler ve yanımıza oturdular. Sarışın, kısa boylu, heybetli kimselerdi. Bir ara bana korku gelip yanlarından kalktım. O zâtlar, Nasuhi Efendi uyanınca yanına gittiler. Şeyh Abdullah Efendi’ye; “Bunlar kimlerdir?” diye sordum. O; “Bunlar Sun’ullah Efendinin talebelerindendirler.” cevâbını verdi. Ben ona; “Sun’ullah Efendi vefât edeli yüz seneye yakın oldu.” deyince, Abdullah Efendi; “Bunlar cinnî tâifesindendir. Tecdîd-i bîat (bîatlarını yenilemek) için geldiler. Hâlen Sun’ullah Efendinin türbesinin penceresi önünde otururlar. Pekçok defâ bunları görenleri gördük.” dedi.

Muhammed Nasuhi Efendi 1718 senesi Şaban ayının son haftası, vaazında; “Bize bir sefer gerekti. Bu makamda son vaazımdır.” buyurarak cemaate veda etti. Dergahlarında da aynı şekilde vedâ etti. Onun bu sözlerini talebeleri herhalde Kastamonu’ya gidip oradaki büyükleri ziyaret edecek diye mânâlandırdılar. O hafta Cumâdan sonra hastalandı. Ramazan ayının ilk günlerindeydi. Bir gece oturduğu evden dışarıya çıkan Nasuhi Efendi, dergahın bahçesinde dolaşıyordu. Onun bahçede dolaştığını gören hanımı, bahçeye çıkarak yanına yaklaştı ve; “Muhterem efendim! Bu gece vakti bu bahçede niçin gezinip durursunuz?” diye sordu. O da; “Allahü teâlâ bilir ama, bu bayramı burada geçireceğiz. Şimdiden kendime yer hazırlıyorum.” buyurdu.Hanımı bu haberi işitince üzüldü ve; “Niçin böyle söyleyip yüreğimizi yakıyorsun.” dedi. Nasuhi hazretleri; “Takdîr-i İlâhî böyledir.” cevâbını verdi. Aradan günler geçti. Ramazân-ı şerîf ayının ortasına geldiğinde, sevenlerini etrafına toplayıp, yerine oğlu Alâeddîn Efendiyi halife tayin etti ve vasiyetini bildirdi.

Muhammed Nasûhî hazretlerinin talebelerinden Şâmî Ahmed Efendi, vefât edeceği gün hocasını ziyâret etti. Mahammed Nasuhî Efendinin hastalığı iyice artmıştı. Şami Ahmed Efendi ona; “Efendim biraz az oruç tutup ilaç kullanırsanız rahatsızlığınız iyileşebilir.” deyince, Nasûhî Efendi; “Oğlum! Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle otuz senedir farzları değil nâfileleri dahi noksan yapmadım. İnşâallah bu gece dergâh-ı izzete, oruçlu giderim.” buyurdu.

Mahammed Nasûhî hazretleri vefât ettikleri gün ikindi namazından sonra hizmetinde olan dervişlere; “Bu gece Cüneyd-i Bağdâdî, Abdülkâdir-i Geylânî, Molla Hünkâr Celâleddin, Mârûf-i Kerhî, Seyyid Yahyâ Şirvânî, Sultan Şâbân-ı Velî ve hocam Karabaş Veli hazretleri teşrif buyuracaklardır. Onlara hizmette kusur etmeyin.“İftar vaktinde Derviş İbrâhim, Nasûhî hazretlerinin yanından odanın kapısına varıp iki lokma ekmek yedi. Üçüncü lokmayı yerken Nasûhî hazretleri bir defâ; “Hû.” diye seslendi. Derviş İbrâhim ekmeği bırakıp içeri girerken tekrar; “.” diye Allahü teâlânın ismini zikr edip rûhunu teslim etti.

Ramazân-ı şerîf ayının on sekizinci Pazartesi günü iftâr vaktinde vefât etti. Ertesi gün Üsküdar’da Doğancılar Parkının karşısındaki çıkmaz sokağın içindeki dergâhının bitişiğinde defnedildi. Muhammed Nasûhî Efendinin kabrinin üzerine daha sonra türbe inşâ edildi. Taştan yapılmış türbenin önünde mescidin minâresi vardır. Eskiden türbeden mescide bir kapı açılırdı. Türbenin içinde tahta sandukalı on kabir vardır. Ortadaki demir şebekeli sanduka Şeyh Nasûhî Efendinindir. Diğerleri ise Muhammed Nasûhî Efendinin oğulları ile torunlarının ve türbede postnişinlik yapanlarındır. Bâzılarının üstünde isimlerini ve vefât yıllarını gösteren levhalar vardır. Türbenin sağ tarafında dergâhın mescidi vardır. Türbenin üzerinde Şâir Zekâî’nin ta’lik hattıyla yazılmış olan şu iki satırlık manzûmesi bulunmaktadır.

Makâm-ı evliyâdır, menbâ-ı feyz-i fütûhîdir,
Edeple dâhil ol sofî, bu dergâh-ı Nasûhî’dir.

Mânâsı: “Ey derviş! Manevî fetihlerle ilgili feyzlerin kaynağı ve velîler durağı olan bu Nasûhî dergâhına edeple gir.”
[toggle title=Keramet ve Menkıbeleri load=”hide”]Keramet ve Menkıbeleri
Tasavvuf yolunda kutbiyyet, gavsiyyet ve ferdiyyet derecelerine ulaşmış olan Muhammed Nasûhî Efendinin birçok kerâmetleri görüldü.

Sakız Adasını Venedikliler istilâ etmişler, oradaki müslüman halka eziyet ve işkencelerde bulunmuşlardı. Bunlara karşı Mezomorto HüseyinPaşa komutasında bir donanma gönderildi. Bu donanma Sakız’ı almak üzere savaşa girdi. Osmanlı yiğitleri Sakız’da çarpıştıkları bir sırada, Nasûhî Efendi, Üsküdar’daki dergâhında kırk gün süren bir halvete çekildi. Kimsenin olmadığı bir odada Allahü teâlâyı zikreder, oruç tutar, namaz kılar, Kur’ân-ı kerîm okuyarak ibâdet ederdi. Bir gün yakın dostlarına; “Elhamdülillah Sakız Adası ehl-i İslâma nasîb oldu.” buyurdu. Yakın dostları bugünün târihini bir yere kaydettiler. Birkaç gün sonra fetih haberi duyuldu. Aylar sonra Sakız Adasının fethine katılan gâzilerden bâzıları Nasûhî Efendinin dergâhına ziyârete geldiler. Adanın fethi sırasında, Venediklilere karşı elinde kılıç olduğu halde asker kıyâfetinde olmayan pekçok yiğitle birlikte Nasûhî Efendiyi çarpışır gördüklerini söylediler. Adanın fetholunduğu günü bildirdiler. Talebeler daha önce kaydettikleri târihle karşılaştırdıklarında bunun, bildirilen güne rastladığını hayretle müşâhede ettiler.

Muhammed Nasuhi Efendi borçlarını ödemekle meşgul olduğu sırada Mezomorto Hüseyin Paşa konağına dâvet etti. Nasûhî Efendi, Paşanın konağına varınca, Paşa saygıyla ayağa kalkıp kendisine ikrâmda bulundu. Muhammed Nasûhî Efendi, Paşanın bu hareketine hayret etti. Kendi kendine; “Bu ne haldir? Bakalım sonu ne olacak.” dedi. Çünkü Mezomorto Hüseyin Paşa, Nasûhî hazretlerine daha önce yakınlık göstermezdi. Bugünlerde ilgilenmesi onun dikkatini çekti. Hüseyin Paşa, Nasûhî hazretlerine hitâben; “Efendi hazretleri! Bize niçin yabancı gibi bakıyorsun. Sakız önündeki muhârebede bize zaferi müjdeleyen siz değil miydiniz?” dedi. Çünkü Sakız muhârebesi sırasında Nasûhî Efendi, Mezomorto Hüseyin Paşanın bulunduğu kalyona kerâmet olarak gelmiş, zaferi müjdeledikten sonra kaybolmuştu. Sakız muhârebesi sırasında bu müjdeyi veren kimsenin Nasûhî hazretleri olduğunu bilen Hüseyin Paşa, o gece, onu konağında misâfir edip izzet ve ikrâmlarda bulundu. Ertesi sabah dergâh inşâası sebebiyle olan bütün borçlarını ödediği gibi, dergâhının çeşitli ihtiyaçlarını da temin etti. Böylece Nasûhî Efendinin kimseye borcu kalmadı.

Nasûhî Efendi, vâz günlerinden olmayan bir günde Eyyûb Sultan Câmiine gelmişti. Câminin o günkü vâizi, hazırladığı vâza âit notlarını unutmuştu. Durumu Nasûhî Efendiye bildirdi. Nasûhî Efendi de hazırlıksız olmasına rağmen kürsüye çıktı. “Bana bir kitap veriniz.” dedi. Orada bulunanlar bir şiir kitabı verdiler. Nasûhî Efendi o kitaptan bir şiir okuyarak vâza başladı. Bugünkü vâzı diğerlerinden daha hoş olup, dinleyenler çok memnun kaldılar. Nasûhî Efendinin o kitaptan okuduğu kıt’a şudur:
Gönül ki sînede sensiz garîb imiş cânâ
Vatanda âşıka kûyün habîb imiş cânâ
Gamınla mihnete salmışdı rûzigâr beni
Yine cemâlini görmek nasîb imiş cânâ.

ARZU EDEN GELSİN

Muhammed Nasûhî Efendi, bir ara üç gün müddetle sevenlerinden birinin dâveti üzerine hava değişikliği için Çamlıca civârındaki Bulgurlu’ya gitti. Bulgurlu’ya gelişlerinin ilk gecesi, gece yarısından sonra teheccüd namazını kıldıktan sonra yanında bulunanlara; “Bize bugün Üsküdar’a gitmek gerekiyor. Hizmeti yerine getirdikten sonra inşâallah yine geliriz. Arzu eden bizimle gelebilir.” buyurdu. Sabah namazını kıldıktan sonra Üsküdar’a gelmek üzere yola çıktı.Yolda karşısından derviş kıyâfetli biri geldi ve; “Ben duâcınız da efendime gidiyordum. Dergâhınıza vardım. Efendim hazretleri (yâni siz) Bulgurlu’dadır.” dediler. Çok şükür efendime burada kavuştum. Size gelişimin sebebi, Üsküdar’da Bülbülderesi denilen yerdeki bir mağarada, Nakşibendiyye yolu mensuplarından Şâh Haydar adında bir zât vardı. Bu zât kimsenin işine karışmayan, haram işlememek için insanlardan uzak yaşamaya gayret eden biriydi.Ömrünün sonuna doğru bana; “Artık dünyâ hayâtım bitmek üzeredir. Vefât ettiğimde cenâzemi yıkamak, namazımı kılmak, kabre koymak ve telkînimi vermek üzere Nasûhî hazretlerinin vekil olmasını istirhâm ediyorum. Bu vasiyetimi unutma ve başkaları yapmak isterlerse mâni ol. Vefâtımı ve vasiyetimi ona bildirmene lüzum yok. Ona Allahü teâlâ bildirir.” buyurdu.Lâkin duâcınız işgüzârlık yapıp kendiliğimden geldim. Bu gecenin son üçte birinde vefât etti.” dedi. Nasûhî hazretlerinin yanında bulunan talebeleri, onun bir kerâmetini daha gördüler. Vefât eden zâtın dediği gibi oldu. Nasûhî hazretleri talebeleriyle birlikte Bülbülderesine geldi. Kabrini kazdırdı.Cenâzesini yıkadı. Namazını kılıp, kabre koydu ve telkînini verdi.

ACELE TÖVBE ET

Sarayda vazîfeli Mehmed Ağa anlattı: “Sarayda, Enderûndan yetişmiş bir ağa, Üsküdar’daki konağında oturuyordu. Ben de önceleri onun konağında vazîfeliydim. O günlerde, Doğancılar’da Nasûhî Efendinin vefât ettiği duyuldu.Cenâze namazı kılınmak üzere câmiye götürülüyordu.Talebeleri mübârek tabutu omuzlarına almışlar, gözyaşları arasında ağanın evi önünden geçerken, ağa, kalabalığı görmeyeyim diye pencerelerin perdelerini kapattı. Çünkü Nasûhî hazretlerinin büyüklüğüne inanmazdı. Ağa, o gece rüyâsında büyük bir kalabalığın Pâdişâh Sultan Ahmed Hanı beklediğini gördü. Halk, yolun kenarlarına dizilmişlerdi. Öyle ki, çarşının aşağı başından Ahmediye Câmiine kadar yollar doluydu. Herkes heyecanla bekleşiyordu. Bâzılarına niçin beklediklerini sorduğunda, onlar; “Pâdişâhımız, Nasûhî Efendi hazretlerini ziyârete gelecek. Onun gelmesini bekliyoruz.” dediler. Bu sırada Nasûhî Efendi, Pâdişâhın geleceği istikâmete doğru, beyaz bir at üstünde göründü. Etrafında talebeleri vardı. Nasûhî Efendi, Ağanın önünden geçerken durdu. Ona dönüp; “Allahü teâlânın sevdiği kulları sevmeyenler, helâk olur. Bu düşmanlık, onların perişân olmalarına kâfidir. Sen acele tövbe et ki, kurtulasın!” buyurdu. O sırada uyanan Ağa, sıkıntıdan ter içinde kaldığını gördü. Hemen tövbe edip, abdest aldı. İki rekat namaz kılıp Kur’ân-ı kerîm okudu. SevaplarınıNasûhî hazretlerinin rûhuna bağışladı. Bir müddet durdu. Hiç âdeti olmadığı halde dışarı çıkıp tek başına sokak kapısını açtı ve yola çıktı. Hanımı onun alışılmamış bu hâli sebebiyle beni (Karakulak Mehmed Ağayı) çağırdı. Ağa nereye gidiyor acabâ tâkib et dedi. Ben de ağanın arkasınca gittim. Ağa Doğancılar’a geldi. Nasûhî Efendinin dergâhına girdi. Ben de varıp bir köşeye gizlendim. Ağanın hareketlerini tâkib ettim. Sabah namazını kıldıktan sonra, Nasûhî hazretlerinin türbesine girdi. Kabr-i şerîfinin başında bir mikdar durduktan sonra, Kur’ân-ı kerîm okudu. Oradan çıkarak evine döndü. Ben de geri dönüp gördüklerimi hanımına anlattım. Hanımı Ağaya, bilmiyormuş gibi gece nereye gittiğini sordu. Gittiği yeri ve gidiş sebebini anlattırdı. Hanımı Ağadan dinlediklerini daha sonra bana nakletti.”

Bu zamandan sonra, Nasûhî hazretlerinin sevenlerinden olan Ağa, dergâhının devamlılarından oldu.
,
Sâlih Efendizâde Feyzullah Efendi çocuk iken hastalanmış, bir şey yiyip içmeden dalgın halde yatıyordu. Nasûhî Efendi, Burnaz Hasan Ağaya; “Sâlih’e gidelim, Sâlih’in oğlu hasta olup perişan bir halde yatmaktadır.” dedi. Yanlarına aldıkları bir-iki kimseyle birlikte Sâlih Efendinin evine geldiler. Dalgın bir halde yatan Feyzullah Efendinin başucuna yaklaşıp ellerini alnına koydu ve; “Feyzullah’ım, Feyzullah’ım.” diyerek yüzünü okşarken Feyzullah Efendi gözlerini açtı. Gördü ki, mübârek elleriyle kendisini okşuyordu. Feyzullah Efendi, Nasûhî Efendinin ellerini öptü. O saatte üzerindeki ağırlık ve rahatsızlık gitti.

Draman Dergâhı şeyhi olan Îsâ Efendinin kızı hastalanmıştı. Hastalık o dereceye ulaşmıştı ki, etrâfında bulunanlar ondan ümit kesmişlerdi. Îsâ Efendi de tam bir ümitsizliğe düşmüştü. Bir an Nasûhî Efendi ile kardeşlik derecesinde sevgileri olduğunu düşünüp, evlâd-ı mânevîsî olanZâkir AhmedEfendiyi Üsküdar’a gönderdi. Zâkir Ahmed Efendiye; “Nasûhî Efendi hazretlerine git, selâmımı söyleyip hâlimi arzet. Ömrümün meyvesi biricik kızım çok hastadır. Kardeşliğini bugün için beklerim. Himmet buyurup kızımın sıhhate kavuşması için Allahü teâlâya yalvarıp duâ etmelerini istiyorum.” dedi. Zâkir Ahmed Efendi hemen Üsküdar’a gidip Nasûhî Efendi hazretlerinin dergâhına vardı. Huzurlarına çıkıp ellerini öptükten sonra geliş maksadını arzetti. Nasûhî Efendi bir mikdâr durakladıktan sonra; “Îsâ Efendiye selâm söyle. Cenâb-ı Hak kerîmdir, bağışlar. Çok üzülmesinler.” buyurdu ve müjde verdi. Ahmed Efendi, Îsâ Efendinin dergâhına döndüğü zaman, selâm verip içeri girdi. Ona hastanın kalkıp çorba içtiğini ve biraz kendisine geldiğini söylediler. Ahmed Efendi, Nasûhî Efendi hazretlerinin selâmını tebliğ edip, müjdelerini bildirdi. Îsâ Efendinin kızı kendisinin sıhhate kavuştuğu kanâatine vardı. Dergâhta bir bayram havası vardı ve herkes seviniyordu. Bu sırada, Nasûhî Efendinin ergenlik çağına ulaşmış olan kızı hastalandı. Kendisine haber verdiklerinde; “Onun için gerekli hazırlıkları yapın, vefât edecektir.” buyurdu. Techiz ve kefeni hazırlanıp diğer hazırlıkları yapıldı. O gece kızı vefât etti. Ertesi günü defnedildi.

Lodosun şiddetle estiği fırtınalı bir günde talebeleri Nasûhî Efendiyi ziyârete gittiler. Bir miktar sohbet ettikten sonra, Harem İskelesine doğru geldiler. Sonra Nasûhî Efendi; “Harem’den Galata’ya cenâze namazına kim gider?” dedi. Orada bulunanlar; “Ey Sultanımız! Bu fırtınalı havada karşıya geçmek mümkün müdür?” dediklerinde; “Aslına sonra vâkıf olursunuz. Sevâba ihtiyâcı olan gider.” buyurdu. İki ihtiyar kimse ile gitmeye karar verdiler. Talebeleri de Aşağı Çınar’a kadar berâber gidiyorlardı. Hacı Paşa Hamamı önünde bir mevlevî dervişi zuhûr etti. Gelerek Nasûhî hazretlerinin elini öptü. Derviş konuşmaya başlamadan önce Nasûhî Efendi; “Fasîh Dede ne zaman vefât etti.” diye sordu. Derviş; “Bu gece yarısından önce Derviş Osman’ı odasına çağırıp; “Bu gece yolcu olsak gerektir. Lâkin beni Şeyh Nasûhî gasl etsin (yıkasın). Namazımı dahi onlar kıldırsınlar.” diye vasiyet eyledi ve iki saat geçtikten sonra vefât etti. Biz sabah namazını kıldıktan sonra Derviş Osman beni çağırıp denizde fırtına var. Lâkin elbette Fasîh Dedenin söylediklerinde bir hikmet vardır. Buradan bir kayığa bin, İstanbul’a (Eminönü’ne) var. İstanbul’dan büyük bir kayık bulup git, Nasûhî Efendi hazretlerine durumu haber ver. Elbette onlara dahi malûm olmuştur. İcâbet buyururlar diye, Sultanım hazretlerine ben kölenizi gönderdi. Ben büyük bir kayık getirdim. Şimdi Şemsipaşa’dadır.” dedi. Nasûhî Efendi talebeleriyle birlikte Şemsipaşa’ya kadar yürüdüler. Orada bekleyen kayığa bindiler. Talebeleri hocalarının sözündeki hikmeti anladılar ve bir kerâmetine daha şâhid oldular.

Nasûhî Efendinin sevenlerinden Şâmî Ahmed Efendinin bir kız çocuğu olmuştu. Hanımıyla konuşup çocuğun ismini Fâtıma koymaya karar verdiler. Bu sırada Nasûhî Efendinin, Ahmed Efendinin evine gelmekte olduğunu gördüler. Ev sâhibi kapıya çıkıp onu hürmetle karşıladı, ellerini öptükten sonra içeriye dâvet etti. Nasûhî hazretleri başkaları hiçbir şey konuşmadan; “Oğlum biz sizin kızınıza isim koymak için geldik.” buyurdu. Ahmed Efendi çocuğun annesinin yanına girip durumu anlattı. Çocuğun annesi; “Biz kendi aramızda Fâtıma ismini koymayı kararlaştırmıştık ama, bunda da bir hikmet var. Nasûhî hazretlerinin verdiği isim olsun.” dedi. Çocuğu Nasûhî Efendinin kucağına verdiler. Kimseye hiçbir şey söylemeden sağ kulağına ezan, sol kulağına ikâmet okuduktan sonra, çocuğa Fâtıma ismini verdi. Orada bulunanlara da buyurdu ki: “Allahü teâlâ bilir ama sizin gönlünüzden de Fâtıma ismi koymak geçiyordu.” buyurdu. Çocuğun babası ve yanındakiler Nasûhî hazretlerinin kerâmetini görüp büyük bir velî olduğunu anladılar.

Abdülkerîm Dede, Canbazlar Kethüdâsı İbrâhim Ağa ve Nasûhîzâde Ahmed Efendi anlattılar:

“Bir gün dergâha elinde bavulu ile biri geldi.Bavulunu emânete verip, bize Nasûhî hazretlerinin türbesini sordu. Biz de; “Yorgunsun, birazcık dinlen, sonra ziyâret edersin.” dedik. Fakat o; “Önce ziyâret edeyim sonra dinlenirim.” cevâbını verdi. Bunun üzerine türbeyi gösterdik. O gidip kabrin başında bir müddet Kur’ân-ı kerîm okudu. Ziyâretten sonra yanımıza gelip oturdu ve şöyle anlatmaya başladı: “Bu fakîr, seyahatim esnâsında bir vilâyete uğradım. Birisine; “Burada talebelerin, gariplerin kaldığı bir dergâh var mıdır?” diye sordum. O da; “Filân yerde bir dergâh var. Aradığını orada bulabilirsin.” dedi. Oraya gidip misâfir oldum. Dergâhın idâresini yapan, mübârek kâmil bir zât imiş. Onunla tanıştık, o gece berâber sabaha kadar sohbet ettik. Bana seyahatimin sebebini ve nereye gideceğimi sordu. Ben de anlattım ve İstanbul’a gideceğimi bildirdim. Bana; “Oğlum, bir ricâda bulunsam acabâ yerine getirebilir misin?” dedi. “Elbette gücüm yeterse yaparım, emrediniz.” dedim. O da; “İstanbul’a gitmek için, Üsküdar’dan geçmen lâzım. Üsküdar’ın Doğancılar semtinde Nasûhî hazretlerinin türbesi vardır. Oraya uğradığında bizim hürmetimizi bildirip, mübârek rûhuna Yâsîn-i şerîf, üç İhlâs ve bir Fâtiha okuyup sevâbını hediye eder misin?” dedi. “Peki, inşâallah emrinizi yerine getiririm.” dedim. Sonra ona; “Efendim! İstanbul’da pek büyük velîler, âlimler olduğu hâlde, niçin önce Nasûhî Efendiye gitmemi arzu ettiniz?” diye sormaktan kendimi alamadım. O da: “Babam Kâdiriyye yolunda olgun bir velî idi. O hayatta iken kıymetini bilemeyip nefsimin hevâsı peşinde koştum. O vefât ettikten sonra da huzûrum iyice kaçtı. Birgün babamın yerine bakan halîfesi bana; “Ey mübârek hocamın yâdigârı! Kıymetli ömrünüzü böyle geçirip giderseniz sonunuz hüsrân olur. Mübârek hocamızın bize bir emânetisiniz. Zararın neresinden dönerseniz kârdır. Geç de olsa bir medreseye gidip ilim tahsîl etseniz, bir velî kulun hizmetine girip kalb ilimlerini öğrenip buraya gelseniz ve babanızın yerine geçseniz ne güzel olur. Size elimizden geldiği kadar yardımcı oluruz. Size yakışan budur.” dedi. “Peki, nereye gideyim.” diye sorduğumda da; “Edirne’de tanıdığım âlimler var. Oraya gidebilirsin.” deyince, hazırlığa başladım. İhtiyaçlarımı tedârik edip yola çıktım. Yolculuk uzun ve yorucu oluyordu. Vakti gelince namazlarımı kılıyor, akşamları da uygun yerlerde uyuyup dinleniyordum. Bir gün dinlendiğim bir handa, önümüzdeki yolu eşkıyâların kestiğini, geçenleri soyduklarını söylediler. Ben onların bu sözlerine aldırmayıp Allahü teâlâya tevekkül ederek yoluma devâm ettim. Yol kesicilerin bulunduğu mahalle yaklaştım. Karşı tepenin üzerinde hareket eden bâzı karartılar görülüyordu. Belli ki onlardı. Gitsem mi, gitmesem mi diye tereddüd içinde yürürken, karşıdan siyah bir at üzerinde nûr yüzlü, sakallı ve heybetli bir zât göründü. Yanıma geldiğinde; “Evlâd! Korkma, gel benimle.” diyerek geri döndü. Peşinden yürümeğe başladım. Eşkıyânın bulunduğu yerden geçtikten sonra bana dönerek; “Bundan ötesi selâmettir. Yolun açık olsun, Allahü teâlâ yardımcın olsun.” dedi ve kayboldu. Cenâb-ı Hak, ilim öğrenmek niyetimin bereketiyle, beni eşkıyânın şerrinden bu tanımadığım mübârek zâtın vesîlesiyle kurtarmıştı.

Uzun yolculuktan sonra Üsküdar’a geldim. Oradan İstanbul’a sonra da Edirne’ye gidecektim. Üsküdar’da yürürken iki kimse yanıma sokuldu; “Ey efendi! Seni üstâdımız dergâhına dâvet ediyor. Lütfen oraya buyurunuz.” dedi. Beni burada kimse tanımazdı. Üstelik benim de tanıdığım bir kimse yoktu. Yine Rabbimize tevekkül edip; “Peki geleyim.” diyerek peşlerine düştüm. Dergâha geldik. Dinlenmemi söylediler. “Beni huzûruna dâvet eden üstâdınızla görüşeyim.” dediğimde; “Üzülme, vakti gelince o sizi çağırır, görüşürsünüz.” dediler. O gece sabaha kadar uyuyamadım. Kur’ân-ı kerîm okuyup, namaz kıldım. Allahü teâlâya; “Yâ Rabbî! Bana ilim, amel ve ihlâs ihsân eyle.” diye çok yalvardım. Sabah namazını kıldıktan sonra bana; “Şeyhimiz seni huzûruna bekliyor.” dediler. İçeri girdiğimde, beni eşkıyânın elinden kurtaran o nûr yüzlü zât karşımda duruyor, bana tebessüm ediyordu. Hayretimden dona kalmışım. Aklım başıma geldiğinde hemen eğilip elini öptüm. Sonra da; “Muhterem efendim! Tehlikeye girdiğimde hayâtımın kurtulmasına sebeb oldunuz.” derken, sözümü kesti ve; “Oğul! Ne garip kelâm edersin. Seninle ilk defâ karşılaşıyoruz. Orada senin gördüğün kimse bu vücûd değildir. Cenâb-ı Hak meleklerinden birini benim sûretimde oraya gönderip, seni tehlikeden kurtarmış.” diyerek hâllerini gizledi. Üç gün dergâhta kalıp istirahat etmemi emretti. Dışarı çıktıktan sonra, bu zâtın kim olduğunu sordum. Nasûhî Efendi olduğunu söylediler. Üç gün cana can katan, kalb hastalıklarına şifâ olan sohbetleriyle şereflendim. Bereketli teveccühleri ile kalbim aydınlandı, haller sâhibi oldum. Üç gün sonra huzûruna çıktığımda buyurdular ki: “Evlâdım! Şimdi memleketine geri dön. Pederinin dergâhında makâmına otur. Bu yolun âdâbına uyarak talebeleri yetiştirmeye çalış. Silsile-i aliyye büyüklerinin rûhâniyetleri seni terbiye ederler. O zaman yüksek haller, zevkler sâhibi olursun. Sana duâ ediyorum. Başın dara düştüğü zaman bizi hatırla.” Bu sözleri can kulağımla dinledim. Mübârek ellerini öptükten sonra vedâlaştım. Memleketime gelip, gördüğün gibi burada talebelerin başında, onlara yardımcı olmaya çalışıyorum. İşte yukarıda anlattığım sebeplerden dolayı Nasûhî Efendiyi ziyâret edip okumanı istedim.” dedi.”
[/toggle]

İlimde ve fazîlette yüksek bir zat olan Muhammed Nasuhi hazretleri, güzel ahlâk sahibiydi. Riyâzet, nefsin istediklerini yapmamak ve mücâhede, nefsin istemediklerini yapmak sûretiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaya çalışırdı. Uzun müddet halvette kalırdı. Recep ayının başında halvete girip, Ramazân-ı şerîf bayramında halvetten çıkardı. İki erbaîn (kırk gün) ve bir îtikâf müddeti (on gün) halvette kalırdı. 1696 (H. 1108) senesinde on erbaîn müddeti yâni dört yüz gün müddetle erbâinde kalmıştı. Ramazan ayının son on günündeki îtikâfdan başka olan halvet ve erbaînlerinde yirmi dört saatte bir yemek yerdi. Yağlı ve tuzlu yiyeceklerden sakınırdı.Yediği tuzsuz çorba ve tuzsuz ekmeğin hepsi otuz dirheme (yaklaşık 150 gr) ulaşmazdı. Erbain ve halvetlerde oruçlu olduğu gibi, diğer zamanlarda Pazartesi ve Perşembe günleri ve Arabî ayların 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tutardı. Her gün evvabîn, tesbih, teheccüd, işrak ve duhâ namazlarını devamlı kılardı. Halvet ve erbainlerde Peygamber efendimizin rûhuna bir Fâtiha üç İhlâs okurdu. Diğer peygamberlerin, dört halîfenin, Aşere-i mübeşşerenin diğer Eshâb-ı kirâmın, müctehid imâmların, tasavvuf büyüklerinin de ruhlarına üç İhlâs bir Fâtiha okurdu. Özellikle Hasan-ı Basrî, Cüneyd-i Bağdâdî, Seyyid Yahyâ Şirvânî, Sultan Şâbân-ı Velî, pîri ve mürşîdi Karabaş Ali Efendinin ruhları için okur, her birinin rûhu için ayrı ayrı duâ ederdi.

Nasûhî Efendinin, Ali Alâeddîn Efendi, Fadlullah Efendi, Fahreddîn Muhammed Efendi isimli oğullarından nesli devâm etmiştir. Fadlullah Efendinin kızının oğlu İbrâhim Affet Efendinin neslinden Nasûhîzâdeler diye ulemâdan bir âile devâm etmiştir.

Nasûhî Efendinin tasavvufta tâkib ettiği yola kendisinden sonra gelen talebeleri ve sevenleri tarafından Nasûhiyye adı verildi.

Nasûhî Efendinin tasavvuftaki yolu olan Nasûhiyye yolunu devâm ettiren halîfeleri ise şunlardır:

1) Oğlu Şeyh Alâeddîn Efendi. 2) Şâbân Efendi. 3) Şâbân Efendinin oğlu Mustafa Efendi. 4) Konurapa şeyhi Muhammed Efendi. 5) Mudurnu şeyhi Muhammed Efendi. 6) Serezli el-Hac Ömer Dede. 7) Mudurnu şeyhi Abdullah Reşîd Efendi. 8) Ankara şeyhi Derviş Hasan Efendi. 9) Arâkiyeci Mustafa Dede. Bunlar Nasûhî hazretlerinin icâzetli halîfeleridir. Vazîfe verilmemiş olan pekçok talebesi vardı.

Nasûhî Muhammed Efendinin belli başlı eserleri şunlardır:

1) Tefsîr-i Şerîf: On cildlik bir eserdir. 2) Risâletü’l-Fahriyye, 3) Risâletü’r-Rüşdiyye, 4) Risâletü’l-Velediyye, 5) Şuabü’l-Îmân, 6) Şerh-i Gazel-i Niyâzî-i Mısrî.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]1) Vekâyiü’l-Füdelâ; c.2, s.432
2) Sicilli Osmânî; c.4, s.557
3) Mu’cemü’l-Müellifîn; c.12, s.80
4) Esmâü’l-Müellifîn; c.2, s.314
5) Sefînetü’l-Evliyâ; c.4, s.31
6) Tezkire-i Sâlim; s.669
7) Osmanlı Müellifleri; c.1, s.176
8) Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye; (49. Baskı) s.1129
9) Îzâhü’l-Meknûn; c.2, s.438
10) Üsküdar Târihi; s.239, 373
11) Menâkıb-ı Nasûh-i Üsküdârî
12) Üsküdarlı Muhammed Nasuhi ve Divani – Mustafa Tatcı – Kaknüs yayınları

[/toggle]

Şeyh Hafız Mustafa Efendi

Şeyh Hafız Mustafa Efendi’nin kabri şerifi ; Kastamonu Şeyh Şaban Veli türbesinde

Abdullah Efendi’nin vefatından sonra Şaban-ı Veli Tekkesine 13. Şeyh olarak Şeyh Hafız Mustafa Efendi irşada memur edilmiştir. Babaları Halveti Şeyhlerinden Şeyh Hacı Ahmet Efendi olup 1123 H. tarihinde dünyaya gelmişlerdir.

Şeyh Hafız Mustafa Efendi, hafızlığı bitirdikten sonra akli ve nakli ilimleri tahsille, zahir ilimden icazet aldıktan sonra sofiler mesleğine kendisinde bir heves uyandığından Şeyh Hafız Mehmet Efendi’ye intisab ile Şeyhlik icazetini almıştır.

Şeyh Hafız Mustafa Efendi, zahit olmakla beraber zahiri ilimde de çok kuvvetli bir şahsiyet olup tevatüren nakil olunan ve büyüklerine delil olan hadiselerden birini burada nakletmeyi münasib bulduk :
O devrin tanınmış ilim adamlarından halen Çorum’da medfun Şeyh Yusuf Bahri Hazretleri her nerede olsa fazilet erbabı ile görüşmek ve onlarla ilmi mübaheserde bulunmayı adet ettiğinden tesadüfen şehrimize yolları uğramıştır.

Kastamonu’nun üleması ile görüşmek ve ilmi sohbetlerde bulunacak ilmen ve İrfanen kimin bulunduğunu görüştüğü kimselere sorduğunda Şaban-ı Veli tekkesinde Mustafa Efendinin bulunduğunu söylemişlerdir.

Yusuf Bahri Hazretleri, ilmi sohbetlerde kanşısındaki ilim adamına, faziletçe bir üstünlük gördüğü vakitte nefsinde bir haz duyduğu için daima ilmi sualleri sormakla tereddüt etmezmiş. Şeyh Mustafa Efendi ile görüşmek üzere Şaban veli dergahına giderken bir taraftan da Şeyh Mustafa Efendi’ye soracağı sualleri hafızasında kararlaştırdıktan sonra tekkenin kapısından içeri girdiğinde Şeyh Mustafa Efendi’nin hücre başında elinde kağıt ve kalem olduğu halde yazı yazdığını ve bu yazıların kendi kafasında hazırladığı suallerin cevabı olduğunu anlar anlamaz, ilahi bir aşk kendisni kaplamış ve derhal Şeyh Hafız Mustafa Efendi’nin ellerini öperek dervişleri olmuşlar ve bu suretle Halveti tarikatının usul ve erkanını öğrenmeye başlayıp bir erbain çıkararak Cenab-ı Hakk’a ibadetle meşgul olmuşlar fakat bu 40 gün içerisindeki mücahede ve zikre devam etmişlerse de ikmali hale muvaffak olmamışlar ve bu erbainden sonra iki erbain daha halvete girerek nefsi ile mücahede de bulunmuşlar ve bütün dünya varlığından ellerini çekmişler ve nihayet Şeyhlik icazetini almaya muvaffak olmuşlardır.

Şeyh Mustafa Efendi‘nin diğer bir icazetli Şeyhleri de Çankırılı Şeyh Hacı Dede olduğu rivayet olunmaktadır. 33 yıl şeyhlik yaptıktan sonra 1215 Hicri (1800 M.) ahirete intikal etmişler ve Şaban-ı Veli türbesine defnolunmuşlardır.

Kerametlerinden biri şöyle naklolunur ; vefatlarında adet üzere cenazenin yıkanması çadır içinde olup yıkayıcı olan zat vaktin ülemasından Ağaimareti Müderrisi Arap Hoca Efendi olup taassuf saikası ile Şeyh Mustafa Efendi aleyhinde söylemedik söz bırakmazmış. Su kuyucu derviş çadırdan çıktığı ve çadırda yalnız Hoca Efendi kaldığı bir sırada Şeyh Mustafa Efendi hocanın bileğinden şiddetle tutar, hoca bileğini kurtarıp dışarıya fırlayarak ” Abdurrahman Efendi , babanız hayattadır , giripi içeri bakın” demesi üzerine Abdurrahman Efendi içeri girdiğinde babasında hayat eseri olmadığını görür ve meseleyi anlar ” siz hizmetinizi yaptınız, bu size bürhandır, azize bazı tarizlerde bulunuyordunuz , bu ona işarettir ” demiştir.

Kaynaklar
Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 2012
Kastamonu Evliyaları , Abdulhakim Durma , 2010

Şeyh Abdullah Efendi – Kastamonu

Şeyh Abdullah Efendi’nin kabri şerifi ; Kastamonu Şeyh Şaban Veli türbesinde

Şeyh Abdullah Efendi, Şeyh Mehmet Efendinin vefatı üzerine 12. Şeyh olarak irşada memur edilmiştir. Şeyh Abdullah Efendi, Şeyh Mehmet Efendinin oğludur. Zahiri ilmi tahsil ettikten sonra batıni ilme ve tasavvufa fazlaca meyil göstermiş, Nasuhi Zade Seyyit Alaettin Efendiden şeyhlik icazetini almış, irfan ve kemali ile tanınmış, 25 sene halkı Hak yoluna davetle irşat ve tenvir vazifesini yaptıktan sonra Hac farizasını yapmak üzere Hicaza azimet etmiş, bu dini vazifeyi yerine getirdikten sonra memlekete dönüş sırasında 1181 (1767 ) tarihinde Süveyş’de irtihal buyurmuşlar ve oraya defnedilmişlerdir.

Kaynaklar
Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 2012
Kastamonu Evliyaları , Abdulhakim Durma , 2010

Şeyh Mehmet Efendi – Kastamonu

Şeyh Mehmet Efendi‘nin kabri şerifi ; Kastamonu – Şeyh Şaban Veli türbesinde

Şeyh Ahmet Efendinin vefatı üzerine 11. Şeyh olarak oğlu Şeyh Hafız Mehmet Efendi Şaban-ı Veli tekkesinde irşada memur edilmiş ve tam 23 sene bu makamda bulunmuş, halkı tenvir ve irşada çalışmıştır. 1156 (1743 M.) tarihinde vefat etmişler ve Şaban-ı Veli türbesine sırlanmışlardır.

Kaynaklar
Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 2012
Kastamonu Evliyaları , Abdulhakim Durma , 2010

Şeyh Ahmet Efendi – Kastamonu

Şeyh Ahmet Efendi kabri ; Kastamonu’da Şeyh Şaban Veli Türbesinde

Şaban-ı Veli tekkesinin Şeyhi İbrahim Efendinin vefatı üzere 10. Şeyh olan Şeyh Ahmet Efendi, Çorumlu Şeyh İsmail Efendinin torunu ve Şeyh Mustafa Efendinin oğludur. Zahiri ilmi tahsil ettikten sonra manevi ilim öğrenmek ve hak yolunda çalışmak üzere Karabaş Veli’nin icazetli şeyhlerinden Aliyül Rayiye intisab etmiştir.

Dedesi ve babası gibi ahlaki faziletleri nefsinde toplamış olan Ahmet Efendi, 10 sene Hak yolu aşıklarına doğru yolu göstermiş ve bir çoklarının irşada muvaffak olmuştur. 1133 (1721 M.) tarihinde ahirete intikal etmiş ve Şaban-ı Veli türbesine defnolunmuştur.

Kaynaklar
Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 2012
Kastamonu Evliyaları , Abdulhakim Durma , 2010

Şeyh İbrahim Efendi – Kastamonu

Şeyh İbrahim Efendi kabri şerifi ; Kastamonu Şeyh Şaban Veli türbesinde

Şeyh Abdurrahman Efendinin vefatı üzerine Şaban-ı Veli dergahına 9. Şeyh olarak Amasya’da neşri tarikat etmekte olan Şeyh ibrahim Efendi gelmiş ve tam 40 sene halkı tenvir ve irşatta bulunmuşlardır.

Kendisi, gayet alim, fazıl ve kamil bir mürşit olup son derece ibadet ve taatla meşgul olduğu tam 50 yıl beş vakit namazı imam ile kıldığı damadı tarafından yazılan Arapça hal tercümesinden öğrenilmiştir. Namazın sünnet ve nafilelerini dahi hiç terk etmeyerek kıldığı gibi, Kur’an-ı Kerim-i 3000 defa okuduğu ve Şaban-ı Veli camiinde Kur’an tefsirine başlayarak halka yaptığı vazu nasihatta tam 36 senede tefsiri hitama erdirdiğini ve bu hatim duasını caminin almıyacağı nazarı itibare alinarak o civarda bulunan Gümüşlüce mevkiinde yapılmıştır.

Zamanında pek çok kimselerin kendisine intisap etti ve bir çok kimselere Şeyhlik payesi vererek Anadolu ve Rumeli’ye göndermiştir. Kendisinin Muhittin Arabi’nin bir eserine mürşidane şerhleri olduğu gibi, fetvaya dair de bir eseri vardır.

1124 (1712 M.) de ahirete intikal etmişler ve Şaban-ı Veli türbesine defnolunmuştur.

Kaynaklar
Hz. Pir Şeyh Şaban Veli , Fazıl Çifçi , Şeyh Şaban Veli Kültür Vakfı , 2014
Halvetilik ve Şabaniye Kolu , Abdulkerim Abdulkadiroğlu , Kastamonu Şeyh Şaban Veli derneği ,1991
Şabaniyye Silsilesi , İbrahim Has , Sahaflar Kitap Sarayı , 2006
Kastamonu Camileri ve Türbeleri , Fazıl Çifçi , Kastamonu Belediyesi , 2012
Kastamonu Evliyaları , Abdulhakim Durma , 2010