Ana Sayfa>admin(Sayfa 77)

Şeyh Şazeli Ali Efendi

Şeyh Ali Efendi ; Şanlıurfa – Balıklı Gölün hemen kenarında

Şazeli Ali Dede 17.yy da Urfa’da yaşamış Şazeli Tarikatı Şeyhidir. Halil-ür Rahman kabristanındaki türbe içindeki bir pakette Osmanlı Padişahlarından IV. Murat’ın 1639 Bağdad Seferine giderken, Şazeli Ali Dede’ye misafir olduğu ve Padişahın Ali Dede’ye ihsanlarda bulunduğu yazılıdır. Ali Dede Afrika’dan İstanbul’a gitmiş ve Erenköy’e yerleşmiştir. Daha sonra Urfa’ya gelip Halil-ür Rahman civarına yerleşmiş ve tekke açmıştır. Padişahın verdiği beraata göre Afrika’da yaşayan Şazeli Tarikatı kurucusu Şazeli Hasan Dede evlatlarındandır. Padişah IV. Murat, Ali Dede’nin müracaatı üzerine Karaköprü Koyunu Ali Dede’ye bağışlamıştır. Beratın altında devrin büyük devlet adamlarinin ismi yer almaktadır. Beratta geçen Mehmet Paşa, Sadrazam Gürcü Mehmet Paşa’dır. Şazeli Ali Dedenin evlatları yakın zamana kadar hala şeyhliğe devam etmişlerdir.

Kaynak: Kültür ve İnançlar diyarı Şanlıurfa – Şanlıurfa Valiliği

Nebih Efendi

Şanlıurfa – Bediüzzaman kabristanında. Kabristanın haleplibahçe caddesindeki kapıdan girdiğimiz zaman 50 metre yukarıda soldaki türbed

Urfa’da mezarını bildiğimiz en eski Nakşibendî şeyhi Nebih Efendidir (k.s.). Nebih Efendi Nakşibendîliğin Müceddidiye ko- lundandır. 1789 tarihinde vefat eden Nebih Efendi de Urfa evliyasının büyüklerindendir. Urfa’da Nebih Efendiden daha önce Nak- şibendî tarikatı mensupları ismine rastlayamadık. Nebih Efendi, Tasavvuf ehli tarafından Hoca Nebih Ruhavî olarak tanınmakta olup, elimize geçen bir silsilenameye göre halifeliği Sind bölgesinde iken Alimullah Sindi (k.s.)’den almıştır. Sindistan, Hindistan’ın kuzey-batısında Pakistan’ın güneyinde bir bölgedir. Bu silsileye göre Nebih Efendi Sindlidir. Yine silsilede geriye doğru şöyle gidilmektedir:
Nebih Efendi’nin şeyhi Alimullah Sindi,  Abdulğafur Lahori,
Mirza Beg Cemilullah,
Fazlullah Serhendi,
Meyan Masum,
İmam Muhammed Serhendi,
Hoca Ahmed el-Faruk İmam Rabbani müceddid-i elfi sani
Böylece yine silsile Şah-ı Nakşibendî ile Resulullah Efendimize kadar uzanmaktadır.

Nebih Efendi, Sind bölgesinde şeyhi Alimullah Sindî’den halifelik aldıktan sonra 1750’li yıllarda Sind’den Urfa’ya gelerek yerleş- miştir. Urfa’da irşad görevini sürdürmüş ve kendisi de Hoca Emin Bursevi’ye halifelik vermiştir. Urfalı bir kimseye halifelik verip vermediği bilinmemektedir. Türbesi Bediüzzaman mezarlığının batısındadır. Nebih Efendi’nin (k.s.), özel durumu hakkında bize bilgi veren torunlarından Sait Cincık’ın anlattığına göre Nebih Efendi Seyyid olup, Horasan tarafından Urfa’ya gelmiştir. Fakat arşivimizde bulunan silsilede ve Nebih Efendinin mezar taşında Nebih Efendi için “Seyyid” sıfatı kullanılmamıştır.

Mezar taşında:
“Haza kabrü’l-merhum ve’l-mağfur mürşid el-arifin ve fi tari- kati’l-aliyei Nakşibendiyye, eş-Şeyh Nebih Efendi (k.s.) ibni Ab- dullah, intakale min dari’l-fena ila dari’l-beka bi-nidai “Ya ey- yetuha’l-nefsü mütmeinne ircii ila Rabbiki radiyeten mardiyye” mine’l-vasiti Şaban el-muazzam sene selase ve mieteyn ve elfün. Ğafarallahu rahmeten vasiaten. Fi sene 1203” ibaresi geçmektedir. Mezarı yeşile boyanmıştır. Devamlı ziyaret edilen velilerdendir. Bir ara Rızvaniye camiindeki odalardan birinde oturmuş, sonra Bıçakçı mahallesinde yaptırdığı tekkesinde irşad görevini sürdürmüştür.

Nebih Efendinin türbesinin dışarısında ve kuzey tarafında oğlunun mezarı bulunmaktadır. Bu mezar yeşile boyanmamıştır. Ba- basından halifelik alıp almadığı belli değildir. Sadece mezar taşında kutbü’l-arifin Nebih Efendinin oğlu Abdullah Efendi yazmakta ve vefatını 1226 (miladi 1811) olarak vermektedir. Aynı mezara torunlarından 1248 (miladi 1832)’de vefat eden İsmail oğlu Mustafa ve 1281 (miladi 1864)’te vefat eden Mustafa oğlu Said efendiler de defnedilmiştir.

Yine aynı zatın anlattıklarına göre büyük dedeleri olan Nebih Efendinin (ö.1789) giydiği hırkası torunlarının yanında bir muşam- ba içerisinde hala muhafaza edilmektedir. Bu hırkayı zor doğum yapan kadının üzerine attıklarında, kadının kolay doğum yaptığına inanırlarmış. Yine ondan kalan kemeri ve keşküşü de bu gibi şeyler için götürülürmüş. Fakat bu ikisi geri getirilmeyince kaybolmuştur diye anlatmaktadır. Yine bu zatın yanında bulunan ve okumamıza izin verdiği bazı beratlardan anladığımıza göre evlatları ve torunları da hep ilimle uğraşmışlardır. Torunlarından Seyyid Fazlı Halife, babası Muhammed’in vefatı üzerine Tahtamor camiindeki ilkokula 1823 tarihinde günlük üç akça karşılığı öğretmen olarak atanmıştır. Torunlarından bir başkası olan müderris Abdullatif Efendi yaşlılığından dolayı, 1856 tarihinde günlük dokuz akçalık müderrislik vazifesini oğlu Muhammed Said Efendiye bırakmıştır. Bir başka torunu da yedi akça gündelikle Ulu Cami medresesi müderrisliğinde bulunan ve beratını 1863 tarihinde alan Muhammed’in oğlu Seyyid Halil’dir.

Nebih Efendinin üçüncü kuşak torunlarından Sait Cincık kendi hakkında şunları anlatmaktadır: “1956–1960 yıllarında İstanbulda çalışıyordum. O zamanlar henüz gençtim, cahildim. Kendi bileğime de güvenirdim. 1956 senesinde benim cesaretim ve kuvvetli olmam bazı kimselerin aleyhimde planlar kurmalarına sebep olmuştu. Bu yüzden beni bir tuzağa düşürdüler. Beni bilmediğim ve tanımadığım bir eve götürdüler. Orada birçok kimse vardı ve ben o adamların suratlarından hiç hoşlanmamıştım. Artık bana kötü bir şeyler yapacaklarını kesin anlamıştım. Tabi çok da kalabalık olduklarından gücüm onlara yetmiyordu. O anda birden Nebih Efendi dedem aklıma geldi ve ben içimden halimi arzederek dedemden yardım istedi. İçimden adeta yalvararak bana yardım etmesini ve bu bataklıktan beni kurtarmasını istiyordum. Aradan on dakika ya geçti ya geçmedi birden kapı açıldı ve adamın biri bütün heybetiyle bana doğru gelerek, —Sen, dedi. Kalk benimle gel, ben de kalktım onunla birlikte evden dışarı çıktım. O adam benimle birlikte kendi mahallemize kadar geldi. Mahallemize girdiğimizde, adamın yanımda yanımda olmadığını fark ettim.”

Kendisi hakkında anlatılan menkibelerden biri şöyledir: Rızvaniye camii avlusundaki odalardan birinde fakir bir kişi yaşardı. Bir gün bu kimse vefat etti. Nebih efendi ve müridleri bu fakiri defnettiler. Nebih Efendi fakirin odasındaki eşyalarına bakarken gözüne topraktan yapılmış eski bir lamba ilişti. Lambayı yaktığında içinden bir ifrit çıktı. Nebih Efendi İfrite:
—Ne kadar zamandır bu adamın hizmetindesin? Diye sordu. İfrit de
—Kırk senedir, cevabını verdi. Bunun üzerine Nebih Efendi,
—Bu kırk sene içinde kendisine ne hizmetlerde bulundun? Sorusuna karşılık İfrit,
—Benden bir şey istemedi, dedi. Yalnız ölmeden az evvel ağır bir hastalığa yakalanmıştı. Bana canının bamya aşı istediğini söyledi. Kış mevsiminde pek bamya bulunmuyordu. Kendisine Hindis- tan’da bamya aşı bularak getirdim. Yemeye baktı ve sonra bu bana haramdır, geri götür dedi. Ben de geri götürdüm. Diye cevap veriyor. Bunun üzerine Nebih Efendi İfrite serbest olduğunu söylüyor ve lambayı kırarak toprağını göle döküyor. Müritleri
—Aman şeyhim, niye öyle yaptın hiç olmazsa bize hizmet ederdi dediklerinde Nebih Efendi elini uzatıp kendine doğru çekerek
—Gel, gel, gel diyor. Her çağırdıkça bir ifrit geliyordu. Bu şekilde kırk ifrit olunca müritlerine dönerek
—Bir başkasının kazandığını çalıştıracağınıza, siz kendiniz kazanın, diyor ve ifritleri geri gönderiyor.

Urfa Rızvaniye Camiinde geçtiği söylenilen, fakat aslında Nebih Efendi’nin Urfa’ya gelmesinden çok önce olması gereken bir menkıbesi de şöyledir.
Nebih Efendi büyük bir alim olarak yetişmişti. O sırada imamlık da ediyordu. Camiye devam edenler arasında bir şeyh de bulunuyordu. Bu şeyh, Nebih Efendinin kendisine intisap etmesini istiyor, fakat Nebih efendi kabul etmiyordu. Bu şeyh bir kış gününde Nebih Efendiyi taze bamya yemeğine davet etti. Nebih Efendi ise “Yine bana keramet göstermek istiyor” diye davetini kabul etmedi. Fakat günlerden bir gün Nebih Efendi bir rüya gördü. Rüyasında bir davete gitmişti. Kendisine kuzu kızartmışlardı. Kuzu o kadar güzel kızarmıştı ki insanın iştahını kabartıyordu. Nebih Efendi bir lokma kopararak ağzına attı, çiğnedi. Fakat ne kadar çiğnediyse de yutamadı, çünkü et pişmemişti. Eti yiyemedi, tekrar çıkardı.
—Nasıl olur dedi, bu kadar güzel kızarmış bir etin içi nasıl çiğ kalır? Diye düşündü. Ertesi sabah camiye geldi. Sabah namazında bile üstü pişmiş, fakat hala içi ham olan eti düşünüyordu. Şeyh ise yine arkasında namaza durmuştu. Namazdan sonra Şeyh Nebih Efendiyi tutarak:
—Nebih Efendi, dedi. O kuzu kızartması sensin, sen. Üstten iyice pişmiş görünüyorsun, çünkü iyi bir ilmin var. Ama için hala pişmemiş, çiğdir dedi. Bunun üzerine Nebih Efendi, şeyhe intisap etti ve kısa zamanda zamanının kutbu derecesine yükseldi.

Kaynak ; Urfa’da Tasavvufun İzleri , Mahmut Karakaş , Şurkav

Dede Osman Avni

Şanlıurfa – Balıklı gölün yanında yer alan Mevlana Halid dergahı camiinin avlusunda

Devrinin en büyük Kadiri Şeyhi, büyük mutasavvıf, Allah dostu Seyyid Şeyh Dede Osman Avni (k.s.) hazretlerinin kabri, Mevlidi-i Halil Camii avlusu içindeki kendi türbesindedir. Türbenin üzerindeki kitabede şunlar yazılıdır: “Burası bütün evliyanın sultanı Gavsül-a’zam hazreti Abdulkadir Geylani hazretlerinin pak dergahlarıdır” Türbenin içinde bulunan mezardan Dede Osman Avni (k.s.) Efendinin mezarı hemen öndedir. Mezarın baş dikmesindeki kitabeden anlaşıldığı kadarılığıyla; Dede Osman Avni Efendi Peygamber soyundan gelmektedir. 1883 senesinin Kasim ayında vefat etmiştir. Dede Osman Avni Efendi devamlı Mevlidi Halil Camii’nde oturmuş ve orada hizmetini yapmıştır. Kendisinin tesbihi, cübbesi ve bıraktığı bazı eşyalar hala caminin ziyaret girişi yanındaki bir odada korunmaktadır. Hakkında çok sayıda keramet söylenen bir Allah dostudur. Türbesi içinde kadiri tarikatına mensup 10 kişinin daha kabri bulunmaktadır. Bunlardan ikişer kişi üst üste defnedilmiştir. Böylece sekiz mezar bulunmaktadır. Dede Osman Avni Efendi’nin evladı olmadığını, 70 sene Kadiri Tarikatına şeyhtik yaptığını kendinden sonra tarikatın hizmetini yapan Hafız Halil Efendi yazmıştır. Dede Osman Avni Efendi buna göre; 100 yıl kadar yaşamıştır.

Kaynak: Kültür ve İnançlar diyarı Şanlıurfa – Şanlıurfa Valiliği

Bediüzzaman Said-i Nursi makamı

Şanlıurfa – Balıklı gölün hemen yanında bulunan Mevlana Halid dergahı camiinin avlusunda

 

Said Nursî, nufusa göre Said Okur, 1878’de Bitlis’te doğmuştur. İslam alimi ve müfessirdir.

Risale-i Nur külliyatı’nın yazarıdır. Yaşadığı dönemin İslam uleması tarafından 15 yaşındayken verilen ”Bediüzzaman” zamanın en iyisi lakabı, zamanla ismiyle birlikte anılmıştır.

Said Nursi, 31 Mart isyanı sonrasında tutukiandı, yargılandı ve suçsuz bulunarak serbest bırakıldı. Mustafa Kemal Atatürk’ün isteği üzerine Ankara’ya giderek kendisiyle görüştü ve bir süre Ankara’da ikamet etti. Daha sonra Van’a yerleşti. Şeyh Said isyanı ile herhangi bir ilişkisi olmamasına rağmen takibe alınarak, Isparta’nın Eğridir ilçesine bağlı Barla’ya sürgün edildi. Daha sonra da Burdur, Isparta, Kastamonu ve Emirdağ’a yazdığı bazı kitaplar sebebiyle sürgün edildi. Kitaplarından dolayı yargılandığı dönemlerde aylarca Eskişehir, Denizli, Afyon hapishanelerinde tutuklu kaldı ancak beraat etti.

23 Mart 1960’da Şanlıurfa’da vefat etti. Urfa’daki Halil-ur Rahman Dergahı’na defnedildi. Ancak 12 Temmuz 1960’da 27 Mayıs Darbesi hükümetinin emriyle mezarı yıktırıldı ve açıklanmayan bir yere (muhtemelen Ispartaya) nakledildi.

Kaynak: Kültür ve İnançlar diyarı Şanlıurfa – Şanlıurfa Valiliği 

 

Sarı Saltuk – Niğde

Sarı Saltuk hazretlerinin türbesi ;Niğde – Merkez’de Sarı Saltuk caddesi ile Alparslan Türkeş bulvarı kesişiminde

Türbenin inşa kitabesi olmadığı için yapım yılını bilemiyoruz. Kaynaklara göre 1210 – 1293 yılları arasında yaşayan San Saltuk, Çepni Türkmen Aşireti’nin dini lideri konumunda olan Türkmen babasıdır. Sarı Saltuk aynı zamanda çağdaşı olan Hacı Bektaş-ı Velî gibi Kalenderi Tarîkatı’nın Haydarîye koluna mensup bir şeyhtir. Türk folklorunda “Saltuk Baba” motifli destan, efsane ve menkibe çok yaygın olup, Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafî sahaya yayıldığı görülür. San Saltuk’a ait geniş bilgiyi çeşitli kaynakların yanında özellikle Cem Sultan tarafından maiyetindeki Ebü’l-Hayr-ı Rumî’ye yazdırılan ve 1480 yılında tamamlanan “Saltukname” de bulmaktayız. Bu eser San Saltuk’un ölümünden çok sonra yazılmıştır .

Menkîbelere göre Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş’tan sonra “Sarı Saltuk” lakabı ile tanınan müridi Muhammed Buhari’ye meşhur tahta kılıcını beline kuşatarak Horasan erenleriyle beraber Anadolu’ya göndermiştir. San Saltuk, Anadolu ve Balkanlar’ın fethi sırasında gazalara savaşlara katılan kahramanlığı ve velayeti ile daha yaşarken efsanevi bir şahsiyet haline gelen bir Türk kahramanıdır. Aslen Buharalı olan San Saltuk’un asıl adının Saltukname’de “Şerif Hızır” olduğu belirtilirken, Evliya Çelebi de “Muhammed Buhari” şeklinde zikretmektedir. Türk geleneklerine uygun olarak 14 yaşında gösterdiği kahramanlıktan dolayı, “Saltuk” adım almıştır.

San Saltuk, Anadolu Selçuklu Sultanı II. tzzeddin Keykavus’un teşvikiyle 1263 yılında bugün Romanya’nın sınırları dahilinde olan Dobruca’ya Çebni boyuna mensup aşiretiyle beraber göç etmiştir. San Saltuk, burada bir zaviye kurarak Balkanlar’ın Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında büyük katkıları olan Türk kahramanı ve İslam büyüğüdür. Kaynaklara göre San Saltuk 1293 yılında vefat etmiş ve Dobruca’daki Babadağı Türbesi’ne defnedİlmiştir.

Saltukname’de, San Saltuk’un 12 mezarı olduğu belirtilmektedir. San Saltuk, kralların ve beylerin mezarına sahip çıkmak isteyeceklerini söyleyerek, her isteyene verilmek üzere birer tabut hazırlamalarını vasiyet eder. Çünkü ölümünden sonra 12 yerde makamının olacağını müritlerine söylemiştir. Saltuknameye göre. San Saltuk’un tabutunu alarak ülkesine götüren krallar ve beyler şunlardır : Tatar Ham, Eflak, Bogran, Rus, Üngürüs (Macar}, Leh (Polonya). Çeh (Çek), Bosin (Bosna), Beravatı (Hırvat ?), Kamaîa (?). Bunların yanında Baba’ya (Babadağı-Romanya) ve Eski Baba’ya (Babaeski-Kırklareli) gömülen tabutlarla mezar sayisi on ikiye ulaşmaktadır. Bazı kaynaklarda ise Sarı Saltuk’un vefatından önce 7 tabut hazırlattırdığı ve uzaklarda bulunan 7 kafir memleketine defnedilmesini vasiyet eniği belirtilmektedir. Böylece kabrimi ziyaret edecek Müslümanların hakiki mezarını bilemeyeceklerini ve 7 kafir memleketin her birine gitmek mecburiyetinde kalacaklarını ve dolayısıyla bu ülkelerin İslam devletine ilhak edileceğini düşünmüştür.

Bektaşiler, her türlü mahallî inançları kolayca bünyesine mal edebilen bir inanç yapışma sahip olmuşlardır. Bunun tipik bir örneğini Sarı Saltuk Zaviyeleri teşkil eder. Bu zaviyeler Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’da bulundukları yerlerde mahallî aziz kültlerini kendilerine mal ederek İslamileştirmişler ve böylece yerli Hristiyanları zahmetsizce ihtida etmişlerdir.

Sarı Saltuk hala Anadolu ve Balkan Türklerinin gönlünde ve hafızasında yaşamaktadır. Günümüzde Balkanlar’dan Anadolu’ya uzanan geniş coğrafyada, Sarı Saltuk’a atfedilen birçok türbe ve mezar bulunmaktadır. Tespit edilen türbe ve mezarların bulunduğu yerler şunlardır: Kaliakra  (Varna-Bulgaristan), Babadağı (Romanya), Ohri (Makedonya), Djakovica (Arnaviftluk), Kruja  (Arnavutluk), Kosava, îpek (Kosava), Blagay (Bosna-Hersek), Korfu Adasi (Yunanistan), Bor  (Niğde), Babaeski (Kırklareli), Hozat (Tunceli), Diyarbakır, îznik (Bursa), Rumeli Feneri (îstanbul) ve Kütahya

Sarı Saltuk’un türbe ve mezarları genellikle tepelik yerlerde, akarsuların ve büyük ağaçların yanlarında bulunmaktadır. Bilindiği gibi bunlar, İslamiyet öncesi Türk inancı içerisinde kutsallık atfedilen yerlerdir. Yine bu türbe ve makamların normal mezarlıkların içerisinde bulunmaması da yurdumuzda diğer makamlarda görülen özelliklerdir .

Yukarıda belirttiğimiz gibi San Saltuk ve Hacı Bektaş-ı Velî aynı dönemde Anadolu’da yaşamışlar ve her ikisi de Kalenderi Tarîkatı’nın Haydarîye koluna mensuptular. XVI. yüzyıl başlannda Balım Sultan tarafindan kurulan Bektaşi Tarikatı, Hacı Bektaş gibi San Saltuk’u da Kalenderi Tarikatı’na mensup oldukları için büyük mürşitleri olarak tanımışlardır. Bundan dolayı günümüzde de Sarı Saltuk kültü hem Bektaşiler’de hem de Alevîler arasında güçlü bir şekilde yaşamaktadır. Böylece Bektaşi Tarîkatı’nın yayıldığı her bölge, San Saltuk’un mezarının da kendi bölgesinde bir mekana yerleştirmiştir. Aynı şekilde Niğde-Bor’u 1649 yılında ziyaret eden Evliya Çelebi yapıdan; “Eski Mezarlıkla yer alan Sarı Saltuk Tekkesi de Bektaşiler Tekkesi’dir” şeklinde bahsederek, türbenin yanında “Bektaşi Tekkesi” olduğunu belirtmektedir. Sarı Saltuk Türbesi’ne bitişik olan tekke, 1950’li yillara kadar mevcuttu.

Yukarıda belirttiğimiz gibi Sarı Saltuk’un, 1293 yılında Dobruca’da (Romanya) vefat ettiği ve “Dobruca Babadağı Türbesi” ne defnedildiği kabul edilmektedir. Balkanlar’dan Anadolu’ya yayılan diğer türbe ve mezarların ise San Saltuk adına inşa edilen “makam türbeleri” olduğu anlaşılmaktadır.

Bor’daki Sarı Saltuk Türbesi 

Bor’lu Hacı Mahmut Recai Efendi, 1869 yılında yayınladığı “Nesayih-i Amme” isimli risalesinde de Bor’daki San Saltuk Turbesi’nin, “makam-ı şerif olduğunu ifade etmektedir. Yine San Saltuk’un Bor’daki bu makamının öteden beri bilindiği edebî kaynaklardan da anlaşılmaktadır. Ahmet Kuddusî bir şiirinde;

Belde-i Bor daki Sarı Saltuk Türbesi

Kim ziyaret itse kalmaz kürbesi dizileriyle,

Konya’lı halk şairi Lemi de;

Gece Akşehir ‘den uğra Nevşehir ‘e

Niğde ‘de Kesikbaş, Kemal Ummî

Bor ) da Sarı Saltuk pünhana yalvar

dizileriyle Bor’da San Saltuk’a ait bir ziyaretgahın bulunduğunu belirtmektedirler . Günümüzde de bu türbe halk arasında büyük bir saygı görmekte ve sürekli ziyaret edilerek, kutsal günlerde türbede adaklar adanmaktadır. Ayrıca türbenin küçük hazîre kısmında 762 H./ 1360 M., 779 H./ 1377 M, 1303 H./ 1886 M., 1305 H./ 1889 M. ve 1346 H./1927 M. tarihli mezarlar bulunmaktadır. Hazîre kısmının, türbenin inşasından sonra teşekkül ettiği anlaşılmaktadır

Bu bilgiler çerçevesinde Bor’daki San Saltuk Türbesi’nin, San Saltuk’un 1293 yılında Dobruca’da (Romanya) ölümünden sonra XIV. yüzyılın içinde “Makam Türbesi olarak yapıldığını düşünmekteyiz.  Bazı çalışmalarda hiçbir kaynak gösterilmeden türbenin 1360 yılında inşa edildiği belirtilmiştir. Günümüze onarımlar görerek gelen türbe, orijinal özelliğini önemli ölçüde korumaktadır. Türbenin bilinen ilk onarımı iç mekanda yer alan tamir kitabesine göre, Halimzadeler’den ivaz’in oğlu Hacı Mehmet tarafindan 1148 H./1735 M. yilinda yaptırılmıştır. Daha sonra türbede mevcut olan bir levhada yapının, Sipahi Miralayı Sakir Bey tarafindan 1255 H./ 1839 M. yilinda tamir ettirildiğini öğreniyomz. Kaynaklarda türbenin 1949 ve 1980’li yıllarda oldukça bakımsız bir durumda olduğu belirtilmektedir . Türbe en son 1990’lı yıllarda Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafindan restore edilmiştir.

Kaynak ; Türk Kültür Varlıkları Envanteri – 51-Niğde – Türk Tarih Kurumu Yayınları