Elazığ – Harput – Meteris kabristanında . İmam Efendi ( Osman Bedreddin Erzurumi) Türbesinin içerisinde
Seyyid Mustafa Naci hazretleri’nin (k.s.) Silsile-i Şerifi
Hace Mustafa Naci Hazretleri aslen Muşludur (1843-1929). Palu’da Seyyid Mahmud Sâminî Hazretlerinin sohbetleri ile kemâlâ gelmiş ve icazetini almıştır. 28 yaşında iken gördüğü bir manevi işaret üzerine daha 25 günlük evli iken Muştan Paluya gelir. Paluda dedesinin bir dostu olan Cemal Bey’e misafir olur. Cemal Bey ile Sâminî hazretlerinin sohbetlerine devam ederler.
Bir gün sohbetten sonra, Sâminî hazretleri ile daha önce hiç tanışmadıkları hâlde,
Sâminî hazretleri, “Mustafa, kalk kahve yap, beraber içelim”, diye emir buyurur.
Sâminî hazretleri Cemal Bey’e “Misafiriniz nerelidir?”
Cemal Bey, “Muşludur kurban”, der.
Sâminî hazretleri, “Peki bundan sonra bizim misafirimiz olsun”, der. O misafirlikle beraber Mustafa Naci Hazretleri Sâmini hazretlerinin müridi olur.
Hace Mustafa Naci Hazretleri, o günden sonra gönlüne hiç bir havatır (hatıralar) getirmeden, mürşidine manevi anlamda tam olarak teslim olur. Sâminî hazretleri bir gün Mustafa Naci Efendi’ye “Mustafa senin bir ailen varmış, neden bize bahsetmedin”, der. Mustafa Naci hazretleri, “Efendimiz sormadı, bizde söylemedik”, diyerek hocasına olan bağlılığının, muhabbetinin ve aşkının zirvesinde olduğunu gösterir. Sâminî hazretleri, “Hemen aileni al ve buraya gel”, diye emir buyurduktan sonra, Mustafa Naci hazretleri emri yerine getirerek ailesiyle Paluya taşınır.
Sâminî hazretlerinin alem-i bekaya teşriflerinden sonra, Hace Mustafa Naci hazretlerinin aynı icazeti üzerine, Seyyid Osman Bedrûddin Erzurumi (İmam Efendi) hazretleri tarafından ikinci bir mühür vurulur. Artık iki nur sahibidir. Kabr-i Şerifleri Elazığ, Harputta Meteris mezarlığında İmam Efendi hazretlerinin türbesi içerisindedir.
Hace Mustafa Naci Hazretleri’nin son derece heybetli bir görünüşü olup, pek uzun boylu idi. İnsanın içine işleyen nazarları, insanda ister istemez saygı uyandırır ve bir topluluk içerisinde manevi yükseklikleri ile hemen fark edilirdi. Mürşidi Mahmud Sâminî Hazretlerine 22 yıl hizmet etmiştir. Sâminî hazretleri, Mustafa Naci hazretlerinin sadakat ve hizmetleri üzerine bizzat kendisi “Naci” (kurtulan, necat bulan) ismini Mustafa’ya eklemiştir.
Muhammed Mazhar Harputi hazretleri naklediyor: Sâminî hazretleri, İmam Efendi hazretlerinden önce Mustafa Naci hazretlerine icazet vermek isterler. Fakat, Mustafa Naci hazretleri “Efendim, önce İmam Efendiye icazetini veriniz”, derler. Kaddesallahu Sırrahulaziz. İşte büyüklük dedirttirecek bir davranış ki, her velide görülmez. Muhammed Mazhar Harputi hazretleri, bu konu ile ilgili “Maneviyatta bile tercih ederler. Tercih eden kazanır”, diye emir buyururlar.
Vefat ettikten sonra, mübarek vücudlarını kabre Muhammed Mazhar Harputi hazretleri koymuştur. Bu sırada İmam Efendi Hazretlerinin kabrinden bir kısmın açıldığını görmüş ve daha sonra şöyle buyurmuştur, “Hoca Efendimizi kabre koyduktan sonra İmam Efendimizin kabri şeriflerinin yan tarafı açıldı. Meğer dostunu bekliyormuş. İki mezar birleşti”, diye emir buyururlar.
Muhammed Mazhar Ettasi Hazretleri nakl ediyor:
“Hoca Efendimiz (Hace Mustafa Naci) Hazretleri, Harputlu Hacı Tevfik Efendi (Bu muhterem zat, o dönem zahiri ilimlerde mütehassıslığıyla meşhur bir zat olup bu olay gerçekleştiğinde henüz batıni ilimlerde ilk dönemlerinde olduğu anlaşılıyor) ile İmam Efendimizin oğlu Muhyiddin Efendinin ticaret yaptığı dükkânın önünde otururlarken, Hoca Efendimiz bu işin sadece zahiri ilimlerle olamayacağını ilm-i batının da bir insanda olması gerektiğini ve zahiri ilmine güvenmemesi gerektiği konusunda konuşurlarken, Hoca Efendimiz Hazretleri birden elini Hacı Tevfik Efendinin dizine koyarak yolun karşısında yürümekte olan bir ademi gösterirler ve “Bak !” diye emir buyururlar. O anda Hacı Tevfik Efendi’nin gözündeki perde kalkar ve o adamın Nefs-i Emmareyi kendisinin haberi olmadan Hoca Efendimizin nazarlarıyla atlayarak, manevi olarak terakki ettiğini görür.
Hacı Tevfik Efendi, “Aman Efendim bu nasıl olur?” diyerek pek hayret eder.
Hoca Efendimiz Hazretleri, “Ne olacak? Geleceği yer orası değil miydi?”, diyerek emir buyurur. [Bu olayın geçtiği yer şimdiki Harputta Kurşunlu Camiinin doğu tarafında köşe başındadır. Bu dükkân maalesef muhafaza edilmemiştir. Dükkânın olduğu yer, şimdi bir ilköğretim okuluna bakmaktadır. O ademinde demek ki kabı boşmuş ki Hace Mustafa Naci Hazretleri’ni nazarlarıyla terakki etti. Kaddesallahu Sirrahulaziz].
Muhammed Mazhar Ettasi Harputi hazretleri nakl ediyor:
Bir defasında Hoca Efendimiz hazretleri şöyle buyurdu: “İbrahim Edhemler bizim zamanımızda gelseydi. Tacıyla tahtıyla Allah’a vasıl ederdik. Hiç bir manisi olmazdı”, diye emir buyurur.
Bu sözü her kâmil söyleyemez. Bu söz, Mustafa Naci Hazretlerinin büyüklüğünü gösterdiği gibi, diğer önemli bir hususta “her zamanın eğitiminin farklı olduğudur”. Nitekim Mahmud Sâminî hazretlerinin hayatını anlatırken bahsettiğimiz gibi, emr-i ilahi ve peygamberiyle daha önce mürşidinin 5000 olan kelime-i tevhid dersi 300’e indirilmiştir. Dediğimiz gibi bu da bizzat Cenab-ı Hakk tarafından emredilmiş ve Peygamber Efendimiz tarafından Sâminî hazretlerine mana aleminde bildirilmiştir. Yoksa haşa bu büyükler kendi kafalarına göre böyle şeyler söylemezler. Bizzat davacıları Peygamber efendimiz olur ki, davacısı Peygamber olanı da hangi avukat kurtarabilir. Bu nedenle, Allah’a giden yolda görülenleri kendi görüşlerimize göre değerlendirmek manevi anlamda büyük vebalin altına girmemize neden olur.
Halifeleri
Hace Mustafa Naci (Hoca Efendi) hazretleri İmam Efendiden icazetli olan beş büyük halifenin icazetnamelerini kendisi tekrar tasdik etmiş ve mübarek mührünü vurmuştur. Bu durumu Hace Mustafa Naci Hazretlerinin kıymetli oğulları, Abdullah Demirel (1918-2013) gülümseyerek şöyle anlatırlardı: “Efendi hazretleri (babası) beşini de çağırdı ve icazetnamelerini verdi. O zaman küçüktüm. Ben zannettim ki bana da icazet verecek. Sonra anladım ki bu iş babadan oğula geçmez. Ancak, Emr-i İlahi ve Emr-i Peygamberi ile olur” [Abdullah Demirel Bey, kalb gözü açık veli olduğunda şüphemiz olmayan değerli bir zat idi. İnsanın aklından geçenleri hemen okurdu. Fakat, irşad ile görevlendirilmemişti. Bu önemli bir noktadır ki Muhammed Mazhar Hazretleri (k.s.)’nin mübarek kelâmı hemen akla gelir: “Alim çoktur ve Veli çoktur ama İnsan-ı Kâmil bir tanedir”. Kabri İmam Efendi hazretlerinin türbesinin dışındadır].
Bu 5 büyük veli (Harputta beş kardeş diye de bilinirler). [“Bilenler için”, ihvan kardeşliği kan bağıyla olan kardeşlikten üstündür]
1) Seyyid Nureddin Efendi Hazretleri (İmam Efendi’nin oğludur. Kabri, İmam Efendinin türbesi içerisinde girişte hemen karşıdaki kabirdir.
2) Sonsürülü (Sürsürülü) Molla Hüseyin Efendi (Kabri, İmam Efendi hazretlerinin türbesinin dışında, güney tarafında, türbeye yaklaşık dört metre uzaklıktadır,
3) Hz. Şeyh Musa Kazım Harputi
4) Sadeddin Efendi Hazretleri (k.s.) (Tilenzik köyünden. Kabri, İmam Efendi hazretlerinin türbesinin kapısının hemen sağındadır).
5) Seyyid Muhammed Mazhar Ettasi
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
www.harputelazigsamini.com[/toggle]
Evliyanın büyüklerinden Şıh Muhammed Mazhar Efendi Hazretleri Miladi 1898 (Hicri 1315) yılında Harputta doğmuştur. 5 Ağustos 1986’da Kışla Cami adıyla bilinen ve kendi yaptırmış olduğu bu caminin karşısındaki evlerinde vefat etmiştir. Türbesi Harput’ta Meteris kabristanında İmam Efendi Hazretlerinin türbesine varmadan sol taraftadır.
Seyyid Muhammed Mazhar ettasi hazretleri’nin (k.s.) Silsile-i Şerifi
Hem anne, hem de baba tarafından soyu Rahmeten-lil Âlemin Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimize dayanmakta olup Seyyiddir (Hz. Hüseyin (r.a.) ‘ın soyundan) .Kıymetli anneleri Faize Hanım tarafından da soyu, İklime (İklima) Hatun vasıtasıyla Yavuz Sultan Selim Han Hazretlerine ulaşır. İklime Hatun, Yavuz Sultan Selim’in kıymetli eşleri olup edep timsali bir hanım idi. İklime Hatun, Dulkadiroğulları’nın hükümdarı Emir Şahruh’unda kerimeleridir. Muhterem babaları Osman Efendi (rh.a) âlim ve fadıl bir kimse idi. Bütün çocuklarını zamanın ilimlerini öğretmek için sabırla okuttu. Osman Efendi iki kez evlenmiş, toplam 10 (8 erkek, 2 kız) evladı olmuştur. Muhammed Mazhar Ettasi Hazretleri, Osman Efendinin ikinci hanımı olan Faize Hanımdandır. Faize Hanım’ın 2 kız ve 2 erkek evladı olmuştur. Yaş sırasına göre Ayşe Hanım, Muhammed Mazhar Hazretleri, Asım Bey ve Gülgüle Hanımdır. Muhammed Mazhar Ettasi hazretlerinin diğer ağabeyleri de okumuşlar ve zahiri ve batıni ilimlerde mütehassıs olmuşlardı. Ağabeyi Hasan Bey Şam Emeviye Camiinde sohbet veren âlimlerdendi. Bir diğer ağabeyi Seyfullah Bey ise okumak için İstanbul Cihangire gelmiş ilahiyat fakültesini bitirmişti. Muhammed Mazhar Ettasi hazretleri verâ ve takvasıyla bütün kardeşlerini ve akranlarını geçmiştir. Anne ve babasından mükemmel bir terbiye almıştır. Kendisi anlatıyor, “Annem gece yatarken Cenab-ı Hakkın huzurunda ayaklarımızı uzatmamamız için, bir ipin iki ucunu bağlar ve sıkmayacak şekilde ensemizden ve diz kapaklarımızın altından geçirirdi”. [Böylece uykudayken evlatlarının isteseler de ayaklarını uzatmamaları için önlem alırlarmış. Bir süre sonra insan uykuda bile olsa ayaklarını uzatmaz ve hep ayaklarını kendine doğru çekerek yatar. Benzer durum Musa Kâzım Harputi hazretlerinde de görülüyor. Mübarek, yatağının ayak tarafına karton koyarmış. Güzel alışkanlıkların çocukken kazanılacağına dair güzel bir misâl].
Muhammed Mazhar Ettasi hazretleri’nin (k.s.) Menkıbeleri
YIKILAN TURBE
Muhammed Mazhar Efendi Hazretleri’nin büyük kızı Edibe Anne, Şıh Muhammed Mazhar Efendi Hazretleri’nin türbesinin yapımı esnasında yaşanan bazı kerametleri bizzat şöyle nakletmektedir; Efendim Şıh Muhammed Mazhar Efendi Hz. vefat ettikten 1 yıl sonra, Kahramanmaraş’tan ve Elazığ’dan müritler bir araya gelerek efendimin kabrini türbe haline getirmek için hemen türbe inşaatına başladılar. Fakat bir gün sabah erken saatlerde evin kapısı çalındı. Kapı açıldığında Harput’tan gelen birkaç bağmancının çok üzgün ve tedirgin bir şekilde kapıda bekledikleri söylendi. Onlara neden böyle üzüntülü oldukları sorulduğunda ise verdikleri cevap bana şöylece anlatıldı; ‘’Biz sabah erken bağ bahçe işlerimizle ilgili olarak Harput’tan şehre inmek için yola koyulduk. Muhammed Mazhar Efendi Hz.’nin türbe inşaatının önünden geçerken birde baktık ki efendinin türbesi yıkılmış. Sabahın çok erken saatleri olduğu için türbenin etrafında kimseyi göremedik. Bu yüzden size haber verdik’’ dediler. Onların bu cevabı bana iletildiğinde efendimin hayatta iken bize vasiyet ettiği sözleri aklıma geldi ve onlara bu işin hikmetinin şu şekilde anlatılmasını söyledim; ‘’O türbenin yüksekliği İmam Efendi Hz.’nin türbesinden daha yüksek olduğu için yıkılmıştır. Zira Efendim Şıh Muhammed Mazhar Efendi, Mürşidi olan İmam Osman Bedreddin ErzurumiHz.’ne karşı duymuş olduğu büyük sevgisinden dolayı, hayatta iken bize vasiyet ederek şöyle demişti; ‘’ Ben dünyamı değiştirdikten sonra türbemin boyunu sakın Şıhım İmam Efendi Hz.’nin türbesinden yüksek yaptırmayın.’’ İşte bu nedenden dolayı o türbe yıkılmıştır. Bunun üzerine türbeyi yaptıran müritler durumdan haberdar edildi. İnşaatı yapanlar İmam Efendi Hz.’nin türbesinin boyunu ölçtüler ve gördüler ki kendilerinin Muhammed Mazhar Efendi Hz. leri için yaptırdıkları türbe, İmam Efendi Hz.’nin türbesinden daha yüksek. Durumu anlayarak hiç vakit kaybetmeden Muhammed Mazhar Efendi Hz.’nin vasiyet ettiği şekilde yeni bir türbe yaptırdılar. Günümüzde de her gün pek çok kişinin ziyaret ettiği bu türbe gerek maneviyatı gerek mimarisi ile Harput’un eşsiz güzelliklerinden biridir.
.
Menkıbeleri
………İmam Osman Bedreddin Erzurumi Hz. nin oğlu Muhit Efendi yaşadığı dönemin amansız bir hastalığı olan verem ile mustarip olmuştu. Şıh Muhammed Mazhar Efendi Hz. manevi kardeşi olan Muhit Efendi’ye bu zor günlerinde destek olabilmek için çok çaba gösteriyor, bu hastalığın kendisine bulaşmasına neden olabilecek hiçbir durumdan kaçınmıyor ve hatta Muhit Efendi ile aynı tabaktan yemek yiyordu. Muhit Efendi ise Muhammed Mazhar Efendi Hz. ne‘’Kardeş yapma, benim tabağımdan yeme, biliyorsun bu hastalık çok bulaşıcı sana da bulaşır’’ demesine rağmen, Muhammed Mazhar Efendi Hz.onu dinlemiyor yine de aynı tabaktan yiyordu.Muhit Efendi’nin hastalığı çok ilerlemekle beraber kendisi de manevi olarak ömrünün son günlerinin yaklaştığını anlamıştı. Bu hal üzere iken bir gün üzerinde bulunan köstekli saatini çıkarıp Muhammed Mazhar Efendi Hz. ne vererek;‘’Kardeş bu saat sende kalsın sakın kimseye verme bu bizim kardeşlik bağımızdır’’demiştir. Muhammed Mazhar Efendi Hz. de bu saati o günden sonra bir ömür kardeşlik muhabbeti ile saklamıştır. Ancak oda Muhit Efendi gibi manevi olarak dünyasını değiştireceğini anladığında saati büyük kızı Edibe Anne’ye vererek şöyle vasiyet etmiştir; ‘’Bu saati ben dünyamı değiştirdikten sonra Şıh’ım İmam Osman Bedreddin Erzurumi Hz.’nin oğlu Ziyaddin Efendi’ye ver.’’ Edibe Anne’de efendisi ve babası olan Muhammed Mazhar Efendi Hz.nin vasiyetini yerine getirerek saati Ziyaeddin Efendi’ye teslim etmiştir.
………HAC YOLUNDA DURAN OTOBÜS
Muhammed Mazhar Efendi Hazretleri’nin büyük kızı Edibe Anne’den aldığımız bilgiye göre; Bizzat, Muhammed Mazhar Efendi Hazretleri anlatıyor: Kahramanmaraş’tan bir müridin arkadaşı, kendi kullandığı otobüse bir grup hacı adayını alarak hac farizasını yerine getirmek üzere Beytullah’a doğru yola çıkarlar. Hac yolculuğu esnasında bir çöle gelindiğinde araç arıza yapar. Şoför ile birlikte bütün hacılar otobüsten inerler ve tüm çabalarına rağmen otobüs hareket etmez. Tam o sırada birde bakarlar ki otobüsün yanında sakallı bir ihtiyar duruyor. İhtiyar şoföre bakarak ‘Sen çık otobüsü sür’ der. Şoför ihtiyara ‘Nasıl süreyim motor patlar’ der. İhtiyar tekrar şoföre ‘Sen hele şu arabaya bin sür’ deyince şoför otobüse biner ve anında otobüs çalışır. Hacılar hemen otobüse binip derler ki ‘O ihtiyar herhalde burada yolunu kaybetmiştir, onu da otobüse alıp gideceği yere götürelim’ diye konuşurlar. Ancak birde bakarlar ki o ihtiyar çoktan kaybolmuş. Herkes hacını ikmal eder ve Kahramanmaraş’a dönerler. Mürit, arkadaşı olan otobüs şoförünün haccını hayırlı etmek niyetiyle bir tepsi ikramını da alarak arkadaşının evine gider. Bir zaman sonra da arkadaşı kendisine gelen müride iade i ziyaret yapmak için müridin getirdiği tepsiye hediyesini koyarak evine akşam oturmaya gider. Eve vardığında mürit kapıyı açınca sevinerek ‘İyiki geldin, efendimde bizde onunla tanışmış olursun’ der. Müridin arkadaşı odadan içeri girip efendiyi gördüğü anda büyük şaşkınlık içinde ‘İşte hac yolunda iken duran otobüsümüzü yürüten ihtiyar’ der ve hemen orada efendinin müridi olur.
…………BURADAN NEHİR AKIYOR BURADAN DA DENİZ
Muhammed Mazhar Efendi Hazretleri’nin büyük kızı Edibe Anne’den aldığımız bilgiye göre; Şıh Muhammed Mazhar Efendi bir gün Kahramanmaraş’ın Uzunsöğüt köyüne davet edilir. Köy halkı sohbet esnasında Muhammed Mazhar Efendi’ye, ‘Efendi biz suyumuzun azlığı nedeniyle çok sıkıntı çekiyoruz, acaba köyümüzde su var mıdır?’diye sorarlar. Muhammed Mazhar Efendi evin kapısının önüne çıkar ve eliyle işaret ederek derki; ‘Buradan nehir akıyor buradan da deniz’. Köy halkı ilerleyen günlerde gösterilen yerleri açıp suyu çıkarınca Kahramanmaraş’ta bulunan Efendi’yi davet ederek tekrar Uzunsöğüt köyüne getirirler ve suya okuması için açılan yere götürürler. Açılan su kuyularında 15 kişi çalışmaktadır ve Efendi oraya gelir gelmez çalışanlara bakarak ‘Hemen buradan çıkın’ diye buyurur. Çalışan 15 kişi su kuyularından çıkar çıkmaz orası yıkılır. Ancak yinede o su çıkarılmış ve suyun çıkarıldığı yerde bir çeşme yapılarak ”Muhammed Mazhar Efendi Çeşmesi”adı verilmiştir. Bu mucizevî suyu içen hastaların Allah’ın izniyle şifa bulduğu bilinmektedir.
………..KONUŞAMAYAN ÇOCUK
Yine Kahramanmaraş’ın Uzunsöğüt köyünde, Muhammed Mazhar Efendi Hz. bir müridin evinde misafir olarak kalmakta iken yaşanılan bir kerameti Edibe Anne şöyle nakletmektedir; Köy sakinlerinden bir ailenin küçük bir çocuğu konuşma çağına geldiği halde konuşamamaktadır. Çocuğun anne babası haliyle bu duruma çok üzülmekte ve sürekli çare aramaktadırlar. Bu nedenle sık sık doktora giden ailenin o gün doktora gitme günüdür ve sabah erkenden kalkan evin beyi hanımına seslenerek hazırlanmalarını ve doktora gidileceğini söyler. Ancak evin hanımı Muhammed Mazhar Efendi Hz. nin köyde bir evde misafir olarak bulunduğunu duymuştur. Bu nedenle beyine ”Bugün de doktora gitmek yerine Muhammed Mazhar Efendi ye giderek onun dua ve himmetleri vesilesi ile Allah’tan şifa isteyelim o çok değerli bir evliyadır.”der. Evin beyi hanımına ” Bugün randevu günümüz doktora bir gidelim sonra yine efendiye de gideriz.” şeklinde cevap verir. Bu şekilde konuşmalar devam ederken hazırlanıp evlerinden çıkan aile önce doktora mı efendiye mi gidilecek diye tartışırlarken kendilerini efendinin kaldığı evin kapısının önünde bulurlar. Kapıyı çaldıkların da ev sahibi kendilerini karşılayarak içeriye alır. Anne, baba ve çocukları efendinin huzuruna geldiklerinde onlar henüz hiçbirşey söylemeden, Muhammed Mazhar Efendi Hz. gülümseyerek çocuğun annesine ‘’Senin dediğin oldu hastanı doktora götürmedin bana getirdin’’ der. Sonra çocuğa bir süre dua okur ve çocuk uyuduktan sonra mübarek ağızlarının barından bir miktar parmağı ile alarak çocuğun ağzına sürer. Çocuğun anne babasına onu eve götürmelerini ve kendiliğinden uyanıncaya kadar uyandırmamalarını uyandıktan sonra ise artık Allah’ın izni ile konuşabileceğini söyler. Aile söyleneni yapar ve eve getirdikleri çocuklarını kendiliğinden uyanıncaya kadar uyandırmazlar. Uzun bir uykudan sonra uyanan çocuk ise Allah’ın izni ile mucizevi bir şekilde artık konuşmaya başlamıştır.
Muhammed Mazhar Efendi Hazretleri, Hacı Firdevs Hanımın mezarının başında ‘’52. geceni de okuyup hemen yanındayım Hacı Hanım’’ diye buyurur ve çok üzülür çok ağlar. Orada bulunanlar ‘’Neden bu kadar ağlarsın efendi’’ diye sorarlar. Muhammed Mazhar Efendi Hz. onlara hitaben şu cevabı verir, ‘’Hacı Hanım beni 40 sene teheccüd namazına kaldırdı nasıl ağlamam.’’ Şıh Muhammed Mazhar Efendi Hazretleri, Hacı Firdevs Hanımın mezarının başında buyurduğu üzere 52 gün sonra dünyasını değişir. Vefatı anında yanında bulunan kızı Edibe Anne büyük evliyanın son anlarını şöyle anlatmaktadır; ‘Babamın dünyasını değiştirmeden önceki son anlarında ben uyuyordum. Fakat aniden uykumdan uyanıp babamın yanına gittiğimde onun sürekli Kelime i şehadet getirip dua okuduğunu gördüm. Bende başucunda Yasin-i şerif okumaya başladım. Bir süre sonra babam kıbleye yönelerek yine Kelime-i şehadet getirip dünyasını değiştirdi.Tam o sırada ‘’tık’’ diye bir ses duydum fakat o anda bu sesin ne olduğunu anlayamadım. Sabah olduğunda ise babamın odasında bulunan saatin durduğunu ve artık çalışmadığını görünce o tık sesinin ne olduğunu anladım. Annem Hacı Firdevs Hanım’da babam Muhammed Mazhar Efendi ile aynı saatte dünyasını değiştirdi.’
……….Sayesinde Resulullahı Gördüm
Halifelerinden olan Nusred Çilesiz (rh.a) (Bu zat bankalar caddesinde ayakkabıcılık yapmış, daha çok Çilesiz Efendi diye bilinen bir zattı. Hâlbuki o ayakkabıcı Çilesiz, maneviyatta çok mesafeler kat etmiş büyük bir veliydi. Detaylı bilgi için, “Halifeleri” kısmına bakınız) naklediyor: Muhammed Mazhar Hazretleri, daha çok küçük yaşta iken, yaşının çok üstünde bir olgunluğa ve batıni meziyetlere sahipti. Harputta çarşıda İmam Efendi hazretleri ile beraberlerken, önlerinden kalabalık bir cemaat ile bir cenaze geçer. Cemaatin arkasından da adamın birisi Helal Etmem! Helal Etmem! diye bağırarak nahoş bir vaziyette koşturur. Meğer vefat eden kişinin bu zata borcu varmış ve borcunu vermek istemesine rağmen fakir olduğundan, veremeden vefat etmiş. Adam her Helal Etmem! diye bağırdıkça henüz küçük bir çocuk olan Muhammed Mazhar hazretleri her defasında Helal Et! diye karşılık verir. Sonunda adam insafa gelir, İmam Efendi ve bu küçük çocuğun yanına gelerek, “Nasıl helal edeyim, borcumu vermeden öldü”, der. İmam Efendi hazretleri de söze karışarak “Olsun, sen bu çocuğu dinle ve helal et”, diye emir buyururlar. Velhasıl adam hakkını helâl eder ve o gece rüyasında Peygamber Efendimizi görerek yaptığı hayırdan dolayı iltifatlarına mazhar olur. Sabahleyin ilk iş olarak küçük Muhammed Mazhar’ın yanına gelerek, çevredekilerin şaşkın bakışları altında elini öpmek ister ve “Ben bu gece bu çocuk sebebiyle Peygamber Efendimizi rüyamda gördüm” diyerek haylice ağlar.
…………..Muhammed Hilmi Efendi’nin kızı Emine Hanım (1919-2003) anlatıyor: Elazığ’da büyük bir kuraklık vardı. Ben çocuktum. Babam, masasına oturmuş elindeki kâğıda bazı dualar yazıyordu. Bitirdikten sonra, kâğıdı bana vererek, “Kızım git, bunu bahçedeki kuyuya at”, dedi. Ben denileni yaptım. Ertesi sabah, kurumuş olan kuyumuzdan, suların taştığına bütün ev halkı ve mahalleli şahit oldu.
Muhammed Hilmi Efendi’nin kendisi gibi hafız olan evlatları İdris ve Ömer Efendilerde kâmil zatlar idi. Firdevs, Aişe ve Emine isminde de üç kız evladı vardı. Firdevs Hanımı, Muhammed Mazhar hazretleri ile nikâhlandırmıştı. Kızı Emine Hanım (Muhammed Hanefi Bey ile evlenmiştir, Allah hepsine rahmet etsin) anlatıyor: “Babam, ablamın (Firdevs hanımı kast ediyor) nikâhından sonra eve gelince bana, “Emine, kızım, bize öyle bir damat geldi ki maneviyatı benden çok çok yüksektir”, dedi”. İşte, Muhammed Hilmi Hazretleri; bizzat kendisi de, yukarıda anlatıldığı gibi kerameti aşikâr bir veli olmasına rağmen, kendisinden çok çok genç olan ve evladı yerine koyduğu, Muhammed Mazhar Hazretlerinin manevi büyüklüğünü kalp gözüyle görmüş ve hakkını teslim etmiştir.
…….Musa ve Harun (A.S.)’ın Eşlik Etmeleri
Muhammed Mazhar Hazretleri’nin hac farizasını yaptığı dönemlerden birisidir. Vakfe için Arafat’a doğru talebeleriyle beraber yürüyerek giderlerken o kadar kalabalığın içerisinde, bembeyaz renkte 2 tane güvercin Muhammed Mazhar Hazretlerinin sağ ve sol omuzlarına konarlar ve çok uzun bir süre Muhammed Mazhar Hazretlerinin omuzlarında Arafat’a kadar eşlik ederler ve daha sonra uçup giderler. Bu duruma hem kendi talebeleri hem de oradaki yüzlerce kişi şahid olurlar. Bunun olağanüstü bir durum olduğu açıktır. Daha sonra, ihvanlardan biri müsaid bir zamanı gözeterek cesaret edip sorar: “Efendim, o güvercinler neydi?”, der. Muhammed Mazhar k.s. hazretleri:
“Onlardan biri Musa a.s. diğeri de Harun a.s. idi”, diye emir buyurur. Allah şefaatleriyle şereflendirsin.
…………Muhammed Mazhar Hazretlerinin (k.s.) bacanakları Muhammed Hanefi Bey (rh.a) 1981 yılında vefat ederler. Muhammed Hanefi Bey’in oğulları Mahmud Bey anlatıyor: Babam, Efendi hazretlerini çok sever ve çok fazla hürmet gösterirdi. Sünneti Seniyyeye o kadar bağlıydı ki, aynı evin içinde yaşamamıza rağmen bir kere bile babamın ayağının aşık kemiğinden yukarısını görmemiştim. Vefat etti. Cenaze işlemlerinden sonra babamı İmam Efendi hazretlerinin türbesinin 10 metre kadar kuzey tarafına gömdük. Gömdükten sonra, ben mezarın başında elimde olmadan, “Acaba babamın durumu nasıldır?” diye kendi kendime durmadan düşünüyor ve üzülüyordum. O zamanlar, Muhammed Mazhar Efendiye henüz intisab etmemiştim. Böyle düşünceler içerisindeyken birden, Efendi hazretlerinin gönüllere huzur veren sesiyle irkildim “Mahmud! Mahmud! Gel, üzülme, babanın durumu çok iyidir!” dedi. Bu esnada Efendi hazretlerinin, mürşidi İmam Efendi’nin türbesine girmekte iken bana seslendiğini fark ettim. Efendi hazretleri, aklımdan geçenleri kitap gibi okumuştu. Nasıl olur du? O günden sonra ona olan saygım çok daha fazla arttı. İntisab ettikten sonra da, kendisini görünce bu olay ara sıra aklıma gelirdi. Yine böyle bir zamanda, sohbetin konusu hiç böyle şeyler değilken birden bana dönüp, ileriye doğru uzattığı sağ elininin baş parmağının tırnağına bakıyor olduğu hâlde, “Mahmud! İnsan-ı Kâmil baş parmağının tırnağından 18 bin âlemi seyreder. Kabirdeki kişinin hâlini bilmek, bunun en kolay olanıdır” diye emir buyurdular. O günü kast ettiğini anlamıştım. Kaddesallahu Sırrahulaziz…
[/toggle]
Çok küçük yaşlardan itibaren Büyük İslam Âlimi Seyyid Osman Bedrûddin Erzurumî (İmam Efendi) Hz. nin hususi teveccühleriyle yetişmiş ve daha 18 yaşında iken mutlak icazet ile şereflenip tasavvufta çok yüksek derecelere kavuşmuştur. Zahiri ilimlerdeki tahsilini Harput medreselerinde yapmıştır. Kurşunlu Camii önünde bulunan medresedeki hücresinde yıllarca, bitmek tükenmek bilmez ilim pınarlarından kana kana içmiştir. Bir dönem El-Aziz (Elazığ) müftülük görevini de vekâleten yürütmüştür. İmam Efendi hazretlerinin verdiği aynı icazetname üzerine, İmam Efendi hazretlerinin dünyasını değiştirmesinden sonra sırasıyla Hace Mustafa Naci Hazretleri ve Musa Kâzım Hazretleri de mübarek mühürlerini vurmuşlardır. Bu icazetnamedeki mühürlere müridanından pek çok kimse şahit olmuştur. Kendisi bu konuya işaretle, “Biz üç nur sahibiyiz”, diye buyurmuşlardır. Mürşidlerine olan saygı ve edebinden dolayı, vasiyeti üzerine kabirleri rakım olarak onlardan daha aşağıdadır. Sevenleri tarafından üzerine türbe yapılmış olup, ziyaret edilebilmekte ve manevi feyzlerinden aynen hayattaki gibi yararlanılabilmektedir.
Halifeleri
1) Tadımlı Seyyid Osman Efendi Hazretleri (k.s.) (Kabri, mürşidinin türbesinin doğusunda yolun karşısındadır)
2) Mehmed Paksoy Hoca.
3) Mehmed Taşkıran Hoca.
4) Seyyid Nusred Çilesiz Harputi Hazretleri (k.s.) (Kabri, Musa Kâzım hazretlerinin 20 metre güney doğusunda aile mezarlığındadır. İlk önce Musa Kâzım hazretlerine intisap etmiş, onun vefatı ile Muhammed Mazhar Efendiyi kendi mürşidi bilip, onun derslerine samimiyetle devam etmiş ve karşılığını da sonunda görmüştür. Bu zat, Elazığ Bankalar caddesinde ayakkabıcılık yapmıştır ve Elazığ’da Çilesizler diye asil bir ailedendir. Dedeleri Horasandan gelmiştir. Kıymetleri eşlerinin dedesi Büyük İslam Alimi Seyyid Osman Bedreddin Erzurumî (İmam Efendi) Hazretlerinin kayın babasıdır. Çilesiz Efendi, her haliyle, Hazreti İnsan kelimesinin karşılığıydı. Şöhret afettir sırrınca kendisini son derece gizlerdi. Yakın çevresi bile onu sadece “Ayakkabıcı Çilesiz” diye tanırdı. Fakat kalp gözü açık olanlar Çilesiz Efendinin ne kadar büyük bir veli olduğunu bilirlerdi. Muhammed Mazhar Hazretlerinin ihvanlarından bacanağı oğlu Harputlu Mahmud Efendi anlatıyor: Bir gece rüyamda, Cenab-ı Hakk bana “Sen Çilesiz’i bilir misin? O zamanının Kutup Yıldızıdır”, dedi. Rüyadan çok tatlı bir zevkle uyandım ve çok etkilendim. Rüyayı kendisine anlattığımda; utanarak, hiçbir şekilde kabul etmedi. Hâlbuki kendisi de çok iyi biliyordu. Bu durumu Mazhar Efendi hazretlerinin Yar-ı Gar-ım (mağara arkadaşım) dediği Maraşlı Hacı Abdullah Efendi de aynen tasdik etmiştir. Hilafeti alması olayı ise son derece ilginç ve vefatından sonra bile Muhammed Mazhar hazretlerinin kerametlerinden sadece biridir. Evet, o hilafetini mürşidi vefat ettikten sonra almıştır.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]
Elazığ – Palu’da Murat Nehri Kıyısında Şeyh Mahmud Samini hazretlerinin türbesinde
Osman Bedreddin Erzurumi hazretlerinin halifesi.
Şeyh Saadettin Efendi, Mahmut Samini’nin torunu olup Palu’da dünyaya gelmiştir. Talim ve terbiyesini Mahmut Samini Hazretlerinin halifelerinden Osman Bedrettin’in yanında yetişerek almıştır. 1919 yılında Saadettin Efendi mürşidi İmam Efendi’nin gözetiminde on altı gün sülükte kalır. Saadettin Efendi sülükten sonra icazetnamesini alarak Palu’ya gelir ve irşat görevine başlar. 1925 yılında 42 yaşında iken vefat eder. Daha sonra naaşı Murat nehri kenarından alınarak daha yukarı bir yere defnedilir. Bir süre sonra buradan da alınarak dedesi Mahmut Samini’nin yanına nakledilir. Dolayısıyla Mahmut Samini ile aynı amaç ve niyetler doğrultusunda ziyaret edilmektedir. Ziyarette yoğun olmamakla beraber adağı bulunanlar kurban kesip tasadduk etmektedir.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]
Elazığ – Kovancılar , ilçeye 36 km. mesafede Çatakbaşı köyünün Mirmehmet mezraında medfundur.
Kırkların İmamı – Şeyh Ali Sebti halifesi – Şeyh Hasan Efendinin halifesi
Mirmehtli Hacı Cuma Hoca Efendi, Palu’da dünyaya geldi. Burada Şeyh Ali Sebti’ye intisap eder. Otuz dört yaşına geldiğinde Şeyh Ali Sebti vefat eder (1871). Bunun üzerine Şeyh Ali Sebti’nin oğlu Şeyh Hasan Efendi’nin dergâhında derslerine devam eder. Ve seyr-i sulükünü burada tamamlar. Şeyh Hasan Efendi icazetnamesini verdikten sonra Hacı Cuma Hocayı bizzat kendisi Karaçor nahiyesi Mirmehmet köyüne getirip yerleştirir ve bu bölgenin irşâd görevini ona verir.
Şeyh Hasan Efendi dervişlerinin hazır olduğu bir ortamda tekkesinde otururken “Kırkların İmamı vefat etti”, der ve hüzünlenir. Biraz sonra “Bizim tarikatımızdan biri Kırkların İmamı tayin edildi” der. Yanındakiler “Efendi kimdir? diye sorunca, Şeyh Hasan Efendi kapıyı göstererek “Şu kapıdan ilk girendir” diye cevap verir. Bir süre sonra kapıdan Hacı Cuma Hoca girer. Şeyh Hasan Efendi kendisini tebrik ederek gözlerinden öper. Bazı tasavvuf çevrelerinin naklettiğine göre, Şeyh Ali Sebti’nin vefatından sonra Hacı Cuma Efendi “Kırkların İmamı” mertebesine yükselmiştir. Hacı Cuma Hoca Şeyh Hasan Efendi’nin vefatından sonra Şeyh Ali Sebti’nin tekkesini bir süre idare eder. Ayrıca Haydar Baba Mirmehmet Köyüne gelerek Hacı Cuma Efendi’nin gözetiminde çileye oturmuş ve icazetini almıştır.
Yöre halkı tarafından Hacı Cuma Efendi hakkında birçok keramet ve menkıbe anlatılır. Haydar Baba rahatsız olduğu dönemde ziyaretine gelen Hacı Cuma Efendi’nin torununa onunla ilgili başından geçen şöyle bir hadiseyi anlatır. Rivayete göre, birgün Hacı Cuma Efendi, Haydar Baba ve Haydar Baba’nın bir arkadaşı beraberce Palu’dan Mirmehmet Köyü’ne gitmektedirler. Bir suyun başına gelindiğinde Hacı Cuma Efendi atından iner ve suya giderek elini ve yüzünü yıkar. Bu arada Haydar Baba ve arkadaşı aralarında keramet üzerine konuşmaktadırlar. Onların bu konuşması Hacı Cuma Efendi’nin dikkatini çeker ve onlara dönerek “Kendi aranızda ne konuşuyorsunuz?” diye sorar. Haydar Baba’nın arkadaşı bir anda cesaretle “Efendi, bu kadar zamandır sana hizmet ediyoruz, ne olur bize bir kerametini göster” der. Bunun üzerine Hacı Cuma Efendi “Ben kimim, benim ne değerim var ki size keramet göstereyim” diye cevap verir. Bunun üzerine bu kişi tekrar “ Allah aşkına Efendi ne olur göster” diye arzu dolu isteğini yeniden söyler. Onun “Allah aşkı” ifadesi üzerine Hacı Cuma Efendi birden titremeye başlar. Bunun üzerine elini bir anda suyun üzerindeki birikintiye batırarak sudan canlı bir balık çıkarır ve tekrar elini suya batırarak onu bırakır. Hacı Cuma Efendi onlardan bu olayı kimseye anlatmamalarını ister. Haydar Baba bu hadiseyi Hacı Cuma Efendi’nin torunu Hasan Hüseyin Efendi’ye anlattıktan bir gün sonra vefat eder.
Yine Hacı Cuma Efendi hasta ve zor günlerini yaşadığı sırada kız torununu yanına çağırır ve ona “Kızım benim yatağımı dama serin, ben orada yatacağım” der. Kız torunu ve damadı onun bu isteğine şaşırırlar. Kendi aralarında onun bu talebini kısa süre tartıştıktan sonra yatağı dama çıkarmaya karar verirler. Önce yatak sonra Hacı Cuma Efendi dama çıkarılır. Yatağına yatar yatmaz torunundan bir ibrik su ister. Kendisine su dolu ibrik getirildikten sonra torunu ve damadına dönerek “Yavrum siz gidip yatın” der. Onlar ondaki bu garip hali merak ettiklerinden uyumayıp Hacı Cuma Efendi’yi gözetlemeye başlarlar. Gecenin ikisine doğru her taraf zifiri karanlığa bürünmüşken gökyüzünden beyaz bir ışığın dama doğru indiğini görürler. Arkasından beyaz ışıkla birlikte yeşil bir ışık gökyüzüne doğru çıkıp gider. Torunu ve damadı bu hal karşısında bir an şaşkınlık geçirirler. Sonra ikisi dama çıkıp Hacı Cuma Efendi’ye bakmak istediklerinde onun yatağında olmadığını görürler. Damı dolaşırlar ama Hacı Cuma Efendi’yi bulamazlar. Bunun üzerine tekrar aşağı inip beklerler. Bir süre sonra aynı iki ışık dama iner. Bu sefer beyaz ışık tek başına gökyüzüne doğru yükselerek kaybolur. Bu olağanüstü durum karşısında ikisi de şaşkına döner. Yeniden dama çıkıp baktıklarında Hacı Cuma Efendi’yi yatağında oturmuş tesbih çekerken bulurlar. Hacı Cuma Hoca vefatından önce, “Kim damdan düşer ve vefat ederse şehit olur.” dermiş. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Hacı Cuma Hoca 1944 yılında damdan düşerek vefat eder. Ölümünden sonra aradan birkaç yıl geçince bilinmeyen bir nedenden dolayı kabri açılır. Kabri açıldığında cesedinin ilk gömüldüğü gün gibi çürümemiş ve sağlam olduğu görülür. Bunun üzerine köylüler ve yakınları tarafından kabrine bir türbe yaptırılır.
Köyün kuzey tarafında yer alan türbeyi ilk olarak Molla Bekir isminde bir zat yaptırmıştır. Daha sonraları türbeye bazı eklemeler yapılarak bugünkü haline ulaşmıştır. İki metre yüksekliğindeki türbenin tavanı ahşap örtülüdür. Türbe, taş ve topraktan yapılmıştır. Makam bölümünün tavanı kubbelidir. Makam bölümünde Hacı Cuma Efendi ile birlikte oğluları Mehmet Efendi ve Hilmi Efendinin kabirleri bulunmaktadır. Türbenin üst kısmına yakın zamanlarda çatı yapılmıştır. Türbede makam bölümü ile beraber mescit ve gelen ziyaretçilerin kalmaları için iki bölüm daha bulunmaktadır. Her bölüme ait kapılar dışarıdan ayrı olup, içeriden bölümler arası geçiş bulunmamaktadır. Türbenin hemen arkasında yer alan mezarlıkta Hacı Cuma Efendi’nin aile fertlerinin kabirleri yer almaktadır.
Türbeye haftanın bütün günleri gelinmekle beraber harhangi bir hastalıktan muzdarip olan kişiler buraya Cuma akşamları gelmekte ve şifa bulmak ümidiyle yatıya kalmaktadırlar. Türbeye her türlü hastalık için gelinmekle beraber daha çok psikolojik rahatsızlığı bulunanlar tarafından rağbet edilmektedir.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]
Miyadınlı Mehmet Efendi’nin (1838-1913/8) türbesi, Elazığ – Merkez’e bağlı eski adı Miyadın olan Yemişlik köyünün üst tarafında köye hakim bir tepe üzerinde yer alır.
Nakşi Tarikatın’dan Seyyid Mahmud Samini Hazretleri’nin halifesidir.
Miyadınlı Mehmet Efendi Yemişlik (Miyadın) köyünde dünyaya gelir. Baba adı Osman Efendi olup annesi ise Emine Hanımdır. Miyadınlı Mehmet Efendi’nin merkez Aksaray Mahallesinden Naile Hanımla yaptığı evlilikten Mahmut ve Osman isminde iki oğlu olmuştur. Bu arada Mehmet Efendi “Miyadınlı” mahlasıyla tanınır.
Miyadınlı Mehmet Efendi gördüğü ilim ve terbiye sonucunda 1865 yılında daha 27 yaşında iken Mahmut Samini Hazretlerinden (1812-1892) icâzet alarak halkı irşâdla yetkili kılınır. Bir başka rivayete göre ise, tarikat icâzetini Palulu Şeyh Ali Sebti’den (1786-1871) almıştır. Yöre halkı tarafından onunla ilgili birçok keramet anlatılır. Türbedeki kitabede onun şöyle bir kerameti yazılıdır. “Rivayete göre; Miyadınlı Mehmet Efendi bir gün Cevizdere Köyü’ne gider. Köyün muhtarı o sırada bahçesinde çalışmaktadır. Kendisine Miyadınlı Mehmet Efendi’nin geldiğini haber verirler. Köyün muhtarı içinden “Yahu şimdi işin yoksa misafirlere yemek hazırla” diye geçirir. Gönülsüz bir vaziyette bahçeden çıkarken cebine biraz koyduğu erik çağalalarından misafirlere ikram etmeyi düşünür. Muhtar köye geldiğinde Miyadınlı Mehmet Efendi kendisine: “Telaş etme muhtar, yemekten daha güzel şeyler var. Bize ekşi erik çağalası dahi versen yeter”, deyince muhtar düşündüğü şeylerden oldukça mahcup olur.”
Miyadınlı Mehmet Efendi’nin (1838-1913/8) türbesi, eski adı Miyadın olan Yemişlik köyünün üst tarafında köye hakim bir tepe üzerinde yer alır. Dikdörtgen planlı olan türbenin üst kısmı çatı ile kaplanmıştır. Fakat makam (türbegah) kısmı kubbeli durumdadır. Türbe giriş kısmı (salon), makam (türbegah) bölümü ve bir de hem mescit hem de oturma odası olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmı ve oturma veya mescit konumundaki bölüm buraya sonradan eklenmiştir. Herhangi bir mimari özelliği bulunmayan türbenin elektriği bulunmakla beraber yakın tarihte ihtiyaca binaen önüne bir de çeşme yapılmıştır. Çevresinde ayrıca dut, akasya vb. türden ağaçlar bulunmaktadır. Türbe alanında kurban kesim yerleri de mevcuttur. Dikdörtgen planlı olan türbesinin sandukası ağaçtır ve bu ağaç sandukanın dört yüzüne Türk bayrağı âlem olarak işlenmiştir.
Günümüzde türbesi yöre halkı tarafından yoğun olarak haftanın bütün günleri ziyaret edilir. Buraya her türlü amaç, maksat ve rahatsızlıktan dolayı gelinmektedir. Daha çok çocuğu olmayan kadınlar, ruhsal dengesi bozuk olanlar, vücudunun herhangi bir yerinde ağrısı bulunanlar getirilir. Rahatsızlığı bulunan bu hastalardan bir kısmı şifa bulmak amacıyla yatıya kalır. Amaç ve maksatlarına ulaşan kişilerden bazısı veya adağı bulunanlar burada kurban kesmekte ve tasadduk etmektedirler. Ziyaretçilerin kurbanlarını rahat kesmeleri için kurban kesme yerleri ve kurban etlerini pişirmeleri için ocaklar bulunur. Ayrıca ziyarete işsizlik, ailevi huzursuzluk gibi her türlü sıkıntısı olanlar da gelmektedir. Gelen ziyaretçiler burada Kur’an okuyup bağışlamakta ve rahatsızlıklarından kurtulmak için dua etmektedir.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]
Şeyh Ali Sebti Hazretleri, 1786 yılında Diyarbakır’a bağlı ancak günümüzde Mardin’in Savur ilçesine bağlı olan merkez köylerinden Kırkdirek (Çilsütun)’da dünyaya gelir. Rivayete göre, Çilsütun köyünden kırk tane veli yetişmiştir. Bunlardan kırkıncısı ise Ali Sebti hazretleri’dir. Bu köye Kırkdirek adı Şeyh Ali Sebti’nin Mevlana Halid Bağdadi’nin (177?-1827) kırkıncı halifesi olduğu için verilmiştir. “Sebti” kelimesi Şeyh Ali Sebti’ye hocası Mevlana Halid–i Bağdadi tarafından tasavvufi bir mahlas olarak verilmiştir. Bu kelime Arap bilginleri tarafından evlad-ı Resul olanlara iltifat mahiyetinde söylenirmiş.
Sultan IV. Murat’ın Bağdat seferleri sırasında bir takım iftiralar sonucunda Şeyh Ali Sebti’nin dedeleri siyasi bir operasyona maruz kalır, evleri yakılıp yıkılır, köyleri harabeye döner. Bu olayda Sebti’nin “Seyyidlik” şecereleri de zayi olur. Fakat Sebti Hazretlerinin seyyid olduğu Hüseyin Hilmi Işık tarafından kaleme alınan “Tam İlmihal Saadeti Edebiye” adlı eserin sonunda belirtilir. Şeyh Ali Sebti ilk ilim tahsilini Diyarbakır Ulu Camii medresesinde yapar. Daha sonra eksik kalan ilmini ise Irak’ın Erbil ve Süleymaniye şehirlerinde tamamlayarak icazetini alır. Bundan sonra kendi köyüne döner ve medrese açıp ders vermeye başlar. Bu sırada irşad ve hilafetle görevli olarak Hindistan’dan dönen Nakşibendî müritlerinden Mevlana Halid, büyük mürşitleri Abdullah-ı Dehlevi’nin emriyle Diyarbakır’a uğrayıp Aliyyü’s Sebti’yi bularak evine misafir olur ve irşadında kendisine arkadaş olmasının Abdullah-ı Dehlevi tarafından emredildiğini söyler. O da Mevlana Halid’le birlikte Diyarbakır’dan ayrılarak Şam’a gider. Şeyh Ali Sebti, Mevlana Halid’in vefatına kadar yanında kalır ve madden ve manen büyük hizmetlerde bulunur. Bunun neticesinde Mevlana Halid Bağdadi tarafından kendisine hilafet verilmiştir. Mevlana Halid Bağdadi vefatından önce Şeyh Ali Sebti’ye, “Vefatımdan sonra Palu’ya gidiniz, orada irşat ile meşgul olunuz”, diye vasiyette bulunmuştur. Bir gün Şeyh Sebti’nin annesinin hasta olduğu haberi gelir. Bunu duyan Mevlana Halid, Sebti’yi çağırarak, “Ali annen hastadır, anneni görmeye git”, emrini verir. Yola çıkan Ali Sebti eve ulaştığında annesinin vefat ettiğini öğrenir. Annesinin sağlığına yetişemeyen Ali Sebti bu üzüntü içinde tekrar şeyhinin yanına döner. O, Şam’a geldiğinde şeyhi Mevlana Halid’in de vefat haberini duyunca üzüntüsü bir kat daha artar. Diğer bir rivayete göre ise, sağlığında hocasının verdiği icazetnameyi kabul etmemiştir. Mevlana Halid Bağdadi vefat edince Sebti’ye kardeşi Şeyh Mahmud Sahib, “Sizin icazetnameniz Mevlana Halid’in emri üzerine yazılmış, ben de imzalıyorum. Bana verilen emir üzerine doğuda Palu’ya yerleşip doğu bölgesinde halkı irşad etmekle vazifelendirilmiş olduğunuzu size bildirmekle Mevlana’nın size vasiyetini yerine getirmiş bulunuyorum”, buyurmuştur. İcâzetnâmesini talebelerinden Abdullah-ı Mekkî Palu’ya getirerek teslim eder. Bu arada Şah Abdullah Dehlevi’nin manevi işaretleri Ali Sebti’nin “üveyslik” mertebesinde talim edilmesine vesile olmuştur.
Şeyh Ali Sebti hazretleri (k.s.) Ailesi ve Çocukları Şeyh Ali Sebti Hazretleri doksan altı yıl yaşamış ve beş erkek çocuğu olmuştur, beş oğlundan üçünün soyu devam etmiş olup, bu sülaleden 216 aile yetişmiş ve (422+261+161) toplam: 844 torunu olmuştur. SÜLALEDE VAR OLAN SOY İSİMLERİ: 1-AKAR 2-AYGÖREN 3-BİLGİN 4-DENİZ 5-DURGUN 6-FIRAT 7-GÖRÜR 8-İMRE 9-ÖZSOY 10-SEPTİOĞLU olmak üzere 10 tanedir.
Şeyh Ali Septi Palevi Hazretlerinin Hanımları: 1-Ekrekli Molla Ali Kızı Ayşen Hanım 2-Melekanlı Esma Hanım ŞEYH ALİ SEBTİ PALEVİ (K.S)’NİN YEDİ ÇOCUĞUOLMUŞTUR 1-Şeyh Muhammed Nesih Efendi (k.s) (1835-1873) 2-Şeyh İbrahim (Kudo) Efendi (k.s) (6 yaşında vefat etmiş) 3-Şeyh Mahmudi Feyzi Efendi (k.s) (1838-1895) 4-Şeyh Hasan Naqi Efendi (k.s) (1843-11918) 5-Şeyh Hüseyini Taqi (Zeki) Efendi (k.s) (1848-1914) 6-Amine (Melekandan evlenmiş) 7-Fatma (Bekar iken vefat etmiş) 1-ŞEYH MUHAMMED NESİH EFENDİ(k.s) soyu devam etmemiştir. 2-ŞEYH MAHMUD FEYZİ EFENDİ (k.s) 10 çocuğu olmuş: Şeyh M.Said Efendi (1865-1925) ŞEHİD (FIRAT Soyadını almıştır) Şeyh Bahaeddin Efendi (1876-1925) ŞEHİD (FIRAT Soyadını almıştır) Şeyh Necmeddin Efendi (1878-1918) (FIRAT ve SEPTİOĞLU) Şeyh Tahir Efendi (1879-1970) (AKAR ve SEPTİOĞLU) Şeyh Diyaeddin Efendi (1889-1925) ŞEHİD (İMRE Soyadını almıştır) Şeyh Abdurrahim Efendi (1894-1937) ŞEHİD (BİLGİN Soyadını almıştır) Şeyh Mehdi Efendi (1895-1969) (AYGÖREN ve SEPTİOĞLU) Nefise: (Palu beylerinden evlenmiş) Sıddıka: (Çanlı Şeyh Şerif ile evlenmiş) Zekiye: (Çanlı Şeyhlerinden Şeyh İbrahim ile evlenmiş) 3-ŞEYH HASAN NAKİ EFENDİ (k.s) 6 erkek çocuğu olmuş: 1-Şeyh Ali Rıza Efendi (Küçük Efendi) ŞEHİD (1874-1925) Şey Ali Rıza Şeyh Hasan Nakiy’nin oğlu, o da Palulu Şeyh Ali Sebti’nin oğludur, H-1294/M-1877 Tarihinde Palu’nun Kasımiye mahallesinde doğdu, annesi ise Karakoçanlı Zeynel Ağanın kızı Gulé Hanımdır ki aynı zamanda Karakoçanlı Necip Ağanın da halasıdır, bu aile aynı zamanda Salahaddin Eyyubi’nin dedesi Şadi ailesine mensuptur. Şeyh Ali Rıza, İblişye medresesi adıyla bilinen babasının Palu’daki medresede tahsilini yaptı, çok zeki olan Ali hem gramer hem de diğer ilimlerin ezberlerini yaparak babası Şeyh Hasan Naki yanında bitirdi. Bu arada 29 yaşında iken 1324 h./1906 m. senesinde babası ona Nakşibendî tarikatında icazet verdi, o da hiç ara vermeden babasının Palu’daki medresesinde tedrise devam etti. Palu’nun eşrafından olan Fatıma Hanımla evlenen Şeyh Ali’nin bu hanımından dört kızı oldu, babasının 1337 h./1919 m. Tarihindeki vefatından sonra ise Palu’da babası yerine müftü oldu ve Palulu Şeyh Said kıyamında şehit oluncaya kadar bu göreve devam etti. Bazı mektuplaşmalarında ilk zamanlar vatan ve dinin mukaddesatı için Kemal Atatürk’ü desteklediğini görsek de aslında Atatürk’ün kötü niyetini ortaya koyup Hilafeti kaldırmak istemesi ve Laikliği hâkim kılması karşısında bu defa o da İslam’ı ve Hilafeti İslamiye’yi müdafaa maksadıyla Atatürk’ün aleyhine geçmiştir. Şeyh Ali Palu’da irşada devam ederken Şeyh Muhammed Sait de amcası Şeyh Hasan Naki’den sonra Kolhisar’dan Palu’ya gelmek ister, öğrencileriyle birlikte Palu’ya gelince gördü ki irşat ve tedrisat konusunda her şey yolunda gidiyor, bunun üzerine tekrar Kolhisar’a döndü ve Paluluların çevresini serhatta genişleterek irşat ve tebliğe devam etti. Şeyh Ali’nin kardeşleri içinden ikisi Çanlı Şeyh Ahmed’in kızı Halime Hanımdandı, Halime hanımın babası Şeyh Hasan Naki’nin vefatından sonra babasının medresesinde büyüdüler ve ilim ile hikmeti ondan aldılar. Ancak Şeyh Sait vakası patlak verince 48 yaşında isabet eden bir kurşunla şehit düştü. Bundan sonra kardeşi Şeyh Abdulkadir Efendi yerine geçerek Halidi tarikatının babasına atf edilen Besti kolunu ihya etti. İcazetini babasının halifesi olan Hacı Salih Mir Muhammedi’den aldıktan sonra kendisi de hem Kadiri hem de Nakşibendî tarikatında Kûr’un şeyhlerinden olan Şeyh Fazli Efendi ve Mele Kasım Sağuni’nin torunlarından olan Şeyh Abdulkadir Efendi’ye icazet verdi. Şeyhin 1375 h- 1956 m. Tarihindeki vefatından sonra ise, Palu müftüsü kardeşi Şeyh Sait irşat ve ilmi tedrisatı sürdürdü. Yukarıda dediğimiz gibi kendisi Hacı Salih Mir Muhammedi’den icazet aldığı gibi, kendisi de Hanili Mele Osman el-Mukri ve Gençli Mele Ahmed’e icazet vermiştir. Mele Osman da Şeyh Sadi ve oğlu Şeyh Şemseddin medresesinde müderris oldu, miladi 1976 yılında 87 yaşında vefat ederken de kendinden sonra Akide ve Tasavvuf hakkında bir kitap bıraktı, sonra da bu kitap basıldı. Allah cümlesine rahmet eylesin. (Hanımı: Abdullah Beygillerden, Gülfiroz Çocukları: Vecide, Fahide, Zübeyde, Fatma) 2-Şeyh Muhammed Şerif Efendi (1887-1925) ŞEHİD (DENİZ Soyadını almış.) Hanımı: Çanlı Şeyh İbrahim kızı Sabitedir. Çocukları: Nizameddin, Mahmut, Rauf, Mustafa, Hasan. 3-Şeyh Feyzullah Efendi (ÖZSOY ve SEPTİOĞLU Soyadını almış. Hanımı:Şeyh Said Efendi’nin kızı Fakide Hanımdır. Çocukları: 1-Mehmet Zeki Özsoy (1910-1978) Çocukları: (Feyzullah, Kutbettin, Mehdi, Fuat, Said) 4-Şeyh Abdulkadir Efendi (SEPTİOĞLU Soyadını almış Hanımları: 1-Şeyh Hüseyin Zeki Efendi’nin kızı Zühre, 2-Çanlı Şeyh Hüseyin kızı Sadiye, 3-Hafız Ağazadelerden Reşit Ağanın kızı Vasfiye, 4-Bilozadelerden İbrahim kızı Fatma. Çocukları: Niyazi, Bedrettin, İbrahim, Seyfettin, Hüsamettin, Mehmet Vehbi, Halime, Naciye, Fatime, Hatice, Rokiye, Havva, Ayşe, Halise, Rukiye, Sabite) 5-Şeyh Sadi Efendi (1898-1975) (GÖRÜR ve SEPTİOĞLU) Soyadını almış. Hanımı: Çanlı Şeyh Mustafa kızı Halime Hanımdır. Çocukları: 1-Ali Rıza SEPTİOĞLU (1924-2001) (Çocukları: Feyzi, Muhammet, Mücahit, Selahattin, Faruk, Zehra) 2-Şemsettin (1926-1974)) 6-Şeyh Muhammed Tevfik Efendi (DURGUN Soyadını almış) 4-ŞEYH HÜSEYİN TAKİ EFENDİ (k.s) iki erkek çocuğu olmuş: Şeyh Muhammed Şerif Ef. (ÖZSOY ve SEPTİOĞLU Soyadını almış) Şeyh Mehmet Taha Efendi (ÖZSOY ve FIRAT Soyadını almış) 5-ŞEYH İBRAHİM (KUDO) EFENDİ (k.s) (Altı yaşında iken vefat etmiş)
Şeyh Ali Sebti, Mevlana Halid Bağdadi’nin üçüncü halifesidir. Birincisi Mevlana Halid’in kendi kardeşi, ikincisi ise Erbilli Fettah Ahmed’dir. Ali Sebti Mevlana Halid’in vasiyeti üzerine 1830 tarihinde Palu’ya gider ve burada irşad çalışmalarına devam eder. Şeyh Ali Sebti bölgede irşâd çalışmalarına devam ederken o günün feodal yapısını devam ettirmeye çalışanlar tarafından kendisi ve yakın çevresi rahatsız edilmeye başlanır. Şeyh Sebti bu durum karşısında bölgede kargaşa ve huzursuzluğa yer vermemek için Ali Hoca’yı da yanına alarak Ali Hocanın köyü olan önceden Palu’ya bağlı Kelhası (Bingöl / Genç) köyüne gelip yerleşir. Burada irşad, talim ve derslerini devam ettirir. Şeyh Sebti bu göçten iki sene sonra tekrar Palu’ya dönmek ister. Buna kendisine intisab edenler razı olmayınca o, “Şeyhim Mevlana Halid’in emrini yerine getirmek gerekir” deyince karşı çıkan olmaz. Birkaç müridi ve Ali Hoca ile birlikte Palu’ya hareket eder. Aynı günün akşamı Palu’nun Çayyukarı bahçelerine ulaşıp geceyi burada geçirir. Bu arada Ali Sebti ve beraberindekilerin geldiğini haber alan Palu’nun Aşağı Mahalle sakinleri onları mahallelerine davet ederler. Bu teklifi kabul eden Ali Sebti ve beraberindekiler Aşağı Mahalleye gider. Mahalle sakinlerinden Eblaşoğulları tarafından kendilerine arsa vakfedilir. Ali Sebti vakfedilen bu arsa üzerinde bir cami, medrese ve cami yanında da iki odalı bir ev inşa ettirir. Nakşîlik tarikatı bu bölgeye ilk defa Ali Sebti ile girer. Palu’da bozulan nizamı o yıllarda tesis ederek dini, gerçek yönleriyle halka anlatmış ve birçok gayr-i müslimin İslamla şereflenmesinde etkili olmuştur. Şeyh Ali Sebti 1871 yılında 85 yaşında vefat eder.
Şeyh Ali Sebti hakkında birçok keramet ve menkıbe anlatılır. Rivayete göre; bir gün Şeyh Ali Sebti görevli olarak Bağdat’a giderken yol üzerinde oturan ve geçişi engelleyen bir aslana rastlar. Aslanın yolu kesmesine ve korkutucu bir halde yol üstünde oturmasına önem vermeyerek yoluna devam eder. Bu korkutucu ve tehlikeli olan hayvana yaklaştığında “Meded ya Hazret” diyerek Mevlana Halid’den yardım diler. Tam o esnada bir el aslanın ağzına çarpar ve bunun üzerine aslan yoldan kalkarak oradan hızla uzaklaşır. Şeyh Ali Sebti de yoluna devam eder.
Şeyh Ali Sebti hazretleri (k.s.) Halifeleri ŞEYH ALİ SEBTİ PALEVİ HAZRETLERİNİN HALİFELERİ: (Kutbu Dairetul Mulukin Şeyh Ali Halidi Sebti Palevi Kuddise Sirruhulaziz) Şeyh Ali Es-Septi birçok halife yetiştirdi. (Yaklaşık 50 halifesi vardır) Bazı meşhur halifelerinin isimleri aşağıda yazılıdır: 1- (Oğlu) Şeyh Muhammed Nesih Halife-i Ekber. 2- Şeyh Abdullahi Melekan-i Çapakçur (Bingöl) şehrine bağlı Melekan köyünden. 3- (Oğlu) Şeyh Mahmud-i Feyzi (Bu zat meşhur Şeyh Said’in babasıdır) 4- Şeyh Muhammed Henani 5- Şeyh Muhammed Karmişi 6- Şeyh Memiş Palevi 7- Şeyh Kasım 8- Şeh Hüseyn’il Hekari 9- Şeyh Ahmed-i Halifani 10- Şeyh Ahmed-i Çani (Korkutata) Çapakçura bağlı (Çan) köyünden. 11- Şeyh Mela Evliya Hacıyani 12- Şeyh İbrahim Kulbini 13- Şeyh Hüseyin Cümelaşi 14- Şeyh İbrahim Nesari 15- Şeyh Haci Haydari Kersi 16- Şeyh Süleymani Kuri. (Bingöle bağlı (Gur) veya (Gevr) köyünden) 17- Şeyh Muhammed Pirani 18- Şeyh Muhammed Huzari 19- Şeyh Selim Zenakiri Karbaşi 20- Şeyh Mela Muhammed Liceli 21- Şeyh Muhammed Serdi 22- Şeyh Muhammed Efendi Palevi 23- Şeyh Mahmud Samini Palevi, Palu kazasının Hun köyünden 24- Şeyh Said-i Palevi (Uveysi kabul) 25- Şeyh Ali Cümelaşi 26- Şeyh Hasan Diyarbekiri 27- Şeyh Ömer Urfali 28- Şeyh Hafız Osman Harputi 29- Şeyh Hüseyin Kolani 30- Şeyh Fettah Şaklati 31- Şeyh Mela Musa Zıriki 32- Şeyh Mela Muhammed Melekani BÜYÜK MÜRİDLERİ: 1- Seyyid Derviş Hayrullah 2- Seyviyi Cibi Seyfkari 3- Şeyh Muhammed Dağıstani 4- Şeyh Seyda Müderrisi Palevi 5- Şeyh Ali Hoca Sivani 6- Şeyh İsmail Falıci 7- Mela Ahmet Kuki 8- Mela Behti Palevi Kaynakça: 1-kitap “İki Ğavs’ı Enam, Seyid Ali Es-Sebti, Seyyid Ahmed El Kurdi” Mehmet İhsan Hattatzade 2-kitap “Mektubat-ı Halıdi Bağdadi” – Esad Sahibi 3-kitap “Elazığ Efsaneleri” -İsmail GÖRKEM- Manas Yayıncılık 4-kitap “Tasavvuf Yolunda Manevi Cihad” – Muhammed İhsan OĞUZ- Oğuz Yayınları 5-kitap “PALU Tarih-Kültür-İdari ve Sosyal Yapı” -Süleyman YAPICI- Elazığ-2004 6-kitap “PALU VE ŞEYH ALİ-Yİ SEBTİ HAZRETLERİ” –Hüsameddin Septioğlu-
Yine bir başka rivayete göre, Palu beylerinden biri Şeyh Ali Sebti’yi evine davet eder. Bunun üzerine Ali Sebti bu davete icabet eder. Beyin Ali Sebti’yi davet etmesindeki asıl maksat onun şeyh olup olmadığını sınamaktır. Bunun için bey, bir tavuğu İslami usuller dışında keserek yani murdar ederek yemek hazırlatır ve Sebti Hazretlerine ikram eder. Ali Sebti önüne konulan tavuk etinden yer. Bunun üzerine bey Sebti’ye dönerek “Sizin yediğiniz tavuk eti murdar bir tavuğun eti idi. Eğer Şeyh olmuş olsaydınız etin murdar olup olmadığını anlardınız”, der. Bunun üzerine Ali Sebti tebessüm ederek Beyi yanına çağırır ve ağzını açarak “İçeri bak ne görüyorsun?” der. Bey, Şeyh Ali Sebti’nin ağzına bakınca büyük bir derya ve deryanın içerisinde tavuğun yüzdüğünü görür. Ali Sebti, beye dönerek “Sizin o murdar ettiğiniz tavuk bu büyük deryayı kirletebilir mi?” diye sorar. Bu manzara karşısında mahcup olan bey özür dileyerek Şeyh Ali Sebti’ye intisab eder.
Ali Sebtî hazretleri, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını hatırlatır, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdının üstünlüğünü ve buna bağlı olmayı anlatırdı. Namaz için titrer, fırsat buldukça kazâ namazı kılmayı söyler; “Namazlarınızı terk etmeyiniz, aksi halde iyiliği terk edersiniz” buyururdu. Günümüzde türbesi yöre halkı ve çevre illerden gelen ziyaretçiler tarafından yoğun olarak ziyaret edilmektedir. Gelen ziyaretçiler tarafından kabri şerifleri başında Kur’an-ı Kerim ve dualar okunmaktadır. Ziyaret yaptıktan sonra bazı ziyaretçilerin nafile namazı kıldıkları görülür. Burası haftanın bütün günleri ziyaret edilmektedir. Özellikle sıcak mevsimlerde gerek yöre halkı ve gerekse çevre illerden gelen kişiler tarafından yoğun olarak ziyaret edilir. Ziyarete her türlü hastalık için gidilmekte, dua edilmekte ve Allah’tan şifa temenni edilmektedir. Çok sık olmamakla beraber adağı bulunan ziyaretçilerin burada kurban kestikleri de söylenir. Yine çeşitli dilek ve istekleri olan kişiler bu maksatlarına ulaşmak amacıyla buraya gelir ve burada yatan zatların yüzü suyu hürmetine Allah’a dua eder.
Şeyh Ali Sebti hazretleri (k.s.) nin İcazetnamesi
ŞEYH ALİ SEBTİ EL-PALEVİ HAZRETLERİ’NE (KUDDİSE SIRRUHU) MEVLANA HALİD BAĞDADİ HAZRETLERİNİN EMRİYLE, MEVLANA SAHİB MAHMUD HAZRETLERİ TARAFINDAN VERİLEN İCAZETNAMENİN TERCÜMESİ RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH’IN ADIYLA Allah’ın kendi zatı için razı olacağı hamd ile Allah’a hamd olsun. Salât ve selam onun vahyine ve hitabına dosdoğru bir şekilde sarılan yeryüzündeki halifeleri (kastedilen yirmi dört peygamber arasından) arasından en seçkini Hz. Muhammed (s.a.v) ve onun ashabının (onun arkadaşlarının ve yolundan giden ümmetinin) üzerine olsun.
Sonra ben Allah için sevilen ve yüzünü (yönünü, istikametini) Allah’a dönmüş olan Şeyh Ali Efendi’ye icazet verdim. Allah onun halini güzelliklerle doldursun. Yüce Nakşibendî Tarikatı’nda insanları bilgilendirme (irşat) , Allaha yönelme (tevcih), Allah’a zikir ( zikir telkini) sunarak feyzini ( bereketini) müminlerin üzerlerine serpsin. (akıtsın) Sonra ben onu defalarca tecrübe (ilmini ahlakını sınayarak denedim) ettim. O görüşlerinin tesirini talebeleri için sürdürsün. Onları güzel bir şekilde aydınlatma ( onlara nurlarını serpme) ve örtünmeyi yükseltmek ( Ahlakı yükseltmek) için kudretini güzel bir şekilde kullansın.
Sonra Peygamberin şeriatını seçmesi (sımsıkı bağlı olması), ve yüce silsile sadaatinden icazetli olması (o silsileye dâhil olması için) için icazet verdim. Evliyaların yolunda sabit bir şekilde kalmak (dimdik ayakta durmak) isteyen her kimse onun sohbetini ganimet bilsinler. (kaçınılmaz bir fırsat olarak değerlendirsinler)
İlimleri yeterli derecede olmayan âlimlerin ve onların akıllarının kuşatmadığı şeyler için onun emrine ve hizmetine her kim (ona lazım olan işlerde yardımcı olmak) yardımcı olursa karşılığı kendisine garanti edilir. (Allah onun karşılığını verir)
Ona Kitap (Kur’an) ve Sünnet’e sarılmasını vasiyet ederim. Doğru yolu bulan (keşfeden) ve vicdanlarının sesine kulak veren imamların (evliyaların) üzerinde ortak karara vardıkları Fırka-ı Naciye (Kurtuluşa eren kişiler) olan Ehl-i Sünnet’in görüşlerini muhteva eden fıkıh kurallarını (içtihat) düzeltmeye görevlidir.
Ona vasiyetim; Kuran-ı öğretenlere, Fıkuhaya ( Fıkıh âlimlerine) ve fakirlere özenli davranacak, (özen gösterecek) ve gönlünü (içini) daima ferah tutacak, herkese karşı nefsinde hoşgörülü olacak, eli açık cömert olacak, güler yüzlü olacak, kendisini görmeye gelenlere bol bol ikram edecek.
İslam dini uğruna kendisine isabet eden musibetlere sabır edecek yapılan eziyet ve sıkıntılara katlanacak, din kardeşlerinin hatalarını ve kusurlarını düzeltmelerine vesile olacak, küçüklere ve büyüklere nasihat edecek, kin ve düşmanlığı terk edecek, dünya malına meyil etmeyecek ( maddi menfaat peşinde koşmayacak).
Allah’ın geçim için kendisine sunduğu rızık ile yetinecek ona şükür edecek, Allah rızık konusunda kendisine yüzünü çevirerek güvenen kimseyi asla zayi etmez.
Kurtuluşa dönüşün ( Allah’a kurtularak dönüşün) ancak doğrulukla olduğunu bilecek. Allah’a ulaşmanın yolu ancak Hz. Muhammed’e (s.a.v) tabi ( onun yolundan giderek emirlerini ve nehiylerini yerine getirmekle) olmaktır. Hz. Muhammed’in (s.a.v) ashabına salât ve selam olsun.
Kendisini bir kimseden (herhangi bir kimseden) faziletli (üstün, yetenekli) görmeyecek, bilakis kendisinde oluşan manevi halleri kendi nefsinden bilmeyecek (bu hallerin Allah’ın inayetiyle olduğunu asla unutmayacak)
Her kim kendisine karşı uzun süre (çoğu zaman) hasetlik ve nimette kusurluluk ( nankörlük, münafıklık) yaparsa onları Allah’a havale edecek. Kendi gayretiyle (himmeti ile) onların bu şerlerini defetmeye yükümlü değildir.
Bu Tarikatta (Nakşibendiyye) öyle insanlar (evliyalar, âlimler, tasavvuf erbapları) vardır ki onların gücüyle ( himmeti) ile dağlar korkularından sarsılırlar. Şayet onlar dilerlerse (dilemek isteseydiler) hızlı bir şekilde kötülerin fesadını ve fitnesini Allah’ın inayetiyle (kudreti, gücü) kökünden söküp atarlardı.
Allah’ın salât ve selamı Nebi-il Ümmeti (Ümmetin Peygamberi) Hz. Muhammed’in (s.a.v) âline (ailesine) ve ashabının (onun yolundan giden arkadaşları ve ümmeti) üzerine olsun. Hamd Âlemlerin rabbi (terbiye edicisi, düzenleyicisi) Allah’a mahsustur. Sadi (Sahib) Mahmud Ehli Halidiyyil Muhammedi MÜHÜR Mütercim: Serdar KARABULUT
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin) Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma [/toggle]
Hacı Yasin Efendi aslen Karakoçan ilçesinin Yoğur köyündendir. Dedesi Beyhan (Hun) köyüne yerleşmiştir. Mahmut Samini Hazretleriyle aynı dönemde yaşamış olup doğum ve ölüm tarihleri bilinmemektedir. Oğlu Halil Efendinin vefatı üzerine Palu’ya yerleşir. Hacı Yasin Efendi kendi çabasıyla kendini yetiştirmiş ve irşad görevine başlamıştır. Hacı Yasin Efendi Palu ile Sığam arasındaki köprünün yapılmasına vesile olmuştur. O, köprüden gelip geçenlere “Salâvat-ı Şerife” okumalarını tavsiye ederdi. Yöre halkından Pineci Yusuf’un babası şöyle nakleder: “Hacı Yasin Efendi, Sığam köprüsünü yaptırıyordu. Annem bana bir mecidiye verdi ve “Bunu götür Hacı Yasin Efendiye ver, benim de bir katkım olsun.” dedi. Ben de bir mecidiyenin içinden on kuruşu kendime harcamak için aldım. Geri kalan parayı götürüp kendisine verdiğimde bana “Bunun on kuruşu nerde? ” diye sordu. ”Ben de utanarak ve biraz da korkarak çıkarıp on kuruşu kendisine verdim.” Vefat etmeden önce Murat nehrinden getirilen suyla naaşının yıkanmasını vasiyet etmiştir. Kendi el yazmasıyla bir Kur’an-ı Kerim mevcuttur.
Şeyh Hacı Yasin Efendi (Yasin-i Hûnî)’nin türbesi eski Palu (Zeve)’ya girerken sol tarafta yer almaktadır. Kare planlı olan türbenin üstü sacla kaplı bir kubbeyle örtülüdür. Sadece makam bölümünden oluşmakta olup herhangi bir mimari özelliği bulunmamaktadır. Ayrıca türbe içindeki duvarlar beyaz fayansla kaplanmıştır. Türbenin çevresi de son derece güzel bir şekilde tertiplenip düzenlenmiştir.
Şeyh Yasin Efendi’nin türbesi yöre halkınca haftanın her günü ziyaret edilmektedir. Ziyarete gelen kişiler bu türbede Kur’an-ı Kerim okumakta ve dua etmektedirler. Ziyarete her türlü hastalık için gelinmekle beraber daha çok diş rahatsızlığından dolayı gelinmekte ve dua edilerek Allah’tan şifa ümit edilmektedir.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]
Asıl adı Hafız Osman Bedrüddin Erzurumi (1850-1924) olan İmam Efendi’nin türbesi, Harput’ta Meteris Mezarlığı’nın doğu tarafında, Buzluk Mağaraları’na giden yolun sağ üst kısmında yer alır Kare planlı ve üzeri büyük bir kubbe ile örtülü olan yapı, tek mekandan ibarettir. Türbenin aydınlatması dışarıya bakan tek pencereyle sağlanır. Burada yer alan üç mezar demir bir setle çevrilidir. Girişte sağda Mustafa Naci Efendi’nin (Muşi Efendi), ortada İmam Efendi’nin, solda (kıble tarafında) ise oğlu Muhit Efendi’nin kabirleri yer alır Yine makam bölümünde bir kabir daha bulunup bu da oğlu ve aynı zamanda halifesi olan Nureddin Efendi’ye aittir. Türbeye girmeden sağ tarafta ise halifesi Saadettin Efendi’nin kabri bulunmaktadır. Yine türbenin dışında güney cephede İmam Efendi’nin halifelerinden Sürsürülü Molla Hüseyin Efendi’nin kabri yer almaktadır. Türbenin etrafında Harput’ta yetişmiş veya hizmetlerde bulunmuş değerli âlimlerin mezarları da bulunmaktadır.
Doğumu ve İlk Tahsili
İmam Efendi Erzurum’un Abdurrahman Ağa Mahallesi’nde dünyaya gelir. Rivayete göre, doğduğunda adet üzerine sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunur. Nakledilir ki, İmam Efendi, okunan bu ezanı ilk duyduğunda sağ elinin şahadet parmağını havaya kaldırır ve ezan bitimine kadar da elini indirmez. Babası ilim ve tasavvufi konulardaki liyakatiyle tanınmış olan Selman Sükutî Efendi, annesi Esma Hatun’dur. Osman Bedreddin üç yaşında iken babasını kaybeder. İlk derslerini Erzurum’daki hocası Mehmet Tahir Efendi’den alır ve dokuz yaşında hafız olur. Arapça’yı öğrendikten sonra tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerine yönelir. Osman Bedreddin, İslami ilimlere olan ilgisi ve kabiliyeti sebebiyle bu ilimlerde derin bilgi sahibi olmuştur. Tefsir çalışırken, Hucurat suresinin tefsirinde işaret edildiği üzere, “yaptığı amellerin, bilmeyerek işleyeceği hatâlar sebebiyle boşa gitmesinden”, korkarak çok az konuşmaya başlar Onun bu sessizliği üzerine hocaları ve arkadaşları kendisine, “Sessiz Hafız Osman Bedrettin”, demeye başlarlar. Mehmed Tahir Efendi bir gün İmam Efendi’ye “Molla Hafız! Bütün bildiklerimi sana öğrettim. Ayrıca bilmediklerimi de öğrendim. Şöyle ki, bilmediklerimi sana öğretmek için önce çalışıp öğrenmeye mecbur kaldım. Bundan ötesine gidemiyorum. Artık senin, ilmi benden daha fazla bir hocaya devam etmen gerekiyor. Bugünden itibaren ders vermeyeceğim”, der
Seyyid Ahmed Merami Hazretlerine talebe olması
Bunun üzerine İmam Efendi, “Dertliyim derdim derin, derdime derman için sana geldim ya Mûin” diyerek bir mürşid bulmak için Allah’a dua eder ve medreseden ayrılır. Aslında o, zahiri ilimlerde yetişmiş olup, batıni ve tasavvuf ilminde kendisini yetiştirecek bir hoca aramaktadır. Bu arayışı sırasında Buhara’daki Cami-i Kebir’de halka vaaz ve nasihat eden Seyyid Ahmed Meramî’nin bu duaya muttali olduğu ve Buhara’dan ayrılarak Erzurum’a geldiği nakledilir. Hasankale’nin ebu’l kasım köyünde üzerine aldığı imamlık vazifesini yürüten Ahmet Merami’nin yapmakta olduğu sohbetler üzerine kısa sürede ilmi ve şöhreti bütün çevreye yayılır Bu zatın ismini ve ilmini duyan İmam Efendi derhal yola çıkar. Aradığı mürşidi bir namaz vaktinde camide bulur. Seyyid Ahmed Meramî bu gencin kendisine yetiştirmesi için işaret edilen genç olduğunu anlar. Namazdan sonra “Merhaba! Hoş geldin, Hafız Osman Bedrüddin” der. Bunun üzerine Osman Bedrüddin birden bire ürperir ve hayretler içinde yaklaşarak Ahmed Meramî’nin elini öper. Daha sonra kendisinden ders almak istediğini söyler. Onun bu arzusuna Ahmed Meramî, “Buhara’dan kalkıp buraya kadar geliriz de senin gibi ilim isteyen bir talebeye ders vermez miyiz?” cevabını verir. Daha sonra Osman Bedrüddîn’i alıp evine götürür. Onun ilimdeki derecesini ölçmek için bazı sorular sorar. Sorduğu sorulara tatmin edici cevaplar alınca, onu yetiştiren hocasını metheder ve şöyle der. “Şunu bilesin ki, ilmin uçsuz bucaksız yolu neticede insanları Hakk’a ulaştırır. İlmin muhtelif safhaları ve sahneleri vardır. İlmin çeşidi çoktur. Bizim sana vereceğimiz ilim tasavvuf ilmidir.” Bir süre daha sohbet eden Ahmed Meramî, İmam Efendi’nin kendisini dikkatle ve şevkle dinlediğini görünce onun istek ve meylini anlar. Daha sonra İmam Efendi’nin istek ve arzusu doğrultusunda her gün gelip kendisinden ders alması kararlaştırılır. Böylece İmam Efendi her gün Erzurum’dan kalkar ve aralarında üç saat mesafe bulunan Alvar köyüne gider. Sabah namazını burada kıldıktan sonra Bulkasım köyüne varır, dersini alır. Yedi yıl süren bu meşakkatli eğitimin ardından Ahmet Meramî, bir gün Hafız Osman Bedrüddîn’e dönerek “Şunu bilesin ki, ilm-i zahir ile ilm-i batın birleşerek ait olduğu kalpte merkezleşti. Allah-ü Teala’ya hamd ve sena olsun, size de mübarek olsun. Benim vazifem burada tamam oldu. Ben irşada memur değilim. Sizi bu güne kadar yetiştirmekle, tasavvufî ahkamı size bildirmekle vazifeliydim. Biz memleketi, memlekettekiler de sizi arzuluyor. Varis-i enbiya meşarık-ı evliya (peygamberlerin varisi evliya güneşi) olarak bir mürşid-î kamil aramaya selahiyet kazandınız. Cenab-ı Hak hayırlısıyla muvaffak buyursun”, der ve derslerine son verir.
93 harbi ve Orduya katılması
Osman Bedreddin, hocası Ahmet Meramî’nin tavsiyesi üzerine gönüllü olarak orduya katılır. Harbin başlamasının ertesi günü 8 Kasım 1877 günü Osman Bedreddin, sabah Kars kalesi (veya Ayas Paşa) Camiinden ezan okur. Bu ezan halkı düşman karşısında cesaretlendiren kıvılcım olmuştur. Erzurum halkı bu ezan sesinden çok etkilenerek camiye koşar, sabah namazını kılan halk, hızlıca evlerine dağılarak düşmanla savaşmalarına silah olarak yardımcı olacak ne varsa yanlarına alarak cepheye koşarlar. Erzurum halkının da desteğiyle ordu güçlenmiştir. Rus ordusu dağıtılarak düşman güçlerini geri çevirmeyi başarmıştır.
Savaşın başladığı sabah, okuduğu ezanla halkı heyecanlandıran Osman Bedreddin, düşmanla ön saflarda çatışarak Erzurum halkına büyük bir cesaret örneği olmuştur. Okuduğu etkileyici ezan ve savaş esnasında gösterdiği cesaret ile Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın dikkatini çeker. Bu sayede Gazi Ahmed Muhtar Paşa onu 28. Alayın 3. Tabur imamlığına tayin eder Osman Bedreddin tabur imamı olduktan sonra ‘İmam Efendi’ diye anılmaya başlar. Bu vazifesi esnasında evliyânın büyüklerinden Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretlerinin oğlu ve halîfesi Seyyid Ubeydullah ile Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin halîfelerinden Kufrevî Şeyh Muhammed ve Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn ve Erzincanlı Terzi Baba lakabıyla meşhûr Şeyh Hayyât’ın talebelerinden Hacı Fehmi Efendilerle sohbet eder. Osman Bedreddin, 93 Harbi esnasında Erzurum cephesinde savaşmaya gelen birçok ilim ve irfan sahibi zatla tanışma fırsatı bulur. Savaş esnasında birkaç arkadaşıyla esir düşse de kaçmayı başarırlar. Harp sonrası taburu ile birlikte Diyarbakır’a tayinen naklolur. 1882’de ise vazifeli olduğu tabur Palu’ya taşınır.
Seyyid Mahmud Samini hazretleri’ne intisabı
O artık burada asıl hocasına kavuşur Bu mübarek zat Mahmud Samini’dir. Daha İmam Efendi gelmeden önce, onun hallerini kapalı olarak talebelerine bildirmektedir. Zaman zaman işaretler vererek, “Maşallah dokuz yaşında hafız ve fakih olmak her kulun karı değildir.” derdi. Yine bir gün, “Fesübhanallah, ilme olan gayreti hocalarını çalışmaya mecbûr ediyor.” Osman Bedreddin görevi nedeniyle Palu’da yaklaşık dört sene kalır. Burada yaşadığı ve şahit olduğu bazı olağanüstü hal ve buyruklarının manevi tesiriyle büyük bir mürşid ve tasavvuf ehli olduğunu anladığı Mahmut Samini’ye intisap eder. İmam Efendi kısa sürede tasavvufta yetişip kemale erer. Samini dergâhında on sekiz gün sülûkte kalıp Nakşîlikten tarikat icazeti alır.
Palu’daki irşadı ve Vefatı
Bir müddet sonra, Palu’da izindeyken Çemişgezek ilçesine nakledilen taburuna avdet eder. Artık o kendisine gelen talebeleri irşad ve manen terbiye etmeye mürşidi Mahmut Samini tarafından memur ve mezun kılınmıştır. Çemişgezek yöresindeki halka 15 yıl süresince ilim, irfan ve hakikat yüklü sohbetleriyle irşat eder. 1909 yılında tabur imamlığı vazifesinden emekli olur ve o gün için Doğu Anadolu’nun ilim ve irfan merkezi durumundaki Harput’a gider. Onun Harput’taki devresi dopdolu, hayatının en verimli ve feyizli devresi olur. Harput’ta Kurşunlu Camii’nde sohbetlerini yapar. 1911 yılında hacca giden İmam Efendi hacdan döndükten sonra irşad vazifesine Harput’ta devam eder. Ayrıca çevre il ve ilçelere de sık sık seyahatler ederek Elazığ ve Tunceli’nin merkez ve ilçeleri başta olmak üzere Keban, Ağın, Çemişgezek, Arapgir, Kemaliye (Eğin), Divriği, Kemah, Pertek, Hozat gibi civar il ve ilçelerde halka vaazlar verir ve sohbetlerde bulunur. Bu esnada da pek çok talebe yetiştirir. Hayatı boyunca kendini ilme adayan ve bu yolda oldukça önemli bir mesafe alan, ayrıca yaptığı sohbetlerle insanlara hak ve hakikati anlatan İmam Efendi, 17 Ekim 1924 tarihinde vefat eder. Harput Meteris Mezarlığına defnedilir.
Osman Bedreddin Efendinin yakınlarına bıraktığı vasiyeti şöyledir.
”Ey benim evlâd, birâder ve akrabâlarım! İslâmiyette ve doğru yolda bulunan kardeşlerim! Benim Ehl-i sünnet vel-Cemâat mezhebi üzere bir müslüman olduğuma Cenâb-ı Hak şâhidimdir. Lütuf ve ihsânına karşı Allahü Teâlâ’ya hamd ederim. Şâyet ömrüm tamam olup, Allahü Teâlâ’nın emri üzerine âhirete göçüp, ilâhî rahmete nâil olursam, son ömrümde düşmanımız olan nefis ve şeytan tarafından şaşırtılmak istenirsem, inşâallah ben onları dinlemem. Ancak, İslâm dîninde olduğumu şimdiden işitip, kıyâmet gününde müslümanlığıma şâhitlik etmenizi istiyorum. Allahü teâlânın birliğine inanıyorum, elhamdülillah. Allahü Teâlâ’dan başka ilâh yoktur. Muhammed Aleyhisselâm O’nun kulu ve resûlüdür. Yalnız Allahü teâlâ vardır. O’nun ortağı yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O, her şeye kâdirdir. Sizden Allahü teâlânın birliğine olan bu îmânıma şâhid olmanızı istirhâm ediyorum. Ben âciz ve günahkâr bir kulum. “Allahü teâlânın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allahü teâlâ (şirkten tövbe ve îmân etmek sûretiyle) bütün günahları affeder.” (Zümer sûresi: 53) meâlindeki âyet-i kerîmesini kendime delil edinip tövbe ederek, Rabbimin rahmetine sığınıyor, Peygamber efendimizin şefâatına kavuşmayı ümid ederek gidiyorum. Evliyâullahın, Allahü teâlânın sevdiği kullarının ve Nakşibendiyye büyüklerinin bu günahkâr kula mânevî yardımlarını ümid ederim. Bilhassa Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî, Muhammed Behâeddîn Buhârî, pîrim Mevlânâ Hâlid, Şeyh Ali Sebtî, hocam Mahmûd Sâminî ve babamın mânevî yardımlarını ve Allahü Teâlâ’nın katında bu fakîre şefâatçı olmalarını ihsân ve ikrâmlarından ümîd ederim. Vefât ettiğimde üzerime Kur’ân-ı kerîm okuyunuz. Allahü teâlâ bu âcize ve bütün din kardeşlerime îmân ve hüsn-i hatîme nasîb eylesin! Âmin.”
[/toggle]
Osman Bedreddin iki defa evlenmiştir. İlk zevcesinden Bahaeddin, Nureddin ve Muhit isminde üç erkek ve Nuriye isminde bir kızı olmuştur. İkinci hanımından en küçük erkek oğlu Ziyaeddin Uz ise, Elazığ’da Ağır Ceza Mahkemesi başkanlığı yapmış ve 1989 yılında emekli olmuş, 2006’da vefat ederek babasının türbesinin yanına defnedilmiştir.
Osman Bedreddin hazretlerinin Eserleri
İshak Sunguroğlu, İmam Efendi’nin aynı zamanda iyi bir şair olduğunu belirtmekte ve şiirlerinden ancak bir nümunesinin bulunabildiğini söylemektedir. İlahi aşk, insan sevgisi, tevazu, hoşgörü ve kalp temizliği gibi hususlar işlenmiş olduğu bu şiirlerini divan edebiyatı nazım şekilleri ve dörtlüklerle yazmıştır.
Osman Bedreddin’nin talebeleri tarafından sohbetleri not edilerek bir araya getirilmiş olan Gülzar-ı Samini adındaki mektubatı ile Gülbin-i İrşad ve Mecalis-i Saminiyye adında beş ciltlik eseri ve ayrıca kasidesi vardır Hayatına ilişkin en önemli belge, onun Osmanlıca el yazması eseri olan “Sohbetname” adlı kitabıdır. Sohbetname, İmam Efendi’nin İslam ahlakı, fıkıh ve çeşitli konulardaki hadislerin yorumlarından ibaret bir çalışmadır. Sohbetnamenin orijinal el yazması bugün torunu Halit Hoca’nın kütüphanesinde bulunuyor. Ayrıca tasavufi konulardaki şiirlerini kapsayan bir de Divan’ı mevcuttur.
Osman Bedreddin hazretleri’nin Halifeleri
1- Seyyid Hace Musataf Naci hazretleri(ks.) ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte sağdaki kabir.
2- Seyyid Saadettin Efendi (ks.); Samini hazretleri’nin torunu, Kabri samini hazretlerinin türbesinin içerisinde
3- Ömer Nasuh Bilmen (ks.); İstanbul – Edirnekapı Sakızağacı şehitliğinde
4- Seyyid Nureddin Efendi ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte heen karşıdaki kabir.
5- Seyyid Musa Kazım Harputi
6- Sürsürülü Seyyid Molla Hüseyin Efendi ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte heen karşıdaki kabir.
7-Seyyid Saadettin Efendi ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte heen karşıdaki kabir.
8- Seyyid Muhammed Mazhar Ettasi Harputi ;
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]
Seyyid Ahmed Çapakçuri hazretleri ; Bitlis’in Çapakçur ilçesine bağlı Kür köyünde dünyaya gelmiştir. Aslen Bağdatlı olup dedeleri Seyyid Abdulhamid, vaktiyle Bağdat’tan Çapakçur’un Kür köyüne gelip yerleşmiştir. Ahmed Çapakçuri daha çocuk yaşta iken kendisinde bir takım olağanüstü haller ortaya çıkar. İlim öğrenmeye çok hevesli olmasına rağmen bir medreseye gidemediğinden dolayı çok üzülmektedir. Cami-i Kebir (Ulu Camii) imamı Hacı Tevfik Efendi’nin naklettiğine göre, Seyyid Ahmed Çapakçuri 10–12 yaşlarında dağda koyun otlatırken daha önce hiç görmediği bir zat kendisine yaklaşır. Kendisinden halini hatırını soran bu zata Ahmed Çapakçuri halinden hiç memnun olmadığını söyler. Çünkü kendisinin ilim öğrenme arzu ve hevesiyle dolu olduğunu, fakat bu yaşa kadar ancak Fatiha Suresi’ni öğrenebildiğini söyler. Ahmed Çapakçuri’nin istek ve hevesinin farkına varan bu zat, başını okşayarak ona “Allahü Teala seni ilim erbabı eylesin. Sana faydalı ilim nasip eylesin”, diye dua eder ve oradan ayrılır. Ahmed Çapakçuri başından geçen bu olayı akşam babasına anlatır. Bir müddet sonra babası onu devrin büyük Nakşî Şeyhi olan Palulu Şeyh Ali Sebti’ye götürür ve okutup, terbiye etmesi için teslim eder.
Şeyh Ali Sebti hazretleri ; o günden itibaren terbiyesi altına aldığı Ahmed’in manen ve maddeten en iyi şekilde eğitilmesine özen gösterir. Seyyid Ahmed Çapakçuri, on iki yaşından itibaren Ali Sebti’nin Palu’daki evlerinde büyür. Ali Sebti’nin sohbetlerine devam edip çağın alimlerinden maddi ve manevi ilimlerin öğrenimini yaparak büyük bir alim olur. Senelerce nefsiyle büyük mücadele halinde bulunup tasavvuf yolunun; Allah’a kavuşma yolunun bütün derece ve kademelerini Ali Sebti’nin eğitiminden geçerek kemal ve kemale erdirme derecesine ulaşır. Bunun sonucunda Şeyh Ali Sebti’nin en son ve en olgun halifesi olduğu kabul edilir. Seyyid Ahmed Çapakçuri kendisine halifelik verildikten sonra da Ali Sebti’nin yanından ayrılmayıp onun vefatına kadar hizmetinde bulunur, ilminden ve feyzinden istifade eder. Ali Sebti’nin (1786-1871) vefat etmesi üzerine Palu’dan ayrılarak Harput’a yerleşir. On beş yıl burada kalarak insanlara Allah’ın emir ve yasaklarını anlatır. 1906 yılında ise Siverek’e gider. Burada da sekiz yıl kaldıktan sonra 1914 yılında Viranşehir’e geçer. İki yıl Viranşehir’de kalan Ahmed Çapakçur, 1916 yılında I. Cihan Harbi münasebetiyle düşmanın Harput’a gireceğinden endişe eden Harputlunun Harput’tan göç edeceğini öğrenince, göçü engellemek için Harput’a geri döner ve hayatının geri kalan kısmını burada devam ettirir. Ahmed Çapakçuri 1921 yılında 94 yaşında bir Cuma gecesi vefat eder. Vasiyeti üzerine Harput’ta Ulu Camii avlusunda gül ağaçlarının bulunduğu köşeye defnedilir.
Seyyid Ahmet Çapakçuri’nin (1830-1921) türbesi, Ulu Cami’nin giriş kapısını geçtikten hemen sonra sağ taraftadır. Daha önceleri türbesi Ulu Cami’nin giriş kapısının sol üst tarafında iken cami bahçesine park yaptırılması kararlaştırılmış, halkın tüm engellemelerine rağmen kabri Nurettin Ardıçoğlu tarafından 1969 yılında bugünkü yerine aktarılmıştır. Kabir zeminden 75 cm. kadar yükseklikte, Körpe taşı alt kaidesinin üzerine düzgün ve temiz mermer taşlarından yapılmıştır. Mezar bölümü bu kaidenin orta yerinde bulunup normal taş (veya mermer) sanduka şeklindedir. Mezarın baş ve ayak kısımlarına şahide taşları konulmuştur. Mezarın etrafı demir set ile çevrilmiştir. Seyyid Ahmed Çapakçuri’nin eski türbesinin ölümünden sonra bir yareni tarafından yaptırıldığı belirtilir.
Anlatılır ki, Ahmed Çapakçuri bütün gece boyunca iki dizi üzerine oturarak sabahlardı. Yine bu halde teheccüd namazını kılabilmek için iki dizi üzerinde on beş yirmi dakika kadar uyku uyurdu. Hayatı boyunca gerek toplulukta gerekse yalnız bulundukları yerlerde diz çökerek bağdaş kurup oturduğu görülmemiştir. Bu sebeple de topukları üzerine oturaklarında yer edip nasır bağlamıştır. Rivayete göre, ayak ve dizlerinden rahatsız olan Ahmet Çapakçuri’ye bir gün yanındakiler, “Efendi! Ayakların ağrıyor. Uzat ki rahat edesin” derler. Fakat Ahmet Çapakçuri uzatmaz. Yanındakiler uzatması için ısrar edince hiddetlenip, “Ben bu kadar yaş yaşadım. Allah’ım beni görüyorsa nasıl ayağımı uzatıp yatarım” diye cevap verir.
Ahmed Çapakçuri Şafii mezhebine bağlıydı. Kendi mezhebinde nasıl derin ve geniş bir bilgiye sahip ise Hanefi mezhebinde de öyle geniş ve derin bir bilgiye sahipti. İnançla ilgili hükümlerde ve ameli konulardaki sırları, hikmetleri ve incelikleri o kadar mükemmel bir tarzda açıklardı ki dinleyenler hayran kalırdı. Ahmed Çapakçuri’nin geçimini sağladığı belirli bir geliri olmamakla birlikte hüsn-ü hat ile meşgul olduğu ve geçimini de ihtiyacı miktarında onunla sağladığı söylenir. Halk arasında menkıbeleşen hayatına dair şöyle bir hikaye anlatılır. Çapakçurlu Şeyh, ömrünün son günlerinde birkaç gün yatar. Gelen giden ziyaretçilerinin arasında kimler yoktur ki… Kızı bir ara odaya girer bakar ki, babası bir güvercinle konuşuyor. Hayret eder. Kızı tarafından görüldüğünü fark edince güvercine, “Sırrımız anlaşıldı”, diye fısıldar. Güvercin uçup gittikten sonra kızına dönerek: “Kırklardandı” der. Ardından ruhunu teslim eder.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Hace Alaaddin Attar (k.s.) hazretlerinin kabrisi Şerifi ; Özbekistan – Tirmiz’e 130 km uzaklıktaki Namazgah bölgesinde
Buhârâ’da yetişen en büyük velîlerden. İnsanları Hakk’a dâvet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saâdete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on altıncısı. İsmi Muhammed bin Muhammed Buhârî, lakabı Alâeddîn’dir. Doğum yılı belli değildir. 1400 (H.802) senesinde Buhârâ’nın Cağanyân nâhiyesinde vefât etti.
Alaeddin-i Attar’ın babası, Buhara’nın zengin eşrafından idi. Üç oğlu vardı. Bunlardan büyük oğullarının isimleri; Şehâbeddîn ve Hâce Mübârek’tir. Alâeddîn en küçükleri idi. Babası vefât edince, oğullarına çok fazla mal kaldı. Fakat Alâeddîn hiç miras kabûl etmeyip, Şâh-ı Nakşibend Muhammed Behâeddîn-i Buhârî’ye talebe olmayı tercih etti. Huzûrlarına varıp hâlini arz etti ve talebeliğe kabûl buyrulmasını istirhâm eyledi. Behâeddîn Buhârî hazretleri Alâeddîn’e nazar ettikten sonra; “Evlâdım bizim yolumuzda çeşitli mihnet ve sıkıntılar vardır. Dünyâyı ve nefsini terketmek vardır. Sen bunları yapabilecek misin?” buyurunca, Alâeddîn derhal; “Yaparım efendim!” diye cevap verdi. “Öyleyse bugün bir küfe elma alıp, kardeşlerinin mahallesinde sat!” buyurdu. Alâeddîn, soylu ve tanınmış bir âileye mensûb olmasına rağmen, kibirlenmeyerek, kardeşlerinin mahallesinde, hiç kimsenin sözüne aldırış etmeden, bağıra bağıra elma sattı. Ertesi gün Şâh-ı Nakşibend’in huzûruna gelerek; “Emirlerinizi yerine getirmeye çalıştım efendim.” dedi. Behâeddîn-i Buhârî; “Bugün de kardeşlerinin dükkanı önünde satacaksın.” buyurdu. Alâeddîn; “Peki efendim!” diyerek, ağabeylerinin dükkanı önünde bağıra çağıra elma satmaya başladı. Ağabeyleri yanına gelip; “Bizi elâleme rezil etme, para lâzım ise, istediğin kadar verelim, mîrâsından daha fazlasını al, fakat bu işi bırak.” dediler. Alâeddîn hiç dinlemeyip elma satmaya devâm etti. Ağabeyleri; “Mâdem satacaksın, bizim dükkanın önünde satma, git başka yerde sat!” diye ısrâr ettiler. O yine dinlemedi. Bunun üzerine kendisine pekçok hakâret ederek, dövdüler. Ne var ki, Alâeddîn-i Attâr hiçbir şeye aldırış etmedi. Verilen emre göre hareket etmeye devâm etti. Ertesi gün Şâh-ı Nakşibend hazretleri; “Artık bu iş tamamdır.” diyerek elma satışı işini bıraktırdı ve onu talebeliğe kabul buyurdu.
Alâeddîn-i Attâr hazretleri anlatır: “Şâh-ı Nakşibend hazretleri beni kabûl edince, onu o kadar sevdim ve sohbetlerinden ayrılamıyacak hâle geldim. Bu hâlde iken, birgün bana dönüp; “Sen mi beni sevdin, ben mi seni sevdim?” buyurdu. “İkrâm sâhibi zâtınız, âciz hizmetçisine iltifât etmelisiniz, hizmetçiniz de sizi sevmelidir.” diyerek cevap verdim. Bunun üzerine; “Bir müddet bekle, işi anlarsın.” buyurdu. Bir müddet sonra, kalbimde onlara karşı muhabbetten eser kalmadı. O zaman; “Gördün mü, sevgi benden midir. Senden midir?” buyurdu.
Alâeddîn-i Attâr talebeliğe kabûl edilince, canla başla çalışmaya, hizmet etmeye başladı. Gece-gündüz hiç boşa vakit geçirmeyip, hocasının verdiği dersleri ve vazîfeleri en kısa zamanda yapmak gayretiyle çalıştı. Talebe arkadaşlarının arasında parmakla gösterilenlerden oldu. Dünyâya meylederim korkusuyla, yatacak bir döşek ve üzerine örtecek bir yorgan bile almazdı. Bütün dikkatini, derslerine ve hocasının hizmetine verdi. Hocası Behâeddîn-i Buhârî de onun kemâlini, olgunluğunu, derecesinin çok yüksek olduğunu bildiği için, birgün hanımına; “Ey hâtun! Kızımız bülûğa erişince bana haber ver.” buyurdu. Bir müddet sonra kızının bülûğ çağına geldiğini öğrenince, Alâeddîn-i Attâr’ın odasına gitti. Bu sırada Alâeddîn-i Attâr, eski bir hasır üzerinde kitap mütâlaa ediyor, okuyordu. Odasında, başının altına koymak için bir de tuğlası vardı. Başka bir şeyi yoktu. Behâeddîn-i Buhârî’yi karşısında görünce, hemen ayağa kalktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri buyurdu ki: “Eğer kabûl edersen, evimde yeni bülûğa gelmiş bir kızım var. Seninle evlendireyim.” Alâeddîn-i Attâr, edeble durumunu arzetti: “Hakkımda büyük bir lütuf ve saâdet buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz ki, yanımda dünyâlık olarak hiçbir şeyim yoktur.” Behâeddîn-i Buhârî ise; “Benim kızım sana müyesser ve mukadderdir. Rızkınızın da, Allahü teâlânın gayb hazînesinden gönderileceği bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme!” buyurdu.
Behâeddîn-i Buhârî, talebeleriyle birlikte Alâeddîn’e bir ev yapmak için çalışmaya başladılar. O sıcak yaz günlerinde bir müddet çalışırlar, öğle vaktinin sıcağında dinlenirlerdi. Herkes gölgede istirahat ederken, Alâeddîn-i Attâr hazretleri güneş altında dinlenirdi. Diğer talebeler güneşin Alâeddîn hazretlerine gölge yaptığını hayretle görürlerdi. Alâeddîn-i Attâr hazretleri o hâlde iken Allahü teâlânın yarattıkları hakkında tefekkür eder ve Cehennem’in şiddetli sıcağı yanında, güneşin sıcaklığının hissedilmeyeceğini düşünürdü. Bir ân dahi Allahü teâlâyı unutmaz, kalbinde O’nun muhabbetinden başka bir şey bulundurmazdı. Öyle ki, bütün hücreleri cenâb-ı Hakk’ı zikreder; “Allah! Allah!” derdi.
Ev tamamlanınca, düğünleri yapıldı. Böylece iffet ve ismet sâhibi, temiz ve edebli bir kızla evlenmiş oldu. Bu hanımından; Hâce Hasan, Hâce Şehâbeddîn, HâceMübârek, Hâce Alâeddîn isimlerinde oğulları dünyâya geldi.
Behâeddîn-i Buhârî hayatta iken, bütün talebelerinin yetiştirilmesini Alâeddîn-i Attâr’a bırakıp; “Alâeddîn, bizim yükümüzü hafifletti.” buyurdu. Sohbetinin bereketi ve güzel terbiyesi sebebiyle, çok kimseyi, kemâl derecelerine çıkardı.
Alâeddîn-i Attâr, evliyâlık makamlarında ve mârifette, Allahü teâlânın zâtına ve sıfatlarına âit bilgilerde o kadar yükseldi ki: “Alâiyye” ismi ile Silsilet-üz-Zeheb’e (en büyük âlimler ve velîler silsilesine) yeni bir şekil verdi. Talebelerin maksadlarına daha çabuk kavuşabilme yolunu keşfedip, o yol ile hedefe varılmasını sağladı. Büyük âlimler; “Tasavvuf yollarının en yakını “Alâiyye yoludur”. Bu yolun esâsı Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî’den, elde edilmesi ise Alâüddîn-i Attâr’dandır.” buyurdular. Alâeddîn-i Attâr anlatır: “Dervişlerden biri, birgün bana, kalbin nasıl olduğunu sordu. “Nasıl olduğunu bilmiyorum.” dedim. O; “Ben kalbi, üç günlük ay gibi görüyorum.” dedi. Bunu üstâdım ve efendim Şâh-ı Nakşibend hazretlerine anlattım. “Bu, onun kalbine göredir.” buyurdu. Ayakta duruyorduk. Ayağını ayağımın üzerine koydu. Birden kendimden geçtim. Bütün mevcûdâtı, Arş-ı a’lâyı kalbimde bir arada gördüm. Kendime gelince; “Gördüklerini anlat.” buyurdu. Anlattım. Bunun üzerine; “Gönül budur. O dervişin sandığı gibi değil. Allahü teâlâya, kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın değildir. Mahlûkların en üstünü, en şereflisi kalbdir. Kalb, bilinmiyen sırlarla dolu bir âlemdir, her şeyi kendinde bulundurur. Görüldüğü gibi kalb, her şeyden geniş bir latîfedir. Böyle olunca, onu bir kimse nasıl anlayabilir. Bunun için hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ; “Yere ve göğe sığmam, mü’min kulumun kalbine sığarım.” buyurdu. Bu, derin sırlardandır.” buyurdu.
“Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, ömrünün son günlerinde bana kabrini kazmamı emir buyurdu. Gidip, emredildiği gibi kabri kazdıktan sonra huzûruna geldim. Yâsîn-i şerîf okumamı istediler. Diğer talebelerle birlikte okumaya başladık. Kendisi de bizimle birlikte okuyordu. Yarısına gelince, nûrlar gözükmeye başladı. Kelime-i tevhîdi söyleyerek son nefeslerini verdiler.
Bundan sonra Alâeddîn-i Attâr hazretleri zamânında kâmil velîlerin baş tâcı oldu. Halktan olsun, ilim ehlinden olsun irşâd işinde pekçok kimseye doğru yolu göstermede kaynak durumuna geldi. Halkı Hakk’a götüren delillerin en önde gideni idi. Üstünlüğünden yer gök onun aşkını anlatmaya başladı. Yaşadığı asırda İslâmiyeti bütün güzelliği ile kâinâta gösterdi.
Seyyîd Şerîf Cürcânî, Muhammed Pârisâ, Yâkûb-i Çerhî gibi âlimler ve velîler, Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin talebesidir. Bunlardan başka pekçok kimseler, onun vâsıtasıyla hidâyete kavuştu, başkalarını yetiştirecek irşâd makamlarına yükseldi. Vefâtlarından evvel, talebelerinden biri şöyle bir rüyâ gördü: “Büyük bir otağ kurulmuş. Otağda Peygamber efendimiz de bulunuyordu. Alâeddîn-i Attâr hazretleri ile hocası Behâeddîn-i Buhârî hazretleri de otağın yanında duruyor ve içeri girip Peygamber efendimizi görmek istiyorlardı. Bir ara Behâüddîn-i Buhârî içeri girdi ve bir müddet sonra sevinç ile çıkarak buyurdu ki: “Bize, kabrimizin 100 fersah mesâfesine defnedilecek her müslümana şefâat etmemiz ihsân edildi. Alâeddîn-i Attâr’a da 40 fersah mesâfedekilere şefâat ihsân edildi. Bizi sevenlere ve ihlâs ile bağlılık gösterenlere de, bir fersah mesâfede olanlar ihsân edildi.” (Bir fersah, altı kilometredir.)
Alâeddîn-i Attâr hazretleri vefâtına yakın talebelerine vasiyet ederek buyurdu ki: “Birbirinize sığının! Her işte yolunuz, dînî ölçülere bağlılık olsun! Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz! Sohbet mühim sünnettir. Bu sünnete riâyet edin, umûmî ve husûsi şekilde ona devâm ediniz! Eğer bu yolda sebât ve istikâmet gösterirseniz, bir ânda büyük derecelere kavuşursunuz. Hâlinizin dâimâ yükselişte olması lâzımdır.”
1400 (H.802) senesinde, bel ağrısıyla başlayan bir hastalığa yakalandı. 2 Receb Perşembe günü yatağa yattı. Talebelerinden Şeyh Safiyyüddîn anlattı: “Hocam, hayatlarının sonunda ve yakınlarının huzûrunda bu fakîr hakkında buyurdu ki: “Yirmi yıldan fazla bir zamandırSafiyyüddîn ile aramızda, Allahü teâlânın rızâsı için olan bir dostluk vardır. Elbette bu dostluk bozulmaz.” Ben orada olmadığım bir günde; “Ondan râzıyım. Allahü teâlânın Resûlünün, Eshâb-ı kirâmından râzı oldukları gibi.” buyurmuşlar.” Alâeddîn-i Attâr, yine vefâtına yakın buyurdu ki: “Allahü teâlânın inâyeti ve Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin himmeti ile, müsâade edilseydi, bir nazarda bütün insanları vilâyet mertebesine kavuştururdum. En önce Allahü teâlânın ezelî inâyetini görmek ve bundan ümitli olmak lâzımdır. Bundan bir ân gafil kalmamalıdır. Dâimâ muhtâc olduğunu düşünmelidir. Allahü teâlânın küçük bir gadabını çok büyük görmeli, titremeli ve çok korkmalıdır.” Son hastalıklarında, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin rûhâniyeti ile hayli sohbet etti. Buyurdu ki: “Dostlar ve azîzler hep gitti. Bazıları da arkalarından gitmek üzeredir. Elbette o âlem, bu âlemden üstündür.” Bundan sonra bir ara bahçedeki yeşilliğe gözleri takıldı. Yakınlarından biri; “Ne güzel sebzelik.” deyince; “Toprak da güzeldir. Bu âleme hiç meylimiz olmamıştır. Dostların gelip bizi bulamayınca, gönülleri kırık dönmelerinden başka kederimiz yoktur.” buyurdu. Receb ayının yirmisine rastlayan Çarşamba gecesi, son nefesinde “Lâ İlâhe illallah Muhammedün Resûlullah” diyerek vefât etti. Vefât ettiği gece, sevenlerinden biri onu rüyâsında gördü. Buyurmuş ki: “Allahü teâlanın bize verdiği nîmetler ve ihsânlar, yazı ile, söz ile anlatılamaz. Bunlardan en küçüğü şudur ki: Kabrimin kırk fersah uzaklığına defnedilmiş olanların, benim şefâatim ile affolunacağı, magfiret buyurulacağı bildirildi.”
MUBAREK SÖZLERİ
Alâeddîn-i Attâr hazretlerinin sohbetlerinde ve çeşitli suâller karşısında buyurdukları kalbe şifâ olan sözlerinden bâzıları şu şekildedir. Tasavvuf yoluna giren ve bu yolda ilerlemek isteyen sâlikin, talebenin durumu ve yapacağı işler hakkında: “Bu yola taklîd ederek girenin, birgün hakîkate kavuşacağına kefîl olurum. Hocam Behâeddîn-i Buhârî, bana kendilerini taklid etmemi emr ettiler. Onları taklîd ettiğim ve hâlen etmekte olduğum her şeyde, onun eser ve netîcesini görüyorum.” “Nefsi terbiye etmekten maksad, bedenî bağlılıklardan geçip, rûhlar ve hakîkatler âlemine yönelmektir. Kul, kendi istek ve arzularından vaz geçip, Hakkın yoluna mâni olan bağlılıkları terketmelidir. Bunun çâresi şöyledir: “Kendisini dünyâya bağlayan şeylerin hangisinden istediği ân vazgeçebiliyorsa, bunun maksada mâni olmadığını anlamalıdır. Hangisini terkedemiyorsa ve gönlünü ona bağlı tutuyorsa, onun Hak yoluna mâni olduğunu anlamalı ve o bağlılığın kesilmesine çalışmalıdır. Bizim hocamız Şâh-ı Nakşibend, o kadar ihtiyatlı idi ki, yeni bir elbise giyse; “Bu elbise falan kimsenindir.” diyerek, onu emânet gibi giyerlerdi.” “Şuna inanmalı ki: Hakîkî gâyeye, ancak mürşidin, yol göstericinin, rehberin sevgisi, rızâsı ile erebilir. Bu sebeple, mürşidin rızâsını, sevgisini taleb etmek, müride talebeye düşen başlıca görevdir.” “Müride, bütün işlerini mürşidine bırakmak düşer. Din işlerini, dünyâ işlerini, her çeşit işini mürşidinin tercihine, tedbirine vererek, mürşidi yanında kendisinin aslâ bir tercihi, seçmesi kalmaya. Kabir ziyâreti hakkında: “Bir âlimi ve evliyâyı ziyâret etmekten maksad, Allahü teâlâya yönelmektir. O büyüklerin rûh-ı şerîflerini tam bir yönelme ile ziyâret, cenâb-ı Hakk’ın rızâsına kavuşmaya vesîledir. Nitekim görünüşte halka tevâzu, hakîkatte Hakk’a tevâzudur. Çünkü insanlara Allahü teâlânın rızâsı için tevâzu göstermek makbûldür, kıymetlidir.” “Sâlih zâtların kabirlerine yakın bulunmanın, iyi yönden çok tesiri vardır. Ancak onların rûhâniyetlerine yönelmek, kabirlerine yakın olmaktan daha iyidir. Zîrâ, iyi tesirin yakınlık, uzaklık ile bir bağlantısı yoktur. Her yer aynıdır. Nitekim, bu mânâda Resûlullah efendimiz; “Her nerede bulunursanız, bana salevât okuyunuz.” buyurdu. Allah adamları ile sohbet hakkında: “Allahü teâlânın velî kulları ile sohbet etmek öbür âlemin işlerini yürütmeye yarayan aklı artırır.” “Allahü teâlânın velî kullarını hergün, iki günde bir kere görmek bırakılmaması gereken sünnettir. Ama edeple, saygı ile.” Gönülde Allahü teâlânın sevgisini bulundurmak hakkında: “Bir kimse susup duruyorsa, onun bu hâli, şu üç şeyden boş olmamalıdır. 1. Gönüle kötü duyguların girmesini önlemek, 2. Allahü teâlâyı sessiz sessiz zikretmeyi, anmayı sağlamak, 3. Kalb hallerini gözetmek. “Gönüle Allahü teâlânın düşüncesinden başkasını koymamaya çalışmak zordur. O gönüle gelen şeyleri tamâmen atıp uzaklaşmak ise, mümkün değildir. Yirmi sene gönlüme bir şey koymamaya çalıştım. Sonra yine geldi. Geldi ama, gönlümde yer bulamadı.” “Amellerin en güzeli, gönülden geçenleri araştırmaktır. İyi mi geliyor, kötü mü geliyor bilmektir.”
KERÂMET VE MENKÎBELERİ SÖKÜP GÖTÜREMEDİ!
Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, birgün talebeleri ile kıra çıkmıştı. Yolda bir nehrin üzerinden geçiyorlardı. Nehir yeni yağan yağmurlarla taşıp kabardığından birçok ağacı kökünden söküp götürüyordu. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; “Alâeddîn atla!” buyurdu. Alâeddîn-i Attâr hazretleri, kendini hemen nehrin azgın sularına attı. Sular Alâeddîn’i derhâl yuttu. Diğer talebeler şaşkınlık ve korku içinde idi. Ancak hocalarına da bu işin esrarını soramıyorlardı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri, talebeleriyle yoluna devâm ederek kırlarda bir müddet gezdi. Akşam üzeri geri dönerken, köprünün yanına gelince, talebelerine; “Biz kaç kişiydik, bir eksiğimiz var mı?” diye sordu. Talebeler de; “Bir kişi eksiğimiz var. O da sabahleyin buradan geçerken nehre atlamıştı.” dediler. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ellerini nehre uzatarak; “Alâeddîn gel!” buyurdu. Alâeddîn-i Attâr nehirden çıktı. Elbiseleri hiç ıslanmamıştı.Behâeddîn-i Buhârî, talebelerine buyurdu ki: “Görüyorsunuz, nehir, kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâeddîn’in kökü sağlam olduğundan söküp götüremedi.”