İmam Ali Rıza

İran – Meşhed şehrinde.

Oniki imâmın sekizincisi. Muhammed Cevâd Takî’nin babasıdır. Nesebi, Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım bin Ca’fer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali Zeynel Âbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib’dir (r.anhüm). 153 (m. 770) senesi Rebî-ül-âhır ayının onbirinci Perşembe günü, Medîne-i münevverede doğdu. 203 (m. 818) senesi Ramazân-ı şerîfin yirmibirinci Perşembe günü elli yaşında iken Tûs (Meşned)’de vefât etti. Namazını halîfe Me’mûn kıldırdı. Me’mûn, İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerini çok sever ve sayardı. Kerîmesini (kızını) nikâh edip, imâmı kendine dâmâd yaptı. Yerine halîfe olmasını emir ve ilân edip, paralara ismini yazdırdı. Fakat, imâm önce vefât etti. Bâyezîd-i Bistâmî ve Ma’rûf-i Kerhî hazretleri imâmın sohbeti ile şereflenip kemâle geldiler.

Künyesi, babasının künyesi gibi Ebü’l Hasan’dır. Mûsâ Kâzım hazretleri ona kendi künyemi bağışladım buyurmuşlardır. Lakabı Rızâ’dır. Babasına dediler ki, “Halife Me’mûn ondan râzı olduğu için mi oğlun Ali’yi, Rızâ diye çağırıyorsun?” Cevâbında, “Hayır, Allahü teâlâ ve Resûlü râzı oldukları içindir” buyurdu. Ona uyanlar ve muhalifleri de ondan râzıydı.

İmâm-ı Mûsâ Kâzım’ın üstün talebelerinden biri şöyle anlattı: Birgün İmâm-ı Mûsâ Kâzım, ( radıyallahü anh ) “Magrib (Fas) tüccârlarından gelen oldu mu?” diye sordu. “Bilmiyoruz” dedik. O da “Gelmiştir” buyurdu. Atlara binip gittik. Orada câriye satan bir Magribli vardı. Bize yedi tane câriye gösterdi, İmâm hazretleri hiçbirini kabûl etmedi. Bir tane daha olduğunu, hasta olduğu için göstermediklerini öğrendik. Hazreti İmâm bana, “Yarın gel. Ne kadar ücret isterse kabûl edip o câriyeyi al” buyurdu. Ertesi gün magriblinin yanına vardım. “Dün isteyip de hasta olduğu için göremediğimiz câriyeyi istiyorum” dedim. Yüksek birfiat söyleyip, “Daha aşağı olmaz” dedi. Ben de, “O fiyata kabûl ettim” dedim. Bana, “Bunu kimin için alıyorsun?” diye sorunca, “Dünkü beraber geldiğimiz zât için” dedim. Tüccâr, “O kimlerdendir?” dedi. “Benî Hâşim’dendir” deyince Magribli tüccâr, bu câriye hakkında şöyle anlattı: “Ben, bu câriyeyi Magrib’in en uzak beldesinden aldım. Bir kadın bana, “Bu câriyeyi kimin için aldın?” dedi. Ben de “Kendim için aldım” diye söyleyince, O kadın, “Hayır! Bu senin olacak bir câriye değildir! Bu câriye, yer yüzünün en kıymetli zâtınındır! Bunların bir çocuğu olur. O büyüyüp yetişince, yer yüzünün en âlimi olacaktır” dedi. Daha sonra câriyeyi Mûsâ Kâzım’a ( radıyallahü anh ) getirdim. Bu câriyeden İmâm-ı Ali Rızâ ( radıyallahü anh ) dünyâya geldi.

Huzzâ kabilesinden Da’bel bin Ali ismindeki zât zamanının en meşhûr şâirlerinden ve güzel söz söyliyenlerindendi. Şâir şöyle anlattı: “Ehl-i beyte muhabbeti anlatan (Medâris-i Âyât) isimli kasîdeyi yazıp, İmâm-ı Ali Rızâ’ya ( radıyallahü anh ) arz ettim. Çok beğendiler ve “Benden izinsiz hiç kimseye okuma” buyurdular. Ben “Peki” deyip ayrıldım. Halife Me’mûn, bu kasîdeyi yazdığımı duyup beni çağırdı. Hâl hatır sorduktan sonra, yeni yazdığım kasîdeyi okumamı istedi. Ben özür dileyip Hazreti İmâm’ın emrini bildirdim. Halife, Hazreti İmâm’ı çağırıp, kendisinden izin alınca, ben de kasîdeyi okudum. Halife çok memnun olup bana ellibin akçe hediye etti. İmâm-ı Ali Rızâ ( radıyallahü anh ) da o kadar ihsânda bulundu. Ben de, dedim ki, “Efendim! Ben giymiş olduğunuz elbiselerinizden istirhâm’ ediyorum. Bereketlenmek için yanımda bulundururum, öldüğüm zaman kefenim olur” dedim, ihsân edip, giymiş oldukları bir gömlek ve çok güzel bir havlu verip, “İnşâallah bunları saklarsın ve bunlarla belâlardan emîn olursun” buyurdular. Bir zaman Irak’a gidiyordum. Yolda eşkiyalar yolumuzu kesip, eşyalarımızı almağa başladılar. Eşyaların alındığına değil de, Hazreti İmâm’ın hediyesi olan gömlek ve havlunun da alınacağından çok korktum. Bir taraftan da Hazreti İmâm’ın “Belâlardan emîn olursun” sözlerini düşünüyordum. Bu sırada eşkiyalardan birisinin, benim atıma binmiş olduğunu ve benim yazdığım kasîdeyi okuyup ağladığını gördüm. Eşkiyanın Ehl-i beyt’e olan muhabbetine hayret ettim ve dedim ki, “O kasîdeyi kim yazdı?” Eşkiya “Bu kasîdeyi yazan Hazreti İmâm-ı Ali Rızâ’nın şâiri, meşhûr Da’bel bin Ali’dir. Fakat sen onu tanımazsın” deyince, “Da’bel bin Ali benim” dedim inanmadı. Kâfilede bulunanlar tasdîk edince, eşkiya kâfileden aldığı bütün malları sahiblerine iade etti. Bize de kılavuzluk edip tehlikeli yerlerden selâmetle geçmemize vesîle oldu. Hazreti İmâm’ın hediyelerinin bereketiyle kâfile olarak belâdan kurtulduk.”

Birgün İmâm hazretleri, bir kimseye bakıp, “Hiç kimsenin-elinden kurtulamayacağı işe hazırlık yap, vasıyyetini yaz” buyurdu. Üç gün sonra o kimse vefât etti. Bir kimse şöyle anlattı: Hacca gitmeye niyet etmiştim. Evdekiler, ihram olarak Sevb-i Mülcem (Sert ve âdi dokunmuş kumaş elbise) hazırlamışlardı. “Bunlarla ihram caiz midir, değil midir?” diye şübhe edip, ihtiyât olarak başka bir ihram aldım. Mekke-i mükerremeye varınca, İmâm-ı Ali Rızâ’ya ( radıyallahü anh ) bir mektûb yazdım. Ama asıl sormak istediğim, Sevb-i Mülcem ile ihramın caiz olup olmadığı suâlini yazmayı unutmuştum. Bir müddet sonra, Hazreti İmâm mektûbuma cevap gönderdiler. Mektûbun sonunda “Sevb-i Mülcem ile ihram caizdir” yazmışlardı.

Ebû İsmail Sindî isminde bir zât anlatıyor. Bir zaman İmâm-ı Ali Rızâ’nın ( radıyallahü anh ) huzûruna gittim. Arabî lisânından hiçbir şey bilmediğim için, Sind (Hindistan’ın kuzey batısında bir eyalet) lisânı ile selâm verdim. Selâmıma benim lisânım ile cevap verdiler. Yine Sind lisânı ile ba’zı suâller sordum, Sind lisânı ile gayet açık olarak cevâb verdiler. Ben “Efendim. Ben Arabî lisânını hiç bilmiyorum. Fakat öğrenmeyi çok arzu ediyorum” diye sorunca, mübârek elini dudaklarıma sürdü. O anda Arabî konuşmaya başladım. Allahü teâlâ, Hazreti İmâm hürmetine bunu bana ihsân etti.”

Mûsâ Kâzım hazretlerinin annesi Hamide hâtun, Peygamber efendimizi rü’yâsında gördü. Ona buyurdu ki: “Yakın zamanda, zamanın insanlarının en üstünü olan bir torunun olacaktır.”

Ali Rızâ’nın ( radıyallahü anh ) annesi anlatır; “Hâmile olduğum zaman hiçbir ağırlık duymazdım. Geceleri uykuda karnımda tesbih (Sübhânallah) ve tehlil (Lâ ilahe illallah) sesleri işitir, korkardım. Uyandığım zaman hiç ses duymazdım. Oğlum doğduğu zaman ellerini yere koyup, bir söz söyleyen veya münâcaat eden bir kimse gibi dudaklarını oynattı.”

İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Nişâbûr’a gelince, yirmibinden fazla âlim ve talebe, kendisini karşıladı. Dedelerinden gelen bir hadîs-i şerîf okuması için yalvardılar. İmâm hazretleri “Ben, babam Mûsâ Kâzım’dan, O da babası Ca’fer-i Sâdık’tan, O da babası Muhammed Bâkır’dan, O, babası Ali Zeynel Âbidîn’den, O, babası Hazreti Hüseyin’den, O, babası Hazreti Ali’den, O, Peygamber efendimizden, O, Cebrâil’den (aleyhisselâm), O da Allahü teâlâdan. Bu hadîs-i kudsîyi okudu: “Lâ ilahe illallah kal’amdır. Bunu okuyan, kal’ama girmiş olur. Kal’ama giren de azâbımdan kurtulur.” İmâm-ı Ahmed İbni Hanbel hazretleri bu hadîs-i şerîfin râvileri ile beraber okunduğunda bütün hastalıklara iyi geleceğini bildirmiştir.

Bir tanıdığı anlatır: Hanımım hamile idi. İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerinin huzûruna varıp, “Duâ buyurun da bir oğlumuz olsun” dedini. Buyurdu ki: “Hanımın iki çocuğa hâmiledir.” Huzûrlarından çıkıp giderken -çocukların adını Muhammed ve Ali koysam diye hatırımdan geçirdim. Beni yoldan çağırtıp: “Çocukların birine Ali, diğerine Ümm-i Amr adını koy” buyurdu. Çocuklar doğdu, biri kız diğeri de oğlandı. Adlarını dedikleri gibi koydum. Anneme Ümm-i Amr adını sorduğumda “O isim annemin adı idi” dedi.

Sâlih bir müslüman, İmâm-ı Ali Rızâ ile ilgili menkıbesini şöyle anlatır: Peygamber efendimizi rü’yâmda gördüm. Hacıların kondukları mescidde oturuyorlardı. Huzûrlarına vardım. Selâm verdim, önlerinde hurma yaprağından örülmüş bir tabakta Seyhânî hurmaları vardı. Bana bir avuç hurma verdi. Saydım onyedi tane idi. Kendi kendime onyedi yıl ömrüm kalmış diye ta’bir ettim.

Onbeş yirmi gün sonra İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerinin bu mescitte konakladıklarını duydum. Hemen yanlarına koştum. Rü’yâmda gördüğüm gibi Resûlullahın oturduğu yerde oturmuştu, önlerinde de bir tabak hurma vardı. Beni yanına çağırarak bir avuç hurma verdi. Saydım tam onyedi tane idi. Biraz daha hurma istediğimde buyurdu ki: “Resûlullahtan daha fazla verilir mi?” Tüccârın biri dil tutukluğundan dolayı güçlükle konuşurdu. Kendi kendine “İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri Peygamber efendimizin evlâtlarındandır. Huzûruna varayım da benim dilime bir ilâç tavsiye etsin” diye düşündü. O gece rü’yâsında İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerini gördü. Kendisine, “Kimyon, Sa’ter ve tuzu, su ile karıştır. İki üç kere ağzında çalkala şifâ bulursun” buyurdu. Sabahleyin uyandığında rü’yâsını hatırladı; fakat rü’yâ deyip fazla ehemmiyet vermedi. Hazret-i İmâmın huzûruna gidip, hâlini arz ettiğinde: “Senin dilinin ilâcını rü’yâda söylemediler mi?” buyurdu. Tüccâr tarif ettikleri ilâcı kullanınca konuşması hemen düzeldi.

Birisi bir mektûb yazarak ba’zı suâllerini hazret-i İmâma arz etmek istedi. Evlerinin önüne vardığında çok kimsenin orada beklediğini ve kendileri ile görüşmek istediğini gördü. Bu kalabalıkta mektûbunu veremeyeceğini düşünerek, üzüldü. Tam geri döneceği sırada bir hizmetçi’ dışarı-çıkarak o şahsı ismiyle çağırarak kendisine şöyle dedi: “Bu kâğıdı İmâm hazretleri gönderdi.” O şahıs kâğıdı aldı. Baktığında elindeki suâllerinin cevâbı olduğunu hayret içinde gördü.

Sâlih bir zât anlatır: “Bir gün İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri ile bir evin duvarının dibinde duruyorduk. Biraz sohbet ettik. O sırada bir kuş geldi. İmâm hazretlerinin önünde yere kondu. Ötmeğe başladı. Dertli olduğu belliydi, İmâm hazretleri bana sordu. “Biliyor musunuz bu kuş ne diyor?” Ben de dedim ki: “Ehl-i beyt (Peygamber efendimizin evlâtları) daha iyi bilirler.” Hazreti İmâm, “Bu kuş şu evde bir yılan olduğunu ve yavrularını yiyeceğini söylüyor kalk eve gir ve o yılanı öldür.” İmâm hazretlerinin buyurduğu gibi eve girdim, gerçekten içeride bir yılan dolaşıyordu. Hemen bir sopa ile yılanı öldürdüm.”

İmâm-ı Ali Rızâ ( radıyallahü anh ) bir gün hamama gitti. Oturup yıkanırken bir asker geldi ve Hazreti İmâm’a “Başıma su dök de yıkanayım” dedi. Hazreti İmâm, “Peki” deyip askerin başına su dökmeye başladı. Biraz sonra İmâmı tanıyanlardan biri gelip, bu hâli görünce çok üzüldü ve askere “Ey asker! Senin, kendine hizmet ettirdiğin bu zât, Hazreti Aliyyül Mürtezâ’nın ve Hazreti Fâtımat-üz-Zehrâ’nın torunu İmâm-ı Ali Rızâ hazretleridir. Sen ne yaptığının farkında mısın?” dedi. Asker bunları duyunca, yaptığı fenâlığı anlıyarak, Hazreti İmâm’ın ayaklarına kapanıp, “Aman efendim, niye bana kendinizi tanıtmadınız! Niçin bana hizmet ettiniz! Kusurumuzu affediniz!” diye özür dileyip ağladı. Hazreti İmâm özrünü kabûl edip, “Müslümana hizmet etmek sevâb olduğu için senin isteğini kabûl ettim” buyurdu.

Hüseyin bin Mûsâ şöyle anlatıyor: “Biz Hâşimoğullarından bir grup genç, İmâm-ı Ali Rızâ’nın ( radıyallahü anh ) yanında oturuyorduk. Biraz sonra akrabamızdan Ca’fer bin Ömer, kılık kıyâfeti perişan bir vaziyette geçti. Biz hâline acıyarak ve üzülerek bakınca, Hazreti İmâm buyurdu ki: “Ey gençler! Bu zâtın haline acıyorsunuz değil mi?” Biz, “Evet efendim” dedik. “Kısa bir zaman sonra yanınızdan, kıymetli elbiseler ve etrâfında hizmetçiler ile geçerse hiç şaşmayın” buyurdu. Aradan bir ay geçti. Bu zât, halife tarafından Medine vâlisi olarak ta’yin edildi. Bir zaman sonra, biz gene aynı yerde otururken o zâtı gördük. Kıymetli elbiseleri ve etrâfında hizmetçileri vardı. Biz, Hazreti İmâmın bu durumu daha önceden haber verdiğini hatırlayıp, İmâm’ın ( radıyallahü anh ) kerâmeti olduğunu anladık.

Halîfe Me’mûn, İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerini çok sever, sık sık onunla görüşürdü. Saraya gelişinde saray görevlileri onu karşılar, hürmet gösterirlerdi. Fakat bu hürmetleri mecbûriyet icâbı oluyordu. Çünkü İmâm hazretlerini sevmiyorlardı. Bir araya gelerek, hazret-i İmâm’ın geldiğinde sarayın perdesini kaldırmamağa ve onu karşılamamağa karar verdiler. Fakat hazret-i İmâm’ın her gelişinde ellerinde olmadan kalkıp karşılayıp perdeyi de kaldırıyorlardı. Birgün hazret-i imâmın geldiğinde yine ayağa kalktılar, fakat perdeyi kaldırmakta biraz durakladılar. O anda bir rüzgâr peyda oldu ve perde kalktı. Çıkışında da yine rüzgâr gelip perdeyi kaldırdı. Bunu gören saray görevlileri, “Allahü teâlânın azîz ettiği kimseyi kimse küçültemez.” diyerek eski âdetlerine devam ettiler.

Ebüssalt şöyle anlatıyor: “Bir gün Hazreti İmâm’ın yanında idim. Bana buyurdu ki, “Şu gördüğün türbe Hârûn Reşîd’in türbesidir. Türbenin dört tarafından toprak alıp bana getir.” Gidip getirdim. Toprağı koklayıp, “Yakında, burada benim için kabir kazacaklar! Bir taş çıkacak. Horasan’ın bütün külünklerini getirecekler, fakat taşı çıkaramıyacaklar” buyurdu. Sonra “Filan yerden toprak getir” buyurdu. Getirdim. “Benim kabrimi bu toprağı aldığınız yerde kazın. Kabrimi derin kazın ve lahd yapın. Allahü teâlâ kabri dilediği kadar genişletir. Sonra bir yaşlık görünür. O zaman sen, kabre bakarak sana şu söyliyeceğim sözleri söyle. Bunun üzerine bir su çıkar, kabir su ile dolar. Ufak balıklar görünür. (Bir ekmek verip) sen bu ekmeği al. Ufak ufak doğrayıp suya at Balıklar bu ekmek parçalarının hepsini yerler. Sonra bir büyük balık çıkıp, küçük balıkları yer ve kaybolur, o zaman cesedimi suyun içine koyun. O zaman sen, sana şu söyleyeceğim sözleri söyleyince su azalır ve hiç kalmaz. Halife Me’mûn da bunu görür. Yarın ben Me’mûn’a gideceğim, dışarı çıktığımda başım kapalı ise benimle konuşma, eğer başım açık ise konuş” buyurdu. Ertesi günü sabah olunca elbiselerini giyip hazırlandı. Bu sırada Me’mûn’un hizmetçisi gelip kendisini, çağırdı. Kalkıp Me’mûn’un yanına geldi. Me’mûn’un önünde tabaklarda meyveler vardı ve üzüm salkımından yiyordu. Hazreti İmâm-ı görünce ayağa fırlayıp, imâm’a sarıldı ve O’nu alnından öptü. Yediği üzümden Hazreti İmâm’a ikram etti.. O özür dileyip kabûl etmediyse de Halife, bir salkım üzümden birkaç tane alıp yedi ve salkımı Hazreti İmâm’a tekrar ikram edip yemesini ısrarla istedi. Hazreti İmâm bu ısrar karşısında üzümden bir miktar yedi. Biraz oturup sohbet ettikden sonra müsaade isteyip ayrıldı. Çıkarken, başını örtmüş olduğundan emri icâbı kendisi ile konuşmadık. Evine gelince, kapının kilitlenmesini emredip yatağına yattı. Ben evin içinde mahzûn olarak bekliyordum. Bu sırada, Hazreti İmâm’a çok benziyen, güzel yüzlü ve misk kokulu bir genç içeri girdi. Ben hayretle, “Kapı kilitli idi. Sen içeriye nasıl girdin, sen kimsin?” dedim. “Ben (İmâm-ı Ali Rızâ’nın oğlu) Huccetullah Muhammed bin Ali’yim. Beni bir saatte Medine’den buraya getiren zât içeriye aldı” dedi ve babasının yanına girerken, bana “Sen de gel” dedi. İçeri girdik. Hazreti İmâm, oğlunu görünce ayağa kalktı ve oğluna sarılıp bağrına bastı ve alnından öptü. O da yüzünü babasının yüzüne koydu. Bir şeyler konuştular. Ama ben anlayamadım. Sonra Hazreti İmâm’ın dudaklarının üstünde kardan beyaz bir köpük gördüm. Daha sonra kendinden geçti ve rûhunu teslim etti. Hazreti İmâm’ın oğlu Muhammed bin Ali, bana “İç odadan su ve tahta getir” dedi. Ben içerde su ve tahtanın olmadığını bildiğim için, “İç odada su ve tahta yoktur” dedim. Emrini tekrar edince, hemen kalkıp gittim. Hakîkaten su ve tahta vardı. Alıp getirdim. “Yıkamak için yardım edeyim” dedim. O, “Bana yardım eden biri var” buyurdu. Kendisi yıkadıktan sonra, bana “İç odada, dolapta, keten ve hanût (güzel kokulu buhur) vardı, onu getir” buyurdu. Gittiğimde, o zamana kadar hiç görmediğim güzel bir elbise dolabı gördüm. İçinden, kefen ve hanûtu alıp getirdim, kefenleyip cenâze namazını kıldı. Sonra tabut istedi. “Bir marangoza yaptırayım” dedim, “İç odada vardır” buyurdu. İçeri girdiğimde hiç rastlamadığım bir tabut gördüm. Getirdim. Hazreti İmâm’ın cesedini tabuta koydu. Sonra iki rek’atlık bir namaza başladı. Namazını bitirmemişti ki evin damı yarıldı ve tabut oradan yukarı çıktı. Ben telâşla “Şimdi ne olacak?” dedim. Bana, “Sakin ol, biraz sonra gelir” buyurdu. Evin damı yarıldı ve tabut tekrar geldi. Muhammed bin Âli, Hazreti İmâm-ı tabuttan çıkarıp yatağına yatırdı. Sanki yıkama, kefenleme gibi işler yapılmamıştı. Sonra bana, “Kapıyı aç” buyurdu. O sırada, Halife Me’mûn ve hizmetçileri gelmişdi Vefât haberini alınca çok ağladılar ve üzüldüler. Halife Me’mûn “Ey efendimiz! Sana ne oldu?” diyordu, Sonra techîz ve tekfîn (yıkayıp, kefenleme) işleri yapıldı. Kabir kazılırken ben orada idim. Daha önce bana söylediklerinin hepsi oluyordu. Kabir açılıp, su çıkınca ve küçük balıklar görülünce Halife Me’mûn “Hayatında olduğu gibi, vefâtından sonra da, kerâmetleri görülüyor” dedi. Orada bulunanlardan birisi, “Bu neye işârettir, biliyor musunuz? Ey Abbâsoğulları. Sizin mülkünüz her ne kadar çok uzun müddet ise de bu küçük balıklar gibidir. Bir zaman gelir. Allahü teâlâ sizden sizin üzerinize bir kimse musallat eder ve sizi yok eder.” dedi. Halife Me’mûn “Doğru söylüyorsun” dedi. Defin işi tamamlandıktan sonra, Halife Me’mûn bana, “Kabirde söylediklerini tekrar anlat” dedi. Ben de unuttuğumu söyledim. Hakîkaten unutmuştum. Halife de, bildiğim halde söylemek istemediğimi zannederek beni hapsetti. Hapiste bir yıl kaldım. Artık iyice sıkılmıştım, “Yâ Rabbi! Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimiz ve temiz akrabası hürmetine beni buradan kurtar!” diye duâ ettim. Hemen o anda İmâm-ı Ali Rızâ hazretlerini gördüm. İçeri girdi. “Ey Ebüssalt! Gönlün mü daraldı?” buyurdu. “Evet” dedim. Mübârek elini zincirlerin üzerine koyar koymaz, zincirlerin hepsi açıldı. Elimden tutup saraydan çıktık. Bekçilerin yanından geçip gittik. Hiçbirisi bizi göremedi. Sonra, “Allahü teâlâ sana emniyet versin seni korusun! Bundan sonra Halife Me’mûn’u görmezsin, o da seni bulamaz” buyurdu ve kayboldu. Ondan sonra Halife Me’mûn’u hiç görmedim.”

İbrâhîm İbni Abbâs diyor ki: “İmâm-ı Ali Rızâ ( radıyallahü anh ) öyle büyük âlim idi ki, hangi ilimden olursa olsun, sorulan her mes’eleye çok güzel cevaplar verirdi. Halife Me’mûn, kendisine çok suâl sorar, verdiği cevaplara hayran kalırdı. Hazreti İmâm, az uyur, çok namaz kılar ve çok oruç tutardı. Muhtaç olanları arayıp bulur, onlara yardımcı olurdu. Bir hasır üzerinde oturur, yatacağı zaman da o hasır üzerinde yatardı. Her işinde Allahü teâlâya karşı tam bir teslimiyet ve tevekkül üzere idi. Yüzüğünün taşında “Hasbiyallah” (Allahü teâlâ bana kâfidir) yazılı idi.

1) El-A’lâm cild-5, sh. 26

2) Vefeyât-ül-a’yân cild-3, sh. 269

3) Târih-i Taberî cild-10, sh. 251

4) El-Kâmil fi’t-târih cild-6, sh. 119

5) Nuzhet-ül-celîs cild-2, sh. 65

6) El-İber cild-1, sh. 340

7) Nâr-ül-ebsâr sh. 156

8) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1059

İskilipli Atıf Hoca (k.s.)

Çorum – İskilipli’de Gül Baba kabristanında

İskilip’in Toyhane köyünde doğdu. Babası, Akkoyunlu aşireti beylerinden ve İmamoğulları’ndan Mehmed Ali Ağa, annesi Mekke-i Mükerreme’den göç etmiş Benî Hattâb aşireti şeyhlerinden, Kartaldağ yaylasında medfun Arap Dede adıyla şöhret bulmuş şeyhin torunu Nazlı Hanım’dır.

Altı aylıkken öksüz kalan Mehmed Âtıf dedesi Hasan Kethüdâ tarafından büyütüldü. İlk dinî bilgileri köyündeki hocalardan aldı. İskilip’te müderrislik yapan Hoca Abdullah Efendi’den bir süre ders okuduktan sonra ailesinin muhalefetine rağmen ilim tahsili amacıyla İstanbul’a gitti. Burada öğrenimine devam ederken bir yandan da geçimini sağlamaya çalıştı. 1902’de medrese tahsilini bitirdi ve aynı yıl açılan ruûs imtihanına girerek “İstanbul müderrisliği”ni kazandı; ertesi yıl Fâtih Camii’nde ders vermeye başladı. Bu arada İstanbul Dârülfünunu İlâhiyat Fakültesi’nden 1905’te mezun olarak Kabataş Lisesi Arapça öğretmenliğine tayin edilen Âtıf Efendi, Meşîhat-ı İslâmiyye Dairesi’nde bulunan dersiâmların mağduriyetini giderme konusunda yaptığı çalışmalar üzerine şeyhülislâm tarafından Bodrum’a sürüldü; oradan da Kırımlı İbrâhim Tâli Efendi’nin pasaportu ile Kırım’a geçti. Kırım’dan Varşova’ya kadar giden Âtıf Efendi, II. Meşrutiyet’in ilânından bir hafta önce İstanbul’a döndü. 1910’da medâris müfettişliğine getirildi. Bu arada Sebîlürreşad ve Beyânülhak’ta yazılar yazdı. Donanma Cemiyeti yararına kaleme aldığı Nazar-ı Şerîatte Kuvve-i Berriyye ve Bahriyye’nin Ehemmiyet ve Vücûbu adlı eseri dolayısıyla takdirnâme aldı.

31 Mart Vak‘ası’nda bir hafta tutuklu kalan Mehmed Âtıf Efendi, Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesi (1913) olayında dahli olduğu gerekçesiyle Sinop’a sürüldü. Çorum, Boğazlıyan ve Sungurlu’da yaklaşık bir buçuk yıl kadar sürgün hayatı yaşadıktan sonra İstanbul’a döndü. Her iki olaydan sonra da resmî makamlar bir yanlışlığa kurban gittiğini, suçlu olmadığının anlaşıldığını ifade etmişlerdir (Ebül‘ulâ Mardin, II-III, 970). Dört yıl görev alamadı. 1918’den sonra Dârü’l-hilâfeti’l-aliyye Medresesi kısm-ı âlî tefsîr-i şerîf ve Medresetü’l-kudât’ta hikmet-i teşrîiyye müderrisliğine tayin edildi. 1 Ocak 1919’da da İbtidâ-i Dâhil Medresesi umum müdürlüğü idarî görevine getirildi.

19 Şubat 1919’da Mustafa Sabri Efendi’nin başkanlığında kurulan Müderrisîn Cemiyeti’nin ikinci başkanlığına tayin edildi. Cemiyet, 24 Kasım 1919’da genel kurul toplantısında alınan karar gereğince Teâlî-i İslâm Cemiyeti adını aldı ve Mustafa Sabri Efendi’nin şeyhülislâmlık makamına tayini üzerine başkanlığa Âtıf Efendi getirildi. Cemiyet, ilk olarak İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini protesto eden bir beyannâme yayımladı. İskilipli, işgal kuvvetlerine ve yeni bir tehlike olarak ortaya çıkan Bolşevizm’e karşı olan beyannâmelere de imza attı. Anadolu’nun çeşitli merkezlerinde şubeleri açılan Teâlî-i İslâm Cemiyeti pek çok kitap bastırarak dağıttı ve köylü çocuklarının bilgilendirilmelerine öncülük etti, ayrıca bir ilmihal ile İslâm tarihi kitabı hazırlattı.

1922 yılı Ramazanında huzur derslerine muhatap olarak katılan Âtıf Efendi, Alemdar ve Mahfil gibi gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Cenab Şahabeddin, Ömer Rıza (Doğrul) ve Süleyman Nazif ile itikadî ve fıkhî konularda kalem münakaşalarına girişti. Bu arada İstiklâl Savaşı’nda işgal güçlerine karşı mücadele verdi.

1924’te yazıp Maarif Vekâleti’nin ruhsatı ile bastırdığı Frenk Mukallidliği ve Şapka adlı risâlesi yüzünden şapka kanununa muhalefetten dolayı 7 Aralık 1925’te tutuklandı ve Ankara İstiklâl Mahkemesi tarafından Giresun’a sevkedildi. Ankara İstiklâl Mahkemesi Of, Erzurum, Rize vb. yörelerdeki şapka kanununa aykırı hareketlerle ilgisi olup olmadığını araştırdı. Söz konusu eserini, ilgili kanunun çıkmasından yaklaşık bir buçuk yıl önce yazmış olması ve suçunun sabit görülmemesi üzerine berat ettiyse de serbest bırakılmayarak İstanbul’a getirildi, oradan da tekrar Ankara’ya gönderildi. 1926 yılı başlarından itibaren Ankara İstiklâl Mahkemesi tarafından tutuklu olarak yargılandı. Savcı Necip Ali’nin (Küçüka) iddia makamı olarak istediği üç yıllık kürek cezasına karşılık mahkeme heyetince idama mahkûm edildi. 4 Şubat 1926’da Ankara’da eski meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan Çarşısı’nda Babaeski müftüsü Ali Rızâ Efendi ile beraber idam edildi .

Âtıf Hoca idam edildikten sonra, yıkanmadan ve cenaze namazı kılınmadan Mamak Kimsesizler Mezarlığı’na defnedildi. Yıllar sonra aile üyelerine Âtıf Hoca’nın mezarının taşınması gerektiği söylendi. Aile fertleri ise, devlet yetkililerinden korktuklarından bir cevap veremiyordu. Çünkü Âtıf Hoca’ya uygulanan zulüm ve işkence ile bütün akraba ve arkadaşları sindirilmişti. Âtıf Hoca’nın idamından sonra eşi Zahide Hanım ve kızı Ayşe Melahat kimsesiz kaldı. İstanbul’da bir gayrimüslim topluluğun saldırısına uğrayan aile, Âtıf Hoca’nın doğduğu köye, Toyhane’ye döndü.

Âtıf Hoca’nın yeğenlerinden Bahattin İmal Hoca anlatıyor: “Âtıf Hoca’nın idamından sonra, aile daha fazla zarar görmemek için sürekli olarak devletten uzak durdu. Tabir yerindeyse ailenin izi kaybettirildi. Nüfus müdürlüğünde bir memur biz sıkıntı çekmeyelim diye kayıtları değiştirmiş. Soyadı kanun çıktığı yıllarda bütün köyün kütüğü değiştirilmiş. 1954 yılında Ankara’daki mezarlığın yeri değişeceği zaman ‘Gelin mezarınızı taşıyın.’ diye köye zabit göndermişler. Ancak hiç kimse korkudan gidip mezarı alamamış. Çünkü İskilip halkı ve bütün köylü sindirilmiş.”

İskilipli Atıf Hoca’nın Eserleri
1- Nazar-ı Şerîatte Kuvve-i Berriyye ve Bahriyye’nin Ehemmiyet ve Vücûbu (İstanbul 1326); Muînü’t-talebe (İstanbul 1326);
2- Medeniyyet-i Şer‘iyye ve Terakkiyât-ı Dîniyye (İstanbul 1329; Şeriat Medeniyyeti, s. nşr. Sadık Albayrak, İstanbul 1975);
3- Mir’âtü’l-İslâm (İstanbul 1332);
4- İslâm Yolu (İstanbul 1338; Yeni İlmihal: İslam Yolu, s. nşr. S. Hüküm, İstanbul 1991); Tesettür-i Şer‘î (İstanbul 1339);
5- İslâm Çığırı (İstanbul 1339);
5- Dîn-i İslâm’da Men‘-i Müskirât (İstanbul 1340);
6- Frenk Mukallidliği ve Şapka (İstanbul 1340; s. nşr. Ömer Faruk, İstanbul 1994).
7- Frenk Mukallidliği ve Şapka, Dîn-i İslâm’da Men‘-i Müskirât ve Mir’âtü’l-İslâm adlı eserleriyle Sebîlürreşad, Beyânü’l-Hak, Mahfil ve Alemdar’da çıkan bazı yazıları bir araya getirilerek Frenk Mukallitliği ve İslam adıyla Sadık Albayrak tarafından yayımlanmıştır (İstanbul 1976). Ayrıca Frenk Mukallidliği ve Şapka’nın dışındaki bütün eserleri ve yazıları İskilipli Âtıf Hoca Nasıl İdam Edildi? (İskilipli Atıf Efendi ve Tüm Eserleri; haz. Sadık Hocaoğlu, İstanbul, ts.) ve yazma halindeki Mültekā tercümesi İslâm Fıkhı altında yeni harflerle neşredilmiştir (I-VI, haz. Mümtaz Habip Güven – Abdullah Sivridağ, İstanbul 1994).

Âtıf Hoca’nın Mamak Kimsesiz mezarlığındaki kabri, mahkemede zabıt katipliği yapan ve Atıf Hoca”nın idam ve defninde bulunan bir kişinin oğluna bıraktığı vasiyet ile 2000 yılında bulundu. Atıf Hoca”nın kemikleri, yeğenlerinden alınan kan, tırnak ve saç örnekleriyle yapılan DNA testi de pozitif çıkınca, 2008 de Fazilet Partisi eski Hatay Milletvekili Dr.Mehmet Sılay ve İskilip eski Belediye Başkanı Orhan Öztürk tarafından alınarak, İskilip”teki Gülbaba Mezarlığına getirildi. Cenaze namazı yıllar sonra kılınan Atıf hoca, Gülbaba Mezarlığında defnedildi.Atıf Hoca”nın kabrine sahip çıkan İskilip halkının yoğun isteği üzerine bir süredir yapımı konuşulan anıt mezar için çalışmalar uzun gayretler sonunda 2008 yılında tamamlandı ve kabri şerifi şimdiki halini aldı. (Allah yapanlardan razı olsun )

Kaynaklar ;
Türkiye diyanet vakfı , İslam Ansiklopedisi , Sadık Albayrak
Mehmet Sılay, İskilipli Âtıf Hoca, Düşün Yayınları, 2010, İstanbul.

Şeyh İsmail Maşuki (k.s.)

İstanbul – Bebek’te Kayalar mescidinde.

Bayrami – Melami Yolunun Kutuplarından Pir Ali Aksarayi hazretlerinin oğludur. ” Oğlan Şeyh ya da Çelebi” isimleriyle bilinir. 1508 yılında doğmuştur .

Sultan Süleymân Han İran’a sefer yaptığı sırada Pîr Ali hazretlerine bâzı hasetçiler iftirâ atıp; “Aksaray’da bir kimse Mehdîlik dâvâsında bulunuyor.” demişlerdir. Bunun üzerine Pâdişâh araştırılmasını, durumun öğrenilmesini emretti. Bâzı kimseler aleyhinde idiler. Durumu soruşturmak üzere kurulan mecliste, Pîr Ali hazretleri, aleyhinde bulunanlara bakıp celâlli bir şekilde; “Bizim aleyhimizde bulunan siz misiniz?” diye işâret etti. Aleyhinde bulunanlardan biri orada düşüp öldü. Diğeri de istifrâ etmeye başladı. Ağzından pislik geldi. Mecliste bulunanlar onun heybetinden korkup, bu hususta soruşturmadan vaz geçtiler.

Pâdişâh Aksaray’a uğradığında ziyâret edip; “Sizi bize yanlış anlatmışlar. Hamdolsun sohbetinizle şereflendik.” dedi. Pâdişâh onun büyük bir velî olduğunu görüp, hürmet etti ve duâsını aldı. Acem seferinden sonra dönüşte yine ziyâretine geldi.

Bu ziyâreti sırasında Sultana  nasîhatler ve dualar etmiştir. Nasîhatları dinleyen Pâdişâh çok ağladı. Pîr Ali Sultan hazretlerine pekçok mülk ve tarla bağışlamak teklifinde bulundu. Fakat o kabûl etmedi. Bunun üzerine oğlunu İstanbul’a yanına göndermesini istedi. Sultanın bu arzusunu kabûl edip; “Şevketli Pâdişâhım! Oğlum İsmâil Hak yoluna kurban olmaktan dönmez. Onu size göndereyim.” dedi.Pâdişâh İstanbul’a döndükten sonra Pîr Ali hazretleri oğlu İsmâil’i ve birkaç mürîdini İstanbul’a gönderdi. Altı ay sonra da Pîr Ali hazretleri vefât etti

İsmail Maşuki, İstanbul’a geldikten sonra Edirne’ye gitmiş, bir süre orada oturmuş çok teveccüh görmüş ancak tekrar İstanbul’a gelerek Ayasofya ve Beyazıt camilerinde vaaz vermeye başlamış, tevhidin derinliklerini açıkca ilan ve izhar etmiş ,temeli vahdet-i vücud’a dayanan sohbetlerle halkı cezbelendirmiştir. Pek genç ve yakışıklı olması sebebiyle ” Oğlan Şeyh” lakabıyla meşhur oldu. Henüz on sekiz yaşında olan bu cezbesi galip şeyh, yaptığı vaazlarla İstanbul ve Edirne de bir çok müridler edinmişti. Bilhassa Askeriye de sipahiler arasındaki müridleri pek çoktu. İstanbul da bir yıl içinde zengin, fakir ve mevki sahibi kimselerden bir çok müridi oldu.

Fakat zamanla sözleri çarpıtılarak hakkında dedikodular türemiş , müridlerinin çokluğu ve askerler arasında yayılması devlette bir grubu endişelendirmeye başlamıştı. Hatta Padişah ona şu haberi gönderir ; ” Size suikast yapılma ihtimali vardır. Aksaraya dönmek daha iyidir .” der. bazı dostlarıda aynı şeyi tavsiye ederler : Fakat Şeyh Maşuki onlara şu cevabı verir ; ” Benim için son, önceden takdir edilmiştir. Alnıma ne yazılmışsa o olur. Ben günün birinde kanımın döküleceğini zaten biliyorum . Bunun müjdesi çoktan verilmiştir.”

Nihayet yapılan ihbarlar sonucu İsmail Maşuki müridleriye birlikte zendeka ve ilhad suçundan mahkeme önüne çıkmıştır. Mahkeme heyeti ; Şeyhülislam Çivicizade oğlu Muhyiddin Mehmed efendi,Sahn Müderrislerinden Ebusuud Efendi ile İstanbul Kadısı Şeyhi Çelebi ve diğer ileri gelen ulemadan oluşmuştu. Mahkemenin Oğlan Şeyh’in yargılaması konusunda çok hassas hareket ettiği , sorgulamanın tek celsede bitirilmeyip uzun uzun tartışıldığı , tam sekiz şahidin muhtelif defalar ifadelerinin alındığı , Özelikle Ebusuud Efendi’nin ; İsmail Maşuki’yi idamdan kurtarmak için elinden gelen gayreti sarf etmiş, dava süresini normalden fazlaca uzatarak bu genç adamı kurtarmak için her yolu denemiş, bir kaç toplantı boyunca bir çıkış yolu aramış ( Daha sonra Şeyhülislam olan Ebussuud efendi , Yine bir Melami Şeyhi olan Gazanfer Dede’yi böyle bir davadan kurtarmıştır.) . Ancak şahitlerin ifadelerindeki açıklık karşısında Şeyhülislam’ın ve İstanbul kadısı Çelebi Şeyhi efendi’nin tutumları buna imkan vermediği gibi oda sonunda ikna olmuştur.
Şeyhülislamın fetvasıyla on iki müridiyle birlikte Sultan Ahmed’de At meydananın da idam edildi; başı ve vücudu ayrı ayrı Ahır kapı’dan denize atıldı.

Çok sevilen bir şeyhti ve arkasından oluklar dolusu gözyaşı dökülmüştür. Vefatından yıllarca sonra bile onların şehit olunmalarına çok acınmış ve dedikodular bir hayli zaman sürmüştür. Hatta bu iş o kadar ileri gitmiştir ki ; ” Genç Şeyhin zulmen katledildi diyenlerin de katledileceklerine ” dair fetva çıkmıştır. Çok kısa bir ömür sürmesine karşın gerek Melami tarihinde gerekse de Tasavvuf tarihinde çok özel bir yere sahiptir.

Hikaye olunur ki; müridlerinden birinin rüyasında şeyh görünür ve ” Rumeli hisarında Kayalar kabristanın da cesedimi bekle; önce bedenim sonra başım gelecektir oraya defnedersin” der. O mürid de hayretle rüyanın gereğini yapar. Gerçekten de dalgalar önce şeyhin bedenini, ertesi günde başını sahile getirir. Mürid, Şeyhinin naaşını bugünkü İstanbul – Bebek’teki Kayalar mescidinin yanına defneder.

Kaynaklar ;
Sarı Abdullah Efendi , Semeratu’l – Fuad
Tarık Velioğlu , Osmanlı’nın Manevi Sultanları , Ufuk Yayınları
Abdülbaki Gölpınarlı , Melamilik Ve Melamiler , Milenium Yayınları , 2011
İstanbul ve Anadolu evliyaları , Pamuk Yayınları
Ahmet Yaşar Ocak , Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler , Tarih Vakfı Yayınları ,2014
Hüseyin Vassaf , Sefine-i Evliya , Kitabevi yayınları , 2013

Şehit Bayram Ali Öztürk Hoca Efendi (k.s.)

İstanbul – Edirnekapı Sakızazağacı Kabristanı . Ahıskalı Ali haydar Efendi’nin hemen yakınında

Hatice’den doğma Mehmet Ali’den olma 01.03.1952 Adapazarı ili Karasu ilçesi doğumlu Bayram Ali Öztürk iki  aylıkken yetim kaldı. Annesinin ikinci evliliğini yapması acı ve ızdırap dolu yıllarının başlangıcı oldu.

Amcası Bilal Öztürk’ün himayesinde ilk orta ve liseyi adapazarı’nda bitirip o zamanki adı Erzurum Yüksek İslam Enstitüsü olan Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesine girer. Eğitimine yörenin tanınmış âlimlerinden Mehmet Tavaslıoğlu’ndan aldıklarını da ekleyip memleketi Adapazarı’na döner.

Efendi Hz amcası Bilal Öztürk’ü tanıması vesile ile İsmailağa Cemaati ile tanışarak İstanbul’a gelerek ders vermeye başlar. Efendi Hz.’leri İmam Rabbani Hz’nin Mektubat’ını okuyup şehretme görevini ona verir. Zamanla mektubat derslerinde o derece uzmanlaşır ki birçok hocanın okumaya cesaret edemediği mektubatları kürsüde şehreder. Bu yönü “Mektubatçı Bayram Hoca” diye tanınmasına sebep olur.

İlme çok düşkün olan Bayram Ali Öztürk Mahmut Efendi Hz, Sadreddin Yüksel, Halil Günenç, Mehmet Savaş gibi âlimlerden dersler alır. Bunlara Hukuk eğitimini de ekler. Psikolojiden felsefeye, İslami ilimlerden sosyolojiye kadar her alandaki muazzam bilgi birikimi ve muhatabının içine saygı ile karışık bir muhabbet salan heybeti onunla konuşan kişinin dikkatini çeken en önemli özelliğidir.

Ömrünü kitaplara vakfeder. Devlet kütüphanelerinin birçoğundan daha büyük bir kütüphaneye sahip olur. Ardında 20 bin ciltlik bir kütüphane bırakmıştır. Arapça, Osmanlıca, Farsça, İngilizce ve Fransızca bilen 2 kız 1 erkek çocuk ve 4 torun sahibi Bayram Ali Öztürk 03.09.2006 sabahı 07.30’da İsmailağa Camii Şerifinde sabah namazı ardından vermiş olduğu dersin bitiminde Mustafa Erdal adındaki bir meczubun bıçaklı saldırısı sonucu şehit olmuştur.