Filistin Kudüs’te ; Zeytin dağı’nda bulunan Selman-ı Farisi camii’nin içersinde.
Selman-ı Farisi, İsfahan’da çok zengin Mecusi bir tüccarın oğluyken, hakkı arama uğruna giriştiği mücadele sonrasında, başında geçen bir talihsizlik sonucu, köle olarak Medine’ye gelir. Peygamber efendimizin Medine’ye gelmesi üzerine iman eden Selman; bizatihi Hazreti Muhammet tarafından satın alınarak özgürlüğüne kavuşturulur.Efendimiz(s.a.v.) , onun için; ” Selman Bendendir , Ehli Beytimdendir ” buyurmuştur. Kuşatıcı vasfıyla öne çıkan ve pek çok tasavvuf ehli tarafından ( özelikle Nakşibendiyye Tarikatı)pir kabul edilen , zühdü ve takvasıyla meşhur bu sahabe efendimizin makamı, bugün Kudüs’te zeytin Dağ’ında aynı adla anılan caminin içerisinde olup, aynı muhitte oturan bir müslüman aile tarafından bakım ve hizmeti görülmektedir. Caminin hemen yan tarafında bir müslüman Mezarlığı bulunmaktadır.
Selman-ı Farisi hz.’nin , Hz. Osman döneminde Kudüs’e geldiği ve bir müddet burada kaldığı kesindir. İhtimal burası da Müslümanların, büyük zatların bir süre yaşadığı yerlere hatıralarına hürmeten inşa ettikleri Makamlardandır. Selman-ı Farisi hz’nin kabri şerifi kuvvetli rivayetle Medine’nin 450 km güneyinde bulunan Median da dır.
İstanbul Beyoğlun’da; Galatasaray lisesinin yanından tophaneye doğru inerken sağ da gül baba sokakta./strong>
Padişah ikinci Bayezid, kır atının gemini çekti. Boğazın mavi sularına baktı, havayı kokladı:
— Bu güzel kokular nereden geliyor? diye yanındakilere sordu:
Paşalardan biri cevap verdi:
— Devletlüm, İstanbul kuşatmasında yaralanan bir yiğit var ki bugün O’na Gül Baba derler. Ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyardır. Tabiat aşığıdır. Şu yamaçları güllerle, türlü çiçeklerle donattı. Bu hoş kokular onun bahçesinden geliyor…
Padişah avdan dönüyordu. Biraz yorgundu. O devirde av, bir eğlence olmaktan çok bir askeri manevra niteliği taşıyordu. Usta izciler, usta okçular, kurnaz taktikçiler av sırasında hünerlerini gösterir, gençlere örnek olurlardı. Padişah aynı zamanda başkomutan olduğu için her şeyle ilgilenir, at koşturur, manevrayı yakından takip ederdi.
— Merhum babamın bu gazi askerini ziyaret etmek isterim, dedi. Padişah ve veziri Gül Baba’nın kulübesine doğru yürüdüler Kulübe birkaç yüz metre ileride idi. Gül Baba onları ayakta karşıladı. Padişah ona :
— Savaşta bastığı yeri sarsan, barışta oturduğu yeri sarı – kırmız gül bahçesine çeviren yiğit asker sen misin? dedi.
— Sen öyle diyorsan, öyledir Sultanım. Senden iltifat görmek benim için en büyük şereftir…
— Hayır Gül Baba, sen İstanbul’u fethedenlerdensin, bu daha büyük bir şereftir.
Padişah atından indi, kulübeye girdi ve Gül Baba’nın utana sıkıla gösterdiği basit bir minderin üzerine bağdaş kurup oturdu. Onun elceğizi ile pişirdiği kahveyi içerek yorgunluk giderdi. Kahvesini içtikten sonra Gül Baba’ya şöyle dedi:
— Dilersen seni Saraya alayım, artık çalışma. Yaşlılık devrini dinlenerek, rahat geçir.
Sağ ol Sultanım, ben burada oturmak isterim. Ama bana bir iyilik yapmak istiyorsan, şu kulübenin bulunduğu yere bir mektep medrese yaptır, ülke çocukları okusun, yurdu daha da yüceltecek insanlar olarak yetişsinler.
«Arması san kırmızı olsun.»
Padişah, Gül Baba’nın seçerek topladığı bir demet sarı, bir demet kırmızı gülü alırken şu karşılığı verdi:
— Gönlün rahat olsun, dilediğin olacaktır Gül Baba.
Yıl 1481 idi. Gül Baba’nın kulübesinin olduğu yere büyük bir bina yapıldı. O günden bu güne kadar mektep oldu, hastane oldu, saray oldu… Sonra 1868’de tekrar eğitim-bilim yuvası haline geldi ve «Mekteb-i Sultani» adını aldı. Cumhuriyet döneminde adı «Galatasaray Lisesi» olarak değiştirildi.
Galatasaray Lisesi’nin banisi işte bu yüce velidir. Gül Baba Galatasaraylıların sembolü, her şeyi… O şifa isteyen, murad isteyenleri boş çevirmez. Galatasaray’dan Tophane’ye inerken yolun sağında Gül Baba Sokak üzerinde medfundur. Giriş kapısının üstünde mermer üzerine gül resimleri işlenmiş ve güllerin ortasına da «Maşaallah» yazılmıştır. Ulu ağaçların altında yatan Gül Baba’nın kabir taşında da şu kitabe yazılıdır:
«Hüvel Hadi
Merhum ve mağfur
E lmuhtac ila rahmeti rabbihü gafür Gül Dede ruhu için Fatiha.»
1201 tarihinde kabir Sultan Abdülhamid Han tarafından tamir ve ihya edilmiştir. Galatasaray Lisesi’nin 100. yılı dolayısıyla tamir edilip onarılmış ve şu kitabe yazılmıştır:
Gül Baba, Galatasaray Külliyesinin 480 sene evvel kurucusudur. Türbesi Lisenin 100. dönüm yılı dolayısiyle Vakıfların himmetiyle onarılmıştır. 1968
Karagümrük Gül Baba Sokak üzerinde de başka bir «Gül Baba» kabri vardır.
Kaynak ; İstanbul Evliyaları ve Fetih Şehidleri – Şevket Gürel , İstanbul’daki Tarihi Türbe ve Mescidleri İmar Vakfı , 1988
Burhaneddin Hasan Cihangiri hazretleri’nin kabri ; İstanbul Cihangir’de Cihangir camiinde.Cihangir de Özoğul sokağında
Halveti yolunun büyüklerinden olan Şeyh Hasan Efendi ;Harput kasabasının Perçin köyünde dünyaya gelmiştir.Uzun yıllar İstanbul’daki Cihangir semtindeki tekkesinde faaliyet gösterdiği için Cihangiri lakabıyla anılır.
İlk ilim ve tahsilini Harput’ta yaptı. Daha sonra Celali isyanları sebebiyle Bursa’ya giderek Halveti Şeyhlerinden Yakub Fani Efendi’ye intisap eder. celali isyanları Bursa’yı da tehdit etmeye başlayınca şeyhiyle beraber İstanbul’a giderek Eyüp’te Baba Haydar Tekkesi’ne yerleşti. Bu yıllarda mürşidinin şeyhi Şerbetçi Mehmed Efendi ile onun şeyhi ve Halvetiyye’nin Ramazaniyye kolunun piri olan Ramazan Mahfi Efendi’nin sohbetlerine katılma fırsatını buldu. Sekiz yıl hizmetinde bulunduğu Ramazan Efendi tarafından kendisine 1020 (1611) yılında hilafet verildi ve Cihangir Camii’ne meşihat konularak buraya şeyh tayin edildi.
Hasan Burhaneddin Efendi Cihangir Camii’ne şeyh tayin edildikten sonra caminin yanına yaptırdığı tekkede vefatına kadar elli iki yıl irşad faaliyetini sürdürmüş, bu uzun süre içinde birçok halife yetiştirmiştir. Halifeleri istanbul ve civarıyla Gebze, Safranbolu, İznik, Edirne, Bolu, Bursa, Gelibolu, Tavşanlı,Malatya ve Şam’da faaliyet göstermiş. kendisine nisbet edilen Cihangiriyye tarikatının geniş bir sahada yayılmasını sağlamışlardır. Üsküdar’da tekkesi bulunan Çamlıcalı Mehmed Efendi en meşhur halifelerindendir.
Halvetiyye’nin seyrü süluk adabına ve atvar-ı seb’aya dair iki risalesi ve bazı ilahileri olduğu bildirilen Hasan Burhaneddin Efendi 90 yaşlarında Reblülahir 1074’te (Kasım 1663) vefat etmiş ve Cihangir Camii’nin haziresine defnedilmiştir. Kendisinden sonra yerine halife bıraktığı Fethullah Efendi de 1703-04 tarihinde vefat etmiş ve şeyhinin yanına defnedilmiştir.
Şeyh Hasan Efendi’nin mezar taşında şu ibare yazılıdır ; ‘‘ Kutbu’l-arifin Cihangiri merhum eş-şeyh Hasan Efendi kaddesallahu ruhuna bişefaati’l-fatiha 1074 ”
Kaynaklar;
İstanbul Halveti Tekkeleri , Fatih Köse , Maramara Üniversitesi İlahiyat Fakultesi yayınları
Sefine- Evliya , Hüseyin Vassaf
İstanbul’un 100 sufisi
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
İstanbul Evliyaları , Türkiye Gazetesi
On sekizinci yüzyıl divan şairlerinden ve Mevlevi şeyhlerindendir. Asıl adı Seyyid Mehmed’dir. 1162 (m.1748) yılında İstanbul’da doğdu. 1211 (m. 1796) yılında Galata Mevlevi hanesinde vefat etti. Arapça , Farsça , Yunanca , Latince ve İtalyanca biliyordu. Bir ara yolu Galata Mevlevihanesi’ne düştü. O sırada dergah şeyhi , Şeyh Galip Hazretleri idi. Düştüğü gibi de orada kaldı. Yetişti , kemale erdi ve Esrar Dede olarak anılmaya başladı.
Esrar Dede ve mürşidi Şeyh Galip’in Osmanlı Sultanı III. Selim Han’a tam bir muhabbet ve bağlılıkları vardı. Bu durum , Sultan’ın aleyhinde olanların onlar hakkında ileri geri konuşmalarına sebep oluyordu. Bunlara karşı Esrar Dede bir gazelinde ;
Ne Süleyman , ne Selim’in kuluyz ,
Hazret-i Rabbi Rahim’in kuluyuz ,
Hüsrev-i aleme yok minnetimiz ,
Öyle bir Şah-ı kerimin kuluyuz.
Diyerek çok güzel cevap vermiştir.
Esrar Dede hazretleri Miraç gecesine tesadüf eden bir gecede , 1211 (m. 1796) yılında Galata Mevlevihanesi’nde vefat etti. Bu sırada henüz kırk dokuz yaşındaydı. ¹
Ömrünün son dokuz yılını geçirdiği bu Mevlevihane’nin bahçesine defnedildi. Hocası Şeyh Galip’in söylediği şu tarih rubaisi mezar taşında yazılıdır :
Esrar Dede çileyi hatm ettiği dem
Sırr oldu serin hırka-i tabuta çeküp
Galip dedi tarihin efsus efsus
Hemdemlerini hayran kodı Esrar göçüp. 1211
( Esrar Dede çileyi bitirince , tabut hırkasını başına çekip gizlendi. Galip ne yazık ki onun tarihini “ Arkadaşlarını Esrar hayran koyup göçüp gitti ” diye söyledi. ) ²
Yüce Allah sırrını mukaddes ve mübarek kılsın.
______________________________________
Kaynaklar ;
¹ Pamuk Yayıncılık , “ İstanbul Ve Anadolu Evliyaları ”
² Türkiye Gazetesi Yayınları , “ İstanbul Evliyaları ”
Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, İsmâil bin Ahmed’dir. Lakabı Rusûhî’dir. Ankaravî diye meşhûr olmuştur. Ankara’da doğmuştur. Doğum târihi kesin olarak belli olmamakla beraber, onuncu asrın ikinci yarısında doğduğu bilinmektedir. 1040 (m. 1630) senesinde İstanbul’da vefât etti. Kabri, Galata Mevlevîhânesi bahçesindedir.
İlk tahsilini doğum yeri olan Ankara’da yaptı. Aklî ve naklî ilimleri, zamanının âlimlerinden okudu. Arabça ve Farsça dillerini öğrendi. Zâhirî ilimlerde yükseldikten sonra tasavvufa yöneldi. Bayrâmiyye yoluna girip feyz aldı. Tasavvuf derecelerinde de yükseldi. Hocası tarafından insanlara Allahü teâlânın dînini ve sevgili Peygamberimizin güzel ahlâkını anlatmakla vazîfelendirildi. Halvetiyye yolundan da icâzet alıp, irşâd vazîfesine devam ettiği sırada gözlerinden rahatsızlandı. Rahatsızlığından dolayı okuyamaz, yazamaz oldu. Gözleri açıldığı takdîrde dâima Kur’ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler ve evliyâullahın sözleriyle meşgûl olacağını nezr etti. Nihâyet bir velînin teveccühüyle gözlerindeki rahatsızlık geçti. Bu hâline şükür ifâdesi olarak “Fütûhât-ı Ayniyye” adlı Fâtiha-i şerîfe tefsîrini yazdı. Konya’ya gidip, Mevlevi yolu büyüklerinden Bostan Çelebi’nin sohbetlerinde bulundu. Mevleviyye yolunda da ilerleyip yüksek derecelere kavuştu. 1019 (m. 1610) senesinde İstanbul’a gelerek, İstanbul Galata Mevlevîhânesi’nde irşâd vazîfesiyle vazîfelendirildi. Vefâtına kadar bu vazîfede kalıp insanlara iyiliği emr edip, kötülüklerden sakındırmaya çalıştı. Bu arada zâhirî ilimlerde de gayret gösterip daha yüksek derecelere ulaştı.
İsmâil Ankaravî, zâhirî ve bâtınî ilimlerde, tasavvufda yüksek derece sahibi idi. İlmiyle âmil, fazilet sahibi bir zât idi. Allahü teâlânın emirlerine uyar ve yasaklarından titizlikle kaçınırdı. Allahü teâlâya çok ibâdet eder, dünyâya önem vermezdi. Zamanındaki devlet adamları kendisini sever, ilmini takdîr eder, hürmette kusur etmezlerdi, ilim ehli ile ilmî sohbetlerde bulunur, sohbeti, yalnızlığa tercih ederdi. İnsanlar arasına karışıp, Allahü teâlânın dînini anlatmayı, bir köşeye çekilip ibâdet ve tâatle meşgûl olmaktan üstün tutardı. Birçok ilimlerdeki yüksek derecesi yanında şairliği de olan İsmâil Ankaravî, şiirlerinde Rusûhî mahlasını kullanırdı. Birçok eserleri vardır.
Bu eserlerinin başlıcaları şunlardır:
1- Şerh-i Mesnevî: Mevcûd Mesnevî şerhlerinin en meşhûrlarından olup, altı cild hâlinde yazılmış ve basılmıştır. “Mecmû’ât-ül-Letâif ve ma’mûrât-ül-meârif’ adıyla da bilinen Mesnevî şerhi, İsmâil Ankaravî’nin en meşhûr eseridir. Bu şerhi sebebiyle Mesnevî Şarihi diye meşhûr olmuştur. Eserinde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin söz ve hâllerini açıklarken, tasavvufun temel ve umûmî kaidelerini de anlatmıştır. Daha sonraki zamanlarda, Mesnevî üzerinde eser yazanlar, Ankaravî şerhinden çok istifâde etmişlerdir. Bu eseri, Cengî Yûsuf Dede kısaltarak “Menhec-ül-Kavî” adıyla Arabçaya, ismet Tasar-zâde, “Şerh-i kebîr-i Ankaravî ber Mesnevî-i ma’nevî-i Mevlevi” adıyla Farsçaya tercüme etmişlerdir.
2- Minhâc-ül-fukarâ: Tasavvuf konularından ve evliyânın hâllerinden bahs eden bu eseri Türkçedir. Mühyiddîn İbni Arabî’nin “Fütûhât-ı Mekkiyye” ve Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin “Mesnevî”sinden birçok nakillerin yapıldığı bu eserinin sonuna, “Semâ” ile ilgili “Huccet-üs-semâ” adlı bir risale de eklemiştir.
3- Zübdet-ül-füsûs: Muhyiddîn İbni Arabî’nin “Füsûs-ül-hikem” adlı eserinin yine kendisi tarafından yazılmış “Nakd-ün-nüsûs” adlı hülâsasının Türkçe tercümesidir. Bu eser Molla Câmî tarafından “Nakd-ün-nüsûs” adıyla Farsça, tasavvuf büyüklerinden Seyyid Koca Muhammed Nûr-ül-Melâmî tarafından “Mürûc-ün-nüsûs” adıyla Arabça olarak şerh edilmiştir.
4- î’zâh-ül-hikem: Şihâbüddîn Sühreverdî’nin, “Heyâkil-ün-Nûr” adlı eserinin Türkçe tercümesi ve şerhidir. Allâme Celâlüddîn Devânî ve şâir Nev’i Efendi tarafından da haşiye yazılmıştır.
5- Miftâh-ül-belâga ve Misbâh-ül-fesâha: Hâce-i Cihân’ın “Menâzîr-ül-inşâ”sı ile Hatîb-i Dımeşkî’nin “Telhis” adlı eserleri kaynak alınarak yazılmıştır. Edebiyat ve Osmanlıca belagat kaidelerine dâir dilimizde yazılan eserlerin öncüsü olduğundan, edebiyatla uğraşanlar için faydalıdır.
6- Fütûhât-ı ayniyye fî tefsîr-i sûret-il-Fâtiha: Fâtiha sûresinin tefsîriyle ilgili bir eserdir. 7- Misbâh-ül-esrâr Nûr sûresinin tefsîriyle ilgili eseridir. Son iki eser tasavvufî mâhiyettedir. 8-Nisâb-ı Mevlevi, 9- Şerhu kasîde-i Tâiyye el-müsemmâ bil-mekâsıd-il-Âliyye, 10- Şerhu hadîs-i erba’în, 11-Şerhu Füsûs-il-hikem, 12- Cenâh-ul-ervâh, 13- Şerhu kasîdet-il-münferice el-müsemmâ bi hükm-il-münderice: Ebü’l-Fazl Yûsuf bin Muhammed’in “El-Münferice” kasidesi diye bilinen manzûmesinin tercüme ve şerhidir. 14-Hall-i müşkilât-ı Mesnevî, 15-Simât-ül-mûkınîn, 16- Er-Risâlet-üt-tenzîhiyye fî şân-ü-Mevleviyye, 17-Dîvân, 18-Câmi-ül-Âyât: Mesnevî’deki âyet-i kerîme, hadîs-i şerîflerin tefsîri ve Arapça beyitlerin açıklamasıdır, 19-Fâtih-ül-ebyât: Farsça beyitlerin açıklamasıdır. 20- Mecmû’ât-ül-letâif: Arapça ve Farsça beyitlerin açıklamasıdır. 21- Şerhu kasîdet-ül-mîmiyye vel-Hamriyye, 22- Risâle-i uyûn-i isnâ aşere: Oniki “tasavvufî manzûmeden ibâret bir eseridir.
İsmâil Ankaravî, Minhâc-ül-fukarâ adlı eserinde, iyiliği emr edip kötülükten sakındırma husûsunda diyor ki: Hazreti Ali buyurdu ki: “Doğru bildiğini söylemek, susmaktan daha hayırlıdır. Günahkâr insanlara günah ve haramların kötülüğünü anlatmamak, iyilik değildir.” Kötü bir işi yapanı o işten sakındırmak, ibâdetlerin en fazîletlisidir. Bir kimse bilmeyen birine yol gösterse, o da onun irşâdıyla hidâyete erse, yol gösteren kişi de, hidâyete kavuşan kimsenin sevâbı ve fazileti kadar sevâb kazanır. Zîrâ Peygamber efendimiz (s.a.v); “Başkalarını doğruluğa çağıran kimseye, kendisine uyanların sevâbı gibi sevâb verilir. Bununla beraber onların sevâbından da hiç birşey eksilmez. Sapıklığa çağıran kimseye de ona uyanların günahı gibi günah verilir. Bununla beraber ona uyanların günahlarından hiçbir şey eksilmez.” buyurdu. Dînin direği nasihattir. Bu sebeple Allahü teâlânın kullarına nasihat etmeli ve yumuşak davranmalıdır. Eğer söz tutmazlarsa onlara yumuşaklıkla hakîkati anlatmaya devam etmelidir. Zîrâ Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ); “ümmetimden bir taife, hak üzerine mücâdele etmekte, kıyâmete kadar galip olarak devam edecektir” buyurmuştur. Ba’zı âlimler bu taifeden maksad, iyiliği emr eden, kötülükten sakındıran âlimlerdir demişlerdir. Çünkü onların mücâdeleleri ma’nevî olur. Onlar Allahü teâlânın kullarını kurtuluşa sevk ederler. Allahü teâlânın âyetlerini ve Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) hadîs-i şerîflerini yanlış te’vîl edip, kendi sapık görüşlerine göre açıklayanlara mâni olurlar. Söz tutmazlarsa mücâdele ve münâzaraya kalkışırlar.
İsmâil Ankaravî, hak ve hakîkat yolunda bulunmak gerektiğini anlatırken diyor ki: “Resûlullah ( aleyhisselâm ) efendimizden Abdullah bin Mes’ûd ( radıyallahü anh ) şöyle naklediyor: “Resûlullah (s.a.v) doğru bir çizgi çizdi ve: “Bu, Allahü teâlânın yoludur” buyurdu. Sonra bu çizginin sağından ve solundan çıkan çizgiler çizip; “Bu yolların her birinde şeytan vardır ve kendine çağırır” buyurdu ve; “Doğru yol budur. Bu yolda olunuz. Fırkalara bölünmeyiniz” meâlindeki (En’âm-53) âyet-i kerîmeyi okudular.”
Resûlullah efendimizin ( aleyhisselâm ) yolu tevhîd (birlik) ve muhabbet yoludur. Onun için birçok âlimler ve evliyâullah; “İnsanı doğru yoldan ayıran, sapıklığa götüren yollardan, orta yol daha hayırlıdır” demişlerdir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de bu konuda; “Herkes gücü, yettiği kadar, hak yoldan ayrılmadan çok sakınıp, sırât-ı müstekim üzere olmalıdır” buyurmuştur. Fahreddîn-i Râzî de sırât-ı müstekimi tefsîr ederken buyuruyor ki: “Allahü teâlâ niçin sırât-ı müstekim buyurdu da sebîl-i müstekim buyurmadı. Çünkü sırat lafzı, Cehennemdeki sıratla ilgilidir. Öyle ki, insan bu dünyâda olan sıratta, korku ve ümit üzere bulunmalıdır.” Bir kısım müfessirler de “Sırat ikidir; biri dünyevî (dünyâ ile ilgili) biri uhrevî (âhıretle ilgili)’dir. Dünyâda olan sırat; Allahü teâlânın Kur’ân-ı kerîminden ve Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerinden tefsîr ederek, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği doğru yoldur. Uhrevî (âhıretle ilgili) sırat ise, hadîs-i şerîflerde bildirildiği gibi Cehennem üzerine kurulan kıldan ince, kılıçtan keskin olan, bütün insanların üzerine sevk edildiği, köprüdür. Abdullah bin Mes’ûd’dan rivâyet edilen hadîs-i şerîfte Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdular ki: “Cehennem üzerine kıldan ince kılıçtan keskin olan sırat köprüsü kurulur. Bu köprüden, bir kısım insanlar şimşek gibi, ba’zısı fırtına gibi geçer. Bir grup insan da kuş uçar gibi, bir fırka atlı gibi, bir zümre piyade gibi geçer. Bir cemâat de ateş onların yüzlerini yalar.”
Hayayı anlatırken diyor ki: Birgün Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) Eshâbına buyurdu ki: “Eshâbım! Allahü teâlâdan tam bir şekilde haya ediniz.” Eshâb-ı Kirâm dediler ki: “Yâ Resûlallah bizim hepimiz Allahü teâlâdan utanırız.” Peygamber efendimiz ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Haya bu değildir. O kimse ki Allahü teâlâdan tam bir şekilde haya eder. Gözünü, kulaklarını ve diğer uzuvlarını haramlardan, bâtınını ve fercini haram ve zinâdan korur, ölümü hatırlar, âhıreti diler, dünyânın süs ve zînetlerini terk eder ise, hakîkatte bu kimse Allahü teâlâdan haya etmiştir.” Haya güzel bir huydur ki dinimizce iyi olduğu bildirilmektedir. Hakdan ve insanlardan haya etmelidir. Haya edilmeyen işte hayır yoktur.
On yedinci asır Anadolu velilerindendir. İsmi Ahmed , mahlası Gavsi’dir. Gavsi Ahmet Dede diye meşhur olmuştur. Büyük veli Ahmed-i Bican hazretlerinin torunlarındandır. İstanbul’da doğmuştur. Doğum tarihi belli değildir. Mevleviyye’ye mensuptur.
Küçük yaştan itibaren ilim tahsiline başlamış icazet ve diploma almıştır. Selanik kadısının yanında naiblik yaparken kalbine aşk ateşi düşmüş tasavvufa büyük alaka duymuştur. Selanik’ten ayrılarak Bursa’ya geldi. Bursa Mevlevihanesi Şeyhi olan Salih Dede’ye talebe oldu. Dört sene süren talebelikten sonra hocasının emir ve tavsiyesi üzerine Konya’ya gitti. Uzun müddet Konya’da kalıp Mevlevi tarikatının usulüne göre hırka giydi. On atlı sene müddetle seyahat edip insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlattı.
Hocası Salih Dede Efendi’nin vefatından sonra İstanbul’a geldi. Mesnevihan okuyucusu oldu. Yazdığı şiirlerden dolayı Gavsi mahlasını aldı. Aldığı manevi bir işaret üzerine evinde inzivaya çekildi. İbadet ve zikir ile meşgul oldu. Daha sonra yirmi bir yıl Galata Mevlevihanesi şeyhliğinde bulundu.
Bir gün Halvetiyye yolu büyüklerinden Muhammed Nasuhi Üsküdari Hazretlerinin Üsküdar’da yaptırdığı dergah açılışına davet edildi. Gavsi Ahmed Dede , Üsküdar’a gitmek için sahile vardıklarında havanın rüzgarlı ve denizin dalgalı olduklarını gördüler. Yanında bulunan bazı kimseler bu durumda yola çıkılamayacağını söylediler. Halbuki Gavsi Dede , verdiğimiz sözü tutmalıyız ve Üsküdar’a gitmeliyiz diyordu. O sırada deniz üzerinde bir gemi peyda oldu. Gavsi Dede ve onun büyüklüğünü bilen talebeleri hemen gemiye bindiler. Deniz bir müddet durgunlaştı. Allahü Teala’ya tevekkül edip gemiye binen Gavsi Dede yanındakilerle beraber sağ salim karşı kıyıya ulaştı.
Gavsi Ahmed Dede , Galata Mevlevihanesi şeyhi olarak görev yaptığı sırada 1697 ( H.1109 ) yılında vefat etti. Kabri Galata Mevlevihanesi bahçesindedir. ¹
Gazel
Kure-i aşk-ı Huda’dır Hankah-ı Mevlevi
Pute-i İksır-i Hikmettir kulah-ı Mevlevi
Ceşm-i zahir-bin kullanmaz meani seyr eden
Dide-i dilden zuhur eyler nigah-ı Mevlevi
( Mevlevi dergahı , Hak aşkının madenidir. Mevlevi külahı da hikmet iksirinin hazırlandığı bir potadır. Mana alemini seyreden zahiri gören gözü kullanamaz. Mevlevinin bakışı gönül gözünden ortaya çıkar. ) ²
___________________________________________________
¹ Türkiye Gazetesi Yayınları , “ İstanbul Evliyaları ”
² Hocazade Ahmet Hilmi , “ Ziyaret-i Evliya ”