Irak – Halepçe’nin Tavile köyünde Babası Osman Siraceddin hz’nin yanında
Şeyh Osman Siraceddin Tavili hazretlerinin en büyük oğlu ve halifesidir . 1252/1836 yılında Tavila’da doğmuştur. Tarikat eğitimini babasından, diğer ilimleri bölgesinde bulunan büyük ( Mahmud deşi gibi) âlimlerden almıştır. Zâhirî ilimlerde derin bir âlim, tasavvuf yolunda yüksek bir velî oldu. Babası ona hilâfet verip talebe yetiştirmekle vazîfelendirdi. Babası hayattayken Abdurrahmân, Ömer Ziyâeddîn ve Ahmed adındaki kardeşlerinin tâlim ve terbiye işini ve yetiştirme vazîfesini ona verdi. Kardeşleri onun ilim meclisinde ve sohbetlerinde yetişerek her biri üstün zâtlar oldular. Babasının vefâtından sonra insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı ve talebe yetiştirdi. Vakarlı, kanâatkâr, iffetli, dünyâya gönül vermeyen, haram ve şüphelilerden şiddetle sakınan bir hayat yaşadı. Pekçok insanın hidâyete kavuşmasına, dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermelerine vesile oldu. Arkasında faydalı, edep sâhibi çocuklar bıraktı. Onlar da kendisi gibi ilim ve fazîletin yayılması için çalıştılar. Çocuklarının adları Şeyh AliHüsâmeddîn, Şeyh Sâdık, Şeyh Mazhar ve Şeyh Câfer’dir. Talebelerinden Abdürrahîm Mevlevî sohbetlerini Mir’ât-ül-Kâmil adıyla toplamıştır.
Mürşidi olan babasının başlattıklarını genişletti. Sıfatı itibarıyla vakarlı, kanaatkâr, iffet ve zahidlikle hayatını sürdürdü. Geride salih, faydalı, edep ve sıfat sahibi çocuklar bıraktı. Onlar da kendisi gibi şöhret sahibi oldular. Bu zat Rebiyülevvel ayının beşinde Cuma günü 1298/1881 de Tavila’da vefat etti. Babasının mezarının yakınında medfundur.
Hazret-i Siraceddin el-Sâni’nin bu ailenin büyüklerinden naklettiğine göre; Hazret-i Mevlâna Hâlid-i Bağdadi (KS): “Ben gurbete ve meşakkate tahammül ettim. Ve bende makamatlar hâsıl oldu. Onları da benden Osman Taviylî aldı” buyurmuşlardır.
Şeyh Osman Siraceddin Tavili hazretleri 1195/1781 yılında günümüzde Kuzey Irak’ın Halepçe kentinde yer alan Tavile Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Soyu baba tarafından Hz. Hüseyin’e, anne tarafından ise Hz. Hasan’a dayanan Şeyh Osman’ın tam adı Osman b. Hâlid b. Abdillah b. Muhammed b. Dervîş b. Müşerref b. Cum’a b. Zâhir’dir. Halepçe’nin köklü ve saygın ailelerinden olan Tavili ailesinin, soyu Hz. Hüseyin’e dayanan ve Hamrin Dağında ikamet eden Naim Seyyidleri’nden oldukları ve aile büyüklerinden Seyyid Zahir’in Hamrin’den Havraman bölgesine göç ederek Tavîle Köyü’ne yerleştiği belirtilir.
Şeyh Osman’ın Tavile’de Kur’an-ı Kerim öğrenimi ile başlayan eğitimi Biyâre, Hırpan, Hurmal ve Halepçe’de bulunan medreselerde devam etmiştir. Abdülkerim Müderris Yar-ı Merdan isimli eserinde, onun medrese eğitimini ikmal ettikten sonra daha üst seviyede medrese eğitiminden istifade edebilmek ve içinde tasavvufa karşı oluşan iştiyak sebebiyle yirmi beş yaşında iken Bağdat’a gittiğinden bahseder. Şeyh Osman, Bağdat’a gittikten sonra Şeyh Abdulkadir Geylani’nin türbesinin yanında yer alan medresede ders okumaya başlar. Bu arada kurulan zikir halkalarına da dâhil olur.Onun medrese eğitiminin devam ettiği bu dönemde herhangi bir şeyhe intisap edip etmediği hususunda bilgi bulunmamaktadır.
1226/1811 yılında Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Hindistan’dan memleketi Sü- leymaniye’ye dönmüş ve çok geçmeden Bağdat’a gelerek Şeyh Abdulkadir Geylânî türbesinde misafir olarak kalmaya başlamıştır. Şeyh Osman daha önce Halepçe bölgesindeki medreselerde eğitim gördüğü dönemde tanıştığı Mevlânâ Hâlid’i ziyaret ederek ona intisap etmiştir. Abdülkerim Müderris, Şeyh Osman’ın Mevlânâ Hâlid’e intisap ettiğinde otuz bir yaşında olduğunu ifade eder.
Şeyh Osman Tavili, Bağdat’ta Abdulkadir Geylânî türbesinde başlayan tasavvufî eğitimine Süleymaniye’de devam etmiştir. Çünkü Mevlânâ Hâlid beş ay kaldığı Bağdat’tan ayrılarak Süleymaniye’ye dönmüş ve orada Nakşbendi şeyhi olarak irşad faaliyetlerine başlamıştır. Şeyh Osman da intisap ettiği Mevlânâ Hâlid ile beraber Süleymaniye’ye dönmüş ve yanında seyr ü sülûkünü devam ettirmiştir. 1226/1811’de başlayan tasavvufî eğitimini 1228/1813 yılında tamamlayan Şeyh Osman otuz üç yaşında Mevlânâ Hâlid’den tarîkat icâzeti almıştır.
Şeyh Osman Siracüddin et-Tavîlî’nin Süleymaniye bölgesinde Mevlânâ Hâlid’den tarîkat icâzeti alan ilk halifesi olduğu söylenir. Tarîkat icâzeti aldıktan sonra da Mevlânâ Hâlid’in yanından ayrılmayan Şeyh Osman, şeyhinin 1238/1822’de Şam’a gidişinden sonra Havraman bölgesine dönmüş Biyâre ve Tavîle köylerinde irşad ve tedrîsâtla uğraşmıştır. Mevlânâ Hâlid’in “Fakih Osman” diye hitap ettiği, Şeyh Osman, Hurmal mıntıkasında yer alan Biyâre Medresesi’ni daha da etkin hale getirmiş ve ilmî faaliyetlere paralel olarak tasavvufî etkinlikleri de bu medresede yürütmeye başlamıştır.
Biyâre ve Tavîle arasında mekik dokuyan ve daha çok Biyâre’de ikamet eden Şeyh Osman Siracüddin, 1272/1856 tarihinden sonra tamamen Tavîle Köyüne yerleşerek orada bir de Zaviye kurmuştur. Şeyh Osman’ın Tavîle’de ikamet etmeye başlaması oranın ilmî ve tasavvufî yönden canlanmasını sağlamıştır.
Bir dönem Süleymaniye merkezinde bulunan Hânekâyı Mevlânâ Hâlid’de görev yapan Şeyh Osman ömrünün geri kalanını Biyâre ve Tavîle’de ilim ve irşadla geçirmiştir. Büyük çoğunluğu Biyâre Medresesi’nde olmak üzere yüze yakın halife yetiştiren Şeyh Osman, Mevlânâ Hâlid’in ilk halifeleri içerisinde en çok halife yetiştiren kişidir.
Şeyh Osman’ın postnişîn olduğu Biyâre Medresesi hem ilmî hem de tasavvufî açıdan bölgenin gözde merkezlerinden biri haline gelmiştir. Bu sayede gerek Irak’ın farklı bölgelerinden gerekse İran’ın Sünnî Kürtlerin meskûn olduğu kuzeybatı şehirleri Merivan, Senendec ve Bane ile Azerî ve Dağıstanlıların meskûn olduğu Taliş ve Dağıstan bölgelerinden çok sayıda zevat ilim ve tasavvuf eğitimi için Biyâre’ye teveccüh etmişlerdir. el-Beytâr isimli eser , Şeyh Osman’ın irşad faaliyetleri sayesinde İran’da yaşayan çok sayıda Yahudi ve Hıristiyan’ın Müslüman olduklarından bahsetmektedir.
İrşad faaliyetlerini yürütürken diğer tarîkat mensuplarıyla oldukça seviyeli ve samimi münasebetler kuran Şeyh Osman, bölgede saygın bir yere sahip olan Berzencî ailesine mensup Kadirî şeyhlerinden Süleymaniyeli Kâke Şeyh Ahmed’le mektuplaşarak dostluğunu ilerletmiştir.
Şeyh Osman’ın yaptığı evliliklerden altısı erkek on altısı kız toplam yirmi iki çocuğu dünyaya gelmiştir.
Altmıştan fazla halifesini İslâm coğrafyasının dört bir yanına göndermiş ve Nakşibendîlik ruhuna büyük bir güç kazandırmıştır. Sirâceddîn Hazretleri, irşâd vazifesini büyük oğlu Muhammed Bahâuddin’e ve Abdurrahman Ebu’l-Vefâ’ya bıraktıktan sonra 88 yaşında iken Tavila’daki evinde vefat etmiş ve evinin önünde defnedilmiştir. Kabri hâlen burada ziyaret edilmektedir.
Yirminci asrın yetiştirdiği İslam alimlerinden olan Şeyh Muhammed Nazım Adil El-Hakkanî, El-Kıbrısî Hazretleri 21 Nisan 1922’de Kıbrıs’ın Güney yakasında bulunan Larnaka kentinde dünyaya gelmiştir. Babası Ahmet Nazım Efendi’dir. Baba tarafından soyu Gavsu’l Azam Seyyid Abdulkadir Geylani Hazretleri’ne, Anne tarafından ise Mevlana Celaleddin-i Rumî (k.s.) Hazretleri’ne dayanmaktadır.
Çocukluğundan itibaren onda manevi hallerin varlığı fark edilmiş olup, çok zamanlar Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in halası, Hala Sultan Hazretleri’nin Kıbrıs / Larnaka’da bulunan Kabr-i şerifini ziyaret eder oradan hiç ayrılmak istemezdi. Çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği Larnaka’da ahali tarafından sevilen, ilgi gören bir gençtir. Kıbrıs’ta liseyi bitirdikten sonra (1940- Hicri 1359) iki ağabeyi ve kız kardeşinin yaşadığı İstanbul’a üniversite tahsili için yerleşmiştir.
Beyazıt’ta bulunan İstanbul Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği bölümünde ihtisas görmeye başlamıştır. Kimya bölümünde oldukça başarılı bir öğrencidir. Aynı zamanda Şeyhi Cemaleddin el-Alasunî Hazretleri (1955-Hicri 1375) ile hem şeriat ilminde ilerleyip, hem de Arapça lisanı öğrenmiştir. Süleyman Erzurumî Hazretleri ile tanışıp Nakşibendi yoluna girmiştir.Kendisinin çok defa İstanbul Sultanahmet camisinde, bütün geceyi tefekkürle geçirdiği görülürdü. O yılları kendisi şöyle anlatıyor: “Orada, kalbime rahmet ve selamet geliyordu. Sabah namazlarını o camide, şeyhlerim Şeyh Cemaleddin el-Alasunî ve Şeyh Süleyman Erzurumî ile beraber kılıyordum. Beni eğitiyor ve kalbime manevi ilim yerleştiriyorlardı. O zamanlar beni Şam’ın mübarek topraklarına çağıran birçok rüya gördüm fakat henüz şeyhimden izin yoktu. Birçok kez rüyalarımda Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) beni huzuruna çağırırken gördüm. Kalbimde her şeyi bırakıp Peygamberimiz’in mübarek şehrine göç etmek için derin bir arzu vardı. Bir gün, kalbimdeki bu hasret çok yoğun olduğu bir zaman, Şeyhim Süleyman Erzurumî Hazretlerini gördüğüm bir zuhurat hasıl oldu. Şeyh Erzurumî Hazretleri gelip beni omzumdan salladı ve bana: “İznin şimdi geldi.Senin sırların ve manevi eğitimin benimle değil. Ben seni sadece emanet olarak tuttum, ta ki senin gerçek şeyhin olan Abdullah Dağıstanî Hazretlerine hazır olana kadar. O senin anahtarlarını tutuyor. Git onu Şam’da bul. Bu izin sana benden ve Peygamberimizden geliyor.” Zuhurat bitmişti ve ben Şam’a gitme iznini almıştım.Bu olayı söylemek için şeyhimi aradım. Onu yaklaşık iki saat sonra camiye gelirken buldum. Yanına koştum, bana kollarını açıp: “Oğlum, zuhurattan memnun musun?” dedi. Olan biten her şeyden haberdar olduğunu anladım. Bana: “Bekleme, hemen Şam’a doğru yola çık.” dedi. Adres veya başka bilgi vermemişti, sadece Şam’da Şeyh Abdullah Dağıstani demişti.”
Üniversite eğitimini yarıda bırakarak ikinci dünya savaşının zor günlerinde manevi işaretlerle evliyalar sultanı Şeyh Abdullah Dağistanî Hazretleri’ni bulmaya Şam’a gitmek için İstanbul’dan Halep’e trenle gelir. Ancak Fransızlar ve İngilizler o bölgede savaştıklarından yoluna devam edemez. Humus’ta Halit Bin Velid türbesine gider, günlerini kendisine cami yanında verilen bir odada geçirir. Burada Şeyh Abdulcelil Murat ve Şeyh Seyit Es-Subayî Hazretleri’nin ilim ve irfan pınarlarından istifade etmiştir. 1944’de bir ay kadar Trablus’da, Trablus müftüsü Şeyh Münir el-Melik’in yanında kaldıktan sonra mürşidini bulmak için Şam’a doğru savaşın zor şartlarına rağmen devam etmiştir. Şeyh Nazım Kıbrısi Hazretleri o zor günleri şöyle anlatıyor:“İstanbul’dan Halep’e trenle gittim. Oradan Şam’a geçmeye çalıştım ama mümkün değildi. Şam’ı işgal eden Fransızlar İngilizlerin hücumuna hazırlanıyordu. Ben de Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sahabesi Halid bin Velid’in türbesinin bulunduğu Humus’a gittim. Türbeyi ziyaret edip camiye girdim ve namaz kıldım. Sonra yanıma bir kişi geldi ve bana şöyle dedi: “Akşam rüyamda Peygamberimizi gördüm; bana ‘Torunlarımdan biri yarın buraya geliyor, onunla ilgilen’ dedi. Sonra bana senin nasıl olduğunu gösterdi. O kişinin sen olduğunu görüyorum.” dediğinden o kadar etkilendim ki davetini kabul ettim. Bana caminin yanında bir oda verdi. Orada bir yıl boyunca kaldım. Namaz kılmak ve Humuslu iki büyük alimin meclislerinde bulunmak dışında odamdan çıkmıyordum. Bu alimler tecvid, tefsir, hadis ilmi ve fıkıh öğretiyorlardı. İsimleri Şeyh Muhammed Ali Uyun es-Sud ve Humus müftüsü Şeyh Abdülaziz Uyun es-Sud idi. Aynı zamanda, iki Nakşibendi şeyhinden de manevi eğitim alıyordum. Bunlar Şeyh Abdülcelil Murad ve Şeyh Said es-Subai idi. Şam’a gitmek için can atıyordum. Savaşın yoğunluğu yüzünden, önce Trablus’a, oradan Beyrut’a, Beyrut’tan da Şam’a daha güvenli bir şekilde gitmeye karar verdim.”
Şam’a geldiğinde Dağıstanî Hazretleri’nin evini bilmemektedir. Bilâl-i Habeşi Hazretleri’nin makamı yanında Hayy el-Meydan bölgesinde Şeyhin evini arar..
Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkanî Hazretleri hayatının dönüm noktası olan bu çok önemli günü şöyle anlatmaktadır: “Şeyhin evinin hangisi olduğunu bilmiyordum. O anda sokakta dururken bir zuhurat hâsıl oldu. Şeyh evinden çıkıp beni içeriye çağırıyordu. Zuhurat bittiğinde sokakta kimseyi göremiyordum. Fransız ve İngiliz bombardımanlarından dolayı etraf bomboştu. Şeyhin evinin hangisi olduğunu bulmak için kalbime bakıyordum. Sonra bir zuhurat daha oldu ve özel kapısı olan özel bir ev gördüm. Zuhurat bittiğinde, o kapıyı bulana kadar aradım. Kapıyı çalmak için yaklaştığımda Şeyh kapıyı açtı ve ‘Hoş geldin, oğlum, Nazım Efendi’ dedi. Olağan dışı görünüşü beni cezbetmişti. Daha önce hiç böyle bir şeyh görmemiştim. Yüzünden ve alnından nur akıyordu. Kalbinden ve gülümseyen yüzünden sıcaklık geliyordu. Beni yukarıya, odasına çıkardı ve ‘Seni bekliyorduk’ dedi. Kalbim onunla olmaktan çok mutluydu fakat Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şehrini ziyaret etmeyi de çok istiyordum. Ona ‘Ne yapacağım?’ diye sordum. ‘Cevabını yarın vereceğim. Şimdilik dinlen’ dedi. Bana akşam yemeği ikram etti.” “Yatsı namazını onunla kıldım ve uyudum. Sabaha karşı beni teheccüd namazı için uyandırdı. Daha önce hiç bu namazdaki kadar güç hissetmemiştim. Kendimi ilahi huzurda hissettim. Kalbim giderek ona daha fazla bağlanıyordu. Sonra bir zuhurat hasıl oldu ve namaz kıldığımız yerden gökyüzünün Kabesi olan Beytü’l Ma’mur’a merdivenle tırmandığımı gördüm. Her adım bir makam idi ve her makamda kalbime daha önce hiç bilmediğim ve duymadığım bilgiler geliyordu. Beytü’l Ma’mur’a varıncaya kadar kelimeler ve cümleler muhteşem bir şekilde bir araya geliyor ve yükseldiğim her makamda kalbime veriliyordu. Orada, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) imam olduğu, namaza durmuş 124 000 peygamberi gördüm. Onların arkasında safa durmuş Peygamberimiz’in (s.a.v.) 124 000 sahabesini gördüm. Onların da arkasında, Nakşibendî tarikatının 7007 evliyasını gördüm. Sonra diğer tarikatların 124 000 evliyasını saflar halinde namaza durmuş olarak gördüm. Hazreti Ebu Bekir’in hemen sağ yanında iki kişilik boş yer kalmıştı. Büyük Şeyh Efendi, o boş yere gitti, beni de oraya çekti ve sabah namazını beraber kıldık. Bu namazın tatlılığını daha önce hiç yaşamamıştım. Peygamber Efendimiz namazı kıldırırken kıratının güzelliği tarif edilemezdi. Hiç bir kelime tarif edemezdi çünkü bu ilahi bir şeydi. Namaz bitince zuhurat da sona erdi ve Şeyhim benden sabah namazı için ezan okumamı istedi. Sabah namazını kıldı, ben de arkasında kıldım. Dışarıda iki ordunun da bombardımanlarını duyuyordum. Beni Nakşibendi tarikatına süluk etti ve bana ‘Oğlum, bizde müridimizi bir saniyede kendi makamına ulaştıracak kuvvet vardır’ dedi. Bunu söyler söylemez gözleriyle kalbime baktı ve gözlerinin rengi sarıdan kırmızıya, sonra beyaza, sonra yeşile ve siyaha döndü.
Her renge ait bilgi kalbime aktıkça gözlerinin rengi değişiyordu. İlk renk sarı idi ve kalp haliyle alakalı idi. İnsanların günlük hayatlarıyla ilgili gerekli bütün bilgileri kalbime döktü. Sonra Hazreti Ali’den gelen 40 tarikatın ilminden, Sır Makamından kalbime verdi ve kendimi bu tarikatlarda üstad olarak buldum. Bu bilgileri aktarırken gözleri kırmızı idi. Sırrın sırrı denilen üçüncü makam, sadece, Hazreti Ebu Bekir’den gelen Nakşibendî tarikatının şeyhlerine izin verilen makamdı. Bu makamdan kalbime verirken gözleri beyaz idi. Sonra beni gizli manevi bilgilerin olduğu gizli makama çıkardı. O anda gözleri yeşile dönmüştü. Daha sonra beni hiç bir şeyin görünmediği en gizli makam olan tam yok olma makamına götürdü. Bu arada gözlerinin rengi siyaha dönmüştü. Burada beni Allah’ın huzuruna çıkardı, sonra geri varlığa getirdi. Ona olan muhabbetim o anda o kadar yoğundu ki ondan ayrı kalmayı düşünemiyordum. Sonsuza kadar onunla beraber kalıp ona hizmet etmekten başka hiç bir şey istemiyordum. Sonra fırtına geldi ve sükuneti tehdit etti. İmtihan çok büyüktü. Bana, ‘Oğlum, halkının sana ihtiyacı var. Şimdilik sana yeterli olanı verdim. Bugün Kıbrıs’a git’ dediği an ümitsizliğe düşmüştüm.
Ona ulaşmak için bir buçuk sene geçirmiştim. Onunla bir gece kaldım. Şimdi bana, beş yıldır görmediğim Kıbrıs’a geri gitmemi emrediyordu. Bu benim için müthiş bir emir idi fakat tarikatta, mürit şeyhinin arzusuna teslim olmalı idi. Ellerini ve ayaklarını öpüp izin aldıktan sonra Kıbrıs’a gitmek için bir yol bulmaya çalıştım. İkinci Dünya Savaşı sona yaklaşıyordu. Ulaşım yoktu. Sokakta bu düşüncelerle ilerlerken yanıma bir kişi geldi ve ‘Şeyh Efendi, vasıtaya ihtiyacınız var mı?’ diye sordu. ‘Evet! nereye gidiyorsunuz?’ dedim. ‘Trablus’a’ dedi. Beni tırına bindirdi ve iki gün sonra Trablus’a vardık. Oraya gelince, ‘Beni limana götür’ dedim. ‘Niye?’ dedi. ‘Kıbrıs’a giden bir gemi bulmak için’ dedim. ‘Nasıl? Bu büyük savaşta kimse denizde seyahat etmiyor ki!’ dedi. ‘Boş ver, sen beni oraya götür’ dedim. Beni limana götürüp bıraktı. Şeyh Münir el Malik’in bana doğru geldiğini görünce yine şaşırdım. Bana şunları söyledi “Büyük dedenin sana karşı nasıl bir sevgisi varmış! Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yine rüyamda bana gelip ‘Oğlum Nazım geliyor, onunla ilgilen’ dedi.” Onunla üç gün kaldım. Kıbrıs’a gitmem için bana yardım etmesini istedim. Denedi ama savaş ve yakıt eksikliği yüzünden mümkün olmuyordu. Kayıktan başka hiç bir şey bulamadı. Bana, ‘Gidebilirsin ama çok tehlikeli’ dedi. ‘Gitmeliyim, çünkü bu, şeyhimin emridir’ dedim. Şeyh Münir, kayık sahibine beni Kıbrıs’a götürmesi için çok yüklü para verdi. Yola koyulduk. Normalde dört saatte gidilen yolu yedi günde aldık.Kıbrıs’a adımımı atar atmaz kalbimde bir zuhurat hasıl oldu. Şeyhim Abdullah Dağıstanî Hazretlerini gördüm, bana şöyle dedi: ‘Oğlum, hiçbir şey seni, emirlerimi yerine getirmekten alıkoymadı. Dinleyip kabul etmekte çok başarılı oldun. Bu andan itibaren sana her zaman görüneceğim. Ne zaman kalbini bana doğrultsan, ben orada olacağım.Ne zaman bir soru sorsan İlahi Huzurdan doğrudan cevabını alacaksın. Ulaşmak istediğin herhangi manevi makam, tam teslimiyetin sayesinde sana verilecektir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve bütün evliyalar senden memnundur.’ Bunu söyler söylemez onu yanımda hissettim ve o zamandan beri, beni hiç terk etmedi, her zaman yanımdadır.”
Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretleri, Kıbrıs’ta İslamî eğitimi ve manevi terbiyeyi yaymaya başladı.Maalesef bu zaman, dinin Türkiye’de kısıtlandığı bir zamandı. Şeyh Muhammed Nazım Kıbrısî Türk toplumunda yaşadığı için orada da dini ibadetler kısıtlanmıştı. Ezanı Arapça okumak yasaktı. Doğduğu yere gittiğinde yaptığı ilk şey camiye gidip Arapça ezan okumak oldu. Hemen tutuklanıp bir hafta hapis yatmak zorunda kaldı. Serbest kalır kalmaz Lefkoşa büyük camisine gidip minaresinde ezan okudu. Bu olay, resmi makamları çok kızdırdı ve aleyhine davalar açıldı.
Şeyh Muhammed Nazım Kıbrısî Hazretleri bu duruma tam tevekkül gösterip, mahkemeyi beklerken bütün Lefkoşa ve yakın köyleri dolaşıp minarelerden ezan okudu. Neticede, aleyhine toplam 114 dava açıldı. Avukatlar, ezan okumaktan vazgeçmesini tavsiye etti fakat Şeyh Efendi, “Yapamam, insanların ezanı duyması lazım” diyordu. Dünyada aleyhine 114 ayrı dava açılan başka bir İslam Âliminin varlığı somut deliller ile halen bilinmemektedir. Davaların okunma günü gelmişti. Eğer yargılanır ve suçlu bulunursa 100 yıl üzerinde hapisle cezalandırılacaktı. Aynı gün, Türkiye’den seçim sonuçları geldi: Adnan Menderes yeni başbakan seçilmişti. Başvekil olarak ilk işi bütün camileri açıp Arapça ezan okunmasına izin vermek oldu. Bu olay, Büyük Şeyh Efendinin bir kerameti olmuş ve bu sayede Ezan-ı Muhammediye’nin okunması serbest bırakılmıştı.
Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretleri, Kıbrıs’ın her yerini dolaştı, ardından Lübnan, Mısır, Suudi Arabistan ve daha birçok yeri ziyaret edip tebliğde bulundu ve tarikat esaslarını öğretti. 1952 yılında Şam’a yerleşip Büyük Şeyh Abdullah Dağıstanî Hazretleri’nin değerli müritlerinden Hâce Emine Sultan Hanımefendiyle evlendi. Bu izdivaçtan Hacı Nezihe Hanım, Şeyh Mehmet Efendi, Şeyh Bahauddin Efendi ve Hacı Rukiye Hanım isimlerinde çok güzide beş evlâtları dünyaya teşrif etti. Hatice adlı kızları 2 yaşındayken Hakk’a yürüdü.
Hanımı Hace Emine Sultan Hanımefendi Hâce Emine Sultan Hanımefendi, ehl-i beytten olup üstün ahlak ve edep timsaliydi. Babası, Büyük Şeyh Efendi’nin müridi Abdullah Efendi, annesi Ayşe Hanımdır. Şeyh Muhammed Nazım Efendi Hazretleriyle 50 yıldan fazla evli kalan Hâce Emine Sultan Hanımefendi, ulvi sohbetleriyle hanım ihvanların Nakşibendi tarikatın yolunda edep, usul, uslup ve manevi terbiyeleriyle ilgilenmiştir. Nur Yumağı, Hatemü-l Enbiya, Kırk Sual, Bir Evliyalık Rahiyası, My Little Lore of Light, Muhammad, The Messenger of Islam, The Light of Muhammad gibi önemli kitapları kaleme alınmıştır.Şam’da hayatlarına devam edip her sene Recep, Şaban ve Ramazan aylarında ailesi ile beraber Kıbrıs’ı ziyarete gidiyordu. Hakikatler padişahı Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkanî, aldığı icazetle 1970’ten itibaren İslâm’ı yaymak için sürekli olarak seyahat etti. Çok iyi derecede İngilizce bildiğinden, batılıların meraklı sorularına karşı olağanüstü cevaplar vererek onların hayretler içerisinde kalmasına ve çoğunun İslam’la şereflenmesine vesile olmuştur.Her sene Kıbrıslı hacı kafilesine lider olarak Hacc’a giderdi. Toplam 27 kez Hacca gitmiştir.Bir keresinde, Büyük Şeyh Efendi, Şam’dan Halep’e yürüyerek gitmesini ve her köyde durup iman, tasavvuf ve Nakşibendiliği yaymasını istedi. Yaklaşık 400 km yolu gidip gelmek bir yıldan fazla zamanı almıştır.Bir iki günlük yürüyüşten sonra bir köye varıyor, insanlara tebliğde bulunuyor, Nakşibendi tarikatını yaymak ve zikir yaptırmak için orada bir hafta kalıyor sonra diğer köye gitmek için tekrar yola koyuluyordu.
Nazım Kıbrısi Hazretlerinin Londra’ya gidişi ve Dünya’ya Nakşibendiliği yayma çalışmaları Büyük Şeyh Efendi Hazretlerinin isteği ile Şeyh Nazım El-Hakkani Hazretleri Kıbrıs adasını adım adım dolaşmış her gittiği yerde o kadar tanınmış ve çok sevilmiş ki ismi “Şeyh Nazım Yeşilbaş” olarak bilinir. Şey Muhammed Nazım Adil El-Hakkanî 1974’ten itibaren Avrupa’yı ziyarete başlamıştır. 1974 yılında Ehl-i sünnet vel cemaat itikadını gözeten ilk Nakşibendî dergâhı Londra’da bizzat açmıştır. 1986’da uzak doğu seyahatini gerçekleştirmiş ve Brunei, Malezya, Singapur, Hindistan, Pakistan ve Sri Lanka’yı ziyaret etmişlerdir. Buralarda da sultanlar, başkanlar ve umum halk tarafından heyecan ve coşkuyla karşılanmış, büyük ikram ve iltifatlarda bulunulmuştur. 1991’de Amerika seyahatine çıkmış ve 15 eyalet dolaşmıştır. Bu esnada değişik din ve inançlardan birçok kişiyle görüşmüş ve bunun neticesinde Kuzey Amerika’da Nakşibendî tarikatına ait 15 merkez açmıştır. İkinci ziyaretini 1993’te yapmış ve yine birçok yeri dolaşmıştır. Sayesinde, Kuzey Amerika’da 10 000 kişi Müslüman olup Nakşibendî tarikatına girmiştir.
Türkiye’deki Çalışmaları Türkiye’de başta İstanbul, Ankara, Konya, İzmir olmak üzere birçok ilde; köy köy, kasaba kasaba seyahatlerde bulunmuştur. Başta Aziz Mahmut Hüdai Hazretleri, Yahya Trabzonî Hazretleri gibi birçok türbe, makam, cami, tarihi ve manevi yerleri ziyaret etmiştir. Ziyaret ettikleri yerlerde ulvi sohbetlerde bulunaraktan her seviyedeki insanların gönlüne hitap etmiş ve dinleyicilerin Nakşibendi tarikatına girmelerine vesile olmuştur. O yıllarda Türkiye’de bulunan İslamî baskıların yıkılması için manevi himmetleri olmuş ve dualarda bulunmuştur. 90’lı yıllarda Hacı Mustafa Türabı Hoca Efendi ile yolları birleşmiş, bugün Üsküdar Beylerbeyi Sarayı karsısına denk düşen tarihi Ahmet Bedevî Tekkesi’nin tekrar inşa edilip bugünkü halini almasına vesile olmuştur. Şimdiki “Beylerbeyi Bedevi Tekkesi”dir. Kurmuş olduğu İstanbul Eğitim Vakfı (İSTEV) ile gençlerin ve bilhassa yardıma muhtaç çocukların yetişmesine, topluma kazandırılmasına katkıda bulunmuştur. Yine o yıllarda Hüseyin Hıfzı Aşevi’nin kurulması ile ihtiyaç sahibelerine erzak ve gıda tedarikini sağlanmıştır. Beykoz İlçesinde bulunan Akbaba Sultan köyünde dergâh açmış, Şeyh Muhammed Mehmet Efendi’yi halifesi olarak İstanbul’da vazifelendirmiştir.
Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde şehirlerde dergâhlar kurdurmuş, zikir ve tasavvuf ehlinin yetişmesine öncülük etmiştir. Dünyanın dört bir yanında, milliyet gözetmeksizin imarethaneler ve dergâhlar açılmasına öncülük etmiştir.Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretlerinin Refikası Hâce Emine Sultan Hanımefendi 16 kasım 2004 (1931-2004) yılında Hakk’a yürümesinden sonra Hâce Emine Adil isminin verildiği, Güzelyurt- Lefkoşa arasında büyük bir cami inşa ettirilerek 24 Kasım 2012 tarihinde hizmete açılmıştır.
Üstün ahlak ve manevi hallere sahip olan Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretleri zamanının çoğunu, ilim, irşat, tebliğ ile geçirmiştir. Bu yolda yurt dışı seyahatleri düzenlemiştir, dünya üzerinde gitmediği ülke, şehir sayısı çok azdır. Diğer yandan Lefke’de bulunan dergahını dünyanın dört bir yandan ziyaret eden misafirleri ile yakından ilgilenir ve sohbetlerde bulunurdu.
Kendisi Osmanlı İmparatorluğu hüviyetine sahiptir. Bu anlamda son Osmanlı şeyhlerindendir. İslam’ın kitlelere ulaştırılmasında Osmanlı tebaasını ve tasavvuf esaslarını dikkate almıştır. Lefke’deki dergâhı imparatorluk tebaasını, tarikat ve tasavvuf yaşamını günümüze taşıyan eşsiz bir örnektir. Yetmiş milleti bir araya İslam sancağı altına toplamıştır. Derin bir Osmanlı tarihi bilgisine sahiptir. Osmanlıca dilinin okutulmasına çok önem vermiştir. Kur’an-ı Kerim ve hafızlık eğitimi için Hakkani Adil medresesini kurdurmuştur. Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretleri’nin himmetleri üzerine 2014 yılında Osmanlıca Dili hükûmetin aldığı karar ile tekrar okullarda ve üniversitelerde ders olarak okutulmaya başlanılmıştır.
Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretleri’nin sadece tarikat şeyhi yönünü ele almak eksik olur. Tarih, sosyoloji, ekonomi ve felsefe üzerine ciddi bir bilgi birikimi olup, bu anlamda entelektüel sermayesi oldukça geniştir. Ekonomik kriz ve çözümü ile ilgili verdiği sohbet ve beyanatlar, iktisadi yönden incelenmesi gereken önemli bulgulardır. Filozofvari fikirleri ile benim diyen düşünürlere yol gösteren bir liderliği vardır. Çağımızın içerisinde bulunduğu karmaşıklığa ışık tutacak sentez ve yorumları ile İslam’ın hızla dünyada yayılması için mücadele etmiştir. Ömrünü ümmet-i İslam’a İ’la-yı Kelimetullahı tebliğ için sarf etmiştir.
Diğer önemli özelliklerinden birisi de derin İslamî bilgisi, İngilizce, Arapça, Almanca gibi dilleri iyi bilmesidir. Seyahatlerinde birçok gayrimüslimin, yüce dinimiz İslam’la ve ardından Nakşibendi tarikatı ile şereflenmelerine vesile olmuştur. Bu özelliği basın-yayın kuruluşlarının dikkatini çekmiş, dünya kamuoyunda Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika kıtalarına yaptığı ziyaretlere yer verilmiştir. Hazret bu konu üzerine katıldığı mülakat ve söyleşilerde, “Tevfik ve hidayet Allah’tan, biz vesileyiz” diye buyurmuşlardır.
Altın Silsilenin 38. Büyük Şeyhi olan Şeyh Şerafettin Dağıstanî Hazretleri 1922 yılında Bursa’da Güneyköy’de verdiği bir sohbetinde “Evlatlarımdan biri çok Hristiyan’ı Müslüman yapacak, O henüz daha doğmamıştır. Onun ayak numarası 42’dir” buyurur. Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani’nin aynı yıl Kıbrıs/Larnaka’da dünyaya teşrif etmesi üzerine Şeyh Şerafettin Hazretleri Güneyköy’de; “O evladım doğdu” deyip, Kıbrısî El Hakkanî Hazretleri’nin doğumunu müjdelemiştir.
Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkanî Hazretleri zahiren 27 kez hacca gitmiş, sonraki yıllarda yaşının ilerlemesi üzere kutsal topraklara gidememiştir. Biiznillah keramet halidir ki Lefke dergâhında iken hac vazifesini tamamlamak üzere kutsal topraklarda bulunan sevenleri, Kâbe-yi Muazzama’yı tavaf esnasında kendisini gördüklerini birçok kez ve farklı zamanlarda beyan etmişlerdir. Dünyaya ve dünya hayatına tenezzül etmeyip ebediyeti, sonsuzluğu dilemiştir. Hiç kimseden dünya için bir talepte bulunmamıştır. Ahir ömrünü mütevazi bir hayatla geçirmiştir.
Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretleri 41 tarikattan icazetli olup, 41 tarikatın Şeyhidir. Vefatından bir kaç yıl önce manevi işaret üzere oğlu Şeyh Muhammed Mehmet Adil El Hakkani Hazretlerini bu yolun öğretilerini yapması ve yaptırması üzere kendinden sonrası için vazifelendirmiştir.
Ömrünün son bir kaç yılında,“Merhaba ey Şah-ı Merdan, Yârân’ınız size hayran” sözleri ile Şah-ı Merdan sohbetlerine başlamıştır. Âlemi manada Resul-ü Zişan Efendimiz’in (s.a.v.) “İlmin kapısı” diye hitap ettiği Ali Bin Ebu Talip (r.a.) Hazretleri’nin manevi sohbetlerinde bulunmuştur. İlerleyen yaşına ve sağlık sorunlarına rağmen sohbetlerine devam etmiş ziyaretçileriyle yakından ilgilenmişlerdir.
Meşâyıh-ı kiram yanı kendi yaptıklarını hiçbir zaman büyük görmez. Hâlbuki Şeyh Efendi binlerce, on binlerce, yüz binlerce insanın hidayetine vesile olmuştur. O bile tevazudan dolayı “Biz bir şey yapamadık” buyurmuşlardır. Ülkemizde birçok can ve mal kaybına neden olan Marmara depremine vurgu yapmış, 1998 ve 1999 yıllarında deprem gerçekleşmiştir.
Orta Doğu’yu kasıp kavuran Arap baharını ve bundan etkilenecek ülkeleri tek tek belirtmiştir. Şili’de Ekim 2010 yılında maden faciasında göçük altından 69 gün sonra sağ kurtulan madencilerin, sonrasında Kıbrıs’a gelip Şeyh Efendi Hazretleri’ni göçük altındayken gördüklerini ve yardım aldıklarını beyan etmeleri, tüm dünya medyasında yankı bulmuştur.
Yine 90’lı yıllarda devleti yönetmekle vazifeli hükûmet ve meclis üyelerinin, Milenyum denilen 21. Yüzyılın başlaması ile bir tanesinin dahi devlet yönetiminde kalmayacağını, yepyeni bir neslin geleceğini, İslam’a hürmet edenlerin yönetimde olacağını müjdelemiştir. Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretleri’ne özellikle yabancı uyruklu sevenleri, Şeyh’in kendilerine göstermiş olduğu sevgi, muhabbet ve hoş görüsünden dolayı ceddi olan Mevlana Celalettin Rumi Hazretleri’nden esinlenerek kısaca Mevlana (Mevlana Şeyh Muhammed Nazım Adil Hakkani) ismi ile hitap etmektedirler.
Asya ve Arap kökenli sevenleri, Şeyh Efendi’nin Hakk üzere olmasından dolayı El-Hakkanî (Şeyh Muhammed Nazım El- Hakkani) ismiyle hitap etmişlerdir. Türkiye’de ise Kıbrısî (Şeyh Muhammed Nazım Adil El-Kıbrısi) Hazretleri olarak bilinmektedir. 7 Mayıs 2014 (Hicri 1435) tarihinde güneşin zeval noktasında İrtihal-i Dâr-ı Bekâ’ya, Rahmet-i, Rahman’a, yani en sevgiliye kavuşmuştur.
Vasiyeti üzere mübarek na’şı şerifleri ebedi istirahat hanesine bekletilmeden ikindi namazını müteakip uğurlanmıştır. Makamı Lefke dergâhı içerisindedir. Dünyanın her tarafında bu güzel yol insanlara nur olarak, hidayet olarak, bereket olarak devam edecektir. Bu yola tabi olan saadet ehlindendir.
Suriye – Şam’da Kasiyun dağı eteklerindeki evinin yanındaki dergahında
Abdullah Dağıstani Hazretleri ,Rebi-ul Evvel ayının 12. Perşembe gecesi dünyaya geldi. Adını dayısının işaret ettiği üzere Abdullah koydular. Yedi yaşından itibaren dayısı Şerafeddin Dağıstani nin yanında kalıyordu. Çocuk yaşlarında iken Kur an-ı Hakim’i ezberden okuyordu. Şeriat sınırlarını muhafaza etmekte son derece titizdi. Daha gençliğinde Fatiha suresini okuyarak hastaları tedavide ün kazanmıştı. Bir çok hastalıklar sebebiyle, çok insanlar ona getirilirdi. Böyle tedavi, sonsuz yeteneklerinden biriydi.
Dağıstan’dan Türkiye’ye hicret
Doğduğu günlerde ( 19. yüzyıl sonları ) Dağıstan, Rusya nın şiddetli baskıları ve Rus işgal ordularının korkunç zulümleri altındaydı. Köyün manevi lideri olan dayısı ve ünlü bir hekim olan babası, Dağıstan’dan, Türkiye’ye hicret etmeği düşünmeğe başlamışlardı. Bu hicretin manevi açıdan o zaman uygun olup olmadığı konusunda Abdullah’ın fikrini de sormuşlardı. Abdullah Dağıstani, bu vakayı daha sonra şöyle dile getirmiştir: ”O gece ben yatsı namazını kıldım, sonra abdestimi tazeleyip iki rekat namaz daha kıldım. Sonra, şeyhim olan dayım vasıtasıyla Peygamber Aleyhisselâm a rabıta ederek tefekküre daldım. Peygamber(a.s.) in bana doğru geldiğini gördüm. Peygamber Aleyhisselâm bana şöyle dedi: Ey oğlum! Dayına ve köydeki koruculara söyle: Vakit kaybetmeden hemen Türkiye ye göç etsinler. Sonra ben, Peygamber (a.s.) ı, beni kucaklarken ve O nun kucağında kendimi kaybettiğimi idrâk ettim. Kendimi Kudüs te Beyt-ül Makdis in kubbesinden yukarı yükselirken gördüm. Bu yükselişte, Peygamber Aleyhisselâm, Miraç a çıktığı zaman gördüğü gerçekleri kalbime aktardı. Bütün bu çeşitli bilgiler, ışıklı sözler olarak kalbime geldi ki, bunlar yeşil renk olarak başlıyor ve mora dönüşüyordu ; kalbime dökülen anlamlar ölçülemez miktardaydı. Sonra dayımın omuzlarımdan beni sarstığını hissettim. Şöyle diyordu: Ey oğlum, sabah namazını kılma vaktidir. Dayımın arkasında ben ve üçyüzden fazla köylü sabah namazını cemaatle birlikte kıldık. Namazdan sonra dayım ayağa kalktı ve şöyle dedi: Yeğenime göç hususunda istihare yapmasını söyledim Herkes merakla neler görüp işittiğimi söylememi bekliyordu. Dayım hemen şöyle devam etti: Peygamber (a.s.), hepimizin Türkiye ye gitmesine izin verdi.
Köyde bulunan herkes göç hazırlığına başladı. Dağıstan dan Türkiye ye doğru yolculuğa başladık. Bu öyle bir yolculuktu ki, hem en ufak bir kışkırtma olmadan adam öldüren Rus askerleri, hem de yol eşkıyaları tarafından önümüze çıkarılan bir çok tehlikelerle karşılaştık. Türkiye sınırına yakın bir orman içinde seyahat ederken, ormanın sınırdaki Rus askerleri tarafından kuşatıldığını biliyorduk. Fecr vaktiydi, dayım şöyle dedi: Sabah namazımızı kılacağız ve namazdan sonra ormanı geçeceğiz. Sabah namazını kıldık ve tekrar hareket ettik. Sonra Şeyh Şerafeddin Dağıstani, hepimize : Durun! dedi. Bir bardak su istedi. Birisi ona bir bardak su verdi. Yasin Suresi nden 9.ayeti okudu: Biz de onların önünde ve arkalarında birer engel oluşturduk ve görünmeyecek şekilde üzerlerini örttük. Sonra dayım 12.surenin 64.ayetini de okudu: Allah en iyi koruyandır, O merhametlilerin en merhametlisidir. O, bu ayetleri okurken, herkes kalbini dolduran bir güven hissetti ve bütün göçmenlerin titrediğini gördüm. Allah o anda kalb gözümü açarak bana bir görüş nasib etti ve böylece Rus askerlerinin her taraftan bizi sardığını ve kuş uçurtmayacak şekilde , hareket eden her şeye ateş etmekte olduklarını gördüm. Daha sonra da aralarından geçip gittiğimizi ve kurtulduğumuzu idrâk ettim. Ormanı geçiyorduk ve Ruslar bizim ve hayvanlarımızın ayak seslerini bile duymadılar. Sınırın Türkiye tarafına geçinceye kadar, bizi hiçbir şekilde farketmediler. Güven içinde sınırı geçtik.
Şeyh Şerafeddin okumasını bitirince, vizyon kayboldu. Daha önce getirilen suyu üzerimize serpti ve şöyle dedi: – Şimdi harekete geçin, fakat hiç arkanıza bakmayın !… Biz hareket ederken, her tarafta Rus askerlerini görebiliyorduk. Buna karşılık sanki biz görünmez olmuştuk. Ormanın içinden 20 mil kadar gittik. Bu gidiş sabahtan yatsı namazına kadar sürdü. Namaz kılma molası dışında hiçbir yerde durmadık ve biz hiç kimse tarafından görülmüyorduk. Rus ordusunun insanlara, kuşlara, hayvanlara ve hareket eden her şeye kurşun attıklarını işitiyorduk. Fakat biz, hiç kimse tarafından görülmeden ve vurulmadan geçip gittik. Ormandan çıkarak Türkiye ye girdik.
Önce Şeyh Şerafeddin in bir sene önce temin ettiği evin bulunduğu yer olan Bursa ya geldik. Daha sonra da Dağıstan göçmenleri için Osmanlı Sultanı nın tahsis ettiği Reşadiye’ye – bugünkü adıyla Güneyköy – taşındık. Reşadiye köyü, Marmara sahilinde, Yalova ya 30 mil, Bursa ya 50 mil, uzakta kurulmuştu. Şeyh , önce bir cami, sonra da evini inşa etti. Herkes evlerini kurmak için bizzat çalıştı. Annem ve babam da dayım Şeyh Şerafeddin in evinin bitişiğine evimizi inşa ettiler.
Ben onüç yaşıma bastığım zaman, (miladi 1904) babam ölmüş, annem yalnız kalmış ve ben, annemi ve ailemizi geçindirmek için çalışmak zorunda kalmıştım. On beş yaşıma bastığımda dayım Şeyh Şerafeddin, bana Oğlum, şimdi sen yetiştin, ergenleştin; artık evlenmen gerek. dedi. On beş gibi genç bir yaşda evlendim ; eşim ve annemle birlikte yaşıyorduk.
Şerafeddin Dağıstani hazretlerin’den tarikat eğitimi
Şeyh Şerafeddin Dağıstani, yeğeni Abdullah’ı yoğun bir ruh disiplini içinde yetiştirdi ve eğitdi ; yoğun zikirler talim ettirdi. Evlendirdikten altı ay sonra O’na uzun bir halveti emretti. Şeyh Abdullah bu halvetini şöyle anlatır: ”Ben daha altı aylık yeni evliyken şeyhim bana halvete çekilmemi emretti. Annem bu durumdan çok huzursuz olmuştu ve , şikayet etmek için kardeşi olan Şeyhime gitti. Eşim de bu emirden hoşnudsuz olmuştu fakat benim kalbim asla şikayet etmiyordu. Aksine, halvete girmeyi arzu ettiğim için kalbim tamamen hoşnuddu. İnzivaya çekildim. Annem ağlıyor ve şöyle söylüyordu: Senden başka kimsem yok. Kardeşin hala Rusya da, baban da bu dünyadan göçüp gitti. Anneme acıdım, fakat bu halvet, Şeyh imin emriydi ve direkt olarak Peygamber Aleyhisselâm ın işareti ile emredilmişti. Köyümüzün karşı yamaçlarındaki bir mağarada bulunan halvet yerimde her gün altı kez soğuk su ile abdest almam gerekiyordu. Bütün günlük ibadetlerime ilaveten virdimi yerine getirmem emriyle halvete girdim. Bu rutin ibadetlere ilaveten, Kur an-ı Hakim den her gün yedi ila onbeş cüz okumam, belirli bir sayıda Allah ism-i celalini zikretmem ve Peygamber Aleyhisselam a salâvat getirmem gerekiyordu.
Keza diğer bir çok manevi uygulamalar da vardı. Bunların hepsi de, bir noktada yoğunlaşarak vecd haline geçmem için yapılacaktı. Ben yamaçları karla kaplı, yüksek bir dağın üstündeki ağaçların ortasında gizlenmiş bulunan bir mağaradaydım. Bana gündelik ihtiyaçlarımın teminiyle görevlendirilen bir kişi , günde yedi zeytin tanesi , iki ons ( takriben 60 gram ) ekmek getiriyordu. On beş buçuk yaşımda ilk halvetime çekilmiştim ve halvete başlarken oldukça şişman bir insandım. Halvetlerim tamamlanıp çıktığım zaman 100 pound ( takriben 46 kilogram) ağırlığa düşecek kadar zayıflamıştım. O mağaradaki halvetlerim boyunca bana açılan manevi deneyim sonuçları ve görüntüleri , sözle anlatılmaz bir nitelikteydi.”
Şeyh Abdullah ın bu özel planlanmış halvet hayatı aralıklarla yirmiiki yaşına kadar sürdü. Son halvetten çıktığında askere gidebilirdi. Nihayet 1. Dünya Savaşı cephelerinde çarpışmak üzere askere gitti.
Çanakkale savaşında Yaralanması ;
Abdullah Dağıstani şunları söyledi: Halvetten çıktıktan sonra annemi sadece bir veya iki hafta gördüm. Beni asker olarak Çanakkale de Seferberlik denilen savaşa götürdüler. Düşmanlar tarafından yoğun bir taarruz başlatılmıştı, takriben yüz kadarımız bir siperi savunmak için ateş hattında kalmıştık. Ben, uzak bir mesafeden, bir ipliği bile vurabilecek kadar mükemmel bir nişancıydım. Sayıca bulunduğumuz mevkii savunmaya muktedir değildik ve şiddetli saldırı altındaydık. Bir merminin kalbime saplandığını hissettim ve ölümcül bir şekilde yaralanarak yere düştüm. Ölüm hali denecek bir şekilde yerde uzanırken Peygamber Aleyhisselâm ın bana doğru geldiğini gördüm. Bana ruhumun vücudumdan nasıl ayrıldığını gösteren bir hal yaşadım. Ruhumun parmaklarımdan başlayarak tek tek her hücremden nasıl çıktığını gördüm. Hayat geri çekilirken vücudumda ne kadar hücre olduğunu, her hücrenin fonksiyonunu, her hücredeki her hastalığın nasıl iyileşeceğini görebildim. Her hücrenin nasıl zikrettiğini işittim.
Ruhum bedenimden uzaklaşırken, bir insanın ölürken neler hissedeceğini bizzat görerek öğrendim. Ölümün çeşitli durumları gözümün önüne getirildi. Bu ölüm ahvalini seyirden hoşlanıyordum. Bu haller benim, şu Kur an-ı Hakim ayetinin sırrını anlamamı sağladı : Kendilerine bir musibet geldiğinde biz Allah a aidiz ve elbette ona döneceğiz derler. (2:156)
Ruhum bedenimden ayrılırken, son nefesimi verinceye kadar o görünümün devam ettiğini gördüm. Bununla beraber o deneyimi yaşarken ruh olarak canlıydım ve bu tecrübe beni , ölüm halinin sırrını anlamağa muktedir kıldı.
Manevi hallere ait görünümler kaybolduğu zaman savaş alanında ölü gibi halimi ve yaralı olanlara bakan doktorları farkettim. Sonra onlardan biri beni işaret ederek şöyle dedi: Şu yaşıyor, şu yaşıyor! Konuşacak veya hareket edecek gücüm yoktu ve vücudumun yedi gündür orada bulunduğunu idrâk ettim.
Beni askeri hastaneye götürdüler, sağlığım yerine gelinceye ve tam olarak iyileşinceye kadar tedavi ettiler. Sonra beni terhis ederek tekrar köyümüze gönderdiler.
Mürşidi Şeyh Şerafeddin Dağıstani Hazretleri’nin vasiyeti ve Türkiye’den
1936 yılında Şeyh Şerafeddin Dağıstani , öleceği zamanı önceden belirterek hayatının son günlerinde vasiyetini yeğeni Abdullah a bildirdi. Vasiyetinde şu tavsiyelerde bulundu: Ben öldükten sonra, senin Türkiye den ayrılman için bir vesile çıkacak. Bu vesileyle harşılaştığında tereddüt etme; çünkü senin görevin, bundan sonra Türkiye dışındadır. Şerafeddin Dağıstani öldükten sonra Türkiye ye şeyhin bir çok müridinin olduğu Mısır dan Kral Faruk un başsağlığı dileklerini iletmek için bir heyet geldi. Heyetle beraber gelen veliahdlerden biri Abdullah Dağıstani nin kızlarından birisine ilgi duydu ve O nunla evlenmek ve ailesiyle beraber ülkesine götürmek istedi. Şeyh Abdullah Dağıstani bunun Türkiye den ayrılması için ortaya çıkan vesile olduğunu hissetti. Zira Şeyh Şerafeddin Dağıstani bunu önceden ima etmişti. Abdullah Dağıstani bu olayı şöyle anlatmıştı:
Mısır a gittik ve bir süre kızımla birlikte kaldık. Sonra şeyhimin nasihatini tutarak işaret ettiği Şam a doğru yöneldim. Karım ve kızımla birlikte İskenderiye den gemiye binip Lazkıye ye , oradan da Haleb e gittik. Haleb e indiğimiz zaman cebimde sadece 10 sent değerinde, 10 kuruş vardı ve hiçbir maddi varlığım yoktu. Karım ve kızımla birlikte akşam namazını kılmak için gittiğimiz camide bir adam bana yaklaştı ve Ey şeyh, lütfen benim misafirim olun. dedi. Bizi götürüp evinde misafir etti. Ben, bunun şeyhin kerametlerinden biri olduğunu düşündüm ve orada Allah bize bir kapı açtı.
Abdullah Dağıstani bir süre Haleb de kaldı. Oradan Humus a taşındı. Humus da Peygamberin bir sahabesi olan Halid bin Velid in türbe ve camisini ziyaret etti. Kısa bir süre Humus da kaldıktan sonra Şam a geçti. Peygamber soyundan bir veli olan Sadeddin Cibavi nin türbesi yanındaki Madan denilen bir muhitte oturdu. Orada Nakşbendiyye tarikatının bir dalının ilk zaviyesini kurulmuştu ve daha sonra oradan Dağıstan a kadar uzanmıştı. Nakşbendiyye tarikatının altın silsilesi Şam dan, Kafkasya ya, Hindistan a, Bağdat a, Buhara ya kadar yayılmış, şimdi ise Şeyh Abdullah Dağıstani vasıtasıyla Dağıstan-Yalova üzerinden tekrar Şam a dönmüştü.
Kısa bir süre sonra, Abdullah Dağıstani nin Şam da oluşturduğu zaviyeye gelenler kalabalıklaşmağa başladı. Bir süre sonra Şam ın kenarında bulunan ve en yüksek noktası olan Kasiyun Dağı na taşınması için manevi bir emir aldı. Orada inşa edilen evinden tüm şehri görebiliyordu. Bu ev ve bitişiğindeki mescid bugün hâlâ ayakta durmaktadır. Bu mescid ölümünden sonra O nun türbesi olmuştur. Mescidin temellerini inşa ederlerken yakaza halinde bir görüntü gördü. Bu vizyonda Şah-ı Nakşbend Bahaüddin Buhari ve İmam-ı Rabbani Ahmed Faruk Sirhindi , Peygamber Aleyhisselâm la birlikte mescidin şeklini belirleyerek temel taşlarını dikti ve duvarlarının yerini işaretlediler. Vizyon kaybolduğunda, zatların belirlediği işaretler yerli yerinde duruyordu.
Abdullah Dağıstani , halvet yapması için, bir çok kez, Peygamber Efendimiz(s.a.v.) den emir aldı. Hayatı boyunca yirminin üzerinde halvete girdi. Bu halvetlerinden bazıları Şam da, bazıları Ürdün de, bazıları da Bağdat ta, Şeyh Abd ul-Kadir Geylani nin türbesinde , çoğunlukla da Medine-i Münevvere de yapıldı.
Beka Alemine Göçüşü
Abdullah Dağıstani nin yaşadığı sürece manevi halini yaşatan pek çok olağanüstü olay gözlemlendi. O nun hayatı bütünüyle insanlara yararlı faaliyetlerle doludur. Daima güler yüzlü ve asla insanlara kızmayan bir huya sahipti. Evinde herkese açık sofrasından misafir hiç eksik olmazdı. Geceleri uyuduğu nadiren görüldü. Gün boyunca sürekli ziyaretçi kabulü ile meşgul olur, geceleri de özel odasına çekilip teheccüd namazı kılar, Kur an-ı Kerim okur ; özel zikrini yapar ve Delail ül-Hayrat kitabından Peygamber Efendimiz (s.a.v.) e salavat-ı şerife okurdu. Gece yarısından şafak sökünceye kadar ibadeti devam ederdi. Elinden geldiği kadar yoksullara yardım eder ve bir çok evsizleri mescidinde barındırırdı. İnsanlara bıkmadan hizmet ederdi.
1973 yılına gelindiğinde şöyle söyledi: Peygamber (s.a.v.) beni çağırıyor. Gidip O na kavuşmalıyım. Ancak bana Gözlerinden ameliyat oluncaya kadar bana gelme . dedi. Bu sözleriyle sol gözündeki ileri derecedeki myopi kusurunu kastediyordu.Göz ameliyatı gerçekleştikten sonra, yemek yemeyi tamamen kesti. Birşeyler yemesi için yalvaranlara : Ben nihai halvetimdeyim, zira Peygamber (s.a.v.) beni çağırıyor diye ricaları reddetti. Sadece suya batırarak kuru ekmek yiyordu. Bir müridi son günlerini şöyle anlatmıştır: Bir gün Abdullah Dağıstani Artık gidip Peygamberim(s.a.v.) e kavuşmak istiyorum. Allah ve Rasûl ü beni çağırıyor. dedi. Sonra vasiyetnamesini yazdı ve şöyle dedi: Önümüzdeki Pazar günü dünyadan göçüp gideceğim. Bu tarih 30 Eylül 1973, Ramazanın 4. günüydü. Hicri 1393 yılıydı.
Ölümüne tanık olan bir müridi o günü şöyle anlatıyor: Dünyadan göçeceğini söylediği Pazar günü saat 10.00 da bizimle beraber odasında oturuyordu. Bana, Nabzımı say dedi. Nabzını saydım. Kalbi çok çarpıyor, nabzı dakikada yüzellinin üzerinde atıyordu. Sonra, Ey oğlum, bu anlar hayatımın son saniyeleridir. Bu sırada yanımda ailemden başka kimsenin bulunmasını istemiyorum. Herkes buradan çıkıp, toplantı salonuna gitsin dedi. Zaten odanın içinde on kişi idik. O anda iki doktor geldi, biri benim kardeşim, diğeri de onun bir arkadaşıydı. Hep birlikte dışarı çıktık. Beklemeğe başladık.
Az sonra kızının içeride Babam öldü! , Babam öldü! diye ağladığını işittik. Hepimiz odaya koşarak girdik ve büyük şeyhin hareket etmediğini gördük. Doktor kardeşim hızla nabzını tuttu ve kan basıncını kontrol etti, fakat hiçbir şey hissedilmiyordu. Nabız durmuş, tansiyon ise alınmıyordu. Kardeşim çarpılmış bir halde acil ilaçlarla bir enjektör almak için arabasına koştu. Tekrar aynı hızla odaya döndü, kalbi çalıştırmak için getirdiği ilacı şeyhin kalbine bir şırınga yaparak vermek isterken diğer doktor, Ne yapıyorsun? Şeyh en az yedi dakika önce ölmüş bulunuyor. Aptallığı bırak ! dedi. Fakat kardeşim kimseyi dinleyecek halde değildi. Elindeki enjeksiyon iğnesiyle ısrar ederek ilerliyordu. Bu sırada Şeyh gözlerini açtı ve Türkçe Bırak dedi. Bunun anlamı Dur demekti.
Herkes şok oldu. Daha önce ölmüş bir kişinin konuştuğu hiç işitilmemişti. Bu olayı bütün hayatım boyunca hiç unutmayacağım.
Ölüm haberi, bir kasırga gibi, Şam, Haleb, Ürdün ve Beyrut u dolaştı. O nu son bir kez daha görmek için insanlar her taraftan akın akın geliyordu. O nu yıkadık, mübarek vücudundan sadece çok güzel bir koku çıkıyordu. Cenaze namazını kılmak ve aynı gün defnetmek için O nu hazırladık. Cenaze merasimine Şam ın bütün alimleri iştirak etti. Cenaze namazına yüzbinlerce kişi katıldı. Cenazeye gelen insanların konvoyu evinden cenaze namazının kılındığı Muhyiddin ibn Arabî Camii ne kadar uzanmıştı.
Cenaze namazından sonra evine döndüğümüz zaman, tabutun, hiç kimsenin gayreti olmadan cemaatin başları üzerinde adeta uçarak, gömüleceği kendi mescidine gittiğini gördük. Bizim Muhyiddin ibn Arabi Camii nden yürüyerek Şeyh in mescidine gidişimiz üç saat sürdü. Normal yürüyüşle bu mesafe yirmi dakika sürmektedir, fakat sokaktaki kalabalıktan dolayı üç saat sürmüştü.
Ramazan ayı idi, herkes oruç tutuyordu. Uzaktaki bazı sevdiği kişilerin ulaşabilmesi için defin işlemi kısa süre ertelendi. Yakın müridleri, ahaliye eğer istiyorlarsa gidebileceklerini söyledi. Bir müddet sonra, insanların çoğu ayrılmıştı. Mescidinde sadece Şeyh in çok samimi müntesibleri kalmıştı. Akşam namazı vaktinden az önce kendi dergahının mescidinde toprağa verildi.Rahmetullahi aleyh..”
Ebu Ahmed Suguri Dağıstani hazretleri, Hicri 1207 yılı, Receb-i Şerif ayının üçünde Çarşamba günü, Dağıstan’ın Sugral köyünde, dünyaya geldi. Nesebinin Hz. Ebubekir’e dayandığı rivayet edilmektedir. Dağıstan’ın Gazamiş köyünde, Hicri 1299/1882 yılı, Rebiülahir ayının Perşembe günü, doksan iki yaşında olarak ahirete intikal etmişlerdir.
Ebu Ahmed Suguri, Seyyid Cemaleddin Gazikumuki’nin halifesi olup, üzerine almış olduğu manevi emaneti, ömrü boyunca hassasiyetle yerine getirmiştir. Bu emanetin devamını temin için, ihvanı arasında vekalete en çok layık gördüğü, Ebu Muhammed el Medeni bin Osman hazretlerini halefi olarak seçmiştir.
Ebu Ahmed es-Suğuri, İmam Şamil ile birlikte Ruslara karşı savaştığı , cesaret ve halk arasındaki şöhreti bilindiği için Rus’lar O’nu da Dağıstan’dan, vatanından ayırıp sürgün etmişlerdi. Ali Usta bu sürgün esnasında Ebu Ahmed es-Suğuri’nin Ruslar tarafından köyünden alınıp, gözaltında bulundurmak üzere götürülmesi yaşanan bir vakıayı şöyle anlatıyor: “Ebu Ahmed es-Suğuri, sürgüne gönderilirken yolcu etmeğe gelen kalabalık halkın arasından geçerlerken atlar birden duruyor. Arabacı, atları döverek yola devam etmeye çalışıyor, fakat atlar asla kımıldamıyor. Arabadaki Ebu Ahmed es-Suğuri, arabacıya “Bana bak arabacı, dövme atları… Onları ben durdurdum. Ne yapsan gitmez onlar… Ben birisi ile görüşeceğim. Ondan sonra gideriz…” diyor.
Halk arabanın etrafına toplaşıyor. Ebu Ahmed es-Suğuri, halkın arasından çok süslü-püslü, renkli Rus jandarması üniforması giymiş bir genci yanına çağırıyor ve kimin oğlu olduğunu soruyor. Aslında ailesi müslüman olan genç, babasının ismini söyleyince: “Ah benim iyi arkadaşımın kötü oğlu! Bulamadın mı Allah yolunda gidenlerin yanında bir kısmet? Bir dilim ekmek için, gidip bu dini batıl kimselere hizmet ediyorsun !” diyor. Genç: “Efendim, bu sırmalara, elbiselere heveslendim…” diye utanarak cevap verince: “Bırak o hevesi! Şimdi ben sana nasihat etsem dinler misin?” diyor. Genç asker: “Dinlerim efendim.“ diye cevaplıyor. Ebu Ahmed es-Suğuri, “Elbette dinleyeceksin. Allah’ın izni ile vahşi hayvanlar dahi bizim nasihatımızı tutar“ der. Az önce atları nasıl durdurduğunu gören genç ve etrafındakiler bu zatın hayvanlar üzerinde de tasarrufu olduğunu teslim ediyor ve nasihatini dinlemek için kulaklarını açıyorlar.Ebu Ahmed Suguri, “Oğlum, zahirde halktan ayrılma; kendinde bir büyüklük görüp, gurur duyma. Batında da Hakk’tan ayrılma…“ Yakındaki kabristanı işaret ederek, “Şu kabristanı görüyor musun? Birgün orada yatacağını da hatırından çıkarma. Zira bunu unutanlar büyük hatalar işler…“ dedikten sonra arabacıya talimat vererek yollarına devam ediyorlar.
Ebu Ahmed Suguri çok riyazet yapardı. Gereğini, inanarak ve harfiyen yerine getirmeye uzun seneler çalışmıştır. Şeyh Adnan’a göre Şeyh Sugurî, her Salı, Perşembe ve Cuma geceleri ümmetin ahvalini Hz. Peygamber(sav)’e arz etmekle vazifelidir. Kırk sene kutbaniyet makâmında olduğu ifade edilen Sugurî’nin halleri ve sözleri, Hakkâniyye içerisinde kutbaniyet makâmının gereği addedilmektedir. Mesela Şeyh Ahmed, bizzat kendisi ümmettin kötü halleri için şefaat ve mağfiret niyazlarında bulunmakla vazifeli olduğunu ifade etmiştir. Bu durum, genel olarak, kutbaniyet makâmının bir vazifesi olarak addedilmektedir.
Ömrünün uzunca bir zamanını riyazet ile geçirdikten sonra ömrünün son yıllarında ise evinde adeta kuş sütünden başka her şey bulunur olmuş; eski fakr halinden hiç eser kalmamıştır. Dostları kendisine bu halin sebebini sorduklarında: “Efendiler! Siz pazardan aldığınız yeni bir öküzü, boyunduruğa alıştırmak için ne yapardınız? Alışana kadar aç bırakır, susuz tutarsınız. Alıştıktan sonra da işinizi iyi görsün diye, ona gayet güzel bakarsınız değil mi? İşte! Benim öküz de (nefs) artık boyunduruğa girdi alıştı. Şimdiden sonra ne versen fayda olur, zarar gelmez…” buyurmuşlardır.
İstanbul -Üsküdar’da Karacaahmed Kabristanında. Süleyman Hilmi Tunahan hazretlerinin karşı paftasında. ( Haritada tam yerini görebilirsiniz.)
Şeyh Cemaleddin Kumuki hazretleri, 1788 yılında Dağıstan’ın Gazi Kumuki şehrinde doğdu. Hazreti Peygamberimizin soyundan seyyid ve Nakşibendi tarikatında mürşid-i kamil idi. Kur’an hafızı olup hadis ilimlerinde de on binlerce hadisi rivayet zincirlerinin sağlamlık derecelerine göre tasnif edecek kadar iyi bilen, zahiri ve batıni bilimlerdeki yetkinliği tartışılmaz bir alimdi. Arapça, Türkçe ve Rusça ile bütün Dağıstan dillerine tam vakıf idi. Fevkalade güzel yazısı vardı.
Cemaleddin Kumuki hazretleri’nin kendi el yazısı ile kaleme aldığı “El-Âdâbu’l-Marzıyye Fi’t-Tarîkati’n-Nakşbendiyye” adlı eserinin orijinal nüshasına oğlu Seyyid Abdurrahman’ın yazdığı önsöz Cemaleddin kumuki’nin hayatı hakkındaki en önemli kaynaktır. Tercüme edilerek latin harflerine de aktarılan bu eserin önsözünde oğlu babasının hayatını şöyle anlatmaktadır: “Babam Seyyid Cemaleddîn Gazikumuk’ta doğmuştur. Gençliğinde Gazikumuk hanı Aslan Han’ın sekreteri olmuştur. Aslan Han onu çok severdi ve gayret ve dürüstlüğünü mükafatlandırmak için, Kürin hanlığındaki hepsi de Astal adını taşıyan üç köyün Han için tahsil edilen gelirini bağışladı. İşte bu sıralarda, ilahi bir ilham ile dünya hayatının bir hiç olduğunun bir anda farkına varan babam Allah’a yöneldi ve Aslan Han’ın hizmetinde iken işlediği bütün günahlardan pişman oldu. O ilk önce, Yaraglar köyündeki Nakşbendiyye şeyhi Kürin’li Muhammed Efendi’nin huzuruna vardı. Bu şeyhten tarikatı elde ederek, hakîkat yolunda yürümek isteyenleri bu yola sevketmek için icazet aldı. Mürşidinin sağlığında müridlerin eğitimi konusundaki tasavvufi hilafeti aldıktan sonra tekrar Gazikumuk’a döndü.
Gazikumuk’ta, zamanını inziva içerisinde, namaz kılmakla ve kendisini ziyarete gelenleri hakîkat yoluna sevketmekle geçirdi. Aslan Han zamanını artık geride bırakıyordu. Babamın şöhreti uzaklara, dağlara ve ovalara yayıldı. Şu bir gerçek ki, Gazi Muhammed ile Şeyh Şamil dahî, Gazikumuk’ta şeyh Cemaleddîn adında keramet sahibi bir velî ortaya çıktığı söylentisini işitmişlerdi. Bu iki şeyh, onu ziyaret edip tarikat almak istediler. Fakat Gazi Muhammed ilk önce babamı sınamak ve gerçekten iddia edildiği gibi sırları keşfetmeye kabiliyetli bir şeyh olup olmadığını öğrenmek istedi. Bir arkadaşıyla Gazikumuk’a geldi ve evimizin önüne gelerek, babamın yanına ilk önce arkadaşının girmesini emretti. Daha sonra eve girerek en üst katta boş bir odaya vardı ve sessizce kapının yanı başına oturdu. Böylece, babamın kendisinin orada olduğunu hiç bilmese de, her ziyaretçiyi ismi ve kabilesi ile tanıyıp . tanımadığını öğrenmek istiyordu. Gazi Muhammed kapının yanında otururken, babam : “Selam Gazi Muhammed, daha yakınıma otur, burası senin yerin değildir.” dedi. Şaşkına dönen Gazi Muhammed, “Benim Gazi Muhammed olduğumu nereden biliyorsun? Beni ne hiç gördün ne de benden bahsedildiğini duydun?” diye sordu. Babam da gülümseyerek, “Şu hadisi bilmiyor musun? : “Mü’minin firasetinden sakının, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar.” Benim iyi bir mü’min olduğumdan şüphe mi ediyorsun?” diye sordu. Daha sonra, Gazi Muhammed’in arkadaşına dönerek şöyle dedi : “Ey kardeşim, beni ziyaret etmektense, üç yıldır dargın olduğun babanla barışman senin için daha hayırlıdır. Şayet hayır duamı almak istiyorsan, bil ki, onunla barışmadan sana hayır dua etmeyeceğim. Babana dön ve kabahatlerini affetmesini dile, daha sonra bana gel.”Bu sözleri işiten adam şaşkına döndü, benzi sarardı ve babamın keskin anlayışı karşısında titredi. Gazi Muhammed ikinci defa babama geldi ve ondan tarîkat aldı.
Aslan Han pek çok kimsenin babamı ziyaret ettiğini öğrenince, tasavvufun Gazikumuk Hanlığı’nda yayılmasından korktu. Babamı birkaç kez yanına çağırarak, ziyaretçi kabul etmemesini, inziva hayatını terketmesini tavsiye etti ve ihtiyaç duyacağı her hususta ona yardım etmeyi teklif etti. Babam da, hiç kimseyi davet etmediğini, fakat kendini görmeye gelenleri huzurundan kovmaya da niyeti olmadığını söyledi. Bunun üzerine Aslan Han’ın babama karşı tutumu düşmanlığa dönüştü. Hatta onu öldürmek bile istedi, fakat Allah onu bu cinayetten korudu. Bir gün babamı öldürmek niyetiyle yanına getirtti. Han’ın huzuruna getirilince bastonuna dayanmış, vaziyette önünde durdu. Bu sırada Han birdenbire sarardı ve hemen ayağa kalkarak korkmuş bir vaziyette odayı terk etti. “O’nu serbest bırakın ve ona dokunmayın. O’nun parmakları mum gibi ışık saçıyor.” dedi. Bir başka kere Aslan Han, babama şöyle dedi: “Senin velî olduğunu ve kerametler izhar ettiğini söylüyorlar. Bana onlardan birini göster de velî olduğunu kabul edeyim.” Babam da ona şu cevabı verdi : “Ben bir velî değilim, fakat Allah’ın bir kuluyum. Beni serbest bırak.” Bunun üzerine han, “Müşahedelerinden veya kerametlerinden birini göstermezsen seni öldüreceğim.” dedi.
Babam Han’dan kurtulamayacağını görünce, Han’ın muhafızlarından birinin kendisine refakat etmesini istedi. Birlikte gittikleri yolun bir noktasında bir dikdörtgen çizdi ve şöyle dedi : “Burada Hayhana adında, çok uzun zaman önce kafirlere karşı savaşırken şehit düşen bir kadın yatmaktadır. Vücudu kefenin içinde bozulmamış vaziyette durmaktadır.”Han’ın hizmetçisi gülmeye başladı ve şöyle dedi : “ Toz topraktan başka bir şey bulunmayan yolun ortasında nasıl bir kabir bulunabilir? Şayet yanılıyorsan Han seni öldürür.” Bu sırada babamın bir öküz sürüp gitmekte olan bir mürîdi yaklaştı ve “Şayet burada bir mezar varsa şu öküzü kurban ederim.” dedi ve mürid toprağı kazmaya koyuldu. Babamın işaret ettiği mezarı kazdıklarında, sanki aynı gün tabuta konmuş gibi hiç bozulmamış bir kadın cesedi buldular. Muhafız sapsarı kesildi, şaşırdı ve hemen yanına koşarak herşeyi Han’a anlattı. Gazikumuk Hanı babamın velâyetine inandığı o günden, itibaren O’nu tasavvufi çalışmasında serbest bıraktı. Babamın mürîdi de öküzü orada kurban etti. Fakat, daha sonraları Han, Dağıstan’daki otoritesinin elinden gideceği endişesiyle yine düşmanlıkta devam ettiği için, hayatından endişe eden babam Gazikumuk’tan ayrıldı ve Aslan Han’ın ölümüne kadar kaldığı Zudahar’a yerleşti. Aslan Han’ın ölümünden sonra tekrar Gazikumuk’a döndü.
Şeyh Şerafeddin döneminde aynı yola intisab eden ve yakın zaman kadar yaşayan ve silsile hakkındaki rivayetler konusunda “kaynak kişi” konumundaki Ali Usta’nın anlatımına göre Kumuk Hanı Aslan, zalim bir kimseydi. Cemaleddin Gazikumuki, tasavvufa intisabından sonra maiyetinde çalıştığı Aslan Han’ın zulmüne ortak olmama düşüncesiyle “Zalim sultanın ne katibi olurum, ne de müftüsü” diyerek Han’ın danışmanlık önerisini reddeder. Bunun üzerine hapishaneye atılır ve birçok işkencelerden geçirilir. Bunlara rağmen, Seyyid Cemaleddin, yine de görev almayı kabul etmeyince Aslan Han, gazablanarak idam edilmesini emreder. Konağının balkonundan Seyyid Cemaleddin’in, idam sahnesini seyrederken, gözüne ne göründü ise, Han “Serbest bırakın O’nu” diye bağırarak düşüp bayılır ve Cemaleddin serbest bırakılır. Aslan Han ile Gazikumuki’nin ilişkisini dile getiren oğlu Seyyid Abdurrahman’ın yazılı anlatımıyla benzer olan bu rivayet, “zalim yönetici”ye destek olunmaması hassasiyetini yansıtması yönünden önemlidir.
Manevi halini anlatan kıssalardan birisi Ali Usta tarfaından şöyle nakledilmektedir: “Bizim köyümüzün ismi Aslantürk’tür. Biz, Sütakar kabilesiyiz. Hayvan ve süt bol olduğu için bu ismi almış kabilemiz. Bir gün Cemaleddin Gazikumuki, bizim köye geliyor. Komşu köyden ziyaretine gelenler:
-“Bizim köyde Ayşe isminde çok saliha bir kadın var.. Senden tasavvuf dersi istedi…“ demişler. Cemaleddin Gazikumuki, odadaki mangaldan almış köz halindeki bir ateş alıp kağıda sarmış:“O’na bunu verin, dersi budur !“ demiş. Ayşe Kadın’a bu közü keramet eseri sönmeden götürdüklerinde: “Anladım, anladım… Siz de bu sütü O’na götürün…“ demiş. Cemaleddin Gazikumuki, Ayşe kadın’dan gelen sütü içmiş ve “Elhamdülillah, Aslan Han’ın yaptığı eziyetleri ve verdiği kederleri giderdi bu süt. Bu geyik sütüdür. Ben ona kor halinde ateş gönderdim: “Şimdi tarikatı elde tutmak, bu ateşi elde tutmak gibidir; güçtür” demek istedim. O da bana geyik sütü göndermiş: “Ben onu tutamaz olsaydım bana bu geyikler gelip kendilerini sağdırır mıydı?” demek istiyor.“ der ve tasavvufi dersini tarif ederek intisabını kabul eder …
Ruslara karşı Dağıstan ve Kafkasya’da başlatılan cihadın öncülerinden Gazi Muhammed, hayatının ilk yıllarında tasavvuf önderlerine inanamıyordu, çünkü tasavvufun inceliklerini anlayamıyordu. Fakat ne zaman ki onların velî olduklarını farkedip, kerametlerine şahid olunca günahlarından pişman oldu ve tarikat silsilesinin şerefini dile getiren şiirler bile yazdı ve Cemaleddin Gazikumuki’nin elinden tasavvufa biat etti.
Müridi Gazi Muhammed, Dağıstan’daki siyasi liderliği döneminde, Ruslar’a karşı cihad bayrağını kaldırıp Dağıstan halkı Rus işgalcilere karşı ayaklandığında ve Kafkasya’ya inmiş olan Çar ordularına hücum ettiğinde babam, başlangıçta bu savaş konusunda Gazi Muhammed ile hemfikir değildi. Gazi Muhammed’e, tasavvufi yolunda bağlısı olarak anılmaya devam etmek istiyorsa, halkının aşırı derecede yıpranması ile sonuçlanacak saldırı faaliyetlerinden vazgeçmesini tavsiye eden mektuplar yazdı. Fakat Gazi Muhammed babamı dinlemedi ve bu uyarıcı mektupları kendisinden Ruslarla savaşma müsaadesi isteyerek babamın da mürşidi olan Kürin’li Şeyh Muhammed’e takdim etti. Büyük mürşidimizden cihadı için ruhsat istediği mektubunu takdim ederken “Allah Teala, Kur’an’da kafirlere ve Allahsızlara karşı savaşmayı emretmektedir. Fakat halifeniz Seyyid Cemaleddîn bu hususta bana müsaade etmiyor. Bu durumda hangisine uymam gerekir? O’nu dinlememem bana vebal midir ?” diye sormuştu. Bu başvurusu üzerine Kürin’li Şeyh Muhammed, “İnsanlarınkinden önce Allah’ın emirlerini yerine getirmek gerekir.” diye cevap vererek açıktan olmasa da O’na cihad açma konusunda ruhsat vermişti.
Şamil’in Dağıstan İmamı olarak Ruslara cihad açtığı güne kadar Gazikumuk’ta yaşadı ve daha sonra kızı ile evlendiği için damadı da olacak olan İmam Şamil’in hizmetine girdi. Dağıstan ve Çeçenistan halkı ile ova sakinleri Şeyh Şamil’i Ruslara karşı açılan gazanın lideri olarak kabul ederlerken babamı da tasavvuf yolundaki önderleri olarak benimsediler. Daha sonra Şamil kız kardeşim Zahide ile, ben ve erkek kardeşim de O’nun önceki eşlerinden doğmuş olan kızları ile evlendik. Böylece ailelerimiz kaynaşarak adeta tek bir aile haline geldi. İmam Şamil’in 1859’da/ H.1279’da mağlub olarak Ruslara esir düşmesi ve 25 yıllık cihadının neticesiz kalması ve Dağıstan’ın Ruslar tarafından işgalinden sonra Türkiye’ye göç ettik ve İstanbul’da Osmanlı Sultanı tarafından “Dağıstan Şeyhi” ünvanı ile taltif edildi”. Tasavvuf yolundaki vekaletini Dağıstan’da yetiştirdiği önde gelen halifesi Ebu Ahmed Es-Suğuri’ye bırakmıştı. Şeyh Cemaleddin Gazikumuki Osmanlı Sultan’ının ricası ile Üsküdar’da kendisine verilen evde yerleşerek ölümüne kadar İstanbul’da ikamet etti. Şeyh Şamil ise, Hacc’a gitmek ve daha sonra Medine-i Münevvere’de Rasulullah Efendimiz (s.a.v)‘e komşu olmak arzusu ile Hicaz’a gidecektir.
İstanbul Üsküdar’daki evleri, kısa sürede sevenlerinin ve yoluna bağlananların feyz aldığı bir maneviyat pınarına dönüşür. Üsküdar’ı yakıp yıkan tarihi yangında Şeyh Cemaleddin Gazikumuki pencereden bakıyor ve neredeyse yanlarındaki eve kadar gelen alevlere rağmen hiç telaş sergilemiyormuş. Bu durumdan endişelenen akraba ve sevenleri: “Efendi, evden çık, hiç değilse bazı eşyaları kurtaralım…” deyince şu cevabı almışlar: “Benim evimde bir metelik dahi haram para yok. Haram parayla inşa olunmayan ev yanmaz…” Bir anda rüzgarın yön değiştirmesi ile Seyyid Cemaleddin’in evine kadar ulaşan yangın o noktada kalıvermiş; mahallede adeta bir tek o ev yanmadan kurtulmuş…”
Şeyh Cemaleddin Gazikumiki hazretleri de Osmanlı Şeyhül-İslamının dikkatlerini Kafkasya üzerine çekmek üzere kendilerine Ağustos 1848’de aşağıdaki mektubu göndermiştir.
Bismillahirrahmanirrahim…
”Ey sevgili ve şerefli kardeşim!
Sizin ve padişahın yüce Divanı’nın alimlerin sessiz kalışına şaşıyorum. İçinde bulunduğumuz feci durumu bildiğiniz halde niçin Sultan’ı, yakınlarını, önemli kişilerini ve liderlerini ikna etmiyorsunuz..
Susmaya hakkınız var mı.. Kıyamet günü Allah’u Te’ala sizi suale çekerse ne cevap vereceksiniz..
Ne yapıyordunuz, ne söylüyordunuz; neyi emredip, neyi yasaklıyordunuz, diye sorulduğunda ne söyleyeceksiniz. O halde bu soruya bir cevap hazırlayınız.
Ey alim kardeşim!
Sizin hakkınızda kötü düşündüğümü gizlemeyeceğim. En büyük imam yüce Halife sizi dinlediğinde ve siz de Onu savaşa girmeyi tavsiye etmediğinize göre başka türlü bir şey yapmanız gerekmez mi.
Verdiğiniz sözü yerine getirmenizin tam zamanı değil mi..
Ey ilmi ile amil olan alimler,
Ey Kamil mü’minler!
Sahip olduğunuz bütün imkanlarla İslamın düşmanlarına karşı savaşmak zorundasınız. Osmanlı “Bab-ı ali” sinden burada savaşan kimselere yardım ve destek sağlamasını istemelisiniz. Hem Allahın koruduğu askeri birlikler göndererek bize yardım etmeniz, hem de Sultanlar arasında yapıldığı gibi görüşmeler yapmak suretiyle Rus hükümdarının bize karşı sürdürdüğü asker. faaliyetlerine son vermeye mecbur etmeniz zaruridir.Dağıstanlı alimlerle yaptığım bir görüşmenin ardından size bildirmek istediğim bunlardan ibarettir. Sadece bu hakir size müracaat ediyorsa da bu mesajı bütün alimlerin bir şikayeti olarak kabul edebilirsiniz. Talebimi kabul ederseniz, Allah sizi mükafatlandırsın ve cennetine koysun. Kabul etmezseniz Allah bize yeter. O, kendisine güvenilen kimselerin en iyisidir. Yüce Allahın dışında güç ve kuvvet yoktur.
O, merhametlilerin en merhametlisidir.”Şeyh Cemaleddin Gazikumuki Hazretleri’nin Osmanlı Şeyhul-İslamına gönderdiği mektubuna, ne cevap verildiğine herhangi bir yardım yapıldığına dair arşivlerde bir kayıt yok.
Bu sıralarda Osmanlı tahtında Sultan Abdül’aziz Han bulunuyordu. Şeyh Şamil’in kuvvetleri Ruslara karşı adeta bir set, baraj idi. Bu sebeple Ruslar, Doğuya ve Güneye ilerleyemiyordu. Şeyh Şamil’in esir düşmesinden sonra Ruslar doğuya doğru ilerlemeye başladı. Daha önce bir türlü giremedikleri tarihi Türkmen şehri Göktepe’yi ele geçirerek otuz beş bin kişiyi öldürdüler.
Bundan sonra bütün Türkistan’ı, son olarak da Afganistan’ı işgal ettiler.
Diğer taraftan 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 savaşında da Ruslar, İstanbul’da Yeşilköy’e,
doğuda ise, Erzurum’a dayandılar.
1914 Birinci Cihan Savaşında ise Trabzon,
Erzincan ve Bingöl’e kadar Doğu Anadolu’yu işgal ettiler.
On binlerce insan öldü, yüz binlercesi muhacir oldu.
Şeyh Cemaleddin Kumuki Hazretleri,
Şeyh Şamil’in tesliminden sonra Türkiye’ye geldi. 1869’da İstanbul’da vefat etti.
Kabri Karacaahmet mezarlığında dır.
Suriye – Şam. Kasiyun dağındaki Mevlana Halid bağdadi hazretlerinin yanında
Has Muhammed Şirvani Dağıstan’ın güneyinde yer alan Şirvan’ın Kulal kasabasında H. 1201 / 1786 yılında Muharrem ayının ilk (Pazartesi) gününde doğdu.İlk tasavvufi eğitimini ailesinden aldı. Medrese eğitimi ile zahiri din ilimlerini tahsil ettikten sonra İsmail Şirvani’nin halefi olacağı silsileye intisab ederek tasavvufi kemale erdi. Riyazet ehli bir sufi olduğu nakledilmiştir.
Has Muhammed Şirvani hazretleri ile Halifesi Şeyh Muhammed Yeraği hazretleri arasındaki ilişkiyi Tabakatü’l-Hacegani’n-Nakşibendiyye isimli eserde Bakini şöyle nakleder;
Şeyh İsmail Şirvani hazretleri , Has Muhammed Şirvani hazretleri’ne ”Evladım! Dağıstan beldelerinde [Hakka] vusul ve [Hakla] huzura hazırlanan insanlar görüyorum. Onların arasında en kamil olanını da kamil müderris Mohammed Efendi el-Yerağî’yi görüyorum. Eğer ona doğru yolculuk eder, yanına varır ve ona az bir müddet öğrenci olursan onun [Hakka] vusulüne delil olursun. Büyük veli-engin şeyh Has Mohammed eş-Şirvanî Muhammed el-Yerağî’ye gitti ve yanında ona öğrenci olmak vesilesiyle bir müddet kaldı, ancak Muhammed el-Yeraği, Has Muhammed Efendi’nin halini anlamadı. Has Muhammed Efendi, İsmail Şirvani’ye geri döndü ve [Muhammed el-Yeraği veya kendisinin] halinden sordu. İsmail Şirvanî [ikisi arasında] ifade ve istifadenin [feyz alış verişinin] hasıl olmadığını söyledi ve ikinci defa dönmesini emretti ve Has Muhammed Efendi [Mohammed el-Yeraği’nin yanına] döndü. Bir müddet yanında geçirdi. Bir gün Has Muhammed Efendi cehri bir namazda imamdı ve Fatihadan sonra ”De ki kendisinden kaçtığınız ölüm sizi karşılayacak [öleceksiniz]. Sonra gayb ve ibadeti Bilene [Allah’a] döndürüleceksiniz. Yaptıklarınızı size haber verecek.” [Cuma, 62/8] Sonra Mohammed Efendi el-Yerağî ayetin etkisiyle bayılıp düştü. Rab ona irade tecellisiyle tecelli etti [yani Hak Teala onun mürid olmasını istedi]. Bu zaman mürşid-i kamilin arkasında sekr haline büründü. Has Muhammed Efendi [Muhammed el-Yeraği’ye şöyle] dedi: Eğer istersen ben bir mürşid-i kamil biliyorum. Muhammed el-Yeragî dedi: Kimdir o? Has Muhammed Efendi şöyle cevap verdi: Şeyhim kamil Şeyh İsmail Efendi eş-Şirvanî el-Kürdemirî; ben ondan mezun ve icazedliyim. Hangimizi istersen? Tercih senindir. Şeyh İsmail Efendi ikisine ”nuranî ilimlerin sahibi Has Muhammed Efendi eş-Şirvanî benden mezundur ve makamıma kaimdir’ şeklinde bir mektup yazdı. [Mektupta ayrıca şöyle yazıyordu:] ‘Ey bizim kardeşimiz Muhammed Efendi el-Yeraği benden ne istersen onun yanında bulursun ve gözlerin görmediği kulakların işitmediği ve beşerin kalbine hatır olmayan şeylere vasıl olursun. Cesetlerimiz uzak aramızdaki mesafe uzun olsa da benim ruhaniyetim ile senin ruhaniyetin cem oldu.’ Muhammed el-Yeraği, İsmail Şirvanî’nin kelamını duyduğunda kalbi mutmain oldu, lubbü rahat etti ve Has Muhammed eş-Şirvani’den, İsmail Şirvani’nin telkin ettiği gibi Nakşbendî evradının telkinini istedi ve o da ona telkin etti. […] Has Muhammed Efendi eş-Şirvanî de müridleri terbiye için ona icazet verdi.
Has Muhammed Şirvani H. 1260/1844 yılında Ramazan ayının üçüncü günü olan bir Pazar günü Hacc’ını yaptıktan sonra Mekke’den Dağıstan’a doğru yaptığı yolculuk esnasında ahirete irtihal etti ve ve Suriye Dımaşk’ta Mevlana Halid Bağdadi hazretlerinin yanına defnedildi.
Şeyh İsmail Siraceddin hazretlerinin kabri şerifi ; Amasya – Merkez’de Yukarı Türbe camiinde
İsmail Siraceddin Şirvani hazretleri, Hicretin 1197 (1782/83) yılında Rusyanm, Şemahi kazasına bağlı Kürtemir’de dünya ya gelmiştir. Tahsil çağına ulaşınca, Şemâhî kasabasında bulunan âlimlerden Baba Efendinin talebelerinden olan Muhammed Nûrî Efendiden, ilk tahsiline başlayıp, Molla Câmî’nin Kâfiye Şerhi’ne kadar okudu. (1800/01) tarihinde Erzincan’a gelip Meşhur Evliya-zade Abdurrahman Efendi’den derse başlamış ve bu zatın önünde dersini tamamlamıştır.
Daha sonra Tokat’a gelen İsmail Şirvani , birkaç sene de Tokat’ta kaldıktan sonra Bağdat’a gitmiş Bağdat’ta Şeyh Yahya El-Mervezi’den Hadis ilmini okumaya başlamıştır. Bir taraftanda Ademoğlu lakabı verilen Molla Muhammed namındaki faziletli kişiden Felsefi İlmileri tahsil etmiştir.
1227 (1812) tarihinde Bağdat’tan Burdur kasabasına gelerek, burada da Fıkıh ilmini tahsil etmiştir. Buradan da doğum yeri olan asıl memleketi Kürtemir’e dönüp yedi sene kadar eğitim ve öğretimle meşgul olmuştur. Daha sonra memlektinden doğruca Hicaz’a gidip Hicaz’dan dönüşünde Medine-i Münevvere’ye uğramış ve oradan İstanbula gelerek birkaç ay kaldıktan sonra, Hindistan da bulunan Seyyid Abdullah Dehlevi Hazretlerini ziyaret etmek üzere İstanbul’dan ayrılmıştır. Basra’ya vardığı zaman orada kendilerine vaki olan manevi bir işaret üzerine Bağdat’a yönelmiş ve Bağdat’ta Mevlana Halid Bağdadi Hazretlerine intisab eyleyerek, Mevlana Halid hazretlerinin yanında seyr-i sülük’unu tamamladıktan sonra (1813-1817) Hilafet rütbesi ile taltif edilmiş, zahiri ve batıni ilimleri neşretmek üzere görevlendirilmiştir. 1233(1817/18)de yüce mürşitlerinin izni ile Şirvan’a dönmüş dokuz yıl kadar Şirvan’da irşat görevi ile meşgul olmuş, ve bu arada evlenmiştir. İsmail Şirvani hazretlerinin Şirvan’da Abdulhamit Efendi adında bir oğlu dünya’ya gelmiş bu zat Karadeniz’e bir yolculuk esnasında vapurdayken vapurun batması ile vefat etmiştir.
Mevlana Halid’in ölümünden sonra Dağıstan’a geri döndü ve zaviyesini kurdu. Has Muhammed Şirvani, Şeyh Muhammed Yaraği, Seyyid Cemaleddin Gazikumuki’yi sırasıyle halefi olarak yetiştirdi. İsmail Şirvani’nin başlattığı tasavvufi faaliyet kısa zamanda bütün Kafkasya’da süratle yayılarak daha sonra İmam Şeyh Şamil‘in şahsında bayraklaşan müridizm hareketine başlangıç oluşturdu. Faaliyetleri Rusyanın siyasi politikalarına uymadığı için, Rusya tarafından evvela yakın müridleri hapsedilip sürgün edildi. Şeyh İsmail Şirvani’nin bölgedeki nüfuzundan korkan Rus idaresi bir taraftan da O’nu tazyik etmeye başladı ve Şirvan’ı terk etmesini istedi. Bu baskılar neticesinde önce Ahıska’ya sonra ise Anadolu’ya göç etti.
Amasya’ya gelişlerinden iki sene sonra 1244(1828/29) yılında oğlu Mehmet Rüştü dünya ya gelmiştir. (Sadrazam Mehmet Rüştü Paşa). Mevlana İsmail Şirvani bundan sonra Amasya’dan ayrılarak Sivas’a gitmiş ve dokuz sene Sivas’ta ikamet etmiştir. Diğer oğlu Ahmet Hulusi (Kadasker), 1249(1833/34) yılında Sivas’ta doğmuştur. İsmail Şirvani 1255(1839/40) yılın da tekrar Amasya’ya dönmüş burada 1260(1844) yılında üçüncü oğlu Mustafa Bey doğmuştur. İsmail Şirvani Hazretleri Ömrünün son zamanlarını Amasya’da geçirip, orada 1847 (H.1264) senesinde çıkan kolera salgınından bir Ramazan ayında vefât etti. Geçirdiği ömür 67 yıldır.
Siraceddin mahlası Hazreti Mevlana Halid Bağdadi tarafından verilen bir lakabtır. Alimler arasındaki lakabı, Fakirullah, Kutbu’l-Aktab, Gavsü’l-Enam, Seyyid Ennüceba, Şah İsmail Şirvani, Hazreti Mevlana diye çağrılır. Denizli Kasabası’ndan Şeyh Hacı Ahmet Efendi ve yukarda ismi geçen Mir Hamza Nigari bu zatın halifelerindendir. Akli ve nakli ilimlerde zamanının emsalsiz bir bilgini olduğu, özel olarak fıkıh ilminde bir kaynak teşkil eder derecede bilgiye sahip olduğu anlatılmaktadır. İsmail Şirvani hazretleri, gayet alçak gönüllü, iteatkar, saygılı ,Şah Nakşbend meşrep, hikmet sahibi, Hakka ulaştıran, eğitici bir mürşiddi. Kabirleri Amasya’da Samlar Mahallesinde oğlu Rüştü Paşa tarafından yaptırılan türbededir. Yukarı Türbe denilen yer burasıdır.
Suriye – Kamışlı – Telmaruf Köyü (şah-ı hazne köyü)’nde
Şeyh Muhammed Haznevi (k.s.) Şeyh İzzeddin (k.s.) hazretlerinin en gözde talebesi, en mükemmel takipçisi, onun gözünün nuru gibi koruyup, adeta bir gül gibi yetiştirdiği, tüm müslümanlara ve insanlık ailesine faydalı olması için elinden gelen tüm himmeti kullandığı, en yüce ahlaki, imani ve irfani değerlerle süslediği bulunmaz, mümtaz, eşine az rastlanır kamil-i mükemmil bir mürşid-i ekmel şahsiyet idi.
Şeyh İzzeddin Hazretleri vefatından önce pek çok defa değişik vesilelerle Şeyh Muhammed (k.s.)’ dan övgü ile bahsetmiş ve onun hem kamil bir iman sahibi, muhabbetullah ile dopdolu arif bir zat olduğunu ve hem de insanları idare ve irşad etmede tam ve mükemmel bir hal üzere olduğunu dile getirmiştir. Bu durum sadece Şeyh İzzeddin Hazretleri ile sınırlı değildir. Bundan yaklaşık elli yıl öncesinden Şeyh Ahmed (k.s.) Hazretleri de onu övmüş, ondaki yeteneklere, üstün değer ve özelliklere dikkat çekmiş ve ‘Bu zat bizim şanımızı yükseltecektir.’ buyurarak konumunun önemine dikkat çekmişlerdir.
Gerek Şeyh Masum (k.s) ve gerek de Şeyh Alaaddin (k.s.) onun üzerine çok titremişler; iman, ihlas, muhabbet, hizmet, fedakarlık, yüce ahlak ve daha pek çok yüce meziyetler sahibi yeğenlerinin en iyi şekilde yetişmesi için çalışmışlardır. Onun üzerine o kadar titriyorlardı ki onunla oyun oynadıkları zamanlarda herhangi bir şekilde incinmesi durumunda çok üzülüyor ve bu duruma sebep oldukları için birbirlerini suçluyorlardı. Bu, o kamil zatların ferasetleri ile hissettikleri ve gerçekleşecek olan hakikat karşısında takındıkları bir hal idi.
Gençlik yıllarında kendilerine ders vermiş, hocalık yapmış olan büyük ve fazilet sahibi değerli alim Şeyh Mustafa Buga onun ile geçirdiği yılları hayatının en güzel anları olarak nitelendirmekte ve bununla gurur duyduğunu bildirmektedir. Şeyh Muhammed Hazretlerindeki üstün ve eşsiz vasıfları her konuşmasında dile getiren Şeyh Mustafa Buga, onun gibi bir talebesi olduğundan dolayı gurur duyduğunu ve onun kendisini kat be kat geçtiğini pek çok defa dile getirmişlerdir. Haznevi ailesini, özellikle Şeyh İzzeddin Hazretlerini ve Şeyh Muhammed Hazretlerini çok yakından tanıyan bu zat İslam alemi içerisindeki alimler arasında gerek kişiliği ve gerekse de eserleri ile önemli bir yere sahiptir. Telmaruf’ta Şeyh İzzeddin (k.s.)’i anma merasiminde yaptıkları bir konuşmalarında Şeyh Muhammed Hazretlerini müslüman alimleri toplamaya ve ümmetin sorunlarına çözümler bulacak çalışmalar başlatmaya çağırmış ve onun üstün vasıflarını böylelikle açıkça teyit etmişlerdir.
Şeyh Arabi Kabbani, Lübnan müftüsü ve Lübnan’ın ileri gelen değerli alimleri, Türkiye, Mısır ve Sudan’dan gelen alimler ve yazarlar Telmaruf’a yaptıkları ziyaretlerinde ve katıldıkları münasebetlerde Şeyh Hazretlerinden ve Haznevi mürşidlerinden her zaman büyük üstatlar, saygı değer alimler, muttaki önderler olarak övgüyle bahsetmişlerdir. Bu sadece onlarla sınırlı bir olay değildir. Kuveyt’in ve diğer beldelerin selefi alimleri de Şeyh Muhammed Hazretlerini tanıdıkları zaman onun değerini hemen anlamış, ona ve fikirlerine büyük bir saygı gösterip, tasavvufi anlayışına ve izledikleri yola büyük değer vermişlerdir.
Fıkıh alanında İslam dünyası içersinde çok ileri bir yerde olan, belki de ilk sırada yer alan alim zat Vehbe Zuhayli ‘de Telmaruf’a davetli olarak gelmişlerdi. Tasavvufa ve tarikat ehline o kadar da sıcak bakmıyorlardı. Fakat Şeyh Hazretleriyle tanıştıktan, onun ilminin büyüklüğünü, tevazu ve takvadaki benzersizliğini, halim ve sevecen tavırlarını, o üstün ahlâki meziyetlerini gördüklerinde nasıl bir zat ile karşı karşıya olduklarını anlamışlardı. Bu sıradan bir zat değildi ve bu karşılaşma da sıradan bir karşılaşma değildi. Kalpler yumuşadı ve fikirler değişti.
Şeyh Muhammed (k.s.) gibi zatlar nurani bir çekicilik ile süslenmişlerdir. Bu onların mayalarında olan bir haldir. İlahi feyz altında olmaktan ortaya çıkan bu hal insanların onlara yönelmelerine, onları sevmelerine ve böylece doğan samimi, sevgi dolu durum ise karşılıklı bir yakınlaşmaya sebep olmaktadır. Bu yakınlaşma onların terbiyesi altına girmeyi ve onların meşrebine uymayı doğurmaktadır. Meşrepleri Allah’ın muhabbeti olan bu zatlar kendilerine bağlanan kişilere güneş olmakta, onların Hakka olan bağlılıklarını sağlamakta ve imanlarına güç üstüne güç katmaktadırlar.
Her insaf sahibi kişi tarafından bilindiği gibi insanın tek başına, bir ustası veya öğreteni olmadan herhangi bir işte başarılı olması hem çok zor (bazen imkansız) ve hem de çok çetrefilli bir iştir. Tecrübeli, o işin ilmini yapmış kişilerden alınacak kılavuzluk elbetteki bulunmaz bir nimettir. Bu dünyevi işlerde böyle olduğu gibi uhrevi işlerde de böyledir. İnsanın ahlâkını düzeltebilmesi, imanını kâmil hale getirebilmesi, olgun bir zat olabilmesi için terbiye edici mürşidlere ve ahlâk hocalarına ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç zamanımızda her zamankinden daha fazladır. Çünkü fitne ve fesat bu asırda diğer zamanlardan daha sistemli ve güçlü bir durumdadır. Bu kasıp kavurucu çığıra karşı durabilmek ancak Şeyh Muhammed Haznevi (k.s.) ve Şeyh Muhammed Muta (k.s.) gibi büyük mürşid-i kâmil zatların gözetimi altında,onların edepleriyle edeplenip, talebeleri arasına girmekle mümkündür. Gerek onların şahıslarının çekiciliği ve maneviyatlarının yüceliği, gerek sahip oldukları silsilenin bereketi ve gerekse de tahsil ettirdikleri edepler ve içerisinde yer alınan cemaatları, nefsi dünyevi şehvet ve hevalardan soğutucu ve uzaklaştırıcı bir özelliktedir. Bu zamanın insanları için bu Allah’ın bulunmaz bir nimetidir.
Şeyh Hazretleri bu zamanda kendisinden ilim alınabilecek olan ender alimlerden birisi idi. Kişinin ona baktığı zaman Allah’ı hatırlayacağı, onun imanını kuvvetlendirecek, ahlâkını güzelleştirecek alimlerden ilmi tahsil etmesi gerektiği, diğer durumda ise sonucun tam bir felaket olacağı selef-i salih zatlar tarafından bizlere bildirilmiştir. Şeyh Hazretlerinin yüzleri bir ay gibi parlamakta kendisine bakanlara huzur vermekte, iç âlemlerindeki o enginliği ve kalp huzurunu adeta haykırmaktaydı. Onun tebessümü ona ayrı bir güzellik katmakta ve insanı çok ötelere asr-ı saadete götürmekte, o iklimden hoş esintiler getirmekte idi. Allah yoluna insanları davet edenlerin insanların en büyük dostları olduğu tartışılmaz bir hakikattır. Bu işi üzerine alan zatlar peygamberlerin mesleğini devam ettiren kişilerdir. Elbetteki ehil olmak şartı ile çok büyük bir makamdadırlar ve çok büyük bir hizmeti görmektedirler. Bu görevi üstlenmiş olan Şeyh Muhammed Hazretleri hakkın net bir şekilde anlaşılabilmesi ve her türlü şüphenin berteraf edilebilmesi için azami derecede dikkat göstermekte idi. Her fırsatta dünya malı toplamadığını ve herhangi bir dünyevi makama gelmek, bir çıkar elde etmek peşinde olmadığını yani siyasi işlerle ilgilenmediğini bildiriyordu. Amacı insanları Allah’ın yoluna davet etmek ve bunu yaparken onları hiçbir şekilde kullanmamaktı. Bu onun gerçekten de övülen, ihlasları ile gökleri titreten o selefi salih zatlardan olduğunun en büyük delillerinden birisidir.
Şeyh hazretleri insanların mallarını toplamadığı ve dünyevi siyaset ile uğraşmadığı gibi tüm mesaisini, tüm gücünü, tüm imkânlarını ve malını İslam davasının duyurulması, kelime-i tevhidin en yükseğe çıkarılması için harcamaktaydı. Dergâhlarına gelen ve onlara intisap eden kişileri incelediğinizde çok kısa bir zaman içerisinde değiştikleri, imani ve İslami sıfatları kapıp, dini mübini yaşamaya başladıkları görülmektedir. Bunlar arasında öyle kişiler vardır ki daha önce kumar, uyuşturucu, gayri meşru kazançlar içerisinde olup, insanların mallarını zorla gasp etmekte idiler. Oysa insan şimdi onları görse sanki melekleşmiş olduklarını sanacaktır. Artık öyle bir hal almışlardır ki haramlardan kaçmaya son derece dikkat etmekte, farzları eda edip, sünnetlere çok itina göstermektedirler. Bu hale gelişleri yüce Şeyhin himmeti ve bu tarikatın adaplarına uymaları sonucudur.
Şeyh Hazretlerinin dergâhı ilim üzeredir. Haznevi mürşidleri zamanlarının en büyük alimleri arasındadırlar. Bu kol, alimden alime devredile gelmiş bir yoldur. Şeyh Muhammed (k.s.) Telmaruf’taki şer-i ilimler medresesinde iki bine yakın talebe okutup,bunların yeme, içme, barınma gibi tüm ihtiyaçlarını kendi öz malından karşılamaktaydı. Fakir olan, durumu olmayan ama İslami ilimleri öğrenme aşkı içinde olanlara kapılarını ve tüm imkanlarını açmakta, onları İslam ümmeti için faydalı bir hale getirmeye çalışmaktaydı. Bu destek sadece okul yılları ile sınırlı kalmamakta, mezun olanlardan durumu iyi olmayanları da kendi imkanları ile münasip bir şekilde evlendirmekteydiler. Bu talebelerden istediği; gittikleri beldelerde İslam’ı öğretmeleri, emr-i bilmaruf ve nehy-i anil münker farizasını yerine getirip, bu yüce adapları hem yaşamaları ve hem de yaygınlaşması için gayret göstermeleriydi.
Şeyh Hazretleri çıktıkları irşat amaçlı seyahatlerinde toplumun her tabakasından insan ile ilgilenir ve dini şuur oluşması ya da daha da kuvvetlenmesi için gayret gösterirdi.Resmi yetkililerin ve medeniyetin pek uğramadığı öyle ücra yerlere dahi gitmekteydiler ki oranın ahalisi bile bu hale şaşırmaktaydılar. Fakat bu yüce zatı tanıyınca, onun sohbetini dinleyince ona öylesine bağlanmaktaydılar ki bu tariflere sığmaz bir haldi.Şeyh hazretleri onlara dinlerini öğretecek bir alim göndermeyi teklif ettiğinde onlar bunu hemen kabul etmekteydiler. Böylece hem bu yüce tarikata girmekte ve hem de dünya ve ahiret saadetini elde etmekteydiler. Şeyh Muhammed (k.s) çok büyük bir sabır, tahammül ve müslümanlara karşı yüce bir şefkat içerisindeydi. Onları bir baba gibi kucaklamakta ve sorunlarının çözümü için uğraşmaktaydı. Bazen öyle olurdu ki saatlerce onların sorunlarını dinler, onlara nasihatler ederdi. Ayakları geçirdikleri trafik kazasından dolayı platinli olmasına rağmen dört-beş saat dizleri kıvrık bir şekilde edepte oturur ve onlarla ilgilenirdi. Pek çok ihtilafı çözdükleri, sorunları hikmetle giderdikleri gibi pek çok çözülemez denen meseleyi çözmüş ve bir çok kan davasının sulh ile sonuçlanmasına da vesile olmuşlardı. Varlıkları bir barış, huzur ve bereket kaynağıydı.
Vefatı
Şeyh Muhammed Haznevi hazretleri 2005 yılında (57 yaşında) umre ziyaret için gittiği Suudi Arabistan’da (Medine yakınlarında) geçirdiği trafik kazası sonrasında vefat etti.Şeyhin vefat haberi başta şeyhin Suriye Tel Ma’ruf’ta bulunan akraba ve ve sevenlerinin yanısıra Türkiye ve yurtdışındaki çok sayıdaki sevenini yasa boğdu. Vefat haberinin duyulmasıyla beraber Türkiye’deki sevenleri cenaze törenine katılabilmek için Nusaybin sınır kapısına akın etti. Daha önce de Nusaybin Kaymakamlığı’nın oluşabilecek yoğunluğa karşı; belirli sayıda kişiye geçiş izni verileceği duyurmuştu. Beklenenden daha da fazla ilginin olması izin kuyruğunda izdihama yol açtı.
Şeyhin ve aile efradının Cumartesi günü vefat etmiş olmasına karşın; naaşları gerekli işlemlerin yapılmasının ardından ancak vefatından dört gün sonra yani Salı günü Suriye’nin Kamışlı vilayetindeki havaalanına getirilebildi. Naaşları karşılamaya şeyhin dergahında kalan ulemalar ve orada eğitim alan talebelerin yanı sıra Suryie ve Türkiye’den de çok sayıda seveni gitti. Bu kalabalık, havaalanı caddesini başatan başa doldurdu. Uçağın inmesini beklerken kilometrelerce insan ve araç kuyruğu oluşmasına sebep olan şeyhin sevenleri, uçağın havada görünmesiyle birlikte ağlamaya ve çığlık atmaya başladı. Naaşları almaya gelen dört ambulanstan şeyhi alacak olan ve ön tarafında güllerle çevrelenmiş şeyh resmi asılı olan ambulans, gözyaşlarının artmasına sebep oldu.
Büyük bir konvoyla yola çıkan naaşların yol boyunca geçtiği tüm yerlerşim alanlarında akşam vakti yol kenarlarında dizilmiş olan halk şeyhin ne kadar çok sevildiğinin işaretlerinden birisiydi. Cenazelerin defnedileceği Tel Ma’ruf’ta kalabalık iyice arttı. İlk olarak şeyhin evine götürülen cenazeleri görmek isteyenlerin oluşturduğu izdihamdan dolayı Suriya polisi olaya müdahele etmek zorunda kaldı.
Daha sonraları cenaze naamzları kılınmak üzere Haznevi Camiine götürülüen cenazeler; o esnada iftar vaktinin girmesiyle camide bekletilmiş ve şeyhin her zaman zyaretçilerine verdiği gibi on binlerce insana iftar yemeği verilmiştir. İftardan sonra kılınan cenaze namazının ardından ceanazeler; Kuran tilaveti eşliğinde ertesi günün öğle saatlerine kadar camide bekletildi. Cenzaler diğer nakşi şeyhlerinin mezarlarını olduğu mezarlığa götürülürken gözyaşları sel oldu aktı. Yoğunluktan dolayı cenazlerin defin alanına varması uzun sürdü… Daha sonra yasinlerin ve duaların okunmasıyla defin işlemi sona erdi.
Suriye – Kamışlı – Telmaruf Köyü (şah-ı hazne köyü)’nde
Şeyh İzzeddin El-Haznevi (k.s.) 1923 yılında Suriye´nin Kamışlı kazasına bağlı bir köy olan Hazne´de dünyaya geldi. Şeyh hazretlerinin pederi alisi ve validesi çok salih kimseler idiler. Şeyh hazretleri bu iki salih ebeveyninin kucağında büyüdü. Ailesinden aldığı terbiye hayatı için çok önemli bir başlangıç oldu. Şeyh Hazretlerinin babası, bütün dünyada şöhret bulan havas ve avam arasında meşhur olan Şeyh Ahmed El-Haznevi (k.s.) hazretleridir. Valideleri ise; takva sahibi, gece namaz kılan, gündüz oruç tutan, Allah´a taat ve ibadetle yönelen bir hanımefendiydi.
Şeyh İzzeddin El-Haznevi hazretleri ilk çocukluk dönemlerini babasının ve annesinin terbiye kucağında geçirmiştir. O zamanlar şerefli ebeveyni Suriye´nin doğusunda bulunan Kamışlı kazasına bağlı Tel-Maruf köyünde idiler. İslami ve dini tahsillerini öncelikle akli ve nakli ilimlerde üstün bir otorite sahibi olan Allame Şeyh Ahmed El-Haznevi´den almışlardır.
Şeyh İzzeddin (k.s.) küçük yaşlarda Kuran-ı Kerim´i okudu. Daha sonra kardeşleri Şeyh Masum (k.s.) ve Şeyh Alâaddin (k.s.) ile birlikte ilim tahsiline başladı. Arap edebiyatı kaidelerini çok güzel kavradı. Sarf, nahiv, belagat, adab vb. ilimlerde öylesine mesafe kat etti ki zamanın Sibeveyh´i ve asrının müracaat edileni haline geldi.Daha sonra Fars dilini ve bu dilin inceliklerini öğrenmeye başladı. Esaslarını, füru ve meselelerini kavradı. Mantık ilmini, meselelerini, kaidelerini bütün yönleriyle ele aldı.
Bunun akabinde Şafii mezhebi ile ilgili yazılmış fıkıh kitaplarını okumaya, usul ve füruunu, akli ve nakli yönlerini tahsile başladı. Kendi akranı olanları geçip adeta zamanın İmam-ı Şafii´si oldu. Yalnız bir ilmi değil birçok ilmi tahsil etti. Fıkıh, Nahiv, Edep, Tasavvuf, Belagat, Mantık, Ahlâk, Usul ilimleri, Arap ve Fars Edebiyatı v.d.
Bu tatlı ilim kaynağından doya doya içtikten sonra, babası Şeyh Ahmed El-Haznevi´nin marifet ve ilim deryasından; sarsılmaz azmi ve üstün zekası, âli himmeti ile cevherler ve eşsiz inciler çıkarınca, icazet almak şöyle dursun icazet vermek hususunda ehil olunca, pederi âlileri mübarek eliyle yazdığı icazeti ona vermiştir.
Üstün bir feraseti, kabiliyeti ve çok harika bir zekâsı vardı. Nasıl denizlerin hacmini ihata etmek, sırlarını keşfetmek zor ise, deniz misali olan bazı insanların da Allah´ın onların kalplerine ilka ettiği sırlar öyle çoktur ki onları bilmek ve anlamak çok zordur . İşte Şeyh İzzeddin (k.s.) bu sır dolu zatlardan birisiydi.
Şeyh İzzeddin Hazretleri (k.s.) mezun olduğu medresede ilim okuttu. Şeyh Masum (k.s.) ve Şeyh Alâaddin (k.s.) ile birlikte geceyi gündüze katarak ders okutmaya ve istifade etmek isteyenlere faydalı olmaya çalıştı.İlmi neşretmek, faziletleri yaymak yolunda hiç bir şey esirgemedi. Çok alim yetiştirdi ki, bu alimler ilim dünyasının gökyüzünde parlayan yıldızları ve simaları oldular.
Şeyh İzzeddin (k.s.) ilme çok değer veriyordu. İlim öğrenmenin ve öğretmenin gereğini daima vurguluyordu. Dini müesseseleri yapıyor, yaptırıyor ve akla hayala gelmeyen malları bunun için harcıyordu.Bu medreselerin en barizi ve görkemlisi dini ilim merkezi olan Haznevi Medresesidir. Bu muazzam medrese Tel-Maruf köyündedir. Bu medrese adeta İslam´ın bir kalesidir. Bir iman kaynağıdır. Şeyh (k.s) bu medreseyi kendi özel malından yaptırmıştır. Medresede ilim okutacak müderris kadrosunu kendi seçmiş, maaşlarını kendi malından tahsis etmiştir. Bu hizmetin devam etmesi için kendi malından pay ayırmış ve büyük bir meblağ ayarlaması yapmıştır. Bütün bunları yaparken istediği tek şey Allah´ın (c.c.) rızası olmuştur.
Medresede okuyan sayıları bin iki yüz (bugün iki bini aştı) olan bu öğrenciler ücretsiz ilim okuyor; medresede barınıyorlar. Yiyecek içecek her şey medreseye aittir. Şeyh (k.s.)´e aittir. Şeyh hazretleri gerek medreseyi yaparken ve gerek medreseye ve medresedekilere harcama yaparken hiçbir kimseden veya hiçbir kurumdan bir kuruş dahi yardım almamıştır.
Şeyh Alaaadin Haznevi hazretleri’nin 1969 yılında vefatından sonra yerlerine Şeyh İzzeddin hazretleri geçtiler. Bu Şeyh Ahmet Haznevi hazretleri’nin vasiyetiydi. Şeyh İzzeddin Haznevi hazretleri Yüce Allah’a ; Resulullah efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem 23 yıl insanları irşad ettiler. Ben de onun gibi irşat makamında bu kadar süre kalayım diye sürekli dua ettiler. Gerçekten de vefat ettikleri 1992 yılında 23 yıllık imanla, ihlasla takva ile bütün insanlara fayda ile dolu bir ömrü tamamlamış oluyordu.
Şeyh İzzeddin bütün işlerinde ve davranışlarında yüce şeriati kendisine ölçü olarak alırdı. İslam ulemasının, ehli sünnet vel cemaatin görüşlerine ters düşen her şeyi reddederdi. Canı,malı,evladı pahasına dahi olsa dininden zerrece taviz vermezdi. Kızgınlığın da ve sevincinde her zaman kitap ve sünnete bağlı idi.
1950’li yıllarda Yüksek Şer’i Fetva üyeliğine seçilmişlerdir. Görev almak için gitmeden önce orada kalacak bir süre içerisinde yiyeceklerini kendi malllarından ayarlayıp yanlarında götürdüler. Temiz olmayan nasıl yapıldığını bilmediği üzerine bereketin inmediği yiyecekleri asla yemezlerdi. Kendilerine bakanlıkça verilen iaşeyi kabul etmeyip ihtiyaçlarını kendileri karşılayıp ayrılan parayı hazine’ye geri iade etmiştir. Göreve başladıktan sonra çok kısa bir zaman içerisinde bilgisi, zekası ve görüşünün keskinliği ile diğer alimler arasından sıyrılıp fetva heyeti içerisinde ileri bir seviyeye geldiler. Bir gün Diyanet işlerinde kullanılmak üzere alınacak araçlarda ve onların yakıt masraflarının hazineden karşılanması ile ilgili bir karar onaylanmak için fetva makamına gönderilmiştir. Şeyh İzzettin Hazretleri Bu fetvayı imzalamadı ve diğer fetva üyelerinin ne yapacaklarını görmek için bekliyordu herkes imzalamış ve son imza olarak onun imzası kalmıştı. Kendisine geldiklerinde bu fetvayı imzalamadı ve ”Sizler hizmet için alınan bu araçların kendi yakın ve akrabalarızın işlerinde ve kendi özel işlerinizde kullanılmayacağından emin misiniz bunları kendi menfaatiniz için kullanacak ve sonra da yakıt parasını ayrılan ödenekten karşılaşacaksınız ben bu olaya onay veremem” dedi. Heyetin üyelerini vereceklere fetvalar da akla değil nakle, yoruma değil rivayete fikre değil fıkha dayanmaya bunun için de kitap sünnet ve Salih Ulemanın hükümlerine uymaya davet edip görevinden istifa etti. Tel’maruf’a geri döndüklerinde zaman irşat makamında bulunan Şeyh Alaaddin hazretleri onu bunu tavizsiz tavırlarından dolayı takdir eder.
1970’li yıllarda irşat için Kuveyt’e gitmişlerdir. Öğle namazı kılınmış, sohbet yapılacağı cemaate bildirilmesine rağmen ayakkabısını alan camiyi terk ediyordu çünkü daha önce sohbet için kürsüye çıkan herkes cemaatten para istemekten başka bir şey yapmamıştı. Şeyh İzzeddin haretleri mikrofonu eline alıp; siyasetle uğraşmadığını ve verseler dahi kimseden para kabul etmediğini yüksek sesle ilan edince, insanlar onun sohbetini dinlemek için geri geldiler. Şeyh İzzeddin hazretleri şöyle söyler ; ” Mürşidin gözü insanların malında ve onların makamında olursa seviyesi düşer, kıymeti azalır. Maneviyatı zayıflar ve mana aleminden kesildiği için sözünün tesiri de azalır. Mürşid herkesten daha fazla söylediğini uygulamalıdır ki daha olgun, tesirli ve bilgi sahibi olabilsin. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ” Yüce Allah bildiği ile amel edene bilmediğini öğretir.” Ben siyasetle uğraşmıyorum. Zira Yüce Allah’ın dinini tebliğ etmeyi, kulluk vazifesini ifa etmeyi ve Yüce Sadat’ın adablarını yaymayı her şeyden üstün biliyorum …”Mal toplamıyorum. Verseler dahi kabul etmiyorum. Çünkü Yüce Allah beni zengin ve insalardan müstağni kıldı. Her yerde herkese meydan okuyorum. Eğer bana yardımda bulunan varsa ortaya çıksın diyorum. Allah’a bundan dolayı hamdediyorum.
Şeyh İzzeddin Haznevi Hazretleri çok zeki, akıllı ve zarif bir zat olaması yanında edeb bakımından da çok üstündü. Kıble cihetine ve Şeyh Ahmed Haznevi hazretlerinin türbesine karşı asla sırtlarını dönüp oturmazlardı. Medine-i Münevvere’de bulundukları zamanlarda kendilerini yok edecek seviyede tevazu gösterirlerdi. Mescid-i Nebevi’de direk arkasına büzülürek ibadet ve münacaatlarını yaparladı. Efendimizin huzurlarında saatlerce murakabe halinde kalırdı. Öyle ağlar, sızlarlardaki ayakta durmaz hale gelirlerdi. Şeyh Hazretlerinin Kur’an-ı Azimüşşana karşı büyük bir muhabbetleri vardı. Bulundukları odada herhangi bir köşede Kur’an-ı kerim’den bir lehva olsa o yöne ayak uzatmaz ve sırtlarını çevirerek oturmazlardı.
Şeyh İzzeddin Hazretlerinin Şahsiyeti Ve Bazı Sıfatları
Şeyh hazretleri (k.s.) orta boylu idi. Kısadan uzun, uzundan kısa idi. Heybetli, celâletli ve vakarlı idi. Onunla ilk görüşen ondan heybet kapar ve ürkerdi. Bu ise Hz. Peygamber´e (s.a.v.) iktida etmesinden kaynaklanıyordu. Fakat onunla ilk görüşen ve ürperen insan onunla konuştuktan ve ünsiyetten sonra bu hali unutur, korkusu sevgiye dönüşürdü. Onunla ünsiyet ve mücaleseden tatlı sözlerinden çok haz alır rahatlardı.
Birisi ona bir soru sorsa sorusunu en güzel şekilde cevaplandırır, cevabın anlaşılmasını kolaylaştıran misaller verirdi. O kişi Şeyh´in (k.s.) meclisinden ayrılırken mutlaka ikna olmuş bir vaziyette ayrılırdı. Ömer´in cesareti, Hatem´in cömertliği, Ahnef´in hilmi ve İyas´ın zekâsı onun için biçilmiş kaftandı. Şeyh İzzeddin (k.s.) sorulan bir soruya Allah´ın kitabından, Hz. Peygamber´in hadislerinden, sahabeden günümüze kadar gelip geçen İslam ümmetinin alim ve salihlerinin üzerinde ittifak ettikleri meselelerden cevap verirdi.
Vefatı
Şeyh İzzeddin Hazretleri 31 Temmuz 1992 (1 Sefer 1413 Hicri) tarihinde Cuma ikindi namazını kıldıktan sonra en faziletli ve duaların en çok kabul edildiği bir saatte Hakk´ın rahmetine kavuşmuştur.Vefat etmeden önce kendi evinde binlerce insana vaaz-u nasihat ediyordu. Onlara şu hadisi anlatıyordu: Peygamber efendimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Size iki vaiz bıraktım. Biri konuşan vaiz diğeri de susan vaiz. Konuşan vaiz Kur´an-ı Kerim, susan vaiz ise ölümdür.” İşte bu mübarek Hadis-i Şerifin ışığı altında konu Feth Bin Seleme´nin Ömer bin Abdülaziz´e nasihati idi.Şeyh Hazretleri konuya devam etti. Ölümden, ölüme hazırlanmaktan, ölümün çok yakın olduğundan, bunun şuurunda olmanın gereğinden bahsediyordu. O dereceye geldi ki, rahatsızlandı ve konuştuğu kelimeleri mübarek ağzından tam telafuz edemiyor, mübarek eliyle mikrofonu tam tutamıyordu. Şeyh´in elinden mikrofonu Şamlı eş Şeyh Arabi Kabbani aldı. Bu zat çocuklarıyla Şeyh´i ziyarete gelmişti ve Şeyh´in yanında oturuyordu. Şeyh İzzeddin Hazretleri (k.s.) misafiri olan Şeyh Arabi Kabbani”ye vaazı tamamla diye emretti. Misafir zat muhabbetten ve sevgiden bahsetti. Şeyh İzzeddin (k.s.) ona teşekkür etti ve dedi ki: “Siz ve çocuklarınız eve buyurun size yemek verelim.” Şeyh hazretleri son dakikalarını yaşadığını anlayınca kendini kıbleye doğru çevirdi. Etrafındakiler Şeyh hazretlerinin kendini kıbleye çevirdiğini görünce ağlamaya başladılar.
Şeyh İzzeddin (k.s.) etrafındaki insanların ağlamalarını ve üzüntülerini görünce onlara merhamet etti ve aralarında iken mübarek ruhunu teslim etmemeyi temenni etti. Hemen ilacını kullanmak için su istedi ve “arabayı getirin” dedi.Misafir olan Şeyh Arabi Kabbani”nin arabası yanaştı. Arka koltuğa hizmet ehli olan Hasan efendi oturdu ve Şeyh İzzeddin´i (k.s.) kucağına aldı. Ön tarafa Şeyh Arabi Kabbani ve Şeyh´in torunu Muhammed Faiz bindi. Çok süratli bir şekilde Zebedan´daki evden iğneyi alıp Şam Hastanesine doğru gittiler. 31 Temmuz 1992´de akşam saat 18:00´da mübarek ve tahir ruhunu Allah´a teslim etti. En son sözü: “Lailahe İllallah Muhammedun Resulullah. La havle ve la kuvvete illa billahilaliyyil azim” oldu.
Akla hayale gelmeyen kalabalıklar; Şam´dan, Zebedan´dan ve her taraftan geldi ve hastaneyi adeta kuşattılar. O gün dehşetli bir gün idi. Şam Radyo´su vefat haberini duyurdu. Sonra başka radyolar da bu elim haberi verdiler. Gazeteler ve mecmualar bu elim haberi yazdılar. Mübarek cesed yıkandıktan sonra hastaneye yakın Sad bin Muaz hazreterinin (r.a.) adıyla bilinen camiye kaldırıldı. Şam´ın ileri gelen alimleri ve muhteşem bir kalabalık cenaze namazını kıldılar. Şeyh İzzeddin (k.s.) hayatında insanlara vaaz-u nasihat ettiği gibi vefatından sonra da vaaz etmiş oldu.
Sonra bu dehşetli kalabalık eşliğinde Mübarek cenaze 1 Ağustos 1992´de Şam havaalanına getirildi. Özel bir uçak ile büyük oğlu Şeyh Muhammed (k.s.) refakatinde Şeyh´in diğer oğulları, kerim ailesi, akrabalar, alimler ile birlikte Kamışlı havaalanına getirildi.
Kamışlı havaalını, uçak pistine yakın her yer, yollar, bahçeler yüz binlerce insanla doldu taştı. İnsanlar ağlıyor, gözyaşı döküyorlar, mürşidleri ve mürebbibleri olan Şeyh´den ayrılık onları son derece üzüyordu. Evet yüz binler sanki gözyaşı değil, kan ağlıyorlardı.
Şeyh İzzeddin Hazretlerinin (k.s.) cenazesi kilometrelerce uzanan konvoy eşliğinde Telma´ruf?a doğru yola çıktı.
Şeyh hazretlerinin (k.s.) mübarek cenazesi Telma´ruf´a vardığı gece defnetmek mümkün olmadı. Çok aşırı bir kalabalık ve insan seli karşısında izdihamdan dolayı mübarek naaşı o gece defnedilemedi.
Mübarek cenaze Şeyh hazretlerinin evine götürüldü ve bir müddet çocukları, ehli ve akrabaları arasında kaldı. Bu arada insanlar, cenaze münasebetiyle gelenler hiç bir yere sığmıyorlardı. Ne camide, ne medreselerde ve ne avluda hiçbir yer kalmadı. Telmaruf?” gelenler, Müzdelife´de, meşar´ı haram´da ve çevresinde sabahladıkları gibi buldukları yerlerde sabahladılar.
Evet 31 Temmuz günü ve onu takip eden bir kaç gün insanların hiç karşılaşmadığı ve görmediği bir gün idi.
İnsanların akılları başlarından gitmiş, gözler soluk vesönük, kalbler heyecanlı ve canlar boğaza gelmişti. Büyük kalabalıklar bir yana, Kamışlı bütünüyle Şeyh´in cenazesini karşılamak için havaalanına gitmişti. Ve aynı kalabalık Şeyh hazretlerinin cenazesini, ikametgâhı olan, dergâhın ve medresenin olduğu Telma´ruf´a getirmiş, beraberinde gelmişlerdi.
2 Ağustos 1992 pazar günü Telmaruf görmediği kalabalıklara sahne oluyordu. Suriye´den, Lübnan´dan, Ürdün´den, Türkiye´den ve daha başka yerlerden binlerce, on binlerce insan.
Bu muazzam kalabalık Şeyh Muhammed´in arkasında cenaze namazını kıldıktan sonra; Şeyh´in kerim ailesi, aile efradı, evladı, ev halkı onunla vedalaştılar. Sonra o kalabalık, başları ve elleri üzerinde Şeyh hazretlerini, babası ve iki kardeşinin olduğu Markad-ı Şerif´e doğru taşıyıp götürdüler. Tekbirler, tehliller ve gözyaşları arasında babası ve kardeşlerinin yanına defnedildi. Allah Rahmet eylesin. Geniş rahmetine gark eylesin. İslam ümmeti adına onlara rahmet eylesin ve hayırlar versin.