Seyyid Abdulhakim Bilvanisi (k.s.)

Adıyaman – Menzil Köyü

Abdulhakim Bilvanisi hazretleri , 1902 yılında, Bitlis’e bağlı (bugün Siirt’e bağlı) Baykan ilçesinin Kermete köyünde dünyaya geldi. Hazret-i Hüseyin’in soyundan geldiği için Hüseyni nisbesiyle bilinir. Dedeleri Bilvanis’li olduğu için de Gavs-ı Bilvanisi diye anılır. Babası Seyit Muhammed, imamdır. Onun, halifeliği açıkça ilan edilmemiş bir Nakşibendî şeyhi olduğu söylenir.

Abdülhakim’in doğumundan kısa bir müddet sonra, babasının imâmlık yapmak ve medresede talebe okutmak için davet edildiği komşu Siyanis köyüne taşınırlar. Babası vazîfesinin altıncı ayında vefat edince, Abdülhakim’i dedesi Seyit Maruf yanına alır. Dedesinin, onu daha küçük yaşlarda iken, yörenin ünlü şeyhi Abdulkahhar’ın yanına vermiş olduğu söylenir. Dedesi onu okutmak için âlim ve tasavvuf ehli Muhammed Ziyaüddîn Nurşînî hazretlerinin ders halkasına ve sohbetlerine gönderir. Bu sırada sekiz yaşında bulunan Abdülhakîm Hüseynî 14 yaşına kadar bu zâttan ilim öğrenir ve feyz alır. Hocası Nurşîn’e taşınınca tahsiline başka medreselerde devam eder. Bu arada hocası ile manevî bağını devâm ettirir. Bugün Baykan’ın Gümüşkaş ismiyle bilinen ve Ermenice bir ad olan Siyanü(i)s köyündeki medresede üç yıl, sonra şeyhi ile birlikte gittiği Nurşin köyünde (Bitlis’in Güroymak ilçesinin Çukur bucağı. Ermenice olan Norşin’in kelime anlamı yeniköy) yedi yıl, Verkanis köyünde iki yıl, Arba (Yarımca-Erbo) köyünde üç yıl okur. Siyanis’e döner. Komşu Tarunî köyüne imâmlık yapıp, talebe okutmak üzere dâvet edilir. Taruni (Kürtçe bir kelime olup bugün Demirışık köyüdür) köyünde imamlık yapmaya başlar. Burada pek çok talebe yetiştirir. Bu sırada (1923) hocası Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî vefât eder.

Abdülhakîm Efendi hem ilmini tamamlamak, hem de tasavvufta ilerlemek için Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî‘nin talebelerinden Şeyh Selim’e talebe olmak ister. Ancak rüyasında hocası ona çok sevdiği halîfesi Şeyh Ahmed Haznevî‘ye bağlanmasını bildirir. Rüyasında Muhammed Ziyâüddîn Nurşînî, Şeyh Ahmed Haznevî‘ye hitâben, “Şeyh Ahmed! Bu Seyyid Abdülhakîm’in babasının bizde emeği çoktur. Onun için sen ona gözün gibi bakacaksın!” diye emânet eder. Bu işâret üzerine Abdülhakîm Hüseynî, Muhammed Ziyaüddîn Nurşînî’nin talebelerinden Suriye’nin Hazne köyünde bulunan Şeyh Ahmed Haznevî‘ye giderek talebe olur. Hazne’ye Ahmed Haznevî’nin talebelerinden Seyyid Ahmed’le birlikte gider. Şeyh Ahmed Haznevî misâfirlere iltifatta bulunup talebeliğine ve sohbetine kabûl eder. Şeyh Ahmed Haznevî daha ilk günden îtibaren “Molla Abdülhakîm” diye hitâb ederek, onun ilim ve irfanını takdir ettiğini gösterir. Abdülhakîm Hüseynî, Ahmed Haznevî‘nin sohbetlerinde bulunur. Daha sonra memleketine döner. Bundan sonra 14 sene müddetle gidip gelerek ilmini ve tasavvuftaki derecesini artırır. Sakin kişilikli olan Gavs’ın hayatında parasız, yürüyerek, mayın ve askerle dolu olan sınırı geçerek, hatta bazen kaçakçılarla beraber geceleyerek yapılan Hazne yolculuklarının çok önemli bir yeri vardır.

Hocasından 34 yaşındayken medresede talebelere ilim öğretmek üzere icazet, 36 yaşındayken de insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmak sûretiyle kurtuluşa kavuşmalarına vesîle olmak için hilafet alır. Ramazan ayında kendisinden istenilen istiharede görmüş olduğu rüyayı şeyhine anlatır. Merhum şeyhleri Muhammed Diyaüddin’in kendisine şöyle dediğini söyler. “Abdülhakim, Şeyh Ahmed el-Haznevi’ye söyle, seni artık fazla yormasın. Sen halifeliği hakkı ile kazandın. Artık hakkını versin, yeter.”

Vefatı
On dört yıl süren bu yolculukların sonunda “irşad müsaadesini” alan Abdulhakim Hüseyni, tarikat faaliyetlerini önce Taruni ve (Ermenice bir kelime olan ve bugün Ormanpınarı diye bilinen) Bilvanis köylerinde, sonra Bitlis’in Narlıdere nahiyesinde, daha sonra da Siirt’in (1990’da Batman’a bağlandı) Kozluk ilçesine bağlı ve bugünkü ismi Karaoğlak olan Gadiri köyünde sürdürür. Son olarak Durak köyüne gelir. Gelir gelmez geniş topraklar satın aldığı köyde bir yıla yakın kalabilmiş, hastalanınca Ankara’ya götürülmüş, 25 Mayıs 1972’de vefat etmiştir.

Abdülhakim Hüseyni’nin bütün ilim ve irfanını talebe yetiştirmeye ve müslümanların Allahü tealanın rızasını kazanmalarına vesîle olmaya hasretmiş olduğu görülür. İlk üç senede fazla netîce alamaz. Şeyhi Şah–ı Hazne’nin kendisine yazmış olduğu bir mektupta bu durumun izleri görülür. “..Sizinle Taruni köyü ahalisi arasında cereyan eden hadiseye gelince…Bilhassa, Bilvanis köyü ahalisine selam edip onlardan ricamız, Taruni köyü halkıyla aralarında fitne çıkarmamalarıdır. ..Şayet başka bir köye naklin, tarikat nisbeti ile geçiminiz için daha yararlı ise, bir mahzuruyoktur…” Ancak hocası Ahmed Haznevî’nin vefâtından sonra onun sohbetlerine büyük bir rağbet olur. Akın akın gelen insanlar onun ilim ve feyzinden istifâde etmeye çalışırlar. Ona olan bu büyük rağbet civar kasabalardaki bazı şeyhlerin gıpta etmesine, bazılarının da kıskanmalarına sebep olur. Çünkü onlara bağlı olan bazı kimseler de gelip Abdülhakîm Efendi’nin sohbetine katılmaktadır. Bu şeyhlerden biri ona gönderdiği mektupta, “İnsan düşünür ve kabûl eder ki, yan yana koyun otlatan iki çobandan birinin birkaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsa onları iâde etmek lâzımdır. O hâlde sen de bizim sürüden ayrılanları iade etmelisin.”, diye yazar. Bu mektubu okuyan Abdülhakîm Hüseynî tebessüm ederek, “Biz cedd-i pakimizin (Peygamber efendimizin) ümmetine hizmeti gaye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok taraftar toplamak gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim mîras bırakmıştır. Bu ilme kim sahipse varis odur. Biz inşaallah mîras gerçek vârislerinin eline geçer diye dua ediyoruz.”, diye buyurur.

Ailesi ve Çocukları
İlk evliliğini Fatma hanımla yapan Abdulhakim Hüseyni’nin bu evlilikten Muhammed, Muhammed Raşit, Zeynel Abidin adında üç oğlu ve Halime ile Hatice isminde iki kızı olur. “İlk karısının teşvikiyle” Sıddıka hanım ile ikinci evliliğini yapar. Bu evlilikten de Abdulbaki, Ahmed, Abdulhalim, Muhyiddin, Enver adlı beş oğlu ve Aynulhayat, Refiate, Raikate, Naciye isimlerinde dört kızı dünyaya gelir. Zeynel Abidin küçük yaşta vefat etmiştir.

Abdülhakîm Hüseynî Menzil’de bulunduğu sırada hastalanmadan önce bugünkü türbesinin yerini etrafına taşlar dizerek işaretler ve vefat ettiği zaman buraya defn edilmesini vasiyet eder. Bir sohbetinde, “Evliyâ yetiştirme mektepleri olan tarîkatler, artık îman kurtarma mektepleri haline geldi. Eskiden insanlar yıllarca gezer, kendilerine şeyh ararlardı. Şimdi ise şeyhler kapı kapı dolaşıp müslümanları îmanlarının kurtulması için çağırıyor ve topluyorlar. Şâh-ı Hazne (Ahmed Haznevî) Ümmet-i Muhammed’in îmanını kurtarmaya çalıştı. Yoksa bu zamanda tarîkat meselesi diye bir şey olmuyor. Şimdi bir oyalamadır yapıyoruz. Maksad îmân kurtarmaktır. Tam hidâyet Mehdî aleyhirrahme zamanında olacaktır.”, diye buyurmaktadır.

Kaynaklar ; Adıyaman Evliyaları , Abdulhalim durma

Şeyh Ahmed Haznevi (k.s.)

Suriye – Kamışlı – Telmaruf Köyü (şah-ı hazne köyü)

Ahmed Haznevî hazretleri 1304 <1887) yılında Hazne’de dünyaya geldi. Gençlik yıllarına doğru Hazne’den Diyarbakır, Silvan, Nurşin ve Mizan medreslerinde ilim öğrenmek üzere ayrıldı. Güneydoğu’da devrin en ileri gelen alimlerinden temel dinî eğitimini aldı. Hizan’da Seyda-i Tahî hazretlerinin halifesi Mevlana Abdülkahhar Hizanî’den, Verkanis’te Fethullah Verkanisî ile Nurşin’de Muhammed Diyaeddin hazretlerinin medreselerinden mezun oldu.

İnsanlığı kemalata ulaştıracak dersleri, devrin ileri gelen mürşid-i kamilleri ve onların halifelerinden aldı. Ne var ki onun on beş yılı aşan tahsil hayatı, aynı zamanda savaşın insanları kuşattığı en acı döneme rastlıyordu.

Ahmed Haznevî hazretleri ihtimal bu yüzden, bugün Türkiye sınırları içinde yer alan , ama o zaman henüz sınırlarını bile oluşturulamayan Suriye’den, Nurşin ve Hizan’daki medreselere tahsil görmek üzere hicret etmişti.

Ahmed Haznevî hazretleri Nurşin’deki mürşidini ziyaret etmek için, savaş yıllarında çoğu zaman yaya, kimi zaman da atlı olarak Hazne ile Nurşin arasinda kilometrelerce yol almıştı. İrşad zamanı gelince mürşidi Muhammed Diyaeddin hazretleri ona şöyle diyecekti:

“Evladım! Sen irşada başla, biz insanları senin yanına toplar,
Allah’ın izniyle kalabalıktan her yönden akın akın önüne getiririz.”

Mürşidi tarafından irşada nasıl hazırlandığını şöyle anlatmıştır: “Hazret, Nurşin Dergahı’nda ‘Aşağı Divan’ ve ‘Yukarı Divan’ diye iki divan (geniş salon) yaptırmıştı. Gelen misafirleri bu divanlarda ağırlardı. Yukarı Divan’da henüz bu yola yeni girmiş ve tasavvufî konularda belirli düzeye ulaşamamış kişileri özellikle ağaları konuk ederdi. Bir gün Hazret bana yemeklerimi nerede yediğimi sordu. Süfilerle birlikte Aşağı Divan’da yediğimi söyledim. Nerede yattığımı sordu. Aşağı Divan’da yatıp kalktığımı anlattım. Bana şöyle dedi: “Çok iyi yapıyorsun. Aşağı Divan daha güzel, Seyda-i Tahî hazretleri de orada sohbet eder, hatme ve teveccüh yaptırırdı. Orada manevî nisbet çok daha fazla oluyor.”

Ahmed Haznevi hazretleri önemli bir işi olmadıkça kitap okumaktan geri durmazdı. Hatta ramazan ayında iftar saati ile akşam ezanı arasında bile kitap okurdu. Özellikle tasavvufî eserlerin tamamını okumuştu. İnsanların her türlü sorusuna fetva verebilecek düzeyde fıkıh bilgisi vardı. Pek çok ihtilaflı meseleyi kolaylıkta çözebilirdi. Onun verdiği fetvalar, alimler tarafından da kabul görürdü. Hatta bu konuda çok sayıda alim, her defasında onun haklı görüşler ortaya koyduğuna tanık olmuş ve etbaı arasına katılmıştı.

Bu yüzden zahir ve batın ilminde devrin en büyük alimleri arasındaydı. Onun görüşlerine karşı koyacak kimse olmazdı. Onun verdiği hükümlerde karışıklık bulunmazdı. Kimse hayal kırıklığına uğramazdı. İlmi olsun veya olmasın ona fetva soran her insan, aldığı cevaptan huzur bulur, memnun kalırdı. Onun için Ahmed Haznevî hazretleri, “Şah-ı Hazne” diye meşhur oldu. Gerçekten o şeyhlerin şeyhi, alimlerin de mürşidiydi.

Ahmed Haznevî hazretleri, huzuruna gelenlere, dergahında Allah’a boyun bükenlere, samimiyetle yoluna girenlere karşı çok merhametliydi. İnsanlara çok düşkündü. Onlar için her türlü fedakarlığı yapıyordu. Yumuşak huyluydu, hoşgörülüydü, eşi ve benzeri olmayacak şekilde feraset sahibiydi, huzuruna gelenlerin derdini hemen kavrar, mutlaka onlara yol gösterirdi. Ona başvurup da çaresiz kalan hiç kimse olmazdı. En girift konularda bile halkı aydınlatır, gönüllerine sevgi ve muhabbet aşılardı. Bu yüzden onun ne kadar merhametli olduğu bütün insanlar tarafından çok iyi bilinirdi. Onun dergahına gelen ve elini tutan müminler, bütün gönülleriyle ona gerçekten bağlanırdı. Halk ona çok güvenirdi.

Haseke’den Telma’ruf’a
Ahmed Haznevî hazretleri, Nurşin Dergahı’ndan Hazret Muhammed Diyaeddin hazretlerinin tasavvuf terbiyesi altında yetişerek halife sıfatını aldı. 1923 yılında mürşidinin vefatıyla Amüde şehrinde insanları açıkça irşad etmeye başladı.

Ahmed Haznevî hazretleri bir ara işgal kuvvetleri tarafından Haseke şehrinde zorunlu ikamete mecbur edildi. O günlerde, Hafirkan aşiretinin lideri Haco Ağa ile birlikte işgal kuvvetleri komutanının yanına çağırıldı. Fransız komutan Şah-ı Hazne’ye, “Seni çağırmamın sebebi, bize hiç destek vermiyorsunuz. Milliyetçilerin mukavemetini kırmak için bize destek vermenizi istiyoruz. Eğer bizim tarafımızı tutarsanız, sizi ve yakınlannızı bağışlarız. Aksi halde Haseke köyünde de size rahat vermeyiz” dedi.

Haseke yakınlarında ikamet etmekte olduğu köyde neredeyse yirmiden fazla hane vardı. Her biri süfîlere ait idi. Şah-ı Hazne oraya yerleşince su kuyuları da açtırmıştı. Fransızlar hepsine el koydu ve Tay aşireti reisi Muhammed b. Abdurrahman’a verdi.

Taylı Muhammed b. Abdurrahman’ın girişimleri sonucu Fransızlar, Ahmed Haznevî hazretlerini buradan da uzaklaştırmak istedi. Bu nedenle Suriye’nin daha çorak ve iç kesimlerine düşen Deyrizor şehrinde onu zorunlu ikamete mecbur ettiler. Taylı Muhammed b. Abdurrahman’ın içindeki düşmanlık yine de azalmadı.

Bir gün adamları ile silahlarını kuşanmış olarak Ahmed Haznevî hazretlerinin bulunduğu yere bir akşam namazı sırasında çıkageldi. Maksadı, giderek verimli araziler haline gelen yerleri ete geçirmekti. Öte yandan Ahmed Haznevî hazretlerinin bölgedeki nüfuzu artıyor ve müridleri de gün geçtikçe çoğalıyordu.

Ahmed Haznevî hazretlerinin yanındaki sufîler, gelenlerin haddini bildirmek için mürşidlerinin emrini beklemeye koyuldu. Aslında sayıları oldukça fazlaydı. İsteselerdi direnebilirlerdi.

Taylı Muhammed b. Abdurrahman ve adamları o kadar hırs ve intikam içindeydiler ki, kimsenin toparlanmasına bile fırsat vermeden bütün evleri ateşe verdiler, kazanlardaki akşam yemeğini yere döktüler ve, “Hemen köyü boşattın” dediler. Ahmed Haznevî hazretleri, Taylı Muhammed b. Abdurrahman’dan, bulundukları yeri boşaltmak için sabaha kadar süre tanımalarını istedi. Ama ne mümkün! Bir kere ortada çekememezlik ve baş olma sevdası vardı. Tedavi edilemezse kalbin en büyük düşmanıydı. Ahmed Haznevî hazretleri eşi, çocuktan ve süfîlerle birlikte geceleyin yola koyuldu. Aslinda bu bir nevi hicret idi. Kaçış değildi, Hak Teala için Allah’a kulluk yapılacak en bereketli mekanı belki arayıştı.

Ahmed Haznevî hazretleri o günden sonra Telma’ruf koyunu mesken tuttu. Ahmed Haznevî hazretleri Telma’ruf’ta da bir mescid yaptırdı. Dergah inşa ettirdi. İnsanları irşad etmeye devam etti. Böylece Ahmed Haznevî hazretleri artık kış günlerinde Hazne’yi, yazın sıcak zamanlannda ise Telma’ruf koyünü tercih ediyordu. Belki de Telma’ruf köyüne gidiş ve gelişlerinin arkasında yatan çok büyük hikmetler de vardı. Zira Alaeddin Haznevî hazretlerinin naklettiğine göre Ahmed Haznevî hazretleri, “Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) hicret konusunda uymama bana Taylılar sebep oldu” diyerek, acı tatlı her işte hakka yönetiyordu.

Eserleri
A) Mektübat ;Ahmed hlaznevî hazretlerinin oğlu Mevlana İzzeddin Haznevî hazretleri tarafından derlenen mektuplardır. Eser, Şah-ı Hazne’nin halifeleri ile bu yola hizmeti olan büyük velilere yazdığı mektuplardan meydana gelmektedir. Mektübat Türkçe’ye de tercüme edilmiştir.

Halifeleri
1. Muhammed Ma’süm Haznevî (oğlu).
2. Muhammed Maşuk Nurşînî. (Seyda-i Tahî hazretlerinin torunu).
3. Molla İbrahim Gersevarî.
4. Molla Abdüllatif Amindî.
5. Molla Muhammed Sıddîk.
6. Hacı Hüseyin Kertevenî.
7. Molla Abdürrezzak Pirmînî.
8. Molla Ahmed Şeyhî.
9. Molla Salih.
10. Molla Muhammed Reşid.
11. Hacı Musa.
12. Molla Cüneyd.
13. Seyyid Abdülhakim Bilvanisî.

Oğlu Alaeddin Haznevî hazretlerinin anlattığına göre Ahmed Haznevî hazretleri, yüce himmet ve tasarrufata ziyadesiyle sahipti. O mahareti bir doktor gibi müridlerini terbiye ederdi. Allah Teala’nın zikri bütün vücudunu adeta kaplamıştı. Oğlu, bir gün Şah-ı Hazne’yi ağlarken görünce çok üzülmüş ve, “Babacığım, niye ağlıyorsunuz?’ diye sormuş. Ahmed Haznevî hazretleri de ona şöyle demişti:

“Evladım! Şu insanların sevgisini, Allah’a yakınlaşmalarındaki muhabbeti, aşk ve şevk halini, manevî coşkuyu, dergaha akın akın gelen şu insanlara bakıyorum; her biri koşarak büyük bir manevî coşkuyla yanıma geliyorlar. Ağlamaktan kendimi alamıyorum. Ben nasıl ağlamayayım? Onların en fakiri benim, onların en acizi benim!… Ama bütün bunlara rağmen buraya gelen sayısız insanların Allah’a yönelmesine sebep oldum, hidayetlerine vesile oldum. Bu yüzden de Peygamber Efendimiz’in (s.a.v), ‘Yüce Allah, hiç şüphesiz bu dini facir bir kişi ile de kuvvetlendirir’ buyurduğunu biliyorum. Hadiste kastedilen kişi veya kişilerden biri olmaktan korkuyor, Allah korusun Tacir kişi ben olur muyum acaba diye üzülüyorum ve ağlıyorum. Onun için hep yüce Allah’a şöyle dua ediyorum: Ey Allahım! İnsanların bana duyduğu bu sonsuz sevgi ve muhabbet, bu kadar kalabalık topluluk, senin nzana uygun değilse, benim kişisel davam ise onu bitir ve yok et, ama senin rızana uygun ise onların yönetişlerini ve sevgilerini kıyamet gününe kadar artır ve devam ettir.”

Vefatı
Şeyh Ahmed Haznevi hazretleri uzun bir irşad hayatı sonrasında 63 yaşında iken H.1369/M.1950 senesinde Til Maruf’ta vefat eder. Kabri halen ziyaret edilmektedir.

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”] Altın Silsile ( Hulsatül Mevahib) – Necmeddin B. Muhammed Nakşibendi – Semerkand yayınları
[/toggle]

Şeyh Fethullah Verkanisi (k.s.)

Bitlis – Merkez’de Taş mahallesi 907 sokak no:45’teki Türbesinde

İsmi Fethullah olmasına rağmen Verkanisi (v. 1899) diye meşhur olmuştur. Babası Şeyh Musa el- Mardini’dir. Siirt’in Minar (Dilektepe) Nahiyesi’ne bağlı Verkanis köyünde dünyaya gelir. Nesebi Hz. Ömer’e kadar dayanır. Onun için aşiretlerine “Ömeri” denir. İki defa evlenmiştir. Sekiz evladı vardır. Bunların beşi erkek üçü kızdır. Oğulları Şeyh Alauddin, Şeyh Cüneyt, Şeyh Ma’ruf, Şeyh Kutbeddin, Şeyh Bahauddin’dir.

Fethullah-ı Verkanisi, medreseye giderek zamanın usulüne göre ilim tahsil eder. Önceleri Şeyh Muhammed Fersafi’nin yanında bulunur, daha sonra Seyda’nın yanına gitmek istediğini mürşidlerine danışır. Onlar da buna sıcak bakarlar ve Seyda’ya gönderirler. Fethullah Verkanisi ilim tahsiline erken yaşlarda başlamıştır . Varlıklı bir aileye mensup olmasına rağmen ticarete değil, ilme meyleder. Son derece zeki ve azimli bir talebedir. Medrese tahsilini tamamladıktan sonra aldığı icazetle genç bir müderris olarak Muş’un Bulanık ilçesine bağlı, şimdiki adı Esenlik olan Abri köyünün medresesine tayin edilir. Bir süre Abiri köyünde bulunan büyük medresenin müderrisi olarak vazife yapar. Bir mürşid-i kamile bağlanma arzusuyla arayış içine girer. Beklediği işaret, Şeyh Muhammed Küfrevî Hazretlerini ziyarette, onun bir sohbeti esnasında gelir. Şeyhi dinlerken birden bir istiğrak hali ile gözleri kapanmış, kendinden geçmiştir. Uykuyla uyanıklık arasında kıyametin koptuğunu, insanların dehşet içinde oradan oraya koşuştuklarını görür. Şeyh Küfrevî o kargaşa içinde elinden tutmuş, kendisine cennete giden yolu tarif etmektedir. Gözlerini açınca bunun manevi bir hal yahut rüya olduğunu anlar. Bu sırada Küfrevî hazretleri ona döner, hiçbir şey sormadan, “Abdurrahman Tagi’ye git!”, diye buyurur. “Abdurrahman Tagi’ye git ve gördüklerini ona anlat!” Fethullah Verkanisi Abdurrahman Tagi hazretlerinin huzuruna gelerek ona tabi olur.

İlmini Seyda’nın yanında tamamlar. İlimde ve tasavvufta yüksek derecelere ulaşması sebebiyle hocası Abdurrahman Tagi Hazretleri ona talebe yetiştirmek ve insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak hususunda icazet verir. Abdurrahman Tagi, oğlu Ziyauddin Nurşini’yi yetiştirmek üzere ona teslim ettiği gibi ayrıca, kızı Tayyibe Hatun’la da evlendirir. Fethullah Verkanisi hocasının izniyle insanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmaya başlar. Bir taraftan da talebe yetiştirir. Fethullah Verkanisi hocasının oğlundan başka pek çok talebe yetiştirmiştir. Kabri Ohin (Yukarıkoyunlu) köyünde bulunan oğlu Alauddin-i Ohini de önde gelen talebelerinden ve halifelerindendir.

Vefatı
Hocası Abdurrahman Tagi vefat ederken (v.1886) Fethullah Verkanisi’yi yerine halife tayin eder. Bir müddet Nurşin dergahında kalır. Muhammed Ziyaüddin’i yetiştirip ona, “Sana verebileceğim her şeyi verdim. Artık babanın makamına geç ve irşada başla.”, diyerek Nurşin’den ayrılır. Önce dergahını Pirnasin köyüne taşır, ömrünün sonlarına doğru da Bitlis’e yerleşir. Vefat etmeden önce bile Peygamber Efendimizin hayatını ve güzel ahlakını anlatan “Mevahib-i Ledünniyye” isimli kitabı elinden düşürmemiştir. Kabri Bitlis il merkezinde evinin bahçesindedir.

Son zamanlarında vasiyet için oğullarını yanına çağırır. Onların ağlayıp üzüldüğünü görünce,
–Ağlamayınız! Allah Teala hastalığıma şifa verirse babanız benim. Eğer şifa bulamazsam, babanız Muhammed Ziyaüddin’dir, diye buyurur.Ona göre Nakşibendî tarikatı Sünnet’e ittiba ile gafletten kaçınmaktan ibarettir. Gittiği her yerde edep üzerinde durur, adaba riayet etmeden yol alınamayacağını hatırlatır. İstikametin önemine dikkat çekerek insanları keşif ve keramet arayışından uzak tutmaya çalışır. Nakledilir ki, İbni Hacer’in Tuhfetul-Muhtac ve Remeli’nin Nihayetul-Muhtac gibi büyük kitapları ezbere bilmektedir. Fethullah Verkanisi Hazretleri rabıtaya çok önem vermiştir.

Halifeleri
Şeyh Fethullah Verkanisi vefat ettikten sonra yerine beş halife bırakır. Bunlar,
1- Muhammed Ziyauddin (Seydayı Tagi’nin oğlu),
2- Şeyh Ahmet (Şeyh Mahmudi Karaköylü’nün babası),
3- Şeyh Abdulgaffari Küçük (Gavsi Hizani’nin kardeşinin oğlu Şeyh Muhammed, Hafid-i Arvasi’nin babası),
4- Hacı Mele Ömer-i Horos,
5- Seyit Hasan (Gavsi Hizani’nin oğlu).

Eserleri
Şeyh Fethullah el-Verkanisî’nin eserleri şunlardır.
1- Risaletü’l-Kufr ve’l-Kebair,
2- ed-Dürerü’l- Behiyye fi’l-Avamil’en-Nahviyye,
3- Menasiku’l-Hacc ve’l- Umre,
4- Bazı tasavvufi ve fıkhi meselelere dair Mektubat ve çocuklar için kaleme aldığı Akida İmané adlı risalesidir. Adap’ta Nakşibendi Tarikatı’yla alakalı edep konusu anlatılmaktadır. Rabıta gibi, zikir gibi yolun amelleriyle ilgili bahisler hariç, kitabın ağırlığını teşkil eden kısmını Seyda-i Tagi hazretleri “El-Hadikatü’n- Nediyye ve’l-Behçetü’l-Halidiyye” adlı bir eserden daha önce kendisine okutmuştur. Şeyh Muhammed b. Süleyman el-Bağdadî’nin yazdığı ve Halidîliğin temel kaynaklarından sayılan bu eserde anlatılan edepler, “Adab-ı Fethullah”ta daha anlaşılır hale getirilmiş, müridin mürşidi karşısında, diğer müritlerin yanında ve toplum içinde nasıl davranması gerektiği maddeler halinde sıralanmıştır. 1979 yılında Ahmet Şahin tarafından Türkçe’ye tercüme edilmiş olup, ‘tasavvuf, edep ve ahlak rehberi’ adıyla yayınlanmıştır.

Şeyh Muhammed Ziyaeddin Nurşini (k.s.)

Bitlis – Güroymak – Norşin ‘de Babası Abdurrahman Tagi hazretlerinin yanında

Muhammed Ziyaeddin hazretleri (1855-1923) Nurşini nisbesiyle meşhurdur. Babası Abdurrahman Tagi (Tahi) hazretleridir. Hizan ilçesine bağlı Usba köyünde doğdu.Nurşin köyünde vefat etti. Kabri Nurşin’de babasının türbesinin yanındadır.

Ziyaeddin Nurşini’nin aile çevresi ilim ve fazilet sahibi dindar insanlardan meydana geliyordu. Muhammed Ziyaeddin Efendi ilk tahsilini babası Abdurrahman Tagi’den alır. Zamanında medreselerde okutulan dersleri tamamlayarak ilimde yükselir ve mollalık payesine ulaşır. Babasının ilim meclislerine ve tasavvufi sohbetlerine devam ederek zahiri ilimlerde alim, tasavvuf yolunda yüksek derece sahibi olur. Babası Abdurrahman Tagi Hazretleri vefatına yakın onu halifesi Fethullah-ı Verkanisi’ye emanet eder. Böylece zahiri ilimlerde yüksekliğinin yanında manevi derecelerde ve tasavvuf yolunda da ilerler.

Fethullah Verkanisi Hazretlerine intisabı ve talebeliği
Fethullah-ı Verkanisi Hazretleri, hocasının oğlu Muhammed Ziyaeddin Nurşini’nin yetişmesi ve olgunlaşması için özel itina gösterir. Hatta onu en ağır hizmetlerde kullanarak kınayanların kınamasına aldırmadan onu kamil ve mükemmil (yetiştirebilen) bir zat olarak yetiştirir. Nakledilir ki, Fethullah-ı Verkanisi kışın karda kızağına biner köylere irşada giderken, Ziyaeddin Nurşini’yi çağırarak kendisini çekmesini isterdi. Bu duruma Abdurrahman Tagi Hazretlerinin bazı halifeleri itiraz ederler. “Hocasının oğluna saygı göstermesi gerekirken, kızağa binip keyf sürüyor, hocasının oğlu ise, zahmet ve meşakkatle kızağını çekiyor.”, derler. Bu durumu duyan Fethullah-ı Verkanisi, “Üstadım oğlunu bana teslim etti. Ben de böyle hareket etmeyi uygun görüyorum. Yok eğer size teslim etmişse bildiğiniz gibi yapmakta serbestsiniz.”, der. 1889 yılında icazet, diploma ve hilafetle, İslamiyeti anlatma vazifesi vererek insanlara İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmakla vazifelendirir. Muhammed Ziyaeddin Nurşini Hazretleri, hocası Fethullah-ı Verkanisi’nin sağlığında on sene, onun vefatından sonra da 24 sene olmak üzere tam 34 yıl talebe yetiştirir.

I. Dünya savaşındaki mücadelesi
Muhammed Ziyaeddin Nurşini Hazretleri, aynı zamanda dini, vatanı ve milleti için savaşarak büyük kahramanlıklar gösterir. Birinci Dünya Savaşında talebeleriyle birlikte Ruslara ve Ermenilere karşı kahramanca savaşır. Derik köyünde emrindeki milislerle beraber Ermeni ve Ruslara karşı, bulundukları bölgeyi savunmakla vazifeliydiler. Kardeşleri Muhammed Said ve Muhammed Eşref ile birçok talebesi şehid olurlar. Birinci Dünya Harbine katılarak büyük kahramanlıklar gösteren Muhammed Ziyaeddin Nurşini Hazretleri, koluna isabet eden bir mermi sebebiyle felç olur. Felcin bütün vücuda yayılmaması için Bitlis Askeri Hastanesinde sağ kolu kesilir. Bunun üzerine V. Mehmet Reşat kendisine protez bir kol ve Mecidiye Madalyası gönderir. Fakat Ziyaeddin Nurşini hazretleri bu ameliyatın arkasından ağır bir hastalığa tutulur. Talebeleri ve sevenleri o vefat edecek diye üzülürler. Bazan kendinden geçmekte, bazan ayılmaktadır. Anlatılır ki, bu hal üzereyken bir gün şöyle buyurur. “Rüyamda yanıma kalabalık bir veli grubunun geldiğini gördüm. Gavsü’l-a’zam Arvasi, Abdurrahman Tagi ve Şeyh Fethullah Verkanisi de aralarındaydı. Dünyada mı kalacağım yoksa ahirete mi intikal edeceğim hususunda aralarında uzun müzakereler yaptılar. Şeyh Fethullah Verkanisi dünyada kalmamın daha hayırlı ve insanların hidayete kavuşmalarına vesile olacağımı belirterek sekiz yıl daha yaşamamı teklif etti. Hazır bulunan büyüklerimiz de bu teklifi uygun görerek dağıldılar. Nitekim Muhammed Ziyaeddin Nurşini Hazretleri bu rüyanın dokuzuncu yılı başlarında vefat eder.

Halifeleri
Halifeleri, Molla Muhammed Emin El-Kursincî (Mela-yi mazin, v.1936), Hacı Abdulkerim (Hizanlı), Şeyh Ahmedi El-Haznevi (Suriye), Şeyh Mahmud Karaköy (Varto-Karaköy), Şeyh Muhammed Selim (Diyarbekir-Hezanlı, v. 1919), Şeyh Mahmud Zokaydi (Şeyh Abdülkahhar’ın oğlu), Şeyh Alauddin Verkanisî- Ohinî (Şeyh Fethullah’ın oğludur), Şeyh Şihabuddin Tihî (Muş’un nahiyesi), (Şeyh Şihabuddinin oğlu) Molla Ubeydullah, Molla Halil El-Koğaki (Muş-Bulanık’ın Koğak Köyü), Molla Yusuf-i Hort, Şeyh Abdurrahman-i Çokreşi (Erzurum-Karayazı), Şeyh İbrahim El-Abrî (Muş-Bulanık’ın Köyü), Molla Abbas (Bulanıklı), Molla Halid-i Poğaşi (Reşadiye Köyü)’dir.

Ömrünün son zamanlarında Azizan’dan Nurşin’e taşınmayı ısrarla ister. Ailesinden bazıları da Azizan’da kalmak istemektedir. Azizanlılar da Şeyh Ziyaeddin Nurşini Hazretlerinin köyde kalması için yalvarıp dil dökerler. Şeyh hazretleri bütün bu ısrarlara rağmen babası Abdurrahman Tagi hazretlerinden “uzak kalmaktan ve onun beldesinden uzakta vefat etmekten korkuyorum”, demektedir. Vefatından bir yıl önce kesin bir kararlılıkla Azizan’dan Nurşin’e taşınır. Ömrünün son senesini Nurşin ve civarında geçirir.

Ziyaeddin Nurşini Hazretlerinin tek oğlu olan Fethullah Efendi, kendisinden sekiz gün önce vefat eder. Onun vefatı üzerine, “Senden önce vefat edeceğimi ve senin geride kalacağını sanıyordum. Fakat Allahü teala böyle diledi. Böyle oluşunun hikmetini o bilir?”, buyurur. Oğlu defnedildikten sonra hastalanır. Hastalığının ilk günlerinde, “Molla Fethullah gitti. Görünen o ki, onun arkasından ben de kalıcı değilim, böylece dünya yıkılıyor.”, der.

Muhammed Ziyaeddin Nurşini Hazretleri vefatından önce yerine geçecek kimseyi belirler ve bütün bağlıları ile talebeleri teslim edeceği bir vekil tayin eder. Vefat zamanı yaklaşmasına ve hastalığı iyice ağırlaşmasına rağmen sünnetlere eksiksiz uymaya gayret eder.

Vefatı
Anlatılır ki, son nefesini vereceği anda yüzünde ve alnında ayna gibi bir parıltı belirir. Bu parıltıyı orada bulunan herkes görmüştür. O günün sabahı yattığı odadan dünya kokularına benzemeyen hoş bir koku yayılmaya başlamıştır. Yanına giren herkes bu kokuyu hisseder. Bu koku gittikçe kuvvetlenir ve vefatı sırasında odanın her yanını sarar ve hatta dışarıdan bile hissedilmektedir. Son nefesini verdiği anda ve cenazesi yıkandığı zaman, vücuduna değen her elbise veya bez parçasından aynı hoşkoku dağılır ve üstelik bu koku sindiği yerden birkaç kere yıkansa bile çıkmamaktadır.

Ailesi ve Çocukları
Ziyaeddin Nurşini Hazretlerinin tek oğlu olan Molla Fethullah’ın büyük oğlu Cemaleddin de kendisinden on üç gün sonra vefat eder. Geriye Aişe adında bir kızı ile Takıyyüddin ve Nasırüddin adında iki torunu kalır. Nasırüddin daha sonra Şeyh Abdülhakim Hüseyni’den hilafet alır. Ziyaeddin Nurşini Hazretlerinin her iki torunundan devam eden evlatları günümüzde hizmete devam etmektedirler.

Eseleri
Muhammed Ziyaeddin Nurşini Hazretlerinin sevdiklerine ve talebelerine yazdığı mektublarını, on üç halifesinden Muhammed Alaüddin-i Ohini toplamıştır. Mektubat adı verilen bu eserinde yüz on dört mektup vardır.

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]Bitlis Evliyaları, Abdulhalim Durma
[/toggle]

Şeyh Abdurrahman Tagi (k.s.)

Bitlis – Güroymak  – Norşin ( Nurtepe) köyünde

İsmi Abdurrahman (1831-1886) olup Tagi, Tahi ve Nurşini nisbeleriyle bilinir. Üstad-ı A’zam ve Seyda lakaplarıyla meşhur olmuştur. Babası, Molla Mahmud Efendi, annesi Seyyid Molla Muhammed Efendinin kızı Meyasin Hanımdır. Şirvan’da dünyaya gelir. Güroymak (Nurşin) ilçesinde vefat eder. Kabri ilçenin Şentepe Mahallesindeki Mutlu ailesine ait mezarlığın içindedir.

Abdurrahman Tagi’nin bulunduğu ev, halk arasında Sufi Evi olarak şöhret bulur. Çünkü, babası Molla Mahmud Efendi olgunluklar sahibi, ilmiyle amel eden, sünnete uymakta titizlik gösteren salih biridir. Önceleri Kadiriyye yoluna girmiş, sonra Nakşibendiyye yoluna bağlanmıştır. Abdurrahman’ın aslen Hazret-i Hüseyin soyundan gelen ve seyyide olan annesi Meyasin Hanım da saliha bir kadındır. Babası Molla Mahmud Efendinin erkek kardeşleri yoktu. Kadiriyye yoluna mensub, kerameti ile meşhur bir kız kardeşi vardır.

Talebeliği
Abdurrahman Tagi ailesinin de teşvik ve desteğiyle küçük yaşta, Kur’an-ı kerim okumayı öğrenir. On yaşına basınca, annesi vefat eder. Babası onun terbiyesine ve okutulmasına önem verir. Şafii fıkıh kitaplarından İmam- ı Rafii’nin (ölm. 1226) Muharrer adlı eserini okur. Arapça gramer ilmini öğrenip Hadaik-ud-Dekaik kitabına kadar babasının yanında ders görür. Daha sonra memleketinin meşhur alimlerinden Molla Abdüssamed’in, o vefat edince de, büyük alim Molla Ziyaüddin Arvasi’nin yanına giderek ilim öğrenir. Ondan, Molla Cami’ye kadar okur. Molla Ziyaüddin’in sevgisiyle yanından hiç ayrılmaz. Arvasi muhabbet ve yakınlıkla ona yönelir. Bir defasında, “Muhabbete denk olacak hiçbir şey yoktur.”, diye buyurur ve muhabbetin üstün olduğunu anlatır. Bu arada çevredeki diğer alimlerden fıkıh, tefsir, hadis gibi dini ilimleri tahsil eder. Bu ilimlerde yüksek ilim ve derece sahibi olur. Okuduğu hocalardan icazet alır. Sonra babasına vakfedilen Hizan’a bağlı Ispahart’taki medresede ders vermeye ve talebe yetiştirmeye başladı.

Hacı Emin Şirvani’ye başvurarak Rufailik tarikatına girer ve ona talebe olur. Arkasından günlük zikir ve nafile ibadetlere yönelir. Fakat bir müddet sonra Hacı Emin Şirvani, Şeyh Abdurrahman Talebani (1797- 1860) tarafından reddedilince gidip Şeyh Hamza Telvi’ye talebe olur. Bir müddet sonra Kadiriyye tarikatı mensublarından Şeyh Abdülbari Çarçahi’ye talebe olur. Şeyhi ona, oruç tutmak, az yemek, az uyumak ve sık sık mezarlıkları ziyaret etmek gibi vazifeler verir. Bazı geceler bir iki saat kabristanda kaldığı zamanlar olur. Hatta Tahi köyünün mezarlığında açık bir mezar vardır. Bazı geceler bu mezara girerek orada sabahlar.

Seyyid Sıbgatullah Arvasi’ye İntisabı
Bu sırada Seyyid Sıbgatullah Arvasi (v.1870) Hazretleri Külat’da oturmaktadır. Arvasi’nin talebelerinden Süleyman Erbusi arasıra Külat köyüne gidip gelmektedir. Bir defasında Külat köyünden döndüğü sırada Abdurrahman Tagi, alaylı bir şekilde, “Külat’taki sufiler nasıldırlar? Ne yapıyorlar?”, diye sorar. Süleyman Erbusi Abdurrahman Tagi’ye, “Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin.”, diye cevap verir. Süleyman Erbusi’nin bu sözü Abdurrahman Tagi’ye çok tesir eder. O sırada şeyhi tarafından halife olarak vazifelendirilen ve birkaç talebesi de olan Abdurrahman Tagi talebelerinden birine, “Vallahi falanca kişinin sözleri beni çok etkiledi. Külat’a gidiyorum.”, der. Müridlerinin bütün ısrarları onu kararından döndürmez. O gece boyunca içindeki arzu ve iştiyakla uyuyamaz. Seher vakti gelir gelmez Süleyman Erbusi’nin evine gider. Onu uyandırarak, “Benimle birlikte Külat’a gelir misin?”, der. Süleyman Erbusi, “Gelirim.”, deyince ikisi birlikte seher vakti yola koyulurlar. Süleyman Erbusi’nin, “Eğer falan dereyi geçsen öyle demezdin.”, diye bahs ettiği yere gelirler. Abdurrahman Tagi o dereyi geçerken kalbinde acaib bir hal hisseder. Nihayet Külat’a ulaşırlar. Kendisini Cennet bahçelerinden bir bahçede hissetmektedir. Seyyid Sıbgatullah Arvasi Hazretleri onu talebeliğe kabul ederek himaye ve tasarrufu altına alıp kısa bir müddet içinde yetiştirir. Tasavvuf yolunda yükselen Abdurrahman Tagi, nakledilir ki, dillerin ifade edemeyeceği, ancak ehlinin anlayacağı hallere kavuşur.

Abdurrahman Tagi, bir gün sabah vakti hocasının huzuruna giderek, “Efendim! Ben her şeyde Lafza-i Celal’in (Allahü tealanın isminin) zikrini duyuyorum. Hatta önümde yürüyen köpekten bile o zikri duydum.”, diyerek halini anlatır. Talebesinin, olgunluğa erdiğini gören Seyyid Sıbgatullah Arvasi ona Ispahart nahiyesinde kadılık yapmasını emreder. Hocasının emri üzerine iki yıl müddetle Ispahart kadılığı vazifesini yürütür. Bu vazifesi esnasında insanlara güzel ahlakı ve hoş görüsüyle hizmet eder. Zaman zaman hocasının yanına gidip gelerek hasretini gidermeye çalışır. İki sene sonra kadılık vazifesinden ayrılarak dünyadan tamamıyla uzaklaşıp, Sıbgatullah Arvasi Hazretlerinin hizmet ve sohbetlerine döner. Çoğu geceler uyumaz, hocasının odasının penceresine bakan bir taşın üzerinde oturur, yaz- kış, kar-yağmur demez sabaha kadar o taşın üzerinde bekler. Anlatılır ki, dokuz sene müddetle şeyhinin sohbetinde ve hizmetinde bulunduktan sonra evliyalıktaki en olgun ve en yüksek dereceye ulaşır. Sıbgatullah Arvasi Hazretleri ona icazet vererek irşadla vazifelendirir.

O önce bütün arazisini satarak Allahü tealanın rızası için harcar. Sonra talebesi Şeyh Fethullah-ı Verkanisi’nin dedesi Şeyh Muhammed’in Verkanis köyündeki türbesini ziyaret eder. Bu ziyaret esnasında kendine, “Seyda” adıyla anılması işaret edilir. Bundan sonra Seyda ismiyle meşhur olur.

Bir ara hac ibadetini ifa etmek için Mekke-i mükerremeye gider. Bu vazifesini yaptıktan sonra Peygamberin kabrini ziyaret eder. Medine-i münevverede İmam-ı Rabbani hazretlerinin torunlarından Şeyh Muhammed Mazhar Efendiyle buluşup sohbette bulunur.Hacdan dönünce, hocasının emriyle, Nurşin nahiyesinde yerleşerek irşad vazifesine devam eder.

Vefatı
Abdurrahman Tagi, on sekiz yıl kaldığı ve irşad vazifesinde bulunduğu Nurşin’de vefat etmeden önce ağır bir hastalığa yakalanır. Buna rağmen hiç bir sünnet namazını dahi ihmal etmeyip, hepsini ayakta kılar. Gece ibadetini asla bırakmaz. Halbuki bu sırada ancak dört yanına yastık dayayarak oturabilmekte, oturamayınca sırtını duvara dayamaktadır.
Vefatından önce yanına gelen zevcesi Seyyide Kadriye Hanımın eteğinden tutarak şu beyti okur.
“Kabe hareminin harimine vasıl olamazsın
Eğer evlad-ı Ali’nin eteğine yapışmazsan.”
Yerine Şeyh Fethullah Verkanisi’yi halife bırakır. Son zamanlarında çevresindekilere ve bağlılarına şefkatle muamele eder. Onlara rahmet nazarıyla bakar. Evlatlarına ise fazla iltifat göstermez. Oğlu Molla Muhammed Ziyaüddin’e şöyle buyurur. “Oğlum, Şeyh Fethullah senin hakkında benden daha hayırlıdır. Çünkü ben seni başkalarından ayırmam, ama o seni diğerlerinden üstün tutar.”

Evladları
11 evladı vardır. Bunlardan beşi kız, altısı erkektir. Erkek evlatları Şeyh Muhammed Ziyauddin (Hz. Sani), Şeyh Abdurrahim, Şeyh Muhammed Raşid (Bu üç evlad aynı annedendir). Muhammed Eşref, Muhammed Derviş, Muhammed Said’dir (Bu zat I. Dünya Savaşında şehit düşmüştür).

Eserleri
Abdurrahman Tagi’nin sözlerini halifelerinden İbrahim Çukruşi toplayarak İşarat ismini vermiştir. Mehmet Ildırar tarafından derlenip kaleme alınmıştır. İşarat “Minah” adlı esere çok benzemektedir. Arapça ve Farsça Mektubat’ı ise basılmamıştır. Diğer kitabı ise halifesi Abdulkahhar tarafından derlenip Şeyh ‘Abdurrahman Tagi’nin Mektupları’ adlı iki yazma nüshadan meydana gelmektedir. Ahmet Yıldırım ve Enbiya Yıldırım tercüme etmiştir. Eser toplam 77 mektuptan meydana gelmiştir.

Şeyh Abdurrahman Tagi’ye devlet tarafından Murat Nehri üzerinde üç gözlü sağlam bir köprü yaptırmasından dolayı üçüncü rütbeden Mecidi Nişanı verilir. Anlatılır ki, köprünün işleri ilerlediğinde çalışanların sayısı yeterli olmaz ve Abdurrahman Tagi Ermeni köylerine gidip onların yardımı için çağrılmalarını ister. Halifelerinden Abdulkahhar Efendi, Ermeni köylülerin gelip gelmeyeceği konusunda tereddüt içindedir. Ancak yine de aldığı emri Ermenilere bildirir. Abdurrahman Tagi’nin onları çağırdığını söyler.
-Eğer o çağırmışsa biz hemen geliyoruz, diyen Ermeniler kazma ve küreklerini alarak köprü inşaatına yardıma gelirler.
Medreseye hizmetleri dokunan Hristiyanlara Abdurrahman Tagi’yi çok sevdikleri halde neden Müslüman olmadıkları sorulduğunda şu cevabı verirler.
-Abdurrahman Tagi gibi bir Müslüman olacağımızı bilsek hemen iman ederiz. Sizin gibi Müslüman olmaktan korkuyoruz.
Talebeleri ve sevenlerinden meydana gelen kalabalık bir cemaat tarafından cenaze namazı kılındıktan sonra Nurşin’de defnedilir.

Halifeleri ve Talebeleri
Abdurrahman Tagi, birçok talebe yetiştirir. Halifelerinin en meşhurları şunlardır: Fethullah Verkanisi, Abdurrahman Nurşini, Molla Reşid Nurşini, Allame Molla Halil Siirdi’nin torunu Abdülkahhar, Abdülkadir Hizani, Seyyid İbrahim Es’irdi, Abdülhakim Fersafi, İbrahim Ninki, Tahir Abiri, Abdülhadi, Abdullah Hurusi, İbrahim Çuhruşi (Çukruşi), Halil Çuhruşi, Ahmed Taşkeseni, Muhammed Sami Erzincani, Abdullah Subaşı, Halife Mustafa Bitlisi, Hacı Süleyman Bitlisi, Hacı Yusuf Bitlisi, Hacı Yusuf Köşki’dir. Bunlardan Fethullah Verkanisi’nin halifesi Muhammed Ziyaüddin Nurşini, Abdurrahman Tagi’nin oğludur. Abdurrahman Tagi’nin ismi, Bediüzzaman’ın ders aldığı hocaları arasında da yer alır.

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]Bitlis Evliyaları, Abdulhalim Durma
[/toggle]

Seyyid Sıbgatullah Arvasi

Nasıl Gidilir ; Bitlis – Hizan’da Gayda köyünde.

“Buradaki ses manevi uluların sesidir, Nâ-ehle pınar, ehle nur ve feyz çeşmesidir. Kalp destini boş getir, doldurmak istiyorsan, Korkma bitmez, Nehri’nin, Arvas’ın deresidir.”

”Gavs-ı Hizani Seyyid Sıbgatullahi Arvasi (k.s.) hazretlerinin kabr-i şeriflerinin bakım ve onarım çalışmaları Ahsen Vakfı tarafından yürütülmektedir.Peygamberlerin nebilerin evliyaların türbelerinin bakım ve onarımını yapmak amacıyla kurulan ve bu yönde faaliyetlerini sürdüren Ahsen Vakfı ‘dan ve bu yolda zerre miktarı emeği olan herkesten Allah razı olsun ve Mevla Cemaliyle Şereflendirsin inşaallah”

Sıbgatullah Arvasi (v.1870) Van’ın Bahçesaray ilçesine bağlı, Arvas köyünde dünyaya gelir. Hizan ilçesinde yaşadığından dolayı Gavs-ı Hizani lakabıyla anılan Seyyid Sıbgatullah Arvasi’nin soyu Bağdat’tan gelmedir. Arvasi’nin nesebi Hz. Hüseyin’in (r.a) evlatlarındandır. İsmi, Sıbgatullah olup “Gavsu’l-Azam”, “Gavsu Hizani” veya “Gavs” lakaplarıyla meşhur olmuştur. “Arvasi” nisbesiyle de bilinir. Babası Lutfullah Efendi188, dedesi Seyyid Abdurrahman Kutub’dur. Kabri, Hizan’ın Gayda köyündedir.

Gavs-ı Hizani, küçük yaştan itibaren kelam, tefsir, hadis, fıkıh, gibi zahiri ilimleri tahsil eder. 1829 tarihine kadar İslami ilimler ile meşgul olur. Bu tarihte Van’da bulunan Şeyh Muhyiddin’den tarikat alır. Bir gün hocası ona, “Vefat etmiş velilerden istifade edecek, faydalanacak makama geldin.”, diye buyurur. Şeyhi vefat edinceye kadar hizmetinde bulunur. Daha sonra Cizreli Eş-Şeyh Halid’in yanına gider. Şeyh Halid’in vefatına kadar ona hizmet eder. Sonra halifesi olan Salih Sıbki’nin yanına gider. Ondan hilafet almaya hak kazanır. Ayrıca Bitlis’te Şeyh Musa ve Bitlisli Şeyh Abdulkadir’in de yanına gidip onlardan istifade eder.

1840 yılında es-Seyyid Taha-i Hakkari Horoslu Molla Murat’la Gavs’a “Kendi evine gel” diye haber gönderir. Bunun üzerine Gavs, Seyyid Taha’ya gidip onun hizmetine girer. 1851 yılında Şeyhi Taha Hazretleri vefat edince onun yerine geçen kardeşi Seyyid Salih’in sohbetine devam eder. Seyyid Sıbgatullah, birçok meşayihten tarikat almıştır. Seyyid Taha’nın huzurunda kemale eren Gavs, mürşidinin emriyle, Bitlis çevresinde irşad görevini yürütmek için, Hizan’ın Gayda köyüne gidip yerleşir.

Yerine halife olarak oğlu Seyyid Behaeddin’i bırakır. İki küçük oğlunu; Seyyid Nur Muhammed ve Seyyid Burhan’ı terbiyeleri için Molla Abdurrahman-ı Meczub’a emanet eder. Vefatında tebessüm eder bir vaziyette Kelime-i şehadet getirerek ruhunu teslim eder. O anda odanın içine bir güzel koku yayılır. Bu kokuyu odanın dışında duran diğer talebeleri de duyarlar. Bu koku defin esnasına kadar devam eder. Oğlu Celaleddin Efendi, cenazesini yıkar. Yıkama esnasında yakın hizmetçisi Ali Efendi ve Abdurrahman Tagi ona yardım ederler. Techiz ve kefenlenmesi yapıldıktan sonra talebeleri ve sevenleri tarafından cenaze namazı kılınır ve Gayda’da defnedilir. Ahsen Vakfı tarafından 2013’te Gavs-ı Hizani Seyyid Sıbgatullahi Arvasi (k.s.) Hazretlerinin kabrinin bakım ve onarımı gerçekleştirilir. Türbesinin bulunduğu Gayda köyüne yılda yaklaşık 50 bin kişi ziyaret eder.

Sıbgatullah Arvasi’nin dokuz kardeşi vardır. Bunlar, Mevlana Resul, Mevlana Abdulgani, Mevlana Cemaluddin, Mevlana Abdulmelik, Mevlana Abdulkahhar, Mevlana Abdulgaffar, Mevlana Muhammed, Mevlana Abid, Mevlana Nurullah olup hepsi de alim ve zahid kimselerdi.

Sıbgatullah Arvasi’nin sekiz evladı vardı. Bunlar Şeyh Celaluddin (Kardeşi Şeyh Bahauddin’den sonra babasının yerine o geçmiş ve bu hizmeti yürütmüştür. 1877 yılında vefat etmiştir), Şeyh Bahauddin (Şeyh Celaluddin’in küçüğüdür. Babasının halifesi olup, babasından sonra yerine geçer. İki ay görev yaptıktan sonra vefat eder. Sultan Veled, Seyit Bahri, Burhaneddin, Şeyh Hamza, Seyyid Nur Muhammed (Şeyh Celaluddin’den sonra tarikat hizmetinde bulunmuş ve birçok müridi olmuştur.), Şeyh Hasan (Halk arasında deli olarak bilinirdi).

Sıbgatullah Arvasi’nin halifeleri şu zatlardır. Abdurrahman Taği, Oğlu Seyyid Bahauddin, Şeyh Halid Sirvani (Zamanın Safisi, vaktinin Sibeveyh’i olarak meşhur olmuştur.), Şeyh Abdurrahman Behtani, Sofi Mustafa Kulati (Birgün Gavs, kendisine, “Sus!” der. Bundan sonra, ölünceye kadar, ona cevap vermekten başka bir şey konuşmaz.), Ali Can Kulpiki.

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]
Abdulhalim Durma , Bitlis Evliyaları
[/toggle]

Seyyid Abdullah Şemdini ( k.s.)

Hakkari – Şemdinli – Bağlar Köyü

Anadolu’da yetişen evliyânın büyüklerinden. İsmi, Seyyid Abdullah-ı Şemdînî’dir. Ahlâkı, hazret-i Osman’ın güzel ahlâkını hatırlatan çok yüksek bir velî idi. Şafiî mezhebi âlimlerindendir. Lakabı Sirâcüddîn ve Menba’ul-hilm’dir. Nisbesi; Nekşibendî, Hâlidî, Müceddidî, Şemdîni ve Nehrî’dir. Hakkâri vilâyetinin Şemdînân (veya Semzînân, şimdiki adıyla Şemdinli) kasabasındandır. Doğum târihi bilinmemektedir. 1228 (m. 1813) senesinde vefât etti. Şemdînân’ın Nehri kasabasında medfûndur.

Rivâyet edilir ki: Seyyid Abdullah, Irak’da Süleymâniye beldesindeki medresede ilim tahsil ederken, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî de orada idi. İkisi medrese arkadaşı idiler. Burada zâhirî ilimleri tahsil ederlerken, bir taraftan da kendilerine hep bir rehber (kendilerini ma’nevî olarak terbiye edip, bâtınî ilmleri öğretecek, yetiştirecek bir yol gösterici) arıyorlardı. Bu iki samîmi talebenin birbirlerine olan muhabbetleri o derecede idi ki, aradıkları rehberi, ikisinden hangisi daha evvel bulursa, o büyük zâttan alacağı feyz ve bereketin aralarında müşterek olması için anlaşmışlar, bu husûsta birbirlerine söz vermişlerdi. Ya’nî aradıkları o büyük velîyi hangisi daha evvel bulur, tanırsa, hemen diğer arkadaşının da o zâtı tanımasına, ona bağlanmasına ve feyz almasına sebep olacaktı.

Mecd-i tâlid ve diğer mu’teber kaynaklarda bildirildiğine göre, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, aldığı ba’zı işâretler üzerine Hindistan’a gitmeye karar verdiğinde, Seyyid Abdullah da beraber gitmek istemişti. Bunun üzerine Mevlânâ ona; “Ben gideyim oradan alıp, getirdiğim feyzlere ortağız” demişti. Nihâyet Mevlânâ Hâlid hazretleri Hindistan’a giderek, Şah Gulâm Ali Abdullah-ı Dehlevî hazretlerinin huzûr ve sohbetleri ile şereflenip, lâyık ve müstehak olduğu fazilet ve kemâlâtı aldı. Hocasından tam bir icâzet ve hilâfetle me’zûn oldu. Hocasının tam ve mutlak vekîli olarak aldığı yüksek feyz ve kemâlâtı, ilim ve edeb âşıklarına sunmak, onları yetiştirmek üzere Bağdat’a gönderildi. Bundan sonra bütün âlem, vasıtalı ve vasıtasız olarak, irşâd ve feyz kaynağı olan Mevlânâ hazretlerinin bâtınî nûru ile nûrlanmaya başladı. Böylece Bağdat’ta feyz ve nûr saçan bir şems-i rahmet (rahmet güneşi) doğmuştu.

Daha evvelki anlaşmalarının îcâbı olarak, bu günlerde Seyyid Abdullah Süleymâniye’de bulunan Mevlânâ Hâlid hazretlerinin ziyâretine gitti. Mevlânâ’nın Hindistan’da elde ettiği ma’rifet ve kemâlâtını görünce, ona olan muhabbeti daha da arttı. Talebelikte arkadaşı olduğunu düşünmeyip, o evliyâlık güneşinin sohbetlerine devam etmeye başladı. Talebelerinden oldu. Kendisinde bulunan asâlet ve yüksek istidâd ile Mevlânâ hazretlerinin talebe yetiştirmek husûsundaki maharetinin birleşmesiyle, kısa zamanda bütün ilimlerde ve tasavvuf hâllerinde yetişerek kemâle gelen Seyyid Abdullah hazretleri, binlerce talebe arasında, Mevlânâ Hâlid hazretlerinin en gözde talebesi, halîfelerinin birincisi oldu.

Mevlânâ Hâlid hazretlerinden sonra talebelerin başına geçip, onları yetiştirmeye başlayan Seyyid Abdullah-ı Şemdînî, derin âlim, ilmiyle âmil, haysiyet, şeref, vekâr ve heybet sahibi, pek yüksek bir zât, çok üstün bir velî idi. Zâhirî ve bâtınî kemâlâtı kendinde toplamış idi. Haya ve edebin kaynağı, güzel huyların hazînesi idi. Her hâli doğruluk üzere idi. Sohbetleri hasta rûhlara gıda, bakışları kararmış kalblere şifâ idi. Kurtuluş ve saadet kapısının anahtarı idi. Evliyâlık yolunun sırlarına, ince bilgilerine kavuşmuş idi.

Hocasından icâzet ve hilâfet alanların Üçüncüsü olan Seyyid Abdullah, Şemdinli civarında Nehri kasabasında ikâmet eder, orada tâliblere feyz saçardı. Vefâtına kadar orada bulunup, bu mühim hizmete devam etti. Kabr-i şerîfi Nehri kabristanının girişindedir. Kabrinin üzerinde sâde bir türbe vardır. Mübârek kabri ziyâret olunmakta, o büyük zâtın asıldan, duâ edip mübârek rûhundan istifâde etmekte, onu vesile ederek duâ edenlerin, maddî ve ma’nevî dertlerine derman buldukları, dilden dile anlatılmaktadır.

Nehri kasabasında ilk defa feyz ve irşâd kaynağı olan Seyyid Abdullah hazretleridir. Bu temeli o kurmuş, medrese, tekke ve zaviyeler yaptırarak, Türkiye, Irak ve İran’ın uzak yerlerine kadar âlimlerin feyz ve nûrlarını yaymıştır. Bilhassa edeb ve ahlâkdan nasîbi olmayan aşiretler üzerinde çok te’sîrli olup, onların düzelmesine vesile olmuştur. Kabile ve aşiretlere nasihat verici, onları doğru yola götürücü idi. Hayâtında olduğu gibi, vefâtından sonra da çok kerâmetleri görülmüştür.

Seyyid Abdullah hazretleri, yeğeni (Kardeşi Seyyid Ahmed Geylânî hazretlerinin oğlu) Seyyid Tâhâ-i Hakkâri’yi, Mevlânâ hazretlerinin sohbetlerine götürerek, onun da, bu yolda yetişmesine vesile oldu. Mevlânâ’dan sonra, bu yeğeninin yetişmesiyle kendisi bizzat meşgûl oldu. O da bu yolda çok yükselerek amcası, Seyyid Abdullah’ın halîfesi oldu.

[toggle title=”Kaynaklar” load=”hide”]1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1128

2) Şems-üş-şümûs sh. 136
[/toggle]

Muhammed Raşit Erol (k.s.)

Adıyaman – Menzil

Babası Gavs-ı Bilvanis-i Seyyid Abdulhakim Hüseyni (k.s.) hazretleri olup Nakşibendî büyüklerindendir. Dedeleri Seyyid Muhammed, Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s.) hazretlerinin k_3922halifelerindendir. Baba ve dedeleri ilim ve tarikat ehli olan Muhammed Raşid Erol (k.s.) Evladı Resul olup Bilvanis seyyidlerindendir. Hz. Hüseyin (r.a.) soyundan geldiği için de “El-Hüseyni” denilmektedir.

Dedesi Seyyid Muhammed (k.s.) medreselerde yetişmiş çok büyük bir âlimdi. Hüsn-ü hat sanatında çok mahirdi. Hazret’e intisap etmiş, Nakşibendî halifesi olarak icazet ve hilafet almıştı.

Fakat kendisi şeyhine “Sizin sağlığınızda kendi halifeliğimi açıklayamam, sizden sonraya kalırsam, açıklanmasını birisine vasiyet edersiniz. Aksi takdirde sizin yaşadığınız devirde ben mürşidim ben şeyhim diyemem, lütfen beni gizleyiniz” diye rica etmişti.

Şeyhinden önce vefat ettiği içinde halifeliği açıktan ilan edilmeyip gizli kalmıştır. Babası olan Gavs hazretlerini Seyyid Muhammed’in vefatı üzerine Seyyid Maruf (k.s.) (seyda hazretlerinin dedesinin babası) büyütmüştür.

Gavs hazretleri Siyanüs seyyidlerinden olan Fatıma hanımla evlenmişler, bu izdivaçtan Seyyid Muhammed (k.s.), Seyyid Muhammed Raşid (k.s.) ve Seyyid Zeynel Abidin isimlerinde üç oğlu ile Halime ve Hatice isminde iki kızı olmuştur. Zeynel Abidin küçük yaşta vefat etmiştir.

İlk zevcesinin teşvikiyle evlendiği Taruni köyünden Seyyide olan ikinci hanımı Sıdıka hanımdan da Muhammed Raşid Erol (k.s.) hazretlerinin diğer kardeşleri, Seyyid Abdülbaki (k.s.), Seyyid Ahmed, Seyyid Abdülhalim, Seyyid Muhyiddin ve Seyyid Enver ile Aynulhayat, Refiate, Raikate, Naciye adlı kız kardeşleri olmuştur. Muhammed Raşid Erol (k.s.) hazretleri 2 yaşlarında iken Seyyid Maruf vefat edince Gavs hazretleri evini Siyanüs köyünden Taruni köyüne taşıdı. Burada 13 sene kaldılar. Daha sonra mürşidi Ahmedi Haznevi’nin (k.s.) izniyle Bilvanis köyüne hicret ettiler.

Şah-ı Hazne Seyda hazretlerini 9 yaşındayken görür. Yüzü aydınlanır. İleride çok sevenleri olacağını belirtir ve Allah’a şükrederek “Biz onun cemaatinde bulunamazsak da, o çok kalabalık cemaatin çobanını görmekte büyük bir nimettir” derler.

Muhammed Raşid Erol (k.s.) hazretleri bu köyde yine Seyyide olan Sekine hanımla evlenmişlerdir. Bu evlilikten Seyyid Fevzeddin, Seyyid Abdülgani, Seyyid Taceddin, Seyyid Mazhar, Seyyid Abdurrakib isimli oğullan ile Haşine, Muhsine, Hasibe, Rukiye, Münevver, Mukaddes, Mümine ve Hediye isimli kızları dünyaya gelmiştir.

KASRİK’TEN MENZİL’E

Gavs hazretleri Bilvanis köyünde 6 sene kaldıktan sonra Muhammed Raşid Erol (k.s.) hazretleriyle birlikte Bitlis’in Kasrik köyüne taşındılar. Burada 11 sene kaldıktan sonra Siirt’in Kozluk kazasının Gadir köyüne hicret ettiler. 9 sene (Burada iken vatan görevini önce acemi birliği olan Manisa’da, sonra Diyarbakır’da tamamladı) kaldıkları Gadir’den hayatının sonuna kadar ikamet edecekleri Adıyaman ilinin Kâhta kazasının Menzil köyüne yerleştiler. Babası Gavs hazretleri 1 Haziran 1972 yılında vefat edince başlayan irşat görevi 21 sene 4 ay 19 gün devam etmişti. Muhammed Raşid Erol (k.s.) Hazretleri babasının vefatında buyurdular:

“Allah (cc) Resulüne ‘Biz seni âlemlere rahmet olarak göndermekten başka bir şey için göndermedik.’ Allah Rasûlünün ölümü dünyanın üzerine musibet halinde çöktü. Benim babam da Allah Rasûlünün varislerindendir. Ben onun Allah yolunda insanları irşat ve ilimle uğraştığına şahidim. Biz onu Allah yolunda olduğu için seviyorduk. Babam vefat etti. Nakl-i mekân etti. Allah Hayy’dır ve mekândan münezzehtir. Öyleyse aşka, Allah’a… her şey fanidir.”

SÜRGÜN HAYATI

1968 yılında halifelik icazetini alan 1972 yılında irşad görevine başlayan Muhammed Raşid Erol (k.s.) yurtiçinden ve yurtdışından aşırı ziyaretçisinin gelmesi 18 Temmuz 1983 tarihinde Çanakkale’nin Gökçeada ilçesinde mecburi ikametine yol açmıştır.

Önce Adıyaman’a, sonra Adana’ya oradan da Gökçeada’ya götürülen Muhammed Raşid Erol (k.s.) çektiği sıkıntı ve adanın havasının, sıhhatini etkilemesi sonucu 30 Ocak 1985 tarihinde Ankara’ya nakledilmiştir.

Burada da 16 ay gözetim altında tutulduktan sonra Merkezi idarenin müsaadesiyle tekrar Menzil’e dönmüştür.

SUİKAST GİRİŞİMİ

Tekrar tebliğ ve irşad hizmetine devam ederken 1991 yılının Ramazan Bayramı bayramlaşması sırasında içerisine zehirli böcek ilacı çekilmiş şırıngayla suikast yapılmış, eline isabet eden zehir etkisini göstermiş, acil müdahaleyle hastaneye yatırılan Muhammed Raşid Erol (k.s.) hayati tehlikeyi atlatmış, fakat elinin üstündeki ve içindeki yaralar sebebiyle uzun süre ızdırap çekmiştir.

Şeker, damar sertliği, tansiyon ve romatizma hastalıkları nedeniyle uzun yıllar tedavi gören Muhammed Raşid Erol (k.s.) ölümünden bir yıl önce ayağı kırılmış çektiği ızdıraplara bir yenisi eklenmiş, fakat irşat faaliyetleri kesintisiz devam etmiştir.

Romatizma sebebiyle her yaz gittiği Afyondaki kaplıcalardan Ankara’ya dönüşünden bir kaç gün sonra 22 Ekim 1993 Cuma günü cuma namazından önce 63 yaşında Rahmet-i Rahman’a kavuşmuştur.

Vefat haberini alan onbinlerce seveninin katılımıyla 23 Ekim’de Menzil’de babasının yanı başında toprağa verilmiştir.

Kaynak: MenzilNet

Seyyid Taha Hakkari (k.s.)

Hakkari – Şemdinli’nin Bağlar köyünde

Osmanlılar zamanında Anadolu’da yaşayan evliyânın en büyüklerinden. İnsanları Hakka da’vet eden, onlara doğru yolu gösterip hakîkî saadete kavuşturan ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuzbirincisidir. Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin onbirinci torunudur. Ya’nî Peygamber efendimizin soyundan olup, seyyiddir. Hâlid-i Bağdâdî’nin talebelerinin büyüklerindendir. Rûh bilgilerinin mütehassısı, Rabbanî ilimlerin hazinesidir. Mevlânâ Hâlid’in talebesi olan Seyyid Abdullah’ın kardeşi Molla Ahmed’in oğludur. Lakabı; Şihâbüddîn, İmâdüddîn ve Kutb-ül-irşâd vel-medâr’dır. Hocası tarafından Şemdinân’da Nehri kasabasında ders vermeğe me’mûr edildi. Bütün İslâm âlimleri gibi, gecelerini gündüzlerine katarak İslâmın güzel ahlâkını yaymış, herkesi iyilik yapmağa teşvik eylemiştir. 1269 (m. 1853) senesinde Nehrî’de vefât eyledi.

Seyyid Tâhâ, çocukluğundan itibâren büyük bir istidâd, vekar ve heybet sahibi idi. Onu her gören ilerde pek büyük bir zât olacağını söylerdi. Küçük yaşta Kur’ân-ı kerîmi hatmetti ve ezberledi. Sonra ilim tahsiline başladı. Süleymâniye, Kerkük, Irak, Erbîl, Bağdat gibi ilim merkezlerine giderek şöhretli âlimlerden; tefsîr, hadîs, fıkıh gibi zâhirî ilimleri, zamanın fen ve edebiyat bilgilerini öğrendi.

Seyyid Tâhâ, daha ilim talebesi iken, birgün Bağdat’a yakın bir yerde, çok küçük bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları; “Bu su çok azdır, bununla abdest olmaz” deyince; “Bu, mâ-i câridir, ya’nî akar sudur. Dînimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunları bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar” buyurdu ve elini orada biriken su birikintisine sokup çıkardı. Arkadaşlarına uzatarak; “Bakın bu suda kocaman balıklar yaşamaktadır” deyip elindeki balığı gösterdi. Bu büyük kerâmeti gören arkadaşları; “Bundan sonra sen ne yaparsan yap, bir daha sana i’tirâz etmiyeceğiz” dediler.

Onüçüncü asrın kutbu olan Mevlânâ Hâlid, Hindistan’a giderek, Gulâm Ali Abdullah Dehlevî’nin huzûru ile şereflenip, lâyık ve müstehak oldukları fazilet ve kemâlâti aldı. Sonra, Allahü teâlânın kullarına doğru yolu gösterip Hakka kavuşturmak için vatanına döndü. Her taraf, Mevlânâ’nın kalbinden saçılan nûrlar ile aydınlanmağa başladı. Bu sırada arkadaşı olan Seyyid Abdullah da, Süleymâniye’de bulunan Mevlâna’yı ziyârete gitti. Onun da sohbetle bulunarak, kemâle geldi ve halîfe-i ekmeli ya’nî en olgun halîfesi oldu. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye, biraderi oğlu Seyyid Tâhâ’nın, harikulade ve yüksek istidâdını anlattı. Mevlanâ Hâlid-i Bağdadî hazretleri de, bir daha gelişinde, onu beraber getirmesini emir buyurdu. Seyyid Abdullah bir dahaki ziyâretlerinde yeğeni Seyyid Tâhâ’yı da götürdü. Mevlânâ hazretleri, Bağdat’ta Seyyid Tâhâ’yı görür görmez, hemen Abdülkâdir-i Geylanî hazretlerinin kabr-i şerîfine gidip istihâre etmesini emr eyledi. Seyyid Tâhâ da kabre gidip istihâre eyledi. Ceddi Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, Allahü teâlânın izniyle kabr-i şerîfinden kalktı ve onu çok iyi karşıladı. Sonra; “Benim yolum büyük ise de, şimdi ehli kalmadı. Mevlânâ Hâlid ise, zamanının âlimi, evliyânın en büyüğüdür. Hemen ona git, teslim ol, onun emrine gir” buyurdu.

Seyyid Tâhâ, büyük dedesi Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin ma’nevî emri ve izni üzerine, Mevlânânın huzûruna geldi. Bu öyle bir gelişdi ki, pek az kimselere nasîb olmuş, nasıl ve neler elde ederek gideceği, bu başlangıç ve gelişden belli oluyordu. Mevlânâ, Seyyid Tâhâ’nın yetişmesine, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, kalblerin düşünemediği manalara erişmesine himmet gösterip yardım etti. İleride zamanın en büyük âlim ve velîsi olacak tarzda, ihtimam ve ciddiyetle onu terbiye etti. Riyâzet ve mücâhedesinde hiç eksiklik etmedi. Nefsin istediklerini yaptırmayıp, istemediklerini yaptırdı.

Mevlânâ Hâlid hazretleri, yetiştirme ve terbiye esnasında, Seyyid Tâhâ’ya dağdan istincâ taşları getirttirdi. Bu hâl, talebeleri arasında, taaccüble karşılanır; “Hocamız Mevlânâ, Resûl-i ekremin ( aleyhisselâm ) Ehl-i beytine çok fazla bağlı olduğu hâlde, Seyyid hazretlerini dağa göndermesinden hikmet nedir?” derlerdi. Hazret-i Mevlâna ise, bu husûsda konuşmaz sükût ederdi.

Seyyid Tâhâ hazretleri, Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî’nin yanında seksen gün kaldıktan sonra, evliyâlıkta pek yüksek derecelere kavuştu. Keşf ve kerâmet sahibi olarak hilâfet-i mutlaka ile şereflendi.

Seyyid Tâhâ hazretleri, hilâfetle müşerref olup Berdesûr’a hareket edeceği zaman, hazret-i Mevlânâ onu büyük bir cemâatle teşyî’ etti, uğurladı. Vedâdan sonra, Seyyid Tâhâ, Mevlânâ’nın ayrılmış olduğunu hissedip, atına binmek istediğinde, üzenginin bir kimse tarafından tutulduğunu anladı. Baktığında, üzengiye yapışan ve onu tutanın hocası Mevlânâ’nın olduğunu gördü. “Estağfirullah” deyip, geri çekildi. Hazret-i Mevlânâ, Seyyid Tâhâ hazretlerine hitaben; “Bir zaman nefsinin terbiyesi için size dağdan taş getirtiyordum. Şimdi Resûl-i ekremin Ehl-i beytine olan bağlılığım hasebiyle, üzengini benden başka kimse tutamaz. Siz de bundan kaçınamazsınız” buyurdu. O da sıkılarak, “Emîr edebden üstündür” sözü gereğince ata bindi. Bir müddet binlerce âlim, sâlih, talebe ve halkın katıldığı uğurlama merasimi ile yürüdü. Sonra, Mevlânâ durdu. Elindeki dizginleri, Seyyid Tâhâ’ya verip; “Bundan sonra dizginlerin senin elindedir. Terbiye ve yetişmende kusur etmedim. Cenâb-ı Hak yardımcın, büyüklerin rûhları sığınağın olsun” buyurdu. Tâhâ-i Hakkâri hazretleri Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’nin halîfesi olarak Berdesûr’a geldi.

Seyyid Abdullah, Nehrî’de talebe yetiştirmek ile meşgûl iken, oraya çok yakın olan Berdesûr’a Seyyid Tâhâ’nın da gönderilmiş olmasının hikmetini anlayamayan birçokları; “Böyle iki büyük halîfenin bir yere gönderilmesinin sebebi nedir?” dediler. Fakat bunu, kısa bir süre sonra Seyyid Abdullah vefât ettiğinde anladılar. Bunun üzerine, oranın halkı tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen Seyyid Tâhâ hazretleri, Nehri kasabasına gelip talebe yetiştirmeğe başladı. Burada kırkiki sene, ilim talebesine, Hak âşıklarına ve Hakkı arayanlara feyz ve nûr saçtı. Âşıklar, uzaktan yakından pervane gibi bu irşâd ve nûr kaynağının etrâfına toplandılar. Nehri, Cennet bahçelerinin gıbta edeceği bir gülistan oldu ki, Allahı arayanların arzusu ve rûhlarının mıknatısı hâline geldi. Şimdi birkaç harab evin bulunduğu Nehri’de, o zaman nüfus onaltıbine yükseldi. Nehri, birkaç câmi, mescid, medreseler, çarşı ve diğer dükkân, han, hamam ve benzeri binalarla o civarın merkezi idi.

Seyyid Tâhâ hazretleri, vefa ve sadâkatte Hazreti Ebû Bekr-i Sıddîk’ı, şecaatte ve adâlette Hazreti İmâm Ömer’i, haya ve hilmde Hazreti Osman’ı, vilâyet-i kübrâda Hazreti İmâm Ali’yi (r.anhüm) temsil ederdi. Tıpkı Resûlullaha yakın Eshâb-ı Kirâmdan birisi gibi idi.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin, murâkabe etmesinin çokluğundan, boynundaki kemik, dışarıya doğru eğilmiş gibi görünürdü. Vekâr ve heybetinden mübârek yüzüne bakılmazdı. Yüzündeki heybet şuası, ondördüncü gecedeki ay gibi gözleri kamaştırırdı. Alnı geniş, kaşları kesif (sık), iki kaşları arası açık, mübârek gözleri siyah, yüzleri yuvarlak, sakalı top, orta boylu bir nûr parçası idi. Gönül sahibleri görünce, rûhen âşık olurlardı. Hülâsa, ilâhî nûrun tecellîsi idi. Sohbetlerinin ehli olanlar, aşkla kendilerinden geçerlerdi. Nehri hududuna girildiğinde, feyz ve muhabbet kokuları, akıllı olanları ve gönül sahiplerini istilâ ederdi. Ziyâretçiler, abdestsiz olarak Nehrî’ye giremezdi. En büyük halîfelerinden meşhûr Molla Tâhâ ki, “Halîfe Köse” lakabıyla tanınır, o buyurdu ki: “İki yerinden başka Nehrî’nin bütün taşları, ağaçları, herşeyi nûrdur. Biri, yahudi mahallesi, öbürü Mûsâ Bey ismindeki bir münâfığın kalesidir.”

Seyyid Tâhâ hazretleri, teheccüd namazını ekseriya saâdetli hânesinde, ba’zan kendi mescidlerinde eda ederlerdi. Kuşluk namazını dâima câmide kılardı. Her gün medreseleri kontrol eder, müderris ve talebelerin tahsillerini tedkik buyururdu. Müderrislerin müşkil mes’elelerini hallederdi. Nehri, karınca yuvası gibi, dâima sâlih kişiler ve talebelerle dolu idi. Binlerce gönül sahibleri feyz almak için boyunlarını büküp, o dergâha akın ederlerdi. Gece-gündüz o makamın, zikr, fikr, ibâdet ve tâatsız bir ânı bulunmazdı. Seyyid Tâhâ hazretleri dergâha teşrîflerinde, herkesin gönülleri, inci saçılan dillerinden çıkacak sözlere bağlanırdı. Nehri kasabası binyediyüz hâne iken, hiçbir evde yemek söz konusu değildi. Hepsi tekkeden yer, içerdi. İkindi namazından sonra “Hatm-i hâcegân-ı kebîr”, sonra İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin “Mektûbâtı okunurdu. Seyyid Fehîm hazretleri Nehrî’de ise ona, yok ise, muhterem dâmâdları ve halîfeleri Seyyid Abdülehad hazretlerine okuturlardı. Bu arada ba’zı kelime veya cümle üzerinde geniş bir îzâh, sohbetlerinin mevzû’unun esâsı olurdu. Nehrî’de misâfirlerden, faraza sadrâzam olsa dahî, akşamla yatsı arasında yemek fasılası yoktu. Bu müddet zikr, fikr ve ibâdetle geçirilirdi. Akşam yemeği, akşam üzeri yenirdi. Talebelere teveccüh edip makamlarını yükseltme vakitleri, Seyyid hazretleri tarafından ta’yin buyurulur, gün, saat ve şartlarını îlan ederlerdi. Ba’zan bu teveccühü halîfelerinden birisine yaptırırlardı. Kendisini sevenlerden ve talebelerinden kimseyi unutmazlar, herkesin hâlini genişçe suâl buyururlardı. Kimin bir sıkıntısı olursa, hemen gidermeğe çalışırlardı. Sıla-i rahme ehemmiyet verir, muhtaç olanların ihtiyâçlarını karşılardı. Hocasının tavsiyelerine binâen devlet ricali ile temas buyurmazlar, ancak ba’zı müslümanların zararını önlemek üzere mektûp yazarlardı. Hâlbuki başta Sultan Abdülmecîd Hân olmak üzere, bütün devlet ricali her emirlerine amade idi.

Seyyid Tâhâ hazretleri, bütün cihâna hükmeden bir hükümdâr olsa, dünyâyı en güzel şekilde idâre edebilirdi. Aklı, idrâki, idâre ve intizâmı akıllara hayret verirdi. Dünyâ ve âhırete âid ilimlerdeki maharet ve ihtisası, herkesten üstün idi. Hülâsa, madden ve ma’nen, İslâm âlemine bahşedilen ilâhî lütuflardan bir büyük ni’met idi.

Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin babasının dedesi olan Seyyid Muhammed, o zaman Van’dan gelip, bu kaynakdan feyz aldı. Seyyid Tâhâ, Van’ı şereflendirince, Seyyid Muhammed’in evinde misâfir olurdu. Seyyid Muhammed’in birâderi Molla Lütfî’nin oğlu Seyyid Sıbgatullah Efendi de, Hizân’dan Van’a gelince, Seyyid Tâhâ’ya talebe oldu. Çok feyz ve bereketlere kavuştu. Sonra Hizan’a babasının yanına gitti. Bundan sonra, yüzlerce talebesi ile, her yıl Nehri’ye Seyyid Tâhâ hazretlerini ziyârete giderdi.

Seyyid Tâhâ hazretleri zamanında, İran Şahı, Şemdinan’a yakın 145 pare köyü, her şeyi ile beraber Seyyid Tâhâ’ya bağışladı. Bu haberi kendisine getirdiklerinde, bir an başını eğip kaldırdıktan sonra; “Elhamdülillah” dedi. İran şahı ölünce, oğlu bu köyleri geri aldı. Haberi Seyyid Tâhâ’ya getirdiklerinde, yine başını eğip bir an sonra kaldırdı ve; “Elhamdülillah” buyurdu. Köse Halîfe; “Efendim! Köyleri size hediye ettikleri zaman da hamd ettiniz. Geri aldıklarında da hamd ettiniz. Hikmeti nedir?” diye arzedince; “Hediye ettikleri zaman kalbimi yokladım. Dünyâ malına sevinmediğimi gördüm, bunun için hamd ettim. Şimdi geri aldıklarında, yine kalbime baktım. Hiç üzüntü bulunmadığını gördüm. Yine hamd ettim” buyurdu.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin, Köse Halîfe nâmıyla ma’rûf, âlim, âmil ve veliy-yi kâmil bir talebesi var idi. Seyyid Tâhâ’nın halîfelerinden olup ismi Tâhâ idi. Edebinden, “İsmim Tâhâ’dır” demeğe haya ederdi. Üstadından kendisine bir isim vermesini düşünür, fakat arzedemezdi. Sakalı biraz seyrek idi. Birgün, bu düşüncesini ve utancını keşfeden hocası, bir talebesine; “Bizim Köse buraya gelsin” buyurdu. Buna çok sevinip, bu ismi üzerine aldı ve hilâfetle şereflendikten sonra da ismi, “Köse Halîfe” kaldı.

Seyyid Tâhâ-i Hakkâri’nin kerâmetleri pekçoktur. Bunlardan ba’zıları:

Musul taraflarında şeyhlik iddiasında bulunan bir kimse, talebesinden birini Seyyid Tâhâ hazretlerinin yanına gönderdi ve; “Seyyid Tâhâ’ya, sünnete uymayan bir iş işletmeden, buraya dönme” dedi. O da kalkıp Nehrî’ye geldi. Bir ikindi namazından sonra, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mescidin kapısında duran ayakkabılarından sol ayağınınkini uzağa koydu. Bununla mescidden sağ ayakla çıkmasını ve sünnete uygun olmayan bir iş yapmasını düşünmüştü. Fakat Seyyid Tâhâ hazretleri, kalabalık içerisinde, o kişiye hitâb edip; “Aldığın ayakkabıyı yerine koy! Senin aradığın şey, bu kapıda yoktur” buyurdu.

Bir gece hırsızın biri, Seyyid Tâhâ hazretlerinin anbarına girip bir çuval un almak istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar boşalttı, yine kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp götüremedi. O sırada, Seyyid Tâhâ hazretleri anbara geldi ve; “Ne o, çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım edeyim” deyince hırsız, donakalıp birşey diyemedi. Seyyid hazretleri çuvalı kaldırıp, hırsızın sırtına verdikten sonra; “Bunu al git, bizim adamlarımız görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyâcın olursa, anbara değil, bize gel” buyurduğunda hırsız tövbe edip, sâdık talebelerinden oldu.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin kayınpederi, Nehri kadısı idi. Bu mübârek dâmâdını o kadar çok severdi ki, kabrinin, onun kabrine girişte yapılmasını ve; “Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrini ziyâret etmek isteyen Hak âşıkları, benim mezarıma uğrayıp da geçsinler. Belki o mübârek zâtı ziyâret edenlerin hürmetine Allahü teâlâ beni affeder. Yahut onu ziyârete gelenlerin ayaklarına mezarımın toprağı değmekle teberrük ederim” buyurdu. (Gerçekten o mezar, Seyyid Tâhâ hazretlerinin mübârek kabirlerinin tam girişindedir.)

Bir ermeni. Seyyid Tâhâ hazretlerine gelip; “Çocuğum olmuyor, sizin büyük bir zât olduğunuza inanıyorum. Duâ edin de, çocuğum olsun” dedi. Seyyid Tâhâ hazretleri, talebesinden birine; “Git bir beze iki tane koyun kılı koy, sar, getir!” buyurdu. Talebesi emri yerine getirdi. Seyyid Tâhâ, ermeniye; “Bu bezi beline sar, hiç çıkarma” buyurdu. Aynı ermeni beş sene sonra gelip; “Efendim, her bâtında iki çocuk olmak üzere, beş senede on tane çocuğum oldu. Artık yeter” dedi. Seyyid Tâhâ da; “Belindekini artık çıkarabilirsin” buyurdu.

Seyyid Sıbgatullah, Arvas’dan Hizân’a halîfe olarak gönderilmeden önce, Van’a gitmişti. Van vâlisi, Vanlılara nasihat etmek için Van’da kalmasını çok rica etti. O da; “Hocam Seyyid Tâhâ hazretleri müsâade ederlerse kalırım” dedi. Nehrî’ye varınca, vâlinin ricasını ve ilâveten; “Van halkı nasîhata çok muhtaçdır” diyerek arzetti. Seyyid Tâhâ: “Molla Sıbgatullah! Van halkı âsîdir. Ne sen onları ıslah edebilirsin, ne de ben. Ancak bana ma’lûm olduğuna göre, sizin hânedandan büyük âlim ve fâzıl Seyyid Fehîm isminde bir zâtın gizli te’sîrli himmetleri ile Van halkı muvakkaten ıslâh edilecektir. O zâtın şu anda hayatta olup olmadığını bilmiyorum” buyurunca, bu hikmetli beyânlarına karşılık Seyyid Sıbgatullah; “Evet efendim, o zât benim amcazâdemdir. Cezîre’de Şeyh Hâlid Cezîrî’nin yanında, ilim tahsiline devam etmektedir. Gerçekten buyurduğunuz gibi ilim ve fazileti ile meşhûrdur” dedi. Hazret-i Seyyid Tâhâ, bu îzâha çok memnun olup; “İkinci gelişinizde onu mutlaka bana getireceksiniz” buyurdu.

Bir müddet sonra, Seyyid Muhammed, oğlu Seyyid Fehîm’in Seyyid Tâhâ hazretlerinden ilim tahsil etmesi için onunla Nehrî’ye doğru yola çıktılar. Yolda; “Yavrum Fehîm! Huzûruna çıkacağın Seyyid Tâhâ, çok büyük zâtdır. Vilâyet derecelerinin en yükseğindedir. Feyz almadıkça, kemâle ermedikçe, ondan sakın ayrılma” dedi. Nehrî’de Seyyid Tâhâ hazretlerinin elini öptüler. Seyyid Fehîm-i Arvâsî ayakta iken, Tâhâ-i Hakkâri hazretleri bir vazîfe verip, ta’lim buyurdu. Sıcak bir günde anlattıklarını tekrar ettirdi. Seyyid Fehîm, hepsini olduğu gibi söyleyip, yalnız “Hatt-ı tûlânî” yerine “Hatt-ı tûlf” dedi. Seyyid Tâhâ, onu hemen düzeltti. O zaman Seyyid Fehîm pek genç idi. Medrese derslerini henüz bitirmemişti.

Seyyid Tâhâ hazretleri, birgün talebeleriyle birlikte, Ahmed-i Cüzeyri hazretlerinin “Dîvân”ından okuyordu. Bir beytin ma’nâsını talebelerine sordu. Herkes birşeyler söyledi. O zaman, Seyyid Fehîm çok genç idi ve oraya yeni gitmişti. “Sen ne dersin Molla Fehîm?” buyurdu. Seyyid Fehîm hazretleri de, anladığını söyledi. Nihâyet Seyyid Tâhâ; “Söyleyenler içerisinde, Cüzeyrî’nin muradına en yakın olanı Seyyid Fehîm’in söylediğidir. Bununla beraber, onunla, Cüzeyrî’nin muradı arasında yerle gök kadar mesafe vardır” buyurdu. (Cüzeyrî büyük velîlerden ve Hak âşıklarından olup, yaslandığı taş, kalbinin hararetinden, aşkının ateşinden ısınırdı. Oradan ayrılınca, ihtiyâr bir kadın o taşa hamurunu koyar, biraz sonra hamur pişerek ekmek olurdu. Çok garîb kerâmetleri, çok ince ve yanık ma’nâlı şiirleri vardır. “Dîvân”ı, doğu illerimizde asırlardır okunmaktadır.)

Tâhâ-i Hakkâri hazretleri, Seyyid Fehîm’i öyle yetiştirmişti ki, oğlu Habîb vefât edince, Seyyid Fehîm hazretlerine; “Bir bak bakalım, bizim evlâd nasıldır, ne ile meşgûl oluyor?” buyurdu. Seyyid Fehîm hazretleri, kabrinde murâkabe edip geldi ve; “Oğlunuzu, rahat ve dağılmış inci tesbîh tanelerini toplayıp, bir ipliğe dizmeğe uğraşır gördüm” dedi. Bunun üzerine Seyyid Tâhâ; “Ben de öyle gördüm, onları ancak kıyâmete kadar dizer” buyurdu. (Bu oğullarının kabri, kendi kabirlerinin bitişiğindedir.)

Seyyid Tâhâ, birgün, câmi duvarına dayanarak otururken, oraya Seyyid Fehîm geldi. Seyyid Tâhâ hazretleri mübârek eli ile işâret ederek, onu yanına çağırdı ve buyurdu ki; “Sen zekî bir talebesin. Mutavvel’i okumalısın!” O da; “Efendim kitabım yok. Hem de, memleketimizde okunan bir kitap değildir” deyince, Seyyid Tâhâ kendi kitabını verdi. Seyyid Fehîm tahsilini bitirmek için, Muş’un Bulanık kazası, Âbirî köyünde, Molla Resûl-i Sübkî’nin yanına gitti. Mutavvel’i bunun huzûrunda okuyup, bitirdi. Vilâyet derecelerinde yükselmek için de her yıl iki kerre Nehrî’ye ya’nî Şemdinân’a geliyordu. Her gelişinde, Seyyid Tâhâ’nın çeşitli iltifâtlarıyla şerefleniyordu. Meselâ birgün, câmi sofasında “Mektûbât” okunuyordu. Dinleyenler çok kalabalıktı. Seyyid Fehîm ise uzakta ayakta dinliyordu. Seyyid Tâhâ, kitapdan başını kaldırarak; “Molla Fehîm! Acaba şimdi hiç üstâd yok mu?” buyurunca, Seyyid Fehîm cevap vererek; “Şimdi bulunan üstâd gibi, hiç gelmemiştir” deyiverdi.

Seyyid Tâhâ hazretleri, Seyyid Fehîm’in kemâle gelip olgunlaştığını görünce ona, talebe yetiştirmek üzere mutlak icâzet verdi. Seyyid Fehîm ise, bu işi görmeğe lâyık olmadığını bildirdi. Seyyid Tâhâ ise, ısrarla bu vazîfeyi alması için uğraştı ve kabûl ettirdi. Memleketi olan Arvâs’a gitmesini emir buyurdu. Seyyid Fehîm, Nehri’deki dağın tepesine çıkıp giderken, tekrar çağırdı. Kitapların içindeki mektûplarını kendisine göstererek; “Bu ihlâs ve sevgi, sizin değil midir? Niçin bu vazîfeden kaçınıyorsun” buyurdu.

Seyyid Tâhâ hazretleri, bir gece rü’yâsında Resûl-i ekrem efendimizi ( aleyhisselâm ) uçsuz-bucaksız bir sahrada ilerlerken gördü. Önlerinde, yanlarında ve arkalarında, şefaat isteyen pekçok insan vardı. Kimi eteklerine tutunmuş, kimi önlerine geçip dize gelmiş ve başını eğmişti. Seyyid Tâhâ hazretleri bir kenarda bekliyordu. Allahın Resûlü ( aleyhisselâm ) onu görünce, ona doğru yöneldiler. Ona iltifâtlarda bulundular.

Yine bir gece rü’yâsında, dağdan bol bir suyun aktığını ve herkesin ondan içmeğe koştuğunu gördü. Kendisi ise o gün, suyu kaynağından içmek için dağın tepesine tırmanıyordu. Bir de gördü ki, suyun kaynağında Allahın Resûlü ( aleyhisselâm ) var. Ve bütün sahrayı kol kol dolaşan sular, O’nun mukaddes parmaklarından akmaktadır… Seyyid Tâhâ, suyu o mübârek parmaklardan ve fışkırış noktasından içmek saadetine erişmek için yaklaştı ve içti.

Hocası Mevlânâ Hâlid hazretleri, kendisine yazdığı Fârisî mektûplarından birinde şöyle buyurdular: “Kıymetli Seyyid Tâhâ! Allahü teâlânın emânında olunuz! Âfet olan şöhretten dâima çok sakınınız! Kişi için, talebelerin çokluğu büyük belâ olabilir. Allahü teâlâ sizi o âfetten korusun! Âmîn. Kalbin acem beldelerine meylini, öldürücü, rûhu kurutucu zehir biliniz! Nerede kaldı ki, onların yanına gidilsin. Onlara yakın olmaktan, tatlı, idâreli dil kullanmaktan çok uzak olmalıdır. İnşâallah bir araya gelmezsiniz. Eğer şah bile bizzat da’vet ederse, gitmemelidir. Nerede kaldı ki, başkalarının da’vetine gidilsin. Böyle da’vete verilecek cevap şudur: “Biz derviş kimseleriz. Bizim işimiz, dünyâdan kesilmek ve İslâm pâdişâhına duâ etmek, insanların dînine hizmettir. Devlet reîslerinin meclisinin edeblerini bilmeyiz.” Sana emrettiğim üzere ol, muhalefet etme! Molla Mustafa Eşnevî’ye de fakirin selâmını söyle ve bu yazdıklarım aynı zamanda onun içindir. Fitne olan yerden çok uzak olup, dîne hizmet edecek yerde bulunmak ve yerleşmek zarurîdir. Bizden birşey gizli tutulmasın ki, helake sebep olur. Kulların en za’îfi Hâlid-i Nakşibendî Müceddidî.”

Seyyid Tâhâ hazretleri, halîfesi Seyyid Sıbgatullah Arvâsî’ye yazdıkları Fârisî bir mektûpda şöyle buyuruyor: “Adı güzel, feyz ve fâide menbâı Molla Sıbgatullah! Selâm eder, duâlarımı bildiririm. Gönderdiğiniz güzel mektûbunuz geldi. Bizi sevindirdi. Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, dünyâ ve âhıret saadetinin sermâyesi olan fukaraya (evliyâya) muhabbetiniz hiç sönmemiş, kızıl kor gibi durmaktadır ve ayrılık günleri onu hiç etkilememiş. İki şeyi muhafaza etmek lâzımdır: Bu dînin sahibine son derece bağlılık ve hocasına ihlâs ve muhabbet üzere olmak. Bu iki şey olunca, ne verilirse ni’mettir. Bu ikisi kuvvetli olup, başka birşey verilmezse, hiç üzülmemelidir. Sonunda verilecektir. Eğer, Allah korusun, bu iki şeyden birinde halel (ârıza, sakatlık) olursa, bununla birlikte hâller ve zevkler bulunsa da, bunları istidrâc bilmeli, kendinin harablığı görmelidir. Doğru yol budur. Allahü teâlâ muvaffak eylesin!”

İkinci mektûplarında da; “Duâcınızın hâllerini sorarsanız, Allahü teâlâya hamd olsun ki, sevdiklerimizin istediği şekildedir. “Kardeşimin oğlu, birkaç kimse ile birlikte huzûrunuzla şereflenmek isterler, izin var mıdır?” diyorsunuz. Buyursunlar! Fakat kendinizi onlara karşı yetersiz göstermemek şartıyla. Her zaman geliniz. Canınız istediği kadar kalınız. Ne zaman gitmek isterseniz gidersiniz. Vesselâm ved-duâ! Kulların en za’îfi Seyyit Tâhâ Hâlid-i Nakşibendî.”

Birgün Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Amcanız Seyyid Abdullah hazretlerinin üzerinde türbe vardır. Başkalarında ise yoktur. Acaba hikmeti nedir?” diye sordular. Seyyid Tâhâ hazretleri de şöyle buyurdu: “Biz Berdesûr’dan Nehrî’ye gelmeden önce, basit bir şekilde örtmüşler. Amcam sağ olsaydı, babasının üstünü dahî örtmezdi. Madem ki, siz örttünüz, biz birşey demiyoruz. Ama bizim üzerimiz örtülmeyecektir.” (Gerçekten bu emir devam etmektedir. Başkale’de, Gayda’da, Arvas’da, Van’da, Ankara’da ve diğer yerlerdeki ona bağlı seyyidlerin hiçbirinin üstü örtülü ya’nî türbe içinde değildir.)

Seyyid Tâhâ hazretleri Şehîdân dağını her yıl iki kere ziyâret ederdi. (Bu dağ, Şemdinli’nin doğusunda, hattâ babalarının medfûn bulunduğu Meleyân köyünün de doğusundadır. İran hududuna yakındır. Hazret-i Ömer ( radıyallahü anh ) zamanında, Eshâb-ı Kirâm, o belde ve ülkeleri feth için buraya gelmişler ve bu dağda şehîd olmuşlardır. O zamandan beri bu dağın ismi Şehîdân (şehîdler) dağıdır.

Irak’ın Revândız havâlisinde, Berzend kabilesi ile Hayderî kabilesi arasında bir husûmet meydana gelip, birbirlerine harb îlân ettiler. Irak’ta, sözleri geçen bütün halk araya girdiği hâlde, bu fitne ve kavgayı önleyemediler. Önemli mes’ele olduğundan, Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Bunu siz hâlledersiniz” dediler. Sulh ve barıştırma dînî bir emir olduğundan, hemen Irak’a, ya’nî Revândız’a hareket eyledi. Her iki taraf Seyyid Tâhâ hazretlerini görünce, birlikte karşılayıp ellerini öperek emirlerine uydular. Bunları barıştırıp, Nehrî’ye geldiklerinde, âdetleri olduğu üzere, Nehri yolunda bulunan nehir kenarındaki Zî Tûvâ Çeşmesi başında istirahat ettiler. Beraberlerinde bulunan bin kişiye öyle bir teveccüh ettiler ki, bunlardan beşyüz kişi derhal, o anda hâl ve kerâmet sahibi oldu. (Bu büyük kerâmet, irşâd târihinde ender zevata nasîb olmuştur. Zî Tûvâ Çeşmesi, bugünkü kaza merkezi ile, Nehri arasındaki dere kenârındadır.)

Irak’tan iki seyyid genç, altı katırı hediyelerle yükleyip, Nehrî’ye, Seyyid Tâhâ hazretlerine getirmek için yola çıktılar. Hârûnân köyünden geçerken, Seyyid Tâhâ hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden Mûsâ Bey adındaki bey, katırları yükleri ile birlikte gasbetti. Gençler ağlayarak Nehrî’ye gelip Seyyid Tâhâ hazretlerini haberdâr ettiler. Seyyid Tâhâ, Mûsâ Bey’e haber gönderip; “Bu katırların yükleri bana âit olduğundan, yükler senin olsun. Bu gençler seyyiddirler. Onlara merhamet et, katırlarını teslim et” buyurdu. Mûsâ Bey emirlerini dinlemedi. Katırları vermedi. İkinci defa haber gönderip; “Benim nâmıma ve hatırıma versin” buyurdu. Buna da karşı çıkınca, Seyyid Tâhâ büyük hiddetle; “Cum’a gecesi gelsin de o vermesin görelim” buyurdu. Cum’a gecesi, Nehrî’den, talebeler gidip, neticeyi öğrenmek için nöbet beklediler. Meğer Bey, divanhânesinde kendine inananlarla oturmuş, Seyyid Tâhâ’nın evliyâlığını inkâr husûsunda konuşuyormuş. Bu fısk meclisinin bitişinden sonra, yatak odasına girip yatağına uzanırken, mi’desine bir ağrı girdi. “Karnım!.. karnım!..” diye bağırarak can verdi. Vaziyeti anlayan dokuz oğlu hemen Nehrî’ye gelip, katırları yükleri ile birlikte teslim ederek Seyyid Tâhâ’ya sığındılar. “Lütfen, merhameten babamızın defin merasiminde bulunup, duâ buyurunuz” dediler. Onlara cevaben; “Benim bulunmam, ona bir menfaat sağlamaz buyurdu. Çocukları çok ısrar ettiler. Hazret-i Seyyid nihâyet kalkıp, cenâzeye gitti. Cenâzenin kapkara kömür gibi olduğu görüldü. Definden sonra, Seyyid Tâhâ; “Benim gelişimden zerre kadar menfaatlenmedi” buyurdu. Cenâb-ı Hak, bir seyyide hakaret etmenin onu üzmenin cezasını verdi. Bunu herkes açıkça gördü.

Herkî aşiretinden Molla Abdullah isminde bir müderris, iki talebesi ile birlikte ziyâret için Nehri’ye giderken, çayın başında oturdular. Molla Abdullah, talebelerine; “Herkes abdest alarak Nehri’ye gider. Abdestsiz kimse gitmez. Ben bu âdeti bozup, abdest almadan gideceğim” dedi. Talebeleri; “Hocam, biz bu âdeti bozmayalım, abdest alıp da gidelim” dedilerse de Hoca Efendi: “Sanki bu dînî bir hüküm müdür? Ben yapmam!” dedi. Bu arada elini yüzünü yıkarken, koltuğundan bastonu suya düşdü. Elini uzatıp, bastonu almak isterken, hikmet-i ilâhî baston, onun başına, yüzüne vurarak yüzünü gözünü kan içinde bıraktı. Sonra baston gayb oldu. O da, böyle söylediğine pişman oldu. Yaralarını sarıp, abdest aldı. Nehri’ye gitti. Seyyid hazretlerinin dergâhına girince, bastonu duvarda asılı gördü. Gözleri bastona takılıp kalınca, Seyyid Tâhâ hazretleri; “Herhalde bu bastondan dayak yemişsiniz” buyurdu. Molla Abdullah yaptıklarına pişman olup, tövbe etti, talebelerinden olmakla şereflendi.

Berzencî seyyidlerinden Seyyid Mûsâ, kervanabaşı olarak İran’a gidiyordu. Gayet sarp bir yerde, ayağı kayan katırı uçuruma yuvarlanırken; “İmdâd yâ Seyyid Tâhâ!” diye bağırdı. O anda bir el, hayvanı olduğu yerde durdurdu. Çekip yola çıkardılar. Seyyid Mûsâ, bir müddet sonra ziyâret için Nehri’ye gitti. Seyyid Tâhâ hazretleri; “Yâ Seyyid Mûsâ! Bir katır için bizi İran’a çekiyorsunuz” buyurdu.

Van’ın Gürpınar kazasından bir zât, Nehri’ye gidip, Seyyid Tâhâ’ya talebe olmak istedi. Kabûl edilince de geri dönüp evine geldi. Talebe olduktan birkaç gün sonra, hayvanlarının bir kısmını kurt kaparak telef etti. Şeytan; “Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi” diye vesvese verdi. O talebe nihâyet Seyyid Tâhâ hazretlerinin daha önce kendisine hediye ettiği tesbihi iade etti. Maksadı hocasından ayrılmaktı. Tesbih, Seyyid Tâhâ’ya takdim edildiğinde, tebessüm buyurdu. Aradan günler geçmişti. Birgün öğle vakti namaza kalkarken, birden mübârek ellerini uzatıp; “Def ol, yâ la’în” buyurup namaza başladılar. Namazdan sonra Köse Halîfe; “Efendim, mübârek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?” diye suâl etti. O da: “Gürpınar’da bir müslüman sekerâtta iken, şeytan aleyhilla’ne imansız gitmesine çalışıyordu. Büyüklerin bereketiyle defedildi. Adam îmânla vefât etti” buyurdu. Köse Halîfe; “Tesbihi iade eden olmasın?” dedi. “Evet, odur” buyurdu. “Efendim, o edebsizlik ve terbiyesizlik etmişti” deyince de; “Bir zaman bize muhabbeti var idi” buyurdular.

Seyyid Tâhâ hazretleri, birgün câmide büyük bir cemâate namaz kıldırmak için ayağa kalkmıştı. Niyetten önce, mübârek sağ elini birden ileri uzattı. Geri çektiğinde bir miktar su, mübârek cübbelerinin kolundan döküldü. Canlı bir balık da yere düştü ve çırpınmağa başladı. Cemâat hayrette kaldı. Namaz kılındıktan sonra Köse Halîfe cesâret edip; “Efendim, bu su ve balık nereden geldi?” diye arz etti. Seyyid Tâhâ hazretleri cevaben; “Kızıldeniz’de bir gemi batıyordu. Talebelerimizden birinin “İmdât yâ mübârek hocam” diye çağırması üzerine, yardım edip, gemiyi düzelttik. Büyük âlimlerimizin himmeti, bereketiyle kurtuldular. Bu su ve balık oradandır” buyurdu.

Sultan Abdülmecîd Hân zamanında, Müks kaymakamı Derviş Bey, yaptığı bir hatâ sebebiyle kaymakamlıktan çıkarılmış, ayrıca yakalandığında hapse atılması için emir verilmişti. Bu sebeple Derviş Bey, gece gündüz saklanıyor dışarı çıkamıyordu. Kaymakam Derviş Bey’in hatırına, Arvas’ta Seyyid Fehîm hazretleri geldi. Hemen huzûruna gidip, tövbe ettiğini vazîfesine yeniden iade edilmesini, kendisinin affedilmesi için Şark bölgesinin askerî idâre âmiri olan Erzincan müşîrine şefaatçi olmasını yalvardı. Seyyid Fehîm hazretleri kendisine sığınan kaymakama; “Allahü teâlâya hamd ve şükür olsun ki, seyyidimiz ve mürşidimiz hayattadır. Böyle mühim mes’elelere karışmam doğru olmaz. Seni bir mektûpla ona göndereyim. İnşâallah te’sîrini muhakkak görürsünüz” diye müjde verdi. Kaymakam Derviş Bey, Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna varınca, takdim olunan mektûbu okudu. Sonra, Seyyid Tâhâ, hemen Erzincan müşîrine şu meâlde bir emirname yazdı: “Derviş Bey’i sana gönderiyorum, işini mutlaka yap. Senin de bana bir işin düşerse yaparım, vesselâm.” Mektûbu Derviş Bey’e verdi. Derviş Bey mektûbu okudu, tatmin olmadı. Fakat; “Bundan başka çâre yoktur” deyip, Erzincan’a yollandı. Bir gece yarısı Erzincan’a ulaştı; “Şimdi bir otele ineyim, yarın müşirle görüşürüm” deyip, bir otele gitti. Hemen karşısında polisleri gördü. Meğer bütün otellerin kapısındaki polisler, Derviş Bey’i bekliyormuş. İsmini sordular. Derviş olduğunu anlayınca, hürmet gösterip; “Hemen müşîr Bey’e gidelim” dediler. Derviş Bey; “Gecedir, yatıyor, rahatsız etmiyelim” dediyse de, polisler; “Bize verilen emir ve talimat şudur: “Müks’lü Derviş Bey hangi saatte gelirse, derhal bana getirin, uykuda isem uyandırın.” Derviş Bey’i hemen götürüp, müşîre haber verdiler. Müşîr derhal kalkıp, Derviş Bey’in boynuna sarıldı ve; “Bu sekizinci gecedir, hazret-i Seyyid Tâhâ bir an bile uyku ve istirahatime müsâade buyurmadılar; “Derviş Bey’i gönderiyorum, işini mutlaka yap, serbest olsun, aksi takdîrde helak olursun” buyuruyor” dedi. Hemen telgrafla Derviş Bey’in tahliye edilmesini, affedildiğini, vazîfesine iade edildiğini bildirdi. Serbest olarak eski yerine gönderdi. Derviş Bey, dönüşünde teşekkür için Nehri’ye Seyyid Tâhâ hazretlerine gidip, elini öptü; “Sizin yolunuza girip talebeniz olmak istiyorum” deyince, Seyyid hazretleri; “Arvas’a git, Seyyid Fehîm Efendi, yapacağın vazîfeyi söylesin” buyurdu.

Misâfirlerin hizmetlerine me’mûr levazım âmiri, bir akşam üzeri Seyyid Tâhâ hazretlerinin huzûruna gelerek; “Efendim! Bu fakîr, bu akşam üzeri, bin erkek ve beşyüz kadın misâfirlerin yemeklerini çıkartıp yedirdim. Şu anda beşyüz kişi Nehrî’ye girmektedir. Anbarlarda un kalmadı, ne yapayım?” diye arzedince, Seyyid Tâhâ; “Anbarlarda olması lâzım” buyurdu. “Efendim, süpürdüm, birşey kalmadı” deyince; “Bir daha bak” diye emretti. Bunun üzerine âmir gidip baktığında, anbarların unla dolu olduğunu hayretle gördü.

Seyyid Tâhâ, Nehrî’nin alt tarafında bir değirmen yapmayı düşündü. Bu değirmenin plânı ve projesini bizzat kendisi hazırlayıp, yapılışı esnasında talebeleriyle beraber sırtında taş taşıdı. Günlerce çalıştıktan sonra nihâyet değirmenin inşâsı tamamlandı. Değirmen öyle san’atlı, öyle muntazam yapılmıştı ki, hazne kısmına buğday konulduğunda kendiliğinden çalışmaya başlar, haznede buğday bittiğinde de dururdu. Bunu görenler, Seyyid Tâhâ hazretlerinin aklının çokluğuna hayran kalırlardı. Nitekim halîfelerinden Seyyid Sıbgatullah şu beyti söylemiştir:

“Gözümüz revak gibi sizin eşiğinizdedir,
Kerem et, kalbime gir; evim sizin evinizdir.”

Seyyid hazretleri beyti işitip, iltifâtla yanlarına teşrîf buyurdu.

Bir kimse şehîd olmuş ve büyük bir velînin yanına defnedilmişti. Seyyid Tâhâ onun şehîdlik mertebesini görüp; “Bu kimsenin, şu büyük velîden aşağı olduğu söylenemez” buyurdu.

Seyyid Tâhâ hazretleri, kendisini Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî’ye götüren velîni’meti amcası Seyyid Abdullah hazretlerine, bu büyük ni’metin şükrü olarak, hep hürmet ve hizmet etti. Onu hep iyilikle andı ve rûhuna pekçok sevâblar hediye etti. Ayrıca buyurdu ki: “Vefât ettiğimde benim kabrimi kabristanın en üst tarafına yapınız ki, sırf beni ziyârete gelenler, amcam Abdullah hazretlerinin kabrine uğramak mecbûriyetinde kalsınlar.

Onu da ziyâret ederek mübârek rûhuna sevâblar hediye etsinler.” (O kabristanın bir yolu vardı. Seyyid Abdullah’ın kabri girişte idi. Seyyid Tâhâ hazretlerinin kabrine gitmek isteyen Seyyid Abdullah’ın kabrinin yanından geçmesi lâzımdı.)

Seyyid Tâhâ hazretleri, öyle yüksek dereceli bir âlim idi ki, onu gören müslim veya gayr-i müslim, o anda Allahü teâlâyı hatırlarlardı.

Mevlânâ Hâlid hazretleri; “Beni, Seyyid Abdullah ve Seyyid Tâhâ’dan üstün zannetmeyin” buyurunca, meclisinde olanlar; “Efendim! Siz ikisinin de hocasısınız” dediler. “Benim onlar yanındaki yerim, bir sultanın çocuklarını yetiştiren bir hoca gibidir. Onlar sultanın çocukları olduğu için, bu hocadan üstündürler” buyurdu.

Seyyid Tâhâ hazretleri Seyyid Sıbgatullah’a buyurdular ki: “Molla Sıbgatullah! Üstadına muhabbet ve onunla sohbet, her şeyden üstündür. Çünkü üstâd, kemâl mertebelerinin en yükseğine kavuşturmak ve ona ma’rifetleri vermekle, talebesinin hastalıklarını izâle eder, giderir” buyurdu.

Yine şöyle buyurdu:

“Şâh-ı Nakşibend hazretleri, yolunun esâsını Eshâb-ı Kirâmın (aleyhimürrıdvân) yolu üzere kurdu. Onlar Resûlullahın ( aleyhisselâm ) muhabbeti ile yetindikleri gibi, bize de üstada muhabbet yeter.”

“Bana Cennet ve Cehennemden bahsetmek işi verilmedi. Bu kapıda olanlara bu ikisi te’sîr etmez.” Bu sözü açıklarken halîfesi Seyyid Sıbgatullah Arvâsî şöyle buyurdu: “Ebrâr, ya’nî iyi mü’minler âhıretleri için amel ederler, mukarrebler, ya’nî Allahü teâlâya yakın olan ve hep O’nunla bulunmaktan zevk alan seçkinler, sâdece Allahü teâlâ için amel ederler.”

“Zikr yapılmaksızın yalnız rabıta ile Hakka kavuşmak mümkündür. Zikr ise, rabıtasız kavuşturucu değildir.”

Seyyid Sıbgatullah Arvâsî hazretleri, Seyyid Tâhâ hazretlerine; “Nefehât gibi ba’zı kitaplarda, ba’zı evliyâ için (kuddise sirruh) ba’zıları için (r.aleyh) deniyor; hikmeti nedir?” diye suâl edince, şöyle buyurdu: “Birincisi, nefsinden tamamen kurtulanlar, ikincisi kendinde, nefsinden birşeyler kalanlar içindir. Nefsden tamamen kurtulmak, irşâdın şartı değildir. (R.aleyh) denenlerden de bir çoğu, irşâd makamına oturmuşlar, büyüklerin yolunda olup, fâideli olmuşlardır.”

Halîfesine şöyle buyurdu: “Halka önce işâretle muâmele et. Bu fâide vermezse ibâre ile (söz ile) söyle. Bu da fâide vermezse, ondan yüz çevir. Sen birinden yüzünü çevirirsen, Resûlullaha ( aleyhisselâm ) kadar bütün “Silsile-i aliyye” büyükleri ondan yüz çevirir.”

“Münkirden (inkarcıdan) aslandan kaçar gibi kaçın! Münkirin ekmeğini yiyenin kalbi, zikre karşı kırk gün ölür. Bu münkirler, Resûlullahın ( aleyhisselâm ) zamanında olsaydı, ona îmân etmezlerdi.”

Seyyid Tâhâ hazretleri ba’zan; “Misvakla kılınan bir rek’at namaz, misvaksız kılınan yetmiş rek’attan hayırlıdır” hadîs-i şerîfini okurdu. “Hadîsdeki sivâk, “misvâklamak” ma’nâsına geldiği gibi “sensiz” ma’nâsına da gelir. O zaman hadîs-i şerîfin ma’nâsı; “Sensiz, ya’nî kendini düşünmeden Rabbinle olduğun bir rekat, kendinle olduğun yetmiş rek’attan fâidelidir” buyururdu.

Birgün, kendilerine; “Nehrî’de sâdık talebeniz kimdir?” dediler. “Molla Muhammed Münhanî’dir” buyurdu. “O, katı tabiatlıdır” dediler. Bunun üzerine Mevlânâ Ahmed Cüzeyrî’nin Dîvân’ındaki şu beyti okudu:

“Ehl-i tarik, makamları seyr ederken renk renktir,
Bir kısmı ilâhi cemâl, bir kısmı celâldedir.”

“Amellerinizi ucb (kendini beğenmek, ibâdeti kendinden bilmek) ile örtmeyiniz, yok etmeyiniz.”

“Bizim yolumuzda ucb ve riya yoktur. Riya ve ucba helâl diyen, yolumuzda değildir.”

“Bizim yolumuzun yolcularının fâideleri, ana ve babalarına dahî ulaşır.”

Evliyânın vefâtından sonra istifâde hakkında; “Kılıç kınından çıkmadıkça, (ruh, bedenden çıkmadıkça) kesmez” buyurdu.

Seyyid Tâhâ hazretleri, 1269 (m. 1852) senesinde bir ikindi vakti, Haram Çeşmesi denilen ağaçlık bir mevkide talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet ânında kendisine iki mektûp arzedildi. Bunları kıymetli dâmâdı Abdülehad Efendi’ye okuttuktan sonra; “Abdülehad! Şöhret âfettir. Artık bizim dünyâdan gitmemizin zamanı geldi” buyurdu. Abdülehad da; “Aman Efendim, Şam’dan gelen bu iki mektûp nedir ki?” dedi. O gün sohbetten sonra hâne-i saadetlerine gitti ve orada hastalandı. Onbir gün hasta yattı. Hastalığının ağır olmasına rağmen namazlarını mümkün olduğu kadar ayakta kılmağa çalıştı. Hastalığının onikinci, Cumartesi günü talebeleri ve yakınları ile helâllaştı, vedâlaştı, vasıyyetini bildirdi. Kardeşi Seyyid Sâlih hazretlerini çağırttı. Onun için; “Birâderim Sâlih, kâmil, olgun bir velîdir. Herkesin başı onun eteği altındadır” buyurdu. Yerine kardeşi Sâlih hazretlerini halîfe bıraktı. İkindi vaktinde, talebelerinin Yâsîn-i şerîf tilâvetleri arasında, mübârek rûhunu Kelime-i tevhîd getirerek teslim eyledi.

Mübârek mezârı Nehrî’dedir. Onu seven âşıkları, uzak yerlerden gelerek, mübârek kabrinden fışkıran nûrlardan, feyzlerden istifâde etmekte, bereketlenmektedirler.

Seyyid Tâhâ hazretlerinin iki oğlu vardı. Biri genç yaşta vefât etti. İsmi Habîbullah idi. Bu oğlunu çok severdi. Diğer oğlu Seyyid Ubeydullah hazretleri olup, babasından istifâde ettikten sonra, amcası Seyyid Muhammed Sâlih hazretlerinden hilâfet aldı. Amcasından sonra, büyük bir metanet ve adâletle Nehri makamını, irşâd ve hükümdârlıkla idâre etmişti. Daha sonra Mekke-i mükerremeye gönderilmiş, Tâifde kendisine konak verilmişti. Mekke-i mükerreme’de hazret-i İbrâhim aleyhisselâmın makamında, tavaf sünnetinin son secdesinde, büyüklere yakışan bir tarzda vefât edip, Cennet-i Mu’allâ kabristanında defnedilmiştir.

¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾¾

1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 1075, 1076

2) Eshâb-ı Kirâm sh. 397, 401

3) Rehber Ansiklopedisi cild-16, sh. 109, 110

4) Mecd-i tâlid

5) Şems-üş-şümûs sh. 135