Miyadunlu Mehmet Efendi

Miyadınlı Mehmet Efendi’nin (1838-1913/8) türbesi, Elazığ – Merkez’e bağlı eski adı Miyadın olan Yemişlik köyünün üst tarafında köye hakim bir tepe üzerinde yer alır.

Nakşi Tarikatın’dan Seyyid Mahmud Samini Hazretleri’nin halifesidir.

Miyadınlı Mehmet Efendi hazretleri’nin (k.s.) Silsile-i Şerifi

Miyadınlı Mehmet Efendi Yemişlik (Miyadın) köyünde dünyaya gelir. Baba adı Osman Efendi olup annesi ise Emine Hanımdır. Miyadınlı Mehmet Efendi’nin merkez Aksaray Mahallesinden Naile Hanımla yaptığı evlilikten Mahmut ve Osman isminde iki oğlu olmuştur. Bu arada Mehmet Efendi “Miyadınlı” mahlasıyla tanınır.

Miyadınlı Mehmet Efendi gördüğü ilim ve terbiye sonucunda 1865 yılında daha 27 yaşında iken Mahmut Samini Hazretlerinden (1812-1892) icâzet alarak halkı irşâdla yetkili kılınır. Bir başka rivayete göre ise, tarikat icâzetini Palulu Şeyh Ali Sebti’den (1786-1871) almıştır. Yöre halkı tarafından onunla ilgili birçok keramet anlatılır. Türbedeki kitabede onun şöyle bir kerameti yazılıdır. “Rivayete göre; Miyadınlı Mehmet Efendi bir gün Cevizdere Köyü’ne gider. Köyün muhtarı o sırada bahçesinde çalışmaktadır. Kendisine Miyadınlı Mehmet Efendi’nin geldiğini haber verirler. Köyün muhtarı içinden “Yahu şimdi işin yoksa misafirlere yemek hazırla” diye geçirir. Gönülsüz bir vaziyette bahçeden çıkarken cebine biraz koyduğu erik çağalalarından misafirlere ikram etmeyi düşünür. Muhtar köye geldiğinde Miyadınlı Mehmet Efendi kendisine: “Telaş etme muhtar, yemekten daha güzel şeyler var. Bize ekşi erik çağalası dahi versen yeter”, deyince muhtar düşündüğü şeylerden oldukça mahcup olur.”

Miyadınlı Mehmet Efendi’nin (1838-1913/8) türbesi, eski adı Miyadın olan Yemişlik köyünün üst tarafında köye hakim bir tepe üzerinde yer alır. Dikdörtgen planlı olan türbenin üst kısmı çatı ile kaplanmıştır. Fakat makam (türbegah) kısmı kubbeli durumdadır. Türbe giriş kısmı (salon), makam (türbegah) bölümü ve bir de hem mescit hem de oturma odası olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. Giriş kısmı ve oturma veya mescit konumundaki bölüm buraya sonradan eklenmiştir. Herhangi bir mimari özelliği bulunmayan türbenin elektriği bulunmakla beraber yakın tarihte ihtiyaca binaen önüne bir de çeşme yapılmıştır. Çevresinde ayrıca dut, akasya vb. türden ağaçlar bulunmaktadır. Türbe alanında kurban kesim yerleri de mevcuttur. Dikdörtgen planlı olan türbesinin sandukası ağaçtır ve bu ağaç sandukanın dört yüzüne Türk bayrağı âlem olarak işlenmiştir.

Günümüzde türbesi yöre halkı tarafından yoğun olarak haftanın bütün günleri ziyaret edilir. Buraya her türlü amaç, maksat ve rahatsızlıktan dolayı gelinmektedir. Daha çok çocuğu olmayan kadınlar, ruhsal dengesi bozuk olanlar, vücudunun herhangi bir yerinde ağrısı bulunanlar getirilir. Rahatsızlığı bulunan bu hastalardan bir kısmı şifa bulmak amacıyla yatıya kalır. Amaç ve maksatlarına ulaşan kişilerden bazısı veya adağı bulunanlar burada kurban kesmekte ve tasadduk etmektedirler. Ziyaretçilerin kurbanlarını rahat kesmeleri için kurban kesme yerleri ve kurban etlerini pişirmeleri için ocaklar bulunur. Ayrıca ziyarete işsizlik, ailevi huzursuzluk gibi her türlü sıkıntısı olanlar da gelmektedir. Gelen ziyaretçiler burada Kur’an okuyup bağışlamakta ve rahatsızlıklarından kurtulmak için dua etmektedir.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]

Şeyh Haydar Baba

 

Şeyh Haydar Baba’nın (1906-1979) türbesi Elazığ merkez Asri Mezarlığı’nda yer almaktadır.

Haydar Baba Palu’da dünyaya gelmiştir. Haydar Baba’nın ataları Hz. Hüseyin’e dayanmakta olup seyyiddirler. Dedesi Abbas Efendi’nin ailesi Bağdat’tan gelip Maden’e yerleşir. Anlatıldığına göre, Osmanlı Devleti’nin tavsiyesi ile Seyyidler Anadolu’ya getirilip o yörenin eğitimi ve yöneticiliği o insanlara verilirmiş. Haydar Baba’nın dedeleri de o amaç için Bağdat’tan getirilmiş, Maden’in zaman zaman yöneticiliği ile görevlendirilmiştir.

Haydar Baba’nın babası Cemil Efendi, Şeyh Ali Sebti’nin oğlu olan Mahmut Feyzi Efendi vasıtasıyla Nakşibendî tarikatına müntesiptir. Katıldığı ilim ve zikir meclislerine oğlu Haydar Baba’yı da götürür. Altı yedi yaşlarında annesini kaybeden Haydar Baba 10 yaşına gelince babası hastalanır. Hastalığı süresince gücünün üstünde hizmet eden Haydar Baba velisinin büyük dualarını alır. Babası vefat edince ablası Leyla Hanımın yanında kalır ve eniştesinin berber dükkânında çıraklık yapar. Bu arada Haydar Baba Cemşidiye Medresesi’nde Molla Selim Hoca’dan ders alır ve eğitimini tamamlar.

Osmanlıca ve Arapça’yı da iyi bilen Haydar Baba’nın Kur’an okuma ve tecvit ilmine vukufiyeti vardır. Haydar Baba aynı zamanda Rüştiye mezunudur. 17 yaşına geldiğinde kendine bir mürşid-i kâmil aramaya başlar. Bunun sonucunda Palu’nun Sağuna köyünde Kasım Hoca’nın oğlu Kadiri şeyhi Hacı Muhammed Baba’dan tarikat alır. Ticaret hayatına bir arkadaşıyla ortaklaşa berber dükkanı açarak başlar. 18 yaşlarında ilk evliliğini yapar ve Kiliban köyünden Yusuf Ağa’nın kızı Hatun’la evlenir. Bu evlilikten kızı Hayriye Hanım dünyaya gelir. Bu arada evinin bir odasını çilehane yapıp burada ibadet, riyazet ve ilimle meşgul olur. 1925 yılında dönemin şartları münasebetiyle Palu’nun ileri gelenleriyle beraber tutuklanır, fakat mahkeme sonucu beraat eder. Eskişehir’e sürgün edilene kadar iş hayatı devam eder.

Haydar Baba 1945 Yılında Kürüm köyü ile Habap köyü arasında Palu kaymakamı ile karşılaşır. Başında şapkası olmadığı için Habap köyüne götürülüp ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılır. Bir hafta sonra iş yerinden alınarak tutuklanır. Evinde buldukları icazetname, şeyhi Hacı Baba’nın hediye ettiği taç ve abası suç unsuru kabul edilerek Eskişehir ili Seyitgazi ilçesi Kırka nahiyesine sürgün edilir. Sürgün hayatının vermiş olduğu üzüntü neticesinde, eşi Edebiye hanım felç olur ve kısa bir süre sonra vefat eder. Sürgün hayatı iki yıl kadar sürmüştür. Kırka nahiyesinde Muhammet Hoca ve ekmek pişiren bir kadın gördükleri rüyalarında, Askeri bir birlik tarafından korunan, kalabalık bir cemaat Kırka nahiyesine gelir. Birliğin başında bulunan komutan kendilerine şöyle der. “Ben Abdulkadiri Geylaniyim. Buraya getirdiğimiz bu halifemin bütün ihtiyacını siz karşılayacaksınız.” Hoca efendi sabahleyin çarşıya çıkınca ev halkıyla birlikte sürgün edilip gelen ve nahiyenin girişinde bekçi kulübesine yerleştirilen birinden bahsedildiğini duyar. Hemen bekçi kulübesine gider ve rüyada gördüğü zatla karşılaşır. Hoca efendi, Haydar Babanın dışarıdaki işleriyle, ekmekçi kadın ise hanımının ev işlerinde yardım ederler. 1946 seçimlerinden sonra Palu’ya dönüşüne izin verilir.

Haydar Baba Sağuna köyünde şeyhi Hacı Baba’nın yanına giderek on günlük ilk itikâfına oturur. Haydar Baba, bu itikâfta iken bir rüya görür. Rüyasında Dörtyol kavşağında başının üzerinde içli köfte dolu bir sepetle beklediğini ve gelen geçenin bu köfteden aldığını görür. Şeyhi Hacı Baba bu rüyayı “ İçli köfte tarikattır, sen bu yolda çok faydalı olacaksın.” diyerek yorumlar. İtikâfını kırk güne tamamlamak ister. Fakat şeyh kendisinin bu çileye oturmadığını söyler ve “bir yıl sonra beraber oturalım”, diyerek erteler. Daha sonra yine gördüğü bir rüya üzerine köyden gelenlere şeyhinin durumunu sorar. Hasta olduğunu öğrenince hemen Sağuna köyüne gider. Şeyhi verdiği icazetle kendisinden sonra bu görevi yürütmesini ister. Haydar Baba şeyhinin vefatından sonra Sağuna camisinde Tarhanalı Sofu Cuma ve şeyhinin oğlu Ömer Efendi ile itikâfa otururlar. Yaptığı bu itikâflara rağmen kalbindeki vesvese devam eder. Yaşı da genç olduğu için kendine bir mürşid aramaya devam eder. Bunun üzerine Tepecüklü Mehmet Baba’dan izin alarak bir itikâfa daha oturur. Bu itikâf için, “Mehmet Baba, itikâf boyunca bize manen çok sahip oldu. Bu itikâfla zikrin lezzeti kalbime yerleşti”, der. Bu arada şeyhinin vefatından önce oturmak istediği kırk günlük çileye genç yaşta olduğu için tecrübesinden emin olduğu Hacı Cuma Hoca’nın gözetiminde oturmak ister. Mirmehmet Köyü’ne giderek bu isteğini belirtir ve kendisine yardımcı olmasını ister Hacı Cuma Hoca istihare sonucunda evinin altındaki samanlıkta Haydar Baba’yı çileye oturtur. Bu arada Hacı Cuma Hoca’nın Nakşî tarikatı teklifini kabul eder. Yaşlı olan Hacı Cuma Hoca birkaç günde bir Haydar Baba’nın yanına gelerek durumunu sorar. Haydar Baba çileye Nakşî şeyhinin gözetiminde oturduğu halde, çile perdesini Kadiri pirlerin beklediğini görür. Çilenin otuzuncu gününde dönemin siyasi şartları münasebetiyle Hacı Cuma Hoca, Haydar Baba’nın çilesini bitirir ve geri kalan kısmı için, “Evine git, on gün daha oturduktan sonra çileden çık. Senin çilen tamamdır”, der. Fakat Haydar Baba, “çilem bozuldu”, diye kırk gün daha oturur. Böylece çilesini yetmiş günde tamamlar. Bu çile sonunda çok bitkin düşen Haydar Baba’nın kendisini toplaması uzun zaman alır. Hacı Cuma Hoca çileyi tamamlayan Haydar Baba’yı tebrik etmeye gider. Yanında Şeyh Ali Sebti’nin oğlu Şeyh Hasan Efendi’nin kendisine verdiği Nakşibendî tarikatının Halidiye kolundan hazırlamış olduğu icazetnameyi kendisine teslim etmek ister. Fakat Haydar Baba, “Çileye icazet için oturmadım. Arzum Allah’a kulluk görevini yerine getirmektir”, der. Bunun üzerine Hacı Cuma Hoca da, “Sana icazet vermeyi büyüklerimiz buyurdular”, cevabını vererek icazeti teslim.

Şeyh Haydar Baba gittiği köylerde İslam ahlâkını, Allah’a kulluğu ve imanın hakikatlerini anlatır, zikrullahın önemini vurgulardı. Farzların, vaciplerin ve sünnetlerin yanında bizatihi kendisinin de yaptığı gibi müritlerine de tarikat adabına uygun olarak nafile ibadetleri teşvik ederdi. Haydar Baba, Kadiri ve Nakşibendî tarikatı kaidelerine göre ders verirdi. Bu arada Haydar Baba’nın irşad çalışmaları devam eder. 1976 yılında geçirmiş olduğu şeker hastalığından dolayı ayak parmağında rahatsızlık meydana gelir ve tedavi için İstanbul’a gider. 1977 yılında Palu’da meydana gelen deprem sonucu evi hasar görür. 1978 yılında oğulları Cemil ve Abdulkadir Efendilerle yaptığı istişare sonunda Elazığ’a göç etmeye karar verir. Elazığ’a göçten sonra ayağındaki yara tekrar ortaya çıkar ve rahatsızlanır. Cemil Efendi Haydar Baba (r.a.)’nın son anlarını şöyle anlatır. “Hastalığı çok şiddetlenmişti. Dudaklarına pamukla su vurarak ıslatıyordum. Sonra yüksek sesle zikir etmeye başladım. Babam gözlerini açtı, oğlum dedi; “Sen Lailahe İllallah demeyi bana mı öğretiyorsun. Beni meşgul etme. Ağzıma su vererek, yüksek sesle zikir yaparak dikkatimi dağıtıyorsun. Rabbimle arama girme. Beni onunla baş başa bırak. Ben huzurdayım” Sonra gözlerini yumdu. Bir süre sonra tekrar gözlerini açarak bana, “anladın mı?” diye sordu. Bende evet anladım ama geç anladım, dedim. Yeniden gözlerini yumdu. Göğsü kalkıp iniyordu. Kardeşim Abdulkadir Efendi, cemaatin beni sabah namazını beraber kılmak için çağırdığını söyledi. Ben, kendisine namazı kıldırmasını söyledim ve Yasin süresini okumaya başladım. İkinci sahifeyi okurken, babam aniden başını sağa doğru fırlatır gibi kıbleye doğru çevirdi ve baki aleme göç etti.”

Şeyh Haydar Baba’nın (1906-1979) türbesi Elazığ merkez Asri Mezarlığı’nda yer almaktadır. Türbe beton ve tuğla işçiliği ile inşa edilmiştir. Dikdörtgen planlı olan bu türbenin makam (türbegah) kısmı kubbelidir. Türbenin makam bölümü haricinde biri mescit ve diğeri misafirhane olmak üzere iki bölümü daha bulunmaktadır. Türbenin bulunduğu bahçenin etrafı duvarla çevrilidir.

Haydar Baba’nın türbesi günümüzde yörede her türlü sıkıntı ve rahatsızlıktan muzdarip olan insanlar tarafından yoğun olarak ziyaret edilir. Ziyaret için belirli bir gün mevcut olmayıp haftanın bütün günleri de ziyaret edilmektedir. Daha çok ruhsal sıkıntısı olan kişiler tarafından bu ziyarete rağbet edilmektedir. Ziyarete getirilen hastalar bir süre burada bekletilir veya yatırılır. Ziyaret sonrasında ziyaretçilerin bir kısmı nafile namazı kılmaktadırlar. Bununla beraber Haydar Baba türbesi ziyaret amaçlı olarak da ziyaret edilip dualar edilmektedir.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”] Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]

Şeyh Ali Sebti (ks.)

Elazığ – Palu – Yukarı Palu mahallesi

Mevlana Halid Bağdadi Hazretleri’nin halifesi

Şeyh Ali Sebti hazretleri (k.s.) Silsile-i Şerifi

Şeyh Ali Sebti Hazretleri, 1786 yılında Diyarbakır’a bağlı ancak günümüzde Mardin’in Savur ilçesine bağlı olan merkez köylerinden Kırkdirek (Çilsütun)’da dünyaya gelir. Rivayete göre, Çilsütun köyünden kırk tane veli yetişmiştir. Bunlardan kırkıncısı ise Ali Sebti hazretleri’dir. Bu köye Kırkdirek adı Şeyh Ali Sebti’nin Mevlana Halid Bağdadi’nin (177?-1827) kırkıncı halifesi olduğu için verilmiştir. “Sebti” kelimesi Şeyh Ali Sebti’ye hocası Mevlana Halid–i Bağdadi tarafından tasavvufi bir mahlas olarak verilmiştir. Bu kelime Arap bilginleri tarafından evlad-ı Resul olanlara iltifat mahiyetinde söylenirmiş.

Sultan IV. Murat’ın Bağdat seferleri sırasında bir takım iftiralar sonucunda Şeyh Ali Sebti’nin dedeleri siyasi bir operasyona maruz kalır, evleri yakılıp yıkılır, köyleri harabeye döner. Bu olayda Sebti’nin “Seyyidlik” şecereleri de zayi olur. Fakat Sebti Hazretlerinin seyyid olduğu Hüseyin Hilmi Işık tarafından kaleme alınan “Tam İlmihal Saadeti Edebiye” adlı eserin sonunda belirtilir. Şeyh Ali Sebti ilk ilim tahsilini Diyarbakır Ulu Camii medresesinde yapar. Daha sonra eksik kalan ilmini ise Irak’ın Erbil ve Süleymaniye şehirlerinde tamamlayarak icazetini alır. Bundan sonra kendi köyüne döner ve medrese açıp ders vermeye başlar. Bu sırada irşad ve hilafetle görevli olarak Hindistan’dan dönen Nakşibendî müritlerinden Mevlana Halid, büyük mürşitleri Abdullah-ı Dehlevi’nin emriyle Diyarbakır’a uğrayıp Aliyyü’s Sebti’yi bularak evine misafir olur ve irşadında kendisine arkadaş olmasının Abdullah-ı Dehlevi tarafından emredildiğini söyler. O da Mevlana Halid’le birlikte Diyarbakır’dan ayrılarak Şam’a gider. Şeyh Ali Sebti, Mevlana Halid’in vefatına kadar yanında kalır ve madden ve manen büyük hizmetlerde bulunur. Bunun neticesinde Mevlana Halid Bağdadi tarafından kendisine hilafet verilmiştir. Mevlana Halid Bağdadi vefatından önce Şeyh Ali Sebti’ye, “Vefatımdan sonra Palu’ya gidiniz, orada irşat ile meşgul olunuz”, diye vasiyette bulunmuştur. Bir gün Şeyh Sebti’nin annesinin hasta olduğu haberi gelir. Bunu duyan Mevlana Halid, Sebti’yi çağırarak, “Ali annen hastadır, anneni görmeye git”, emrini verir. Yola çıkan Ali Sebti eve ulaştığında annesinin vefat ettiğini öğrenir. Annesinin sağlığına yetişemeyen Ali Sebti bu üzüntü içinde tekrar şeyhinin yanına döner. O, Şam’a geldiğinde şeyhi Mevlana Halid’in de vefat haberini duyunca üzüntüsü bir kat daha artar. Diğer bir rivayete göre ise, sağlığında hocasının verdiği icazetnameyi kabul etmemiştir. Mevlana Halid Bağdadi vefat edince Sebti’ye kardeşi Şeyh Mahmud Sahib, “Sizin icazetnameniz Mevlana Halid’in emri üzerine yazılmış, ben de imzalıyorum. Bana verilen emir üzerine doğuda Palu’ya yerleşip doğu bölgesinde halkı irşad etmekle vazifelendirilmiş olduğunuzu size bildirmekle Mevlana’nın size vasiyetini yerine getirmiş bulunuyorum”, buyurmuştur. İcâzetnâmesini talebelerinden Abdullah-ı Mekkî Palu’ya getirerek teslim eder. Bu arada Şah Abdullah Dehlevi’nin manevi işaretleri Ali Sebti’nin “üveyslik” mertebesinde talim edilmesine vesile olmuştur.

Şeyh Ali Sebti hazretleri (k.s.) Ailesi ve Çocukları
Şeyh Ali Sebti Hazretleri doksan altı yıl yaşamış ve beş erkek çocuğu olmuştur, beş oğlundan üçünün soyu devam etmiş olup, bu sülaleden 216 aile yetişmiş ve (422+261+161) toplam: 844 torunu olmuştur.
SÜLALEDE VAR OLAN SOY İSİMLERİ:
1-AKAR
2-AYGÖREN
3-BİLGİN
4-DENİZ
5-DURGUN
6-FIRAT
7-GÖRÜR
8-İMRE
9-ÖZSOY
10-SEPTİOĞLU olmak üzere 10 tanedir.

Şeyh Ali Septi Palevi Hazretlerinin Hanımları:
1-Ekrekli Molla Ali Kızı Ayşen Hanım
2-Melekanlı Esma Hanım
ŞEYH ALİ SEBTİ PALEVİ (K.S)’NİN YEDİ ÇOCUĞUOLMUŞTUR
1-Şeyh Muhammed Nesih Efendi (k.s) (1835-1873)
2-Şeyh İbrahim (Kudo) Efendi (k.s) (6 yaşında vefat etmiş)
3-Şeyh Mahmudi Feyzi Efendi (k.s) (1838-1895)
4-Şeyh Hasan Naqi Efendi (k.s) (1843-11918)
5-Şeyh Hüseyini Taqi (Zeki) Efendi (k.s) (1848-1914)
6-Amine (Melekandan evlenmiş)
7-Fatma (Bekar iken vefat etmiş)
1-ŞEYH MUHAMMED NESİH EFENDİ(k.s) soyu devam etmemiştir.
2-ŞEYH MAHMUD FEYZİ EFENDİ (k.s) 10 çocuğu olmuş:
Şeyh M.Said Efendi (1865-1925) ŞEHİD (FIRAT Soyadını almıştır)
Şeyh Bahaeddin Efendi (1876-1925) ŞEHİD (FIRAT Soyadını almıştır)
Şeyh Necmeddin Efendi (1878-1918) (FIRAT ve SEPTİOĞLU)
Şeyh Tahir Efendi (1879-1970) (AKAR ve SEPTİOĞLU)
Şeyh Diyaeddin Efendi (1889-1925) ŞEHİD (İMRE Soyadını almıştır)
Şeyh Abdurrahim Efendi (1894-1937) ŞEHİD (BİLGİN Soyadını almıştır)
Şeyh Mehdi Efendi (1895-1969) (AYGÖREN ve SEPTİOĞLU)
Nefise: (Palu beylerinden evlenmiş)
Sıddıka: (Çanlı Şeyh Şerif ile evlenmiş)
Zekiye: (Çanlı Şeyhlerinden Şeyh İbrahim ile evlenmiş)
3-ŞEYH HASAN NAKİ EFENDİ (k.s) 6 erkek çocuğu olmuş:
1-Şeyh Ali Rıza Efendi (Küçük Efendi) ŞEHİD (1874-1925)
Şey Ali Rıza Şeyh Hasan Nakiy’nin oğlu, o da Palulu Şeyh Ali Sebti’nin oğludur, H-1294/M-1877 Tarihinde Palu’nun Kasımiye mahallesinde doğdu, annesi ise Karakoçanlı Zeynel Ağanın kızı Gulé Hanımdır ki aynı zamanda Karakoçanlı Necip Ağanın da halasıdır, bu aile aynı zamanda Salahaddin Eyyubi’nin dedesi Şadi ailesine mensuptur.
Şeyh Ali Rıza, İblişye medresesi adıyla bilinen babasının Palu’daki medresede tahsilini yaptı, çok zeki olan Ali hem gramer hem de diğer ilimlerin ezberlerini yaparak babası Şeyh Hasan Naki yanında bitirdi. Bu arada 29 yaşında iken 1324 h./1906 m. senesinde babası ona Nakşibendî tarikatında icazet verdi, o da hiç ara vermeden babasının Palu’daki medresesinde tedrise devam etti.
Palu’nun eşrafından olan Fatıma Hanımla evlenen Şeyh Ali’nin bu hanımından dört kızı oldu, babasının 1337 h./1919 m. Tarihindeki vefatından sonra ise Palu’da babası yerine müftü oldu ve Palulu Şeyh Said kıyamında şehit oluncaya kadar bu göreve devam etti.
Bazı mektuplaşmalarında ilk zamanlar vatan ve dinin mukaddesatı için Kemal Atatürk’ü desteklediğini görsek de aslında Atatürk’ün kötü niyetini ortaya koyup Hilafeti kaldırmak istemesi ve Laikliği hâkim kılması karşısında bu defa o da İslam’ı ve Hilafeti İslamiye’yi müdafaa maksadıyla Atatürk’ün aleyhine geçmiştir.
Şeyh Ali Palu’da irşada devam ederken Şeyh Muhammed Sait de amcası Şeyh Hasan Naki’den sonra Kolhisar’dan Palu’ya gelmek ister, öğrencileriyle birlikte Palu’ya gelince gördü ki irşat ve tedrisat konusunda her şey yolunda gidiyor, bunun üzerine tekrar Kolhisar’a döndü ve Paluluların çevresini serhatta genişleterek irşat ve tebliğe devam etti.
Şeyh Ali’nin kardeşleri içinden ikisi Çanlı Şeyh Ahmed’in kızı Halime Hanımdandı, Halime hanımın babası Şeyh Hasan Naki’nin vefatından sonra babasının medresesinde büyüdüler ve ilim ile hikmeti ondan aldılar. Ancak Şeyh Sait vakası patlak verince 48 yaşında isabet eden bir kurşunla şehit düştü.
Bundan sonra kardeşi Şeyh Abdulkadir Efendi yerine geçerek Halidi tarikatının babasına atf edilen Besti kolunu ihya etti. İcazetini babasının halifesi olan Hacı Salih Mir Muhammedi’den aldıktan sonra kendisi de hem Kadiri hem de Nakşibendî tarikatında Kûr’un şeyhlerinden olan Şeyh Fazli Efendi ve Mele Kasım Sağuni’nin torunlarından olan Şeyh Abdulkadir Efendi’ye icazet verdi.
Şeyhin 1375 h- 1956 m. Tarihindeki vefatından sonra ise, Palu müftüsü kardeşi Şeyh Sait irşat ve ilmi tedrisatı sürdürdü. Yukarıda dediğimiz gibi kendisi Hacı Salih Mir Muhammedi’den icazet aldığı gibi, kendisi de Hanili Mele Osman el-Mukri ve Gençli Mele Ahmed’e icazet vermiştir. Mele Osman da Şeyh Sadi ve oğlu Şeyh Şemseddin medresesinde müderris oldu, miladi 1976 yılında 87 yaşında vefat ederken de kendinden sonra Akide ve Tasavvuf hakkında bir kitap bıraktı, sonra da bu kitap basıldı. Allah cümlesine rahmet eylesin.
(Hanımı: Abdullah Beygillerden, Gülfiroz
Çocukları: Vecide, Fahide, Zübeyde, Fatma)
2-Şeyh Muhammed Şerif Efendi (1887-1925) ŞEHİD
(DENİZ Soyadını almış.) Hanımı: Çanlı Şeyh İbrahim kızı Sabitedir. Çocukları: Nizameddin, Mahmut, Rauf, Mustafa, Hasan.
3-Şeyh Feyzullah Efendi (ÖZSOY ve SEPTİOĞLU Soyadını almış. Hanımı:Şeyh Said Efendi’nin kızı Fakide Hanımdır. Çocukları:
1-Mehmet Zeki Özsoy (1910-1978) Çocukları: (Feyzullah, Kutbettin, Mehdi, Fuat, Said)
4-Şeyh Abdulkadir Efendi (SEPTİOĞLU Soyadını almış
Hanımları: 1-Şeyh Hüseyin Zeki Efendi’nin kızı Zühre, 2-Çanlı Şeyh Hüseyin kızı Sadiye, 3-Hafız Ağazadelerden Reşit Ağanın kızı Vasfiye, 4-Bilozadelerden İbrahim kızı Fatma.
Çocukları: Niyazi, Bedrettin, İbrahim, Seyfettin, Hüsamettin, Mehmet Vehbi, Halime, Naciye, Fatime, Hatice, Rokiye, Havva, Ayşe, Halise, Rukiye, Sabite)
5-Şeyh Sadi Efendi (1898-1975) (GÖRÜR ve SEPTİOĞLU) Soyadını almış. Hanımı: Çanlı Şeyh Mustafa kızı Halime Hanımdır. Çocukları: 1-Ali Rıza SEPTİOĞLU (1924-2001) (Çocukları: Feyzi, Muhammet, Mücahit, Selahattin, Faruk, Zehra) 2-Şemsettin (1926-1974))
6-Şeyh Muhammed Tevfik Efendi (DURGUN Soyadını almış)
4-ŞEYH HÜSEYİN TAKİ EFENDİ (k.s) iki erkek çocuğu olmuş:
Şeyh Muhammed Şerif Ef. (ÖZSOY ve SEPTİOĞLU Soyadını almış)
Şeyh Mehmet Taha Efendi (ÖZSOY ve FIRAT Soyadını almış)
5-ŞEYH İBRAHİM (KUDO) EFENDİ (k.s) (Altı yaşında iken vefat etmiş)

Şeyh Ali Sebti, Mevlana Halid Bağdadi’nin üçüncü halifesidir. Birincisi Mevlana Halid’in kendi kardeşi, ikincisi ise Erbilli Fettah Ahmed’dir. Ali Sebti Mevlana Halid’in vasiyeti üzerine 1830 tarihinde Palu’ya gider ve burada irşad çalışmalarına devam eder. Şeyh Ali Sebti bölgede irşâd çalışmalarına devam ederken o günün feodal yapısını devam ettirmeye çalışanlar tarafından kendisi ve yakın çevresi rahatsız edilmeye başlanır. Şeyh Sebti bu durum karşısında bölgede kargaşa ve huzursuzluğa yer vermemek için Ali Hoca’yı da yanına alarak Ali Hocanın köyü olan önceden Palu’ya bağlı Kelhası (Bingöl / Genç) köyüne gelip yerleşir. Burada irşad, talim ve derslerini devam ettirir. Şeyh Sebti bu göçten iki sene sonra tekrar Palu’ya dönmek ister. Buna kendisine intisab edenler razı olmayınca o, “Şeyhim Mevlana Halid’in emrini yerine getirmek gerekir” deyince karşı çıkan olmaz. Birkaç müridi ve Ali Hoca ile birlikte Palu’ya hareket eder. Aynı günün akşamı Palu’nun Çayyukarı bahçelerine ulaşıp geceyi burada geçirir. Bu arada Ali Sebti ve beraberindekilerin geldiğini haber alan Palu’nun Aşağı Mahalle sakinleri onları mahallelerine davet ederler. Bu teklifi kabul eden Ali Sebti ve beraberindekiler Aşağı Mahalleye gider. Mahalle sakinlerinden Eblaşoğulları tarafından kendilerine arsa vakfedilir. Ali Sebti vakfedilen bu arsa üzerinde bir cami, medrese ve cami yanında da iki odalı bir ev inşa ettirir. Nakşîlik tarikatı bu bölgeye ilk defa Ali Sebti ile girer. Palu’da bozulan nizamı o yıllarda tesis ederek dini, gerçek yönleriyle halka anlatmış ve birçok gayr-i müslimin İslamla şereflenmesinde etkili olmuştur. Şeyh Ali Sebti 1871 yılında 85 yaşında vefat eder.

Şeyh Ali Sebti hakkında birçok keramet ve menkıbe anlatılır. Rivayete göre; bir gün Şeyh Ali Sebti görevli olarak Bağdat’a giderken yol üzerinde oturan ve geçişi engelleyen bir aslana rastlar. Aslanın yolu kesmesine ve korkutucu bir halde yol üstünde oturmasına önem vermeyerek yoluna devam eder. Bu korkutucu ve tehlikeli olan hayvana yaklaştığında “Meded ya Hazret” diyerek Mevlana Halid’den yardım diler. Tam o esnada bir el aslanın ağzına çarpar ve bunun üzerine aslan yoldan kalkarak oradan hızla uzaklaşır. Şeyh Ali Sebti de yoluna devam eder.

Şeyh Ali Sebti hazretleri (k.s.) Halifeleri
ŞEYH ALİ SEBTİ PALEVİ HAZRETLERİNİN HALİFELERİ:
(Kutbu Dairetul Mulukin Şeyh Ali Halidi Sebti Palevi Kuddise Sirruhulaziz)
Şeyh Ali Es-Septi birçok halife yetiştirdi. (Yaklaşık 50 halifesi vardır)
Bazı meşhur halifelerinin isimleri aşağıda yazılıdır:
1- (Oğlu) Şeyh Muhammed Nesih Halife-i Ekber.
2- Şeyh Abdullahi Melekan-i Çapakçur (Bingöl) şehrine bağlı Melekan köyünden.
3- (Oğlu) Şeyh Mahmud-i Feyzi (Bu zat meşhur Şeyh Said’in babasıdır)
4- Şeyh Muhammed Henani
5- Şeyh Muhammed Karmişi
6- Şeyh Memiş Palevi
7- Şeyh Kasım
8- Şeh Hüseyn’il Hekari
9- Şeyh Ahmed-i Halifani
10- Şeyh Ahmed-i Çani (Korkutata) Çapakçura bağlı (Çan) köyünden.
11- Şeyh Mela Evliya Hacıyani
12- Şeyh İbrahim Kulbini
13- Şeyh Hüseyin Cümelaşi
14- Şeyh İbrahim Nesari
15- Şeyh Haci Haydari Kersi
16- Şeyh Süleymani Kuri. (Bingöle bağlı (Gur) veya (Gevr) köyünden)
17- Şeyh Muhammed Pirani
18- Şeyh Muhammed Huzari
19- Şeyh Selim Zenakiri Karbaşi
20- Şeyh Mela Muhammed Liceli
21- Şeyh Muhammed Serdi
22- Şeyh Muhammed Efendi Palevi
23- Şeyh Mahmud Samini Palevi, Palu kazasının Hun köyünden
24- Şeyh Said-i Palevi (Uveysi kabul)
25- Şeyh Ali Cümelaşi
26- Şeyh Hasan Diyarbekiri
27- Şeyh Ömer Urfali
28- Şeyh Hafız Osman Harputi
29- Şeyh Hüseyin Kolani
30- Şeyh Fettah Şaklati
31- Şeyh Mela Musa Zıriki
32- Şeyh Mela Muhammed Melekani
BÜYÜK MÜRİDLERİ:
1- Seyyid Derviş Hayrullah
2- Seyviyi Cibi Seyfkari
3- Şeyh Muhammed Dağıstani
4- Şeyh Seyda Müderrisi Palevi
5- Şeyh Ali Hoca Sivani
6- Şeyh İsmail Falıci
7- Mela Ahmet Kuki
8- Mela Behti Palevi
Kaynakça:
1-kitap “İki Ğavs’ı Enam, Seyid Ali Es-Sebti, Seyyid Ahmed El Kurdi” Mehmet İhsan Hattatzade
2-kitap “Mektubat-ı Halıdi Bağdadi” – Esad Sahibi
3-kitap “Elazığ Efsaneleri” -İsmail GÖRKEM- Manas Yayıncılık
4-kitap “Tasavvuf Yolunda Manevi Cihad” – Muhammed İhsan OĞUZ- Oğuz Yayınları
5-kitap “PALU Tarih-Kültür-İdari ve Sosyal Yapı” -Süleyman YAPICI- Elazığ-2004
6-kitap “PALU VE ŞEYH ALİ-Yİ SEBTİ HAZRETLERİ” –Hüsameddin Septioğlu- 

Yine bir başka rivayete göre, Palu beylerinden biri Şeyh Ali Sebti’yi evine davet eder. Bunun üzerine Ali Sebti bu davete icabet eder. Beyin Ali Sebti’yi davet etmesindeki asıl maksat onun şeyh olup olmadığını sınamaktır. Bunun için bey, bir tavuğu İslami usuller dışında keserek yani murdar ederek yemek hazırlatır ve Sebti Hazretlerine ikram eder. Ali Sebti önüne konulan tavuk etinden yer. Bunun üzerine bey Sebti’ye dönerek “Sizin yediğiniz tavuk eti murdar bir tavuğun eti idi. Eğer Şeyh olmuş olsaydınız etin murdar olup olmadığını anlardınız”, der. Bunun üzerine Ali Sebti tebessüm ederek Beyi yanına çağırır ve ağzını açarak “İçeri bak ne görüyorsun?” der. Bey, Şeyh Ali Sebti’nin ağzına bakınca büyük bir derya ve deryanın içerisinde tavuğun yüzdüğünü görür. Ali Sebti, beye dönerek “Sizin o murdar ettiğiniz tavuk bu büyük deryayı kirletebilir mi?” diye sorar. Bu manzara karşısında mahcup olan bey özür dileyerek Şeyh Ali Sebti’ye intisab eder.

Ali Sebtî hazretleri, insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını hatırlatır, Ehl-i sünnet vel-cemâat îtikâdının üstünlüğünü ve buna bağlı olmayı anlatırdı. Namaz için titrer, fırsat buldukça kazâ namazı kılmayı söyler; “Namazlarınızı terk etmeyiniz, aksi halde iyiliği terk edersiniz” buyururdu. Günümüzde türbesi yöre halkı ve çevre illerden gelen ziyaretçiler tarafından yoğun olarak ziyaret edilmektedir. Gelen ziyaretçiler tarafından kabri şerifleri başında Kur’an-ı Kerim ve dualar okunmaktadır. Ziyaret yaptıktan sonra bazı ziyaretçilerin nafile namazı kıldıkları görülür. Burası haftanın bütün günleri ziyaret edilmektedir. Özellikle sıcak mevsimlerde gerek yöre halkı ve gerekse çevre illerden gelen kişiler tarafından yoğun olarak ziyaret edilir. Ziyarete her türlü hastalık için gidilmekte, dua edilmekte ve Allah’tan şifa temenni edilmektedir. Çok sık olmamakla beraber adağı bulunan ziyaretçilerin burada kurban kestikleri de söylenir. Yine çeşitli dilek ve istekleri olan kişiler bu maksatlarına ulaşmak amacıyla buraya gelir ve burada yatan zatların yüzü suyu hürmetine Allah’a dua eder.

Şeyh Ali Sebti hazretleri (k.s.) nin İcazetnamesi

ŞEYH ALİ SEBTİ EL-PALEVİ HAZRETLERİ’NE (KUDDİSE SIRRUHU) MEVLANA HALİD BAĞDADİ HAZRETLERİNİN EMRİYLE, MEVLANA SAHİB MAHMUD HAZRETLERİ TARAFINDAN VERİLEN İCAZETNAMENİN TERCÜMESİ
RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH’IN ADIYLA

Allah’ın kendi zatı için razı olacağı hamd ile Allah’a hamd olsun. Salât ve selam onun vahyine ve hitabına dosdoğru bir şekilde sarılan yeryüzündeki halifeleri (kastedilen yirmi dört peygamber arasından) arasından en seçkini Hz. Muhammed (s.a.v) ve onun ashabının (onun arkadaşlarının ve yolundan giden ümmetinin) üzerine olsun.    

Sonra ben Allah için sevilen ve yüzünü (yönünü, istikametini) Allah’a dönmüş olan Şeyh Ali Efendi’ye icazet verdim. Allah onun halini güzelliklerle doldursun. Yüce Nakşibendî Tarikatı’nda insanları bilgilendirme (irşat) , Allaha yönelme (tevcih), Allah’a zikir ( zikir telkini) sunarak feyzini ( bereketini) müminlerin üzerlerine serpsin. (akıtsın) Sonra ben onu defalarca tecrübe (ilmini ahlakını sınayarak denedim) ettim. O görüşlerinin tesirini talebeleri için sürdürsün. Onları güzel bir şekilde aydınlatma ( onlara nurlarını serpme) ve örtünmeyi yükseltmek ( Ahlakı yükseltmek) için kudretini güzel bir şekilde kullansın.

Sonra Peygamberin şeriatını seçmesi (sımsıkı bağlı olması), ve yüce silsile sadaatinden icazetli olması (o silsileye dâhil olması için) için icazet verdim. Evliyaların yolunda sabit bir şekilde kalmak (dimdik ayakta durmak) isteyen her kimse onun sohbetini ganimet bilsinler. (kaçınılmaz bir fırsat olarak değerlendirsinler)

İlimleri yeterli derecede olmayan âlimlerin ve onların akıllarının kuşatmadığı şeyler için onun emrine ve hizmetine her kim (ona lazım olan işlerde yardımcı olmak) yardımcı olursa karşılığı kendisine garanti edilir. (Allah onun karşılığını verir)

Ona Kitap (Kur’an) ve Sünnet’e sarılmasını vasiyet ederim. Doğru yolu bulan (keşfeden) ve vicdanlarının sesine kulak veren imamların (evliyaların) üzerinde ortak karara vardıkları Fırka-ı Naciye (Kurtuluşa eren kişiler) olan Ehl-i Sünnet’in görüşlerini muhteva eden fıkıh kurallarını (içtihat) düzeltmeye görevlidir.

Ona vasiyetim; Kuran-ı öğretenlere, Fıkuhaya ( Fıkıh âlimlerine) ve fakirlere özenli davranacak, (özen gösterecek) ve gönlünü (içini) daima ferah tutacak, herkese karşı nefsinde hoşgörülü olacak, eli açık cömert olacak, güler yüzlü olacak, kendisini görmeye gelenlere bol bol ikram edecek.

İslam dini uğruna kendisine isabet eden musibetlere sabır edecek yapılan eziyet ve sıkıntılara katlanacak, din kardeşlerinin hatalarını ve kusurlarını düzeltmelerine vesile olacak, küçüklere ve büyüklere nasihat edecek, kin ve düşmanlığı terk edecek, dünya malına meyil etmeyecek ( maddi menfaat peşinde koşmayacak).

Allah’ın geçim için kendisine sunduğu rızık ile yetinecek ona şükür edecek, Allah rızık konusunda kendisine yüzünü çevirerek güvenen kimseyi asla zayi etmez.

Kurtuluşa dönüşün ( Allah’a kurtularak dönüşün) ancak doğrulukla olduğunu bilecek. Allah’a ulaşmanın yolu ancak Hz. Muhammed’e (s.a.v) tabi ( onun yolundan giderek emirlerini ve nehiylerini yerine getirmekle) olmaktır. Hz. Muhammed’in (s.a.v) ashabına salât ve selam olsun.

Kendisini bir kimseden (herhangi bir kimseden) faziletli (üstün, yetenekli) görmeyecek, bilakis kendisinde oluşan manevi halleri kendi nefsinden bilmeyecek (bu hallerin Allah’ın inayetiyle olduğunu asla unutmayacak)

Her kim kendisine karşı uzun süre (çoğu zaman) hasetlik ve nimette kusurluluk ( nankörlük, münafıklık) yaparsa onları Allah’a havale edecek. Kendi gayretiyle (himmeti ile) onların bu şerlerini defetmeye yükümlü değildir.

Bu Tarikatta (Nakşibendiyye) öyle insanlar (evliyalar, âlimler, tasavvuf erbapları) vardır ki onların gücüyle ( himmeti) ile dağlar korkularından sarsılırlar. Şayet onlar dilerlerse (dilemek isteseydiler) hızlı bir şekilde kötülerin fesadını ve fitnesini Allah’ın inayetiyle (kudreti, gücü) kökünden söküp atarlardı.

Allah’ın salât ve selamı Nebi-il Ümmeti (Ümmetin Peygamberi) Hz. Muhammed’in (s.a.v) âline (ailesine) ve ashabının (onun yolundan giden arkadaşları ve ümmeti) üzerine olsun.
Hamd Âlemlerin rabbi (terbiye edicisi, düzenleyicisi) Allah’a mahsustur.
Sadi (Sahib) Mahmud
Ehli Halidiyyil Muhammedi
MÜHÜR
Mütercim: Serdar KARABULUT

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Seyyid Mahmud Samini (ks.)

Elazığ – Palu’da Murat Nehri kıyısında

Seyyid Mahmud Samini hazretleri’nin (k.s.) Silsile-i Şerifi

Seyyid Mahmut Samini hazretleri’nin (1812-1892) türbesi, Palu ilçesinin 3 km. doğusunda Murat Nehri’nin kuzey yakasında bulunan düzlükte bulunmaktadır Türbe tavanının tam ortasında beton dökümü sivri sayılabilecek tarzda bir kubbe bulunmakta olup bakırla kaplanmıştır. Kare planlı ve iki mekânlı olan türbe, yakın zamanda bir iş adamı tarafından restore edilmiştir. Türbenin iç ve dış duvarları fayansla kaplanmıştır. Türbe içinde Mahmut Samini Efendiyle beraber torunu ve aynı zamanda İmam Efendi’nin halifesi Şeyh Saadettin Efendi’nin türbesi de yer almaktadır. Türbe içinde yer alan sandukalar da tamamen şekilli fayanslarla kaplanmıştır. Sandukaların bulunduğu bölüm tahta setle ayrılmıştır.

Seyyid Mahmut Samini hazretleri’nin atası olan (lakabı Pirbab) Molla Yusuf, Mardin’in Derik kazasından gelerek Palu’nun Beyhan (Hun) köyüne yerleşmiştir. Babası Hacı Ahmed Efendi Beyhan’dan Palu’ya gelip Çarşı Mahallesinde hamamın arkasında bir ev alarak buraya yerleşir. Mahmut Samini hazretleri de 1812 yılında burada dünyaya gelir. Seyyid olup, Peygamberimizin torunu Hz Hüseyin’in soyundandır. İlk tahsilini doğduğu yerde yapar. Daha sonra Şeyh Ali Sebti’nin sohbetlerinde kemale erer. On üç sene talebelik yapan Mahmut Samini tasavvuf yolunda yüksek mertebelere erişir. Mahmut Samini ticaretle uğraşmasına rağmen Ali Sebti’nin sohbetlerine devam eder, köy ve nahiyelere teşriflerinde beraber bulunurlar. Mahmut Samini, Şeyh Sebti’nin yanında terbiyesini tamamlayarak Şeyh Ali Sebti’den hilafet almıştır.

Mahmut Samini hakkında birçok menkıbe ve kerâmet anlatılır. Denilir ki, İmam Efendi gördüğü bir rüya üzerine Elazığ’ın Palu kazasına giderek şeyhi Mahmut Samini’yi ziyaret eder ve sohbetlerine katılır. Fakat İmam Efendi Mahmut Samini’den inâbe almaya yanaşmaz. Çünkü Mahmut Samini’nin tütün içmesi (sigara) ve rahatsızlığından dolayı gözlerinin çapaklanması onun dikkatini çeker. O, “tütün içenden hiç şeyh olur mu?”, diye düşünür. Bir süre sonra kendisine kahve ikram edilir. İmam Efendi kahvesini içerken beyaz olan cübbesine bir miktar kahve dökülür. Giyim kuşam temizliğine son derece dikkat eden İmam Efendi, “Mahvoldu cübbe.”, diye düşünür. Mahmut Samini, “Hafız, cübbeni çıkar da bizim Mustafa temizlesin” der. İmam Efendi cübbesinin temizleneceğine inanmaz ama yine de çıkarıp verir. Cübbe birkaç dakika sonra temiz bir halde gelir. Yine o gece İmam Efendi garip bir rüya görür. Rüyasında dünyada bütün bitkiler Allah’a secde etmektedirler. Ne var ki, tanımadığı bir bitki Allah’a bir türlü secde etmez.

İmam Efendi sabah uyandığında Mahmut Samini kahvesini içmektedir. Bir süre sonra İmam Efendi’ye dönerek, “Hafız bir ateş getir de şu Allah’a secde etmeyen otu yakalım”, der. Arkasından, “Hafız biz bu tütünü şunun için içiyoruz. Buraya tütün içen birçok kişi gelmektedir. Şayet ben tütün içmemiş olsam, tütün içen kişilerin çoğu beni dinlemeyip tütün içmek için dışarı çıkacaklar. Halbuki şimdi hem tütün içiyor hem de oturup beni dinliyorlar. Bunun keyifçisi değilim, sırf bunun için içiyorum”, der. Bu olay ile hakikati anlayan İmam Efendi’nin Mahmut Samini hakkında olan şüphesi de oldukça izale olmuştur. O gün İmam Efendi içlerinde Mahmut Samini’nin de bulunduğu cemaate imamlık yapar. Bunun üzerine talebelerden biri Mahmut Samini’nin ileri gelen talebelerinden Miyadinli Mehmet Efendi’ye dönerek, “Hoca Efendi neden mihrabı bu Hafız misafire bıraktı”, diye sorar. Bu soru üzerine o da, “O daha mürşid görmeden seyr-i sülûkta ilk devreyi kendi gücü ile atlatmıştır”, cevabını verir. Burada üç gün kaldıktan sonra Mahmut Samini, İmam Efendi’ye, “Hafız misafirlik üç gündür. Bahçedeki sebzeler kurumak üzeredir. Git bahçedeki sebzeleri sula”, der. Ancak İmam Efendi sebzelerin yarısını suladığında suyun kesildiğini görür. Döner durumu Samini’ye anlatır. Mahmut Samini kendisine, “Hafız sen ne diyorsun? O havuz bahçenin tamamını suluyor. Sen git havuza bir daha bak”, der. Tekrar gidip bakan İmam Efendi havuzun suyla dolu olduğunu görür. Bunun üzerine onun Mahmut Samini’ye olan itimadı daha da artar. Aynı gün ikindi vakti Mahmut Samini, İmam Efendi’ye, “Hafız yarın çok misafirimiz gelecek. Bostana git biraz patlıcan topla ve mutfağa bırak”, der. İmam Efendi aldığı emir üzerine patlıcan toplamaya gider. Ancak bostandaki patlıcanların henüz çiçek açmamış ve yetişmemiş olduğunu görür. Geri dönüp durumu hocasına anlatır. Hocası kendisine, “Hafız! Murat suyuna gitsen kurutup gelirsin. Tekrar git patlıcanları yetişmiş bulacaksın”, der. İmam Efendi tekrar gidince gerçekten patlıcanları olgunlaşmış bir şekilde görür. Bunda da hocasının bir kerâmetinin olduğunu anlar. Bunun üzerine İmam Efendi hocasının büyük bir mürşîd ve tasavvuf ehli olduğuna kesin kanaat getirir.

Mahmut Samini hazretleri vefatından bir sene önce istiska hastalığına yakalanır Bu sırada bütün işleriyle müritlerinden Teberdar Efendi ilgilenir. Hatta bir ara kalbinden “Keşke vasiyet etseydi” diye geçirir. Mahmut Samini onun bu düşüncesine vakıf olarak, “ Ne acele ediyorsun, giderken haber veririm. Bununla birlikte vasiyet edeyim. 500 kuruş harcayınız, bu azdır 1500 kuruş olsun ve Murat kenarında Kelekbaşı’na defnediniz”, deyince Hacı Teberdar Efendi’nin, “Efendim orası boş ve kimsenin olmadığı bir yerdir”, demesine karşılık, “Gelip etrafımı doldururlar”, diye buyurur. Bir cuma günü vefat eder ve vasiyet buyurduğu yere defnedilir. Kısa bir sürede türbesinin etrafı büyük bir kabristana dönüşür. Vefatından sonra torunu Abdulmecid Efendinin oğlu İmam Efendi’ye intisab ederek ondan hilafet almış, tarikat ve makamını devam ettirmiştir.

Seyyid Mahmut Samini hazretleri halifeleri ;
Ahmed Mekkî Üçışık onun yirmiye yakın ârif yetişdirdiğini kaydeder
1- Osman Bedreddin Erzurumi
2- Hacı Yusuf Efendi – Kığı kasabasında
3- Hacı Yusuf Efendi’nin oğlu Muhammed Efendi – Kığı kasabasında
4- Muhammed Nurettin Efendi – 1964 yılında Antalya’da vefat etmiş.
5- Miyadanlı Mehmet Efendi

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Şeyh Yasin Türbesi

Elazığ – Palu – Yukarı Palu mah.

Hacı Yasin Efendi aslen Karakoçan ilçesinin Yoğur köyündendir. Dedesi Beyhan (Hun) köyüne yerleşmiştir. Mahmut Samini Hazretleriyle aynı dönemde yaşamış olup doğum ve ölüm tarihleri bilinmemektedir. Oğlu Halil Efendinin vefatı üzerine Palu’ya yerleşir. Hacı Yasin Efendi kendi çabasıyla kendini yetiştirmiş ve irşad görevine başlamıştır. Hacı Yasin Efendi Palu ile Sığam arasındaki köprünün yapılmasına vesile olmuştur. O, köprüden gelip geçenlere “Salâvat-ı Şerife” okumalarını tavsiye ederdi. Yöre halkından Pineci Yusuf’un babası şöyle nakleder: “Hacı Yasin Efendi, Sığam köprüsünü yaptırıyordu. Annem bana bir mecidiye verdi ve “Bunu götür Hacı Yasin Efendiye ver, benim de bir katkım olsun.” dedi. Ben de bir mecidiyenin içinden on kuruşu kendime harcamak için aldım. Geri kalan parayı götürüp kendisine verdiğimde bana “Bunun on kuruşu nerde? ” diye sordu. ”Ben de utanarak ve biraz da korkarak çıkarıp on kuruşu kendisine verdim.” Vefat etmeden önce Murat nehrinden getirilen suyla naaşının yıkanmasını vasiyet etmiştir. Kendi el yazmasıyla bir Kur’an-ı Kerim mevcuttur.

Şeyh Hacı Yasin Efendi (Yasin-i Hûnî)’nin türbesi eski Palu (Zeve)’ya girerken sol tarafta yer almaktadır. Kare planlı olan türbenin üstü sacla kaplı bir kubbeyle örtülüdür. Sadece makam bölümünden oluşmakta olup herhangi bir mimari özelliği bulunmamaktadır. Ayrıca türbe içindeki duvarlar beyaz fayansla kaplanmıştır. Türbenin çevresi de son derece güzel bir şekilde tertiplenip düzenlenmiştir.

Şeyh Yasin Efendi’nin türbesi yöre halkınca haftanın her günü ziyaret edilmektedir. Ziyarete gelen kişiler bu türbede Kur’an-ı Kerim okumakta ve dua etmektedirler. Ziyarete her türlü hastalık için gelinmekle beraber daha çok diş rahatsızlığından dolayı gelinmekte ve dua edilerek Allah’tan şifa ümit edilmektedir.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abdulhalim durma [/toggle]

Ömer Hüdai Baba (ks.)

Elazığ Merkeze bağlı Mollakendi beldesi Güntaşı köyündedir.

Ömer Hüdai Baba’nın (k.s.) Nakşi  Silsile-i Şerifi

Ömer Hüdayi Baba 1821’de Harput’un Hoğu beldesine bağlı Mürü (Yünlüce) köyünde doğmuştur Tahsilini Harput medreselerinde tamamlamıştır. 1842 yılında askerlik görevini yerine getirmek için Erzincan’a gider ve “Kırk Serdarlar” teşkilatı sancaktarlığına seçilir. Bir süre bu görevi yerine getirir. Erzincan’da “Kırk Serdarlar” teşkilatının başı olarak görev yaparken gördüğü bir rüya üzerine orada Hayyat Vehbi (Terzi Baba)’yle tanışır. Uzun süre Terzi Baba’nın sohbetlerine devam edip ondan tasavvufun incelikleriyle ilgili bilgi ve feyiz alır. Daha sonra ilmi konularda kendini yetiştirmek ve çevresine hizmet etmek için askerlik görevinden ayrılır ve Harput’a dönmeye karar verir.

Bu arada hocası Hayyat Vehbi Efendi Harput’un Arapgir ilçesinde Ömer Nurani isminde bir halifesinin olduğunu ve onunla sık sık görüşmesini tavsiye eder. Bunun üzerine Ömer Hüdayi Baba, Ömer Nurani Efendi’ye intisab eder ve yedi yıl boyunca ziyaretlerine gider ve sohbetlerinde bulunup istifade eder. Ömer Nurani Hazretleri, seyri sülükünü tamamlayıp kemale ulaştığından ve irşada ehil olduğundan dolayı ona icazet verir. Böylece Ömer Hüdayi Baba da etrafında bulunan insanları irşad etmek amacıyla sohbetlere başlar Ömer Hüdayi Baba bir gün şeyhi ile halvette iken şeyhi kendisine; “Oğlum ben sana çok emek çektim bezedim, süsledim ve bir çekmeceye koydum. Anahtarı Osman’dadır” diye buyurur. Fakat Ömer Hüdayi Baba edebinden hikmetini soramaz. Şeyhi de bir cevap vermez. Bir gün Ömer Hüdayi Baba ticaret amacıyla birkaç arkadaşıyla Urfa’ya gider. Bir akşamüstü şehirde gezerken evin birinde sesli zikir yapıldığını duyar. Arkadaşlarından bir bahane ile geri kalır. Zikir yapılan eve girince karşısında bir zikir halkası ve ortasında nur yüzlü yaşlı bir zât görür. Büyük bir hayranlık ve zevk ile zikri izler. Bir müddet sonra o da yapılan zikre katılmış ve ritmine kendini kaptırmıştır. Bir ara halkanın ortasındaki bu kişi halkadan çıkarak Ömer Hüdayi Baba’nın yanına gelir ve, “Hoş geldin evladım ama arkadaşların sokakta seni arıyorlar. Büyük endişelere kapıldılar. Şimdi git, yarın sabah namazı yalnız olarak gel”, der. Bunu üzerine Ömer Hüdayi Baba dışarı çıkar. Gerçekten de arkadaşlarının büyük bir telaş içinde kendisini aramakta olduklarını görür. Ertesi gün sabah namazında aynı evin önüne gelir. Daha kapıyı dönmeden bu şahıs kapıyı açar ve buyur eder. Sabah namazını birlikte kılarlar. Sonra sohbet etmeye başlarlar. Bir ara bu kişi, “Evladım, maşallah şeyhin sana çok emek çekmiş. Fakat birazcık aşkın noksandır. Sana biraz da aşk gerek”, der. Ömer Hüdayi Baba bu sözden alınmış olacak ki, “Efendim onu da siz lütfediniz”, der. Şeyh Efendi onun gücendiğini fark eder. Bunu üzerine Ömer Hüdayi Baba’ya “Evladım neden gönül koyarsın bize! Şeyhin Ömer Nurani sana anahtarın Osman’dadır.. demedi mi? İşte o Osman benim”, der. Bu söz üzerine Ömer Hüdayi Baba çok mahcup olur ve bu yaşlı zatın ellerine kapanıp affını diler.

Ömer Hüdayi Baba bir süre Seyyid Dede Osman Avni’ye hizmet eder ve Kadirilikten Hırka-i Tarikatı giyer. Ayrıca Kadiri şeyhi olan Osman Avni Hazretlerinden icazet alır. Bundan sonra da Harput’ta Kadiri ve Nakşî tarikatı üzere halkı irşada devam eder. Fakat o yörede daha çok Kadiri Şeyhi olarak meşhur olmuştur. Ömer Hüdayi Baba daha sonra Kövenk’e yerleşir ve orada dergâh kurar. Dergâhında kendisine gelen talebelere dersler verip onları yetiştirmekle meşgul olur. Onun ilmi ve tasavvufi terbiyesi altında yetişip icazet alan halifeleri de çoktur. Bu halifeleri çevre il ve ilçelerde çok faydalı irşad görevlerinde bulunmuşlardır.
[toggle title=”Ömer Hüdai Baba Menkıbeleri” load=”hide”]

Ömer Hüdayi Baba ile ilgili bir birçok menkıbe anlatılır.
………Rivayete göre, bir Cuma akşamı dergâhta zikrullah yaparken bir rahip de misafir olarak orada bulunmaktadır. Ömer Hüdayi Baba şahadet parmağını bu rahibe uzatır. Rahip o anda yüksek bir sesle, “Ben şahitlik ederim ki Allah birdir ve ondan başka ilah yoktur. Hz. Muhammed Onun kulu ve Resülüdür”, der ve halka-i zikre girer. Zikirden sonra orada bulunanlardan bir zat Ömer Hüdayi Hazretlerine, “Efendim parmağınızı bu zata yönelttiniz ve bu zat Müslüman oldu. Ne olur bana da bir parmak uzatın da ıslah olayım”, der. Ömer Hüdayi Baba o zata, “Evladım! Bir işaretle çok gayrimüslimi müslüman ettik, ama sana kırk sefer işaret ettikse de ıslah olmadıysan ben ne yapayım”, der.

…… Hacı Ömer Hüdayi Baba Güntaşı Köyü’nde dergâh açar ve devrin ileri gelen âlimlerinden olan Beyzade Hoca ve İmam Efendiyi ziyarete Harput’a gider. Beyzade Hoca’ya, “Sen, bey oğlusun, beylere sahip ol” İmam Efendi’ye de, “Sen de imamsın imamlara sahip ol. Hırsızlar yolsuzlar da benim”, der. Hamza Baba, Güntaşı’na beş kilometre uzaklıkta köyde oturan bir eşkıyadır. Diyarbakır yolu köyünün yakınından geçer. O da yol kesip, kervan soymaktadır. Hacı Ömer Hüdayi Baba, bundan haberdar olup, “Ben yakınıma sahip olamazsam uzağıma nasıl sahip olurum” diye düşünür. Birgün Hamza’nın yolu dergâha düşer. Ömer Baba, “Hamza artık yeter, bu işten vazgeç! Allah yoluna çalış”, der. Hamza, ruhuna işleyen bu çağrıyı kabul eder ve dergâha intisap eder. Bir ay, iki ay derken bir gün arkadaşları başına dikilirler. “Harput’ta bir ev var. Sen olmazsan soyamayız, “derler. Hamza Baba, “Yapmayın etmeyin, ben Hacı Ömer Baba’ya intisab ettim. Bazı hâllerimi yüzüme vurdu. O adamdan korkarım.” dese de fayda etmez. Arkadaşları, “Senden bilmez, etraf eşkıya dolu”, diyerek razı ederler. Gece bastırınca da Harput’ta soyacakları evin önünde buluşurlar. Eskiden evlerin sürgüleri tahtadanmış. Hamza Baba, testereyi alıp kapının aralığından sürgüyü kesmeye uğraşır. Uzun süre çabalamasına rağmen sürgü bir türlü kesilmediğinden, kapıyı açamazlar. Arkadaşları telâşlanır:” Neredeyse sabah olacak, yakalanmadan gidelim.”derler. Hamza Baba, “Bunda bir hâl var, neden tahta sürgü kesilmesin ki”, diye düşünür ama bir anlam veremez. Dönüşte Güntaşı’ndan geçerken, “Bir de şeyhime uğrayayım” diyerek dergâha gelir. Bu Ömer Baba’nın beklediği ziyarettir. Hamza Baba, içeriye girer oturur ama Ömer Baba’nın kolunun sarılmış ve boynundan asılı olduğunu da görür. “Ne oldu? Şeyhim”, der. Ömer Baba, hiç sesini çıkarmaz. Ama cemaatte oturanlar duramayıp eşiştirirler. “Şeyhim akşam bir şey yoktu, gece ne oldu? Düştün mü, ne yaptın?” Ömer Baba, “Oğlum, orasını karıştırmayın, bizim bir eşkıyamız vardı, gece kolumu testereyle kesmeye kalkıştı”, diye cevap verince, Hamza Baba, akşamdan beri olup bitenin sırrını anlar ve utancından başını önüne eğer. Öyle çok ibadet eder, öyle çok çalışır ki, olgun müritlerin seviyesine bir yılda ulaşır.
[/toggle]

Ahmed Cemali adında bir oğlu, Meymene, Saâdet, Hafize adında üç kızı olan Ömer Hüdayi Baba, 1905 tarihinde Kövenk’te vefat eder. Kövenk’deki türbesine defnedilir. Ömer Hüdayi Baba’nın (1821-1905) birbirinden ayrı kubbeli üç mekândan oluşan türbesi, Güntaşı (Kövenk) köyünde bulunmaktadır Her üç mekan da sekizgen planlı olarak modern bir mimari anlayışla inşa edilmiştir. Türbe içinden mekanların birbirlerine geçişleri sağlanmıştır. Türbe içinde Ömer Baba’nın sandukasıyla beraber halife ve müridlerine ait bir sanduka iki mezar daha bulunmaktadır. Bunlar Hacı Ömer Baba’nın kabrinin güneybatısında Kürklü Muhammed Baba’nın, doğusunda ise Göllü Mustafa Baba ile halifesi Şükrü Baba’nın kabirleridir. Ziyaret mahallinde elektrik ve su bulunmaktadır. Türbe önünde yer alan bahçedeki mezarlıkta Hacı Ömer Baba’nın aile fertlerinin mezarları da yer alır.

Ömer Hüdai Baba’nın Halifeleri

Hacı Ömer Hûdaî Baba, Kövenk’te uzun yıllar halkı irşad eder Bu süre içerisinde Göllü Mustafa Baha’yı, Akçakirazlı (Perçençli) Muhammed Baba’yı, Palulu Muhammed Baba’yı, Tebecüklü Mehmet Baba’yı Kürklü Hacı Muhammed Baba’yı, Dere boğazı köyünden Hamza Baha’yı, Harputlu Abdullah Fahri Baba’yı, Izollu Muhammed Emin Baha’yı ve Şükrü Baha’yı yetiştirir. Bunlardan Göllü Mustafa Baba, Tayyar Baba’yı yetiştirerek Kadirilik Tarikatını günümüze taşır. Bir diğer kolu ise Harputlu Abdullah Fahri Babayla Malatya’ya gider. Sarılılı Muharrem Hilmi Efendi de buradan yetişerek sonradan kendisi Süleyman Ateş’i yetiştirmiştir. Tarikatın Kürklü Hacı Muhammed Baha’dan devam eden diğer bir kolu ise, Trabzon’a kadar ulaşıp bugünkü İcmal Dergisi ve Mesaj TV etrafında toplanan Prof. Haydar Baş grubunu oluşturur. Kabri mütevazi bir mezar halindeyken daha sonra sevenleri tarafından kabrinin üstüne türbe yapılır. Günümüzde türbesi oldukça yoğun bir şekilde haftanın bütün günleri ziyaret edilmektedir. Türbe genellikle ziyaret amaçlı olarak ziyaret edilmektedir. Buraya çocuğu olmayan kadınlar çocuk sahibi olmak, felçli hastalar, bedensel ve ruhsal rahatsızlığı olanlar çoğunlukta olmak üzere her türden hastalar gelir. Rahatsızlığı olan kişiler şifa bulmak amacıyla bazen burada bir iki gece yatıya kalır. Kısmeti kapalı olan gençler kısmetlerinin açılması, işsiz olanlar iş sahibi olmak, çeşitli sınavlara giren öğrenciler başarılı olmak maksadıyla ziyarete gelmektedir. Ayrıca çocuğu askerden dönenler, geçirdiği bir kazadan sağlıklı bir şekilde kurtulanlar vb. birçok dilek ve istekleri doğrultusunda buraya gelmekte ve şükür amacıyla kurban kesip tasadduk etmektedirler. Adağı olanlar da buraya gelip kurbanını kesmekte ve tasadduk etmektedir. Ziyarete gelenler burada Kur’an-ı Kerim okumakta ve ziyaret sonrasında en az iki rekât namaz kılmaktadırlar. Türbenin bakımını yapan kadına da yaptığı bu hizmetten dolayı cüz’i miktarda para veya yiyecek türünden hediyeler de verilir.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Fatih Ahmed Baba

Elazığ – Harput’da . Elazığ kalesi’nin 2 km uzağında.

Fatih Ahmet Baba hazretleri , 1313 yılında Harput’u Ermenilerden geri almak üzere sefere çıkan İlhanlı ordusuyla bölgeye gelmiş ve şehrin fethi sırasında arkadaşlarıyla birlikte şehit düşmüştür. İshak Sunguroğlu, Fatih Ahmet Baba’nın hüviyeti hakkında Beyzade Efendi’nin ihvan-ı kiramiyle vaki olan keşifleri neticesinde elde edilen hal tercümesini şöyle nakleder;
“Sen bil ki Harput Kasabası civarında medfun ve Fetih Ahmet namıyla meşhur olan zat, Perevat ya da Perbat şehrinde Şeyhü’l-Kâinat ünvanıyla anılan Aliyü’r-Remeytani’nin talebelerindendir. Kendisi Belh’de doğmuş, ismi Ahmed, tarikatı Tarikat-i Hacegan’dır. Muhammed Hallacu’l-Belhi vasıtasıyla Azizan Hoca Aliyü’r-Remeytani’den intisap etmiştir. Onun ahbap ve yakınlarından on kişi de türbenin üst tarafındaki mezarlıkta medfundurlar. Kendisi sadat-ı kiramdan (Peygamber neslinden) olup sağ tarafından (kolundan) yaralanarak şehid düşmüş ve aynı yere defnedilmiştir. Mensup olduğu mezhep, Hanefi mezhebi olup Bağdat’ta medfun bulunan ve bu mezhebin banisi olan İmam Âzam Ebu Hanife’nin türbedarı olarak hizmetinde bulunmuştur.”

Fatih Ahmet Baba’nın hüviyeti hakkında Erzurum’un Pasinler kazasına bağlı Yegân köyünde türbe-i mahsusunda medfun bulunan “Halil Divani” Hazretlerinin türbedarı ve mütevellisi ve marifetname sahibi İbrahim Hakkı Hazretlerinin kütüphanesinde bulunan tevliyetnamede şöyle zikrolunur: “Erzurum ve havalisi Tebriz’e merbut (bağlı) iken ol zamanın hükümdarı Aras’ın bir kısmını Halil Divani’nin türbesine vakfetmiş imiş… Bu vakıfnamede Halil Divani’nin Evlad-ı Resülden (Peygamber neslinden) olduğu ve silsilesi tamamen yazılı bulunduğu gibi mensup bulunduğu şeyhi de Fatih Ahmed Herberdi (Harputi) olduğu silsilesinde tamamen zikredilmiştir. Rüya Kılıç, bir vakfiye suretini esas alarak seyyidlerin daha 12. yüzyılda Anadolu’ya ayak bastığına işaret etmektedir. İmam Muhammed Bakır soyundan Halil Divani (Yağan Paşa) adına düzenlenen vakfiyeden hareketle, aşiret reisi olması muhtemel olan Kirmanlı Seyyid Şerif Halil Divani yanındaki grupla birlikte o dönemde Tebriz’e bağlı Pasinler’e gelerek yerleşir. Kurduğu zaviyesine ise Gürcü krallarından satın aldığı bazı köylerin gelirlerini vakfeder48. İcazetnamede şu sıra yer alır “Tarikat silsilesi (İcazetnamesi=İzinnamesi): Seyit Halil Divani kendisi, ilk önce, Seyit Şeyh Ahmed-i Kebirden el, inabe ve. beyat aldı Bu zat da Seyit Şeyh Ahmet Fatih-el Harputi’nin (Ölümü M.1313) elinden inabe aldı. Bu da Seyit Şeyh Tacettin İbrahim-el Fatih (ölümü M.1305) den, o da Seyit Şeyh Şemsuddin Ahmet bin Muhammed-el Fatih’in elinden inabe aldı.” Bu icazetname vesilesiyle Fatih Ahmed Baba’nın Rıfai tarikatı şeyhi olduğu ve muhtemelen küçük Seyyid Ahmed-i Kebir’in babası olan Şeyh Taceddin İbrahim’den inabe almış olduğu anlaşılıyor.

Fatih Ahmet Baba ile ilgili pek çok menkıbe anlatılmaktadır. Rivayete göre, Harput’un ilk kaymakamı Şevki Bey ehl-i keyf bir zattır. Bir yıl yazı geçirmek üzere Fatih Ahmed Baba türbesi civarındaki Hacı Haliloğullarının bahçelerinden birini kiralar. Cuma günleri dostlarından bazıları ile bahçeye gider, orada beraberce demlenir (içki içer) ve eğlenirler. Yine böyle bir günde yine biraz demlendikten sonra sık ağaçlarla kaplı olan havuz manzarası, Şevki Bey’in alkol ile beslenen ruhunu sıkmış olacak ki ayağa kalkar ve etrafta dolaşmaya başlar. Karşıda türbenin tam alt tarafında derenin kenarında yeşil bir düzlük görünce kilimlerin, şiltelerin ve rakı sofrasının buraya nakledilmesini emreder. Fakat misafirlerden birisi türbeyi göstererek, “oraya pek yaklaşmayalım”, demişse de kaymakam Şevki Bey buna aldırmaz. Bu emir üzerine tam Fatih Ahmed Baba’nın türbesinin önündeki kayaların altında sofra kurulur ve alem başlar. Yemişler, içmişler ve geç vakit dağılmışlardır. Ertesi sabah Şevki Bey yatağından kalktığı zaman ağzının ve çenesinin eğilmiş olduğunu ve bir kelime dahi konuşamadığını hissedince, bundan çok etkilenir. Kasaba ve Elazığ’da bulunan mevcut doktorlara tedavi için gitse de yapılan müdahalelerin hiç biri çare olmaz ve bu darbenin nereden geldiğini anlar. Birkaç gün evinden çıkmaz ve sonra dostlarının tavsiyesi ile Fatih Ahmed Baba türbesine giderek türbeyi ziyaret edip tövbe eder ve af dileyerek sağlığına kavuşmak için duada bulunur. Türbeyi ve yanındaki mescidi tamir, önündeki sahayı tesviye ettirerek türbenin önüne bir çeşme yaptırır ve ağaçlandırır. Yaptığı bu hizmetin mükafatını da çok geçmeden çenesinin düzelmesiyle görür.

Fatih Ahmed Baba’nın türbesi, Harput’a bir kilometre mesafede, şehrin kuzey doğusunda Göllü Bağlarına (Karataş ve Serince köylerine) giden yolun sağındadır Türbenin inşa tarihi bilinmemektedir. Ancak günümüze kadar ulaşan kayıtlardan, adına türbe yapılan zatın bir şeyh, bir veli olduğu ve 1313’te vefat ettiği öğrenilmektedir. Türbenin, Fatih Ahmet Baba’nın vefat ettiği yıllarda yaptırılmış olması muhtemeldir. Şeyh-i Kâinat Mescit ve Türbesi olarak da anılan yapı, kuzey güney doğrultusunda dikdörtgen bir mekan (mescit) ile bu mekanın batı duvarına bitişik, içten ve dıştan sekizgen planlı bir mekandan (türbeden) oluşu Türbenin batı duvarı mescit cephesinin hizasına kadar uzatılmış ve oluşan bu mekanın üzeri sundurma ile örtülmüştür. Türbenin batı ve kuzey-batı cephesi mescit ile bitişiktir. Sekizgen şeklinde olan yapı, sade ve basit durumdadır. Üzeri sac kaplı kırma çatı ile örtülüdür. Sadece alt katıyla günümüze ulaştığı kabul edilen türbenin güney doğu köşesinde bir mazgal penceresi yer alır. Kuzey cephedeki basık kemerli oldukça küçük bir kapı ile türbe bölümüne girilir. Türbe orijinalinde altıgen planlı kaide üzerinde ve iki katlı olarak inşa edilmiştir. Mescit ve türbenin üzeri son restorasyon sırasında betonla sıvanmış ve sonradan ziftlenmiştir.

Fatih Ahmet Baba türbesi gerek Elazığ ve çevresinde gerekse çevre illerden gelen ziyaretçiler tarafından yoğun olarak ziyaret edilir. Bu ziyarete hem Sünni hem de Alevi halk tarafından yoğun olarak rağbet edilmektedir. Sünni ziyaretçiler daha çok perşembe ve cuma günleri gelirken, Alevi ziyaretçiler ise çarşamba günleri gelmektedir. Belli bir rahatsızlık veya dileğinden dolayı gelen ziyaretçiler tarafından bu ziyaret günleri bazen üç cuma veya üç çarşamba şeklini alır. Ziyarete daha çok çocuğu olmayan kişiler rağbet eder. Bunun yanında kız çocuğu olup da erkek çocuğu olmayan kişiler de bu maksatlarına ulaşmak amacıyla buraya gelmektedir. Sinir hastaları, felçliler, nazara uğrayan kişiler ile çeşitli dilekleri bulunan kişiler tarafından da yoğun olarak ziyaret edilir. Sünni ziyaretçiler dilekleri gerçekleştiğinde buraya gelip şükür amacıyla kurban kesip tasadduk etmektedirler. Ziyaretçiler dilek ve isteklerine ulaşınca buraya gelerek lokma (gömme) adı verilen yöresel bir yemek yapıp dağıtırlar. Durumu ağır olan hastaların bir kısmı şifa bulmak maksadıyla burada yatıya kalır. Yine çocuğu olmayan kadınlar buraya ziyarete geldiklerinde koluna demir bir bilezik geçirip çocuğu olana kadar çıkarmazlarsa, bu dilek ve maksatlarına ulaşacaklarına inanılır. Bu türbeye geldikten sonra çocuğu olan aileler çocukları erkek olursa ismini “Fethi Ahmet veya Fatih Ahmet”, kız çocukları olursa ismini Fethiye koyarlar. Çocukları olduktan sonra da buraya gelerek kurban kesip tasadduk ederler. Yine çeşitli talep ve isteklerine ulaşmak için buraya gelen ziyaretçiler türbenin arka tarafındaki dardağan ağacına bez, yazma vb. şeyler bağlamaktadır. Ayrıca türbenin sol tarafındaki “dilek duvarı” adı verilen duvara da taş yapıştırırlar. Şayet bu duvara taş yapışırsa o kişinin dileğinin kabul olacağına, aksi takdirde kabul olmayacağına inanılır. Yine türbeye muhtelif amaçlarla gelen ziyaretçiler dileklerini bir kağıda yazıp mevcut Kur’an-ı Kerim’lerin içine bırakırlar. Ya da bu dileklerini mescid bölümünün güney yönündeki duvara da yazarlar.
[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Osman Bedreddin Erzurumi (ks.) ( İmam Efendi )

Elazığ – Harput Meteris Kabristanında

Osman Bedreddin Erzurumi hazretleri (k.s.) Silsile-i Şerifi

Asıl adı Hafız Osman Bedrüddin Erzurumi (1850-1924) olan İmam Efendi’nin türbesi, Harput’ta Meteris Mezarlığı’nın doğu tarafında, Buzluk Mağaraları’na giden yolun sağ üst kısmında yer alır Kare planlı ve üzeri büyük bir kubbe ile örtülü olan yapı, tek mekandan ibarettir. Türbenin aydınlatması dışarıya bakan tek pencereyle sağlanır. Burada yer alan üç mezar demir bir setle çevrilidir. Girişte sağda Mustafa Naci Efendi’nin (Muşi Efendi), ortada İmam Efendi’nin, solda (kıble tarafında) ise oğlu Muhit Efendi’nin kabirleri yer alır Yine makam bölümünde bir kabir daha bulunup bu da oğlu ve aynı zamanda halifesi olan Nureddin Efendi’ye aittir. Türbeye girmeden sağ tarafta ise halifesi Saadettin Efendi’nin kabri bulunmaktadır. Yine türbenin dışında güney cephede İmam Efendi’nin halifelerinden Sürsürülü Molla Hüseyin Efendi’nin kabri yer almaktadır. Türbenin etrafında Harput’ta yetişmiş veya hizmetlerde bulunmuş değerli âlimlerin mezarları da bulunmaktadır.

Doğumu ve İlk Tahsili
İmam Efendi Erzurum’un Abdurrahman Ağa Mahallesi’nde dünyaya gelir. Rivayete göre, doğduğunda adet üzerine sağ kulağına ezan, sol kulağına kamet okunur. Nakledilir ki, İmam Efendi, okunan bu ezanı ilk duyduğunda sağ elinin şahadet parmağını havaya kaldırır ve ezan bitimine kadar da elini indirmez. Babası ilim ve tasavvufi konulardaki liyakatiyle tanınmış olan Selman Sükutî Efendi, annesi Esma Hatun’dur. Osman Bedreddin üç yaşında iken babasını kaybeder. İlk derslerini Erzurum’daki hocası Mehmet Tahir Efendi’den alır ve dokuz yaşında hafız olur. Arapça’yı öğrendikten sonra tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerine yönelir. Osman Bedreddin, İslami ilimlere olan ilgisi ve kabiliyeti sebebiyle bu ilimlerde derin bilgi sahibi olmuştur. Tefsir çalışırken, Hucurat suresinin tefsirinde işaret edildiği üzere, “yaptığı amellerin, bilmeyerek işleyeceği hatâlar sebebiyle boşa gitmesinden”, korkarak çok az konuşmaya başlar Onun bu sessizliği üzerine hocaları ve arkadaşları kendisine, “Sessiz Hafız Osman Bedrettin”, demeye başlarlar. Mehmed Tahir Efendi bir gün İmam Efendi’ye “Molla Hafız! Bütün bildiklerimi sana öğrettim. Ayrıca bilmediklerimi de öğrendim. Şöyle ki, bilmediklerimi sana öğretmek için önce çalışıp öğrenmeye mecbur kaldım. Bundan ötesine gidemiyorum. Artık senin, ilmi benden daha fazla bir hocaya devam etmen gerekiyor. Bugünden itibaren ders vermeyeceğim”, der

Seyyid Ahmed Merami Hazretlerine talebe olması
Bunun üzerine İmam Efendi, “Dertliyim derdim derin, derdime derman için sana geldim ya Mûin” diyerek bir mürşid bulmak için Allah’a dua eder ve medreseden ayrılır. Aslında o, zahiri ilimlerde yetişmiş olup, batıni ve tasavvuf ilminde kendisini yetiştirecek bir hoca aramaktadır. Bu arayışı sırasında Buhara’daki Cami-i Kebir’de halka vaaz ve nasihat eden Seyyid Ahmed Meramî’nin bu duaya muttali olduğu ve Buhara’dan ayrılarak Erzurum’a geldiği nakledilir. Hasankale’nin ebu’l kasım köyünde üzerine aldığı imamlık vazifesini yürüten Ahmet Merami’nin yapmakta olduğu sohbetler üzerine kısa sürede ilmi ve şöhreti bütün çevreye yayılır Bu zatın ismini ve ilmini duyan İmam Efendi derhal yola çıkar. Aradığı mürşidi bir namaz vaktinde camide bulur. Seyyid Ahmed Meramî bu gencin kendisine yetiştirmesi için işaret edilen genç olduğunu anlar. Namazdan sonra “Merhaba! Hoş geldin, Hafız Osman Bedrüddin” der. Bunun üzerine Osman Bedrüddin birden bire ürperir ve hayretler içinde yaklaşarak Ahmed Meramî’nin elini öper. Daha sonra kendisinden ders almak istediğini söyler. Onun bu arzusuna Ahmed Meramî, “Buhara’dan kalkıp buraya kadar geliriz de senin gibi ilim isteyen bir talebeye ders vermez miyiz?” cevabını verir. Daha sonra Osman Bedrüddîn’i alıp evine götürür. Onun ilimdeki derecesini ölçmek için bazı sorular sorar. Sorduğu sorulara tatmin edici cevaplar alınca, onu yetiştiren hocasını metheder ve şöyle der. “Şunu bilesin ki, ilmin uçsuz bucaksız yolu neticede insanları Hakk’a ulaştırır. İlmin muhtelif safhaları ve sahneleri vardır. İlmin çeşidi çoktur. Bizim sana vereceğimiz ilim tasavvuf ilmidir.” Bir süre daha sohbet eden Ahmed Meramî, İmam Efendi’nin kendisini dikkatle ve şevkle dinlediğini görünce onun istek ve meylini anlar. Daha sonra İmam Efendi’nin istek ve arzusu doğrultusunda her gün gelip kendisinden ders alması kararlaştırılır. Böylece İmam Efendi her gün Erzurum’dan kalkar ve aralarında üç saat mesafe bulunan Alvar köyüne gider. Sabah namazını burada kıldıktan sonra Bulkasım köyüne varır, dersini alır. Yedi yıl süren bu meşakkatli eğitimin ardından Ahmet Meramî, bir gün Hafız Osman Bedrüddîn’e dönerek “Şunu bilesin ki, ilm-i zahir ile ilm-i batın birleşerek ait olduğu kalpte merkezleşti. Allah-ü Teala’ya hamd ve sena olsun, size de mübarek olsun. Benim vazifem burada tamam oldu. Ben irşada memur değilim. Sizi bu güne kadar yetiştirmekle, tasavvufî ahkamı size bildirmekle vazifeliydim. Biz memleketi, memlekettekiler de sizi arzuluyor. Varis-i enbiya meşarık-ı evliya (peygamberlerin varisi evliya güneşi) olarak bir mürşid-î kamil aramaya selahiyet kazandınız. Cenab-ı Hak hayırlısıyla muvaffak buyursun”, der ve derslerine son verir.

93 harbi ve Orduya katılması
Osman Bedreddin, hocası Ahmet Meramî’nin tavsiyesi üzerine gönüllü olarak orduya katılır. Harbin başlamasının ertesi günü 8 Kasım 1877 günü Osman Bedreddin, sabah Kars kalesi (veya Ayas Paşa) Camiinden ezan okur. Bu ezan halkı düşman karşısında cesaretlendiren kıvılcım olmuştur. Erzurum halkı bu ezan sesinden çok etkilenerek camiye koşar, sabah namazını kılan halk, hızlıca evlerine dağılarak düşmanla savaşmalarına silah olarak yardımcı olacak ne varsa yanlarına alarak cepheye koşarlar. Erzurum halkının da desteğiyle ordu güçlenmiştir. Rus ordusu dağıtılarak düşman güçlerini geri çevirmeyi başarmıştır.

Savaşın başladığı sabah, okuduğu ezanla halkı heyecanlandıran Osman Bedreddin, düşmanla ön saflarda çatışarak Erzurum halkına büyük bir cesaret örneği olmuştur. Okuduğu etkileyici ezan ve savaş esnasında gösterdiği cesaret ile Gazi Ahmed Muhtar Paşa’nın dikkatini çeker. Bu sayede Gazi Ahmed Muhtar Paşa onu 28. Alayın 3. Tabur imamlığına tayin eder Osman Bedreddin tabur imamı olduktan sonra ‘İmam Efendi’ diye anılmaya başlar. Bu vazifesi esnasında evliyânın büyüklerinden Seyyid Tâhâ-yı Hakkârî hazretlerinin oğlu ve halîfesi Seyyid Ubeydullah ile Seyyid Tâhâ-i Hakkârî hazretlerinin halîfelerinden Kufrevî Şeyh Muhammed ve Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddîn ve Erzincanlı Terzi Baba lakabıyla meşhûr Şeyh Hayyât’ın talebelerinden Hacı Fehmi Efendilerle sohbet eder. Osman Bedreddin, 93 Harbi esnasında Erzurum cephesinde savaşmaya gelen birçok ilim ve irfan sahibi zatla tanışma fırsatı bulur. Savaş esnasında birkaç arkadaşıyla esir düşse de kaçmayı başarırlar. Harp sonrası taburu ile birlikte Diyarbakır’a tayinen naklolur. 1882’de ise vazifeli olduğu tabur Palu’ya taşınır.

Seyyid Mahmud Samini hazretleri’ne intisabı
O artık burada asıl hocasına kavuşur Bu mübarek zat Mahmud Samini’dir. Daha İmam Efendi gelmeden önce, onun hallerini kapalı olarak talebelerine bildirmektedir. Zaman zaman işaretler vererek, “Maşallah dokuz yaşında hafız ve fakih olmak her kulun karı değildir.” derdi. Yine bir gün, “Fesübhanallah, ilme olan gayreti hocalarını çalışmaya mecbûr ediyor.” Osman Bedreddin görevi nedeniyle Palu’da yaklaşık dört sene kalır. Burada yaşadığı ve şahit olduğu bazı olağanüstü hal ve buyruklarının manevi tesiriyle büyük bir mürşid ve tasavvuf ehli olduğunu anladığı Mahmut Samini’ye intisap eder. İmam Efendi kısa sürede tasavvufta yetişip kemale erer. Samini dergâhında on sekiz gün sülûkte kalıp Nakşîlikten tarikat icazeti alır.

Palu’daki irşadı ve Vefatı
Bir müddet sonra, Palu’da izindeyken Çemişgezek ilçesine nakledilen taburuna avdet eder. Artık o kendisine gelen talebeleri irşad ve manen terbiye etmeye mürşidi Mahmut Samini tarafından memur ve mezun kılınmıştır. Çemişgezek yöresindeki halka 15 yıl süresince ilim, irfan ve hakikat yüklü sohbetleriyle irşat eder. 1909 yılında tabur imamlığı vazifesinden emekli olur ve o gün için Doğu Anadolu’nun ilim ve irfan merkezi durumundaki Harput’a gider. Onun Harput’taki devresi dopdolu, hayatının en verimli ve feyizli devresi olur. Harput’ta Kurşunlu Camii’nde sohbetlerini yapar. 1911 yılında hacca giden İmam Efendi hacdan döndükten sonra irşad vazifesine Harput’ta devam eder. Ayrıca çevre il ve ilçelere de sık sık seyahatler ederek Elazığ ve Tunceli’nin merkez ve ilçeleri başta olmak üzere Keban, Ağın, Çemişgezek, Arapgir, Kemaliye (Eğin), Divriği, Kemah, Pertek, Hozat gibi civar il ve ilçelerde halka vaazlar verir ve sohbetlerde bulunur. Bu esnada da pek çok talebe yetiştirir. Hayatı boyunca kendini ilme adayan ve bu yolda oldukça önemli bir mesafe alan, ayrıca yaptığı sohbetlerle insanlara hak ve hakikati anlatan İmam Efendi, 17 Ekim 1924 tarihinde vefat eder. Harput Meteris Mezarlığına defnedilir.

[toggle title=”Osman Bedreddin Efendi’nin Vasiyeti” load=”hide”]

Osman Bedreddin Efendinin yakınlarına bıraktığı vasiyeti şöyledir.
”Ey benim evlâd, birâder ve akrabâlarım! İslâmiyette ve doğru yolda bulunan kardeşlerim! Benim Ehl-i sünnet vel-Cemâat mezhebi üzere bir müslüman olduğuma Cenâb-ı Hak şâhidimdir. Lütuf ve ihsânına karşı Allahü Teâlâ’ya hamd ederim. Şâyet ömrüm tamam olup, Allahü Teâlâ’nın emri üzerine âhirete göçüp, ilâhî rahmete nâil olursam, son ömrümde düşmanımız olan nefis ve şeytan tarafından şaşırtılmak istenirsem, inşâallah ben onları dinlemem. Ancak, İslâm dîninde olduğumu şimdiden işitip, kıyâmet gününde müslümanlığıma şâhitlik etmenizi istiyorum. Allahü teâlânın birliğine inanıyorum, elhamdülillah. Allahü Teâlâ’dan başka ilâh yoktur. Muhammed Aleyhisselâm O’nun kulu ve resûlüdür. Yalnız Allahü teâlâ vardır. O’nun ortağı yoktur. Mülk O’nundur. Hamd O’na mahsustur. O, her şeye kâdirdir. Sizden Allahü teâlânın birliğine olan bu îmânıma şâhid olmanızı istirhâm ediyorum. Ben âciz ve günahkâr bir kulum. “Allahü teâlânın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allahü teâlâ (şirkten tövbe ve îmân etmek sûretiyle) bütün günahları affeder.” (Zümer sûresi: 53) meâlindeki âyet-i kerîmesini kendime delil edinip tövbe ederek, Rabbimin rahmetine sığınıyor, Peygamber efendimizin şefâatına kavuşmayı ümid ederek gidiyorum. Evliyâullahın, Allahü teâlânın sevdiği kullarının ve Nakşibendiyye büyüklerinin bu günahkâr kula mânevî yardımlarını ümid ederim. Bilhassa Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî, Muhammed Behâeddîn Buhârî, pîrim Mevlânâ Hâlid, Şeyh Ali Sebtî, hocam Mahmûd Sâminî ve babamın mânevî yardımlarını ve Allahü Teâlâ’nın katında bu fakîre şefâatçı olmalarını ihsân ve ikrâmlarından ümîd ederim. Vefât ettiğimde üzerime Kur’ân-ı kerîm okuyunuz. Allahü teâlâ bu âcize ve bütün din kardeşlerime îmân ve hüsn-i hatîme nasîb eylesin! Âmin.”

[/toggle]

Osman Bedreddin iki defa evlenmiştir. İlk zevcesinden Bahaeddin, Nureddin ve Muhit isminde üç erkek ve Nuriye isminde bir kızı olmuştur. İkinci hanımından en küçük erkek oğlu Ziyaeddin Uz ise, Elazığ’da Ağır Ceza Mahkemesi başkanlığı yapmış ve 1989 yılında emekli olmuş, 2006’da vefat ederek babasının türbesinin yanına defnedilmiştir.

Osman Bedreddin hazretlerinin Eserleri
İshak Sunguroğlu, İmam Efendi’nin aynı zamanda iyi bir şair olduğunu belirtmekte ve şiirlerinden ancak bir nümunesinin bulunabildiğini söylemektedir. İlahi aşk, insan sevgisi, tevazu, hoşgörü ve kalp temizliği gibi hususlar işlenmiş olduğu bu şiirlerini divan edebiyatı nazım şekilleri ve dörtlüklerle yazmıştır.
Osman Bedreddin’nin talebeleri tarafından sohbetleri not edilerek bir araya getirilmiş olan Gülzar-ı Samini adındaki mektubatı ile Gülbin-i İrşad ve Mecalis-i Saminiyye adında beş ciltlik eseri ve ayrıca kasidesi vardır Hayatına ilişkin en önemli belge, onun Osmanlıca el yazması eseri olan “Sohbetname” adlı kitabıdır. Sohbetname, İmam Efendi’nin İslam ahlakı, fıkıh ve çeşitli konulardaki hadislerin yorumlarından ibaret bir çalışmadır. Sohbetnamenin orijinal el yazması bugün torunu Halit Hoca’nın kütüphanesinde bulunuyor. Ayrıca tasavufi konulardaki şiirlerini kapsayan bir de Divan’ı mevcuttur.

Osman Bedreddin hazretleri’nin Halifeleri
1- Seyyid Hace Musataf Naci hazretleri(ks.) ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte sağdaki kabir.
2- Seyyid Saadettin Efendi (ks.); Samini hazretleri’nin torunu, Kabri samini hazretlerinin türbesinin içerisinde
3- Ömer Nasuh Bilmen (ks.); İstanbul – Edirnekapı Sakızağacı şehitliğinde
4- Seyyid Nureddin Efendi ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte heen karşıdaki kabir.
5- Seyyid Musa Kazım Harputi
6- Sürsürülü Seyyid Molla Hüseyin Efendi ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte heen karşıdaki kabir.
7-Seyyid Saadettin Efendi ; Osman Bedreddin hazretleri’nin türbesinin içerisinde girişte heen karşıdaki kabir.
8- Seyyid Muhammed Mazhar Ettasi Harputi ;

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]
Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)
Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma
[/toggle]

Beyzade Efendi (ks.) (Beyzade Ali Rıza Efendi)

Elazığ – Harput Ulu camii avlusunda

Beyzade Efendi kendisini tamamen ilme ve tasavvufa verdiği için dünya malıyla hiç ilgilenmez. Harput’taki tek katlı evini kendisi hac ziyaretine gittiği sırada oğlu yıktırarak iki kata çıkarınca, oldukça üzülür, çocuklarına sitem eder. “Beni şimdiden sonra dünyaya mı bağlayacaksınız?.. Komşuların evinden yüksek oldu, onların yüzüne nasıl bakarım?”

Beyzade Efendi’nin (k.s.) Silsile-i Şerifi

Esas adı Hacı Ali Rıza Efendi (1810-1904) olan Beyzade’ye Büyük Beyzade Efendi de denir. Baba adı Hacı Bakır’dır (Hacı Bekir). Dedeleri Özbekistan bölgesinden göç ederek önce Buhara’ya, daha sonra Mısır’a gelirler, bir müddet burada kaldıktan sonra 1798 yılında Napolyon’un Mısır’ı işgali üzerine kendi boylarına bağlı 40 kadar aile ile birlikte Şam, Halep, Urfa ve oradan da Musul’a giderler. Bu gruptan bir kısmı Musul’da kalmayı tercih eder. Diğer bir grup tekrar Türkistan’a dönmek için hazırlık yaparken, Bakır Bey’in etrafındaki küçük bir grup da bunlardan ayrılarak Harput’a gelir. Bu seyahatlardan oldukça yorgun bir şekilde Harput’a ulaşan Bakır Bey, burasını İslâmi ideallerine uygun bulduğu için yerleşir. İlk defa iki kardeş Kurşunlu Medresesi’nde bir hücrede beyaz külah imal ederek ailesinin maişetini karşılamaya çalışmış, bu arada kendilerini ilme vermeyi de ihmal etmemişlerdir.

Hacı Bakır’ın oğlu olan Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi, 1810 yılında Harput’ta dünyaya gelir. Hacı Mahmut Efendi isminde bir de büyük kardeşi vardır. Babalarının ilme düşkünlüğü çocuklarını da ilme yöneltir. Beyzade Hazretleri önce Şeyhü’l Ulema Hacı Ali Efendi’den, daha sonra Harput’un büyük alimi Dağıstanlı (Mehmet Efendi) Hoca’dan dersler alır. Kabiliyeti ve öğrenme arzusu yüzünden hocaları da Beyzade’yi çok severler. Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi ilim tahsilini sürdürürken tasavvufa da ilgi duyar. O, bu ilgiyi daha çok Dağıstanlı Hoca’dan almıştır. Kısa zamanda büyük merhaleler kateder. Durup dinlenmeden bilgisini geliştirir. Dağıstanlı Hoca’nın en başarılı talebelerinden birisidir. Harput halkı kısa zamanda Beyzade’yi sevmeye başlar. Ne var ki, Dağıstanlı Hoca ona icazetini veremeden ölmüştür. O, ölüm döşeğinde iken kendi yerine müderrisliğe Beyzade’nin getirilmesini vasiyet eder. İbrahim Paşa Medresesi sahibi Çötelizade Sırma Hatun’a, “Ben yakında öleceğim, ölümümden sonra müderrislik için bir çok dedikodular, hatta kavgalar olacaktır. Sana vasiyet ediyorum, benim yerimi ancak Beyzade Ali Rıza doldurabilir. Müderrisliği ona vereceksin. Şayet başkalarına verecek olursan kıyamet gününde saçlarından tutup seni sürüm sürüm süründürürüm”, der. Hakikaten Dağıstanlı Hoca’nın ölümünden sonra dedikodular başlar. Bunun üzerine Antep ulemasından meşhur Küçük Ali Efendi kendisine gıyaben bir icazetname gönderir. Ancak bundan sonra İbrahim Paşa Medresesinde müderrisliğe başlar.

Beyzade Efendi’nin ilk hanımı Sarını köyü beylerinden birinin kızı olan Emine Hanımdır. Bu köyde hanımından kalan oldukça geniş arazileri vardır. Ama o, bu arazilerle pek fazla ilgilenmez. Önceleri bu arazileri köyde tembih ettiği kişiler çekip çevirirler; daha sonra bu hanımından olan oğlu Mehmet Nuri Efendi büyüyünce bu işleri ona bırakır. Beyzade Hazretleri’nin hanımı (Sarınılı) öldükten sonra evliliğini Hoş Köyü’nden yapar. Bu hanımından kalan arazilere de yine bu hanımının oğlu olan Baha Efendi (Bahaeddin Efendi) bakar. Beyzade Efendi kendisini tamamen ilme ve tasavvufa verdiği için dünya malıyla hiç ilgilenmez. Harput’taki tek katlı evini kendisi hac ziyaretine gittiği sırada oğlu yıktırarak iki kata çıkarınca, oldukça üzülür, çocuklarına sitem eder. “Beni şimdiden sonra dünyaya mı bağlayacaksınız?.. Komşuların evinden yüksek oldu, onların yüzüne nasıl bakarım?” Kendisi tasavvufta yüksek bir takvaya sahiptir ve yıllarca halkı irşat eder. On binlerce insana ilmi ve Müslümanlığı öğretir. Yaşadığı çağın en büyük alimlerinden birisidir. Gerek Nakşi, gerekse Kadiri ve diğer tarikatların usûl ve erkanını en iyi şekilde bilmektedir.

[toggle title=”Beyzade hazretleri’nin Menkıbeleri ” load=”hide”]
Menkıbeleri

…….Halk arasında onu menkıbeleştiren olaylardan biri şöyle nakledilir.
“Deli Mustafa, dedik ya, bazen çıplak gezer. Bir gün yine sokaklarda çıplak gezerken Beyzade Hoca görür ve kızgınlıkla bağırır:
-Mustafa bu ne hal, çabuk git üzerini giy!
Mustafa, buruk saygın bir insan tarafından azarlanmanın, verdiği utançla oradan ayrılır. O gece Beyzade Hoca’nın rüyasına giren Peygamber Efendimiz, Hoca’ya:
-Mustafa’ya dokunma, der.
Beyzade Hoca:
-Ya Resulallah, ya şeriatı kaldır, ya Mustafa’yı giydir, diye karşılık verir.
Sabah olur. Hoca yine Harput’un dar sokaklarında Mustafa ile karşılaşır. Bakar ki, Mustafa giyinmiş, memnun bir ifade ile:
-Aferin Mustafa, bak ne iyi olmuş. Mustafa sitemkâr, Hoca’ya dönerek: -Baba boş ver, sana Resulallah bile söz anlatamadı,
der ve uzaklaşır.”

…..Bir gün Urfalı Nakşibendi şeyhlerinden Mehmet Ruhavi Hazretleri Elazığ’ın Aksaray Mahallesinde oturan Latif Ağa’nın konağına gelmiştir. Latif Ağa Mehmet Rehavi Hazretleri’nin mürididir. Rehavi Hazretleri buradaki konuşmalardan Beyzade’nin ününü duyunca, onu Harput’tan Aksaray’a çağırtır. (Aksaray o yıllarda ovada bir köydür) Rehavi Hazretleri’nin çevresindekiler Beyzade’nin gelmeyeceğini düşünerek, “Efendi, o büyük bir âlimdir. Sizi tanımayacağından gelmeyebilir,” derler. Rehavi Hazretleri, “Siz gidin çağırın, o gelir.” der. Durum Harput’ta bulunan Beyzade’ye iletilince, “Kimdir bu Urfalı Şeyh” diye sorar. Çağırmak için gelenler: “Efendi o Urfalı bir Nakşi şeyhidir. Bir de çubuğu var, tütün içiyor.” derler. Beyzade Hazretleri, “Allah, Allah, tütün de mi içiyor?” diye şaşkınlık gösterir. Sonra da kalkıp Aksaraylı Latif Efendi’nin konağına gelir. Mehmet Rehavi Hazretleri ile uzun bir halvete dalarlar. Bu Urfalı Nakşi şeyhi bakar ki Beyzade Hazretleri ilmin güneşidir. Ona kendisinin vereceği bir şey yoktur. Urfa’ya döndükten bir müddet sonra, bu sefer de Beyzade Hazretleri ve Latif Ağa Urfa’ya Rehavi Hazretleri’ni görmeye giderler. Orada tam yedi ay misafir olurlar. Bu süre içerisinde hep ilmi ve dini sohbetler yapılır. Gece yarılarına kadar süren bu sohbetlerden her ikisi de sonsuz zevk alırlar. Nihayet Mehmet Rehavi Hazretleri Beyzade’ye inabe vererek Urfa’da onu sülûka sokar. Sülük süresi bittikten sonra Beyzade Hazretleri’ne gerekli icazeti verip, onu irşadla görevlendirir. Böylece, önce Harput’ta Şeyhü’l Ulema Ali Efendi ve Dağıstanlı Hoca’dan, daha sonra Urfa’daki Nakşibendi Şeyhi Mehmet Rehavi Hazretlerinden gerekli ders ve icazeti alan Beyzade Hazretleri’nin, tarikat geleneğine uygun bir şekilde mürşidliği tasdik edilmiş olur.

…..Bir gün ona Kövenk köyünde, Hacı Ömer Hüdai Baba diye birinin çıkıp şeyhlik yaptığını, tarikatının da Kadirilik olduğunu söylerler. Bunun üzerine Hacı Ömer Hüdai Baba’ya 40 sual yazarak yollar. O, gelen bu cevaplarla yetinmeyip bir cuma günü bizzat Harput’a gelerek, zikirlerini göstermelerini ister. Hacı Ömer Hûdaî Baba gelmez ama, ihvanlarını Harput’a yollar. Bunları halk da merak etmektedir. Bir grup ihvan, önde tarikat sancağı, arkalarında müritler ve ellerinde elvaneler, çırpaneler, kudümler Harput halkına bir geçit töreni yaparlar. Cuma namazı kılındıktan sonra cami içinde bir zikir sergilenir. Beyzade bunları sonuna kadar seyreder. Zikir bittikten sonra ihvanların başında gelen Palulu Muhammed Baba’ya, “Ömer Baba’ya selamımı götürün. Kadiriliği bu minval üzre yürütsün” der.

…….Anlatılır ki, Beyzade Efendi bir sene hacca gitmeye karar verir. Arkadaşları ile anlaşıp, para biriktirmeye başlar. Hanımı o sene hamiledir. Bir gün hanımı yatakta yatarken dışarıdan et kokusu gelir. Canı bu etten yemek ister ve Beyzade Efendiye, “Efendi! Şu kızarmış et kimlerde pişiyorsa git benim hatırım için bir parça isteyiver. Canım çekti.” deyince, Beyzade Efendi, “Heey hatun hey!. Bu kadar zenginliğimiz boşunaymış meğer. İstediğin et olsun, kebab olsun. Hemen çarşıya gidip, en alasından sana kebap getiririm.” cevabını verir. Hanımının ısrarla bu kızaran etten istemesi üzerine, Beyzade Efendi üzgün bir şekilde dışarı çıkar. Bu kokunun fakir bir komşularının evinden geldiğini anlar. Utanarak kapıyı çalar ve ayaküstü mevzuyu söyler. Kapıyı açan kadıncağız, “Olmaz efendim! Pişirdiğim et size layık değildir.” der. Beyzade Efendinin ısrarı üzerine kadın gerçeği söylemek mecburiyetinde kalır ve, “Efendim! Üç günden beri çoluk-çocuk açız. Çocukların ağlamalarına fazla dayanamadığım için, sokakta bir köpek yakalayıp kestim. İşte kızaran et budur. Çocuklarımın seslerinin kesilmesi için kızartıyorum. Onları oyalıyorum.” der. Bu durum karşısında gözleri yaşaran Beyzade Efendi, hemen evine dönerek hac için ayırdığı paranın büyük kısmını kadına verir. Geri kalanını çevresindeki fakirlere dağıtır ve hacca gitmekten vaz geçer. Arkadaşları ile kararlaştırdıkları gün gelince,Beyzade Efendi arkadaşlarına hacca gidemeyeceğini söyler. Sebebini öğrenmek isteseler de, Beyzade Efendi söylemez. Bunun üzerine arkadaşları yola koyulur. Uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra Mekke’ye varan arkadaşları hayret içinde kalırlar. Çünkü Beyzade Efendi kendilerinden önce gelmiştir. Bazıları, “Eğer bizden sonra yola çıkmış olsaydı, mutlaka bizi gelip geçerdi. Biz de onu görürdük. Ama böyle bir şey olmadı.” derler. Kabe’nin tavafı esnasında, namaz kılarken, Arafat’a çıkarken hep en ön saflarda Beyzade Efendiyi görürler. Harput’a döndüklerinde Beyzade Efendiye bu durumun hikmetini sorarlar. O da, “Hayır ve hasenat yüzünden. Siz Kabe’ye yürümekle mi varıldığını sanırsınız?” dedikten sonra, olanların hepsini anlatır. Denilir ki, bundan sonra Harput’ta fakirler hiç bir zaman muhtaç duruma düşmez. Zenginler fakir aramak için birbiriyle yarışırlar.

…..Anlatılır ki, Diyarbakır eşrafından Mesut Bey, Beyzade Hazretleri’nin ismini duyduğu için onu görmeye gelir. Akşam Beyzade Hazretleri’nin evinde misafir kalarak bir sohbet toplantısına katılır. Uzun süren bu sohbet gecesinden sonra Beyzade Hazretleri misafirini yatırır, kendisi de gece ibadetine çekilir. Bir süre sonra Mesut Bey uyanır bakar ki, Beyzade Hazretleri namaz kılmaktadır. Tekrar yerine gelir ve yatar. Gecenin bir vaktinde yeniden uyanır, tekrar Beyzade’yi namazda görür. Bu durum bir kaç defa olunca içinden, “Be herif, başın göğe mi değecek?” der. Yattığı yerde bunları mırıldanırken bir de bakar ki gökyüzünde yıldızlargörünmektedir. Gözlerine inanamaz. Tekrar bakar, yine yıldızları görür. Oysa evin üzeri kapalıdır. Birden irkilir. Başını yorganın altına sokar. Biraz vakit geçtikten sonra yeniden yorganın altından başını çıkarır ve bakar, bu sefer gökyüzünü değil, tavanı görür. Uykusu iyice kaçmıştır. Beyzade Hazretleri’nin büyük bir zat olduğunu anlar, içinden böyle bir zatın oğluna kızını vermeyi düşünür. Sabah olunca durumu Beyzade Hazretleri’ne açar. Allah da kısmet ettiği için Mesut Bey’in kızıyla Baha Efendi evlenirler.

…..Anlatıldığına göre, Ulukent’te civardaki insanların yardımıyla geçinen çok fakir bir kişi varmış. Bu kişi vefat ettiğinde civardaki insanlar cenazesini kaldırmaya çalışırken bir de bakarlar ki Beyzade Efendi gelir ve cenazeyi kendisinin kaldıracağını söyler. Böylece Beyzade Efendi mevtayı yıkayıp kefene sarar ve tam tabuta konulacağı sırada, halk arasında “Deli Mustafa” diye bilinen kişi “Tabut boş, Tabut boş” diye birkaç kez bağırır. Cemaatin içinden bu olay karşısında şaşkınlık içine düşen bir kişi defin işlemi tamamlandıktan sonra Beyzade Efendi’nin yanına yaklaşır ve Deli Mustafa’nın neden böyle bir şey söylediğini sorar. Bunun üzerine Beyzade Efendi, ölen kişinin takva sahibi biri olduğunu,rüyasına gelen Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in isteği üzerine bu kişinin cenazesine geldiğini, ancak tabuta konulacağı esnada melekler tarafından götürüldüğünü ve Deli Mustafa’nın da bu olayı gördüğünü söyler.
[/toggle]

Beyzade Hazretleri çevrede uydurma şeyhlik yapanları da sıkı bir takibe almıştır. O, etrafında bu kadar ilgi ve itibar görmesine rağmen gösteriş ve ihtişamı asla sevmez. Halka karşı mütevazidir. Herkese gerekli saygıyı gösterir. Evine gidip gelirken bile ara sokakları tercih eder, kendisinden dolayı kimsenin rahatsız olmasını istemez. Bu gidiş gelişlerde başını kaldırıp hiç bir yana bakmaz. Çok az konuşur, çok az tebessüm eder. Onun en çok dikkat ettiği şeylerden birisi de temizliktir. İslâmiyetin temizlik konusundaki görüşlerini her fırsatta etrafına sık sık anlatır. Harput’ta Ömer Naimi Efendi, Hafız Öğe, Hacı Muharrem Hilmi Efendi’nin üzerinde büyük emeği vardır. Ayrıca icazet verdiği kişiler de bulunmaktadır. Bunlar, büyük oğlu Hacı Mehmet Nuri, Köse Sefer, Hacı Reşit, Müsevvit Ahmet, Kadızade Sadık, Hekimhan Müftüsü Kozagözzade Mahmut, Gergerizade Hacı Ali, Uzun Eminzade Alay Müftüsü Sait, Abdusselamzade Hakkı gibi zatlardır.

Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi uzun boylu, iri cüsseli, geniş omuzlu bir zat olup gözleri ela, sakalı beyaz ve uzun, yüzü çok sevimli ve nuranidir. Başına beyaz fes giyer, bu beyaz fesin üzerine kışın büyük ve yeşil sarık, yazın beyaz sarık sarar. Üzerindeki elbisesi mavi ya da lacivert şalvar, yazın Antep alacasından iki etekli entari, yahut limon küfü renginde cübbedir. Sokağa çıktığı zaman elinde uzun bir asa bulunur.

Anlatılır ki, onun İslami konuda alimliği, herkesin onu sevip sayması, bazı Ermenileri rahatsız eder. Bir gün şehirdeki Ermeni komitacılar Beyzade’yi öldürmeye karar. verirler. Bunun için silahlı dört beş Ermeni ona pusu hazırlayarak gecenin karanlığında dar sokaklardan birinde öldüreceklerdir. Ermeni suikastçiler bakarlar ki o camiden çıktıktan sonra etrafında bir bölük asker onu korumaktadır. Plânlarını bir sonraki geceye ertelerler. İkinci gece de aynı durumla karşılaşınca, üçüncü geceye ertelerler. Beyzade durumu farkeder. Bir gece bunları önüne katarak mahallelerine kadar kovalar. Böylece bu hain plânlarından vazgeçerler. Halbuki Beyzade evine hep tek başına gidip gelmektedir. O, namazlarını çoğunlukla Sarahatun Camii’nde kılmaktadır. Buranın anahtarının biri de kendisindedir. Cami müezzini Perili Hafız her sabah ezan okumaya geldiğinde onu mihrabın önünde namaz kılarken görür. Bir gün ondan önce gelmeye karar verir. Ezandan bir saat önce camiye girdiğinde, Beyzade Hazretleri’ni yine mihrabın önünde görür ve, “Yarın daha erken geleyim” der. İkinci gece iki saat önce gelmesine rağmen görür ki, Beyzade yine camidedir. Bunun üzerine Perili Hafız gece yarısı camiye gelmeye karar verir. Saat on iki sıralarında Sarahatun’a gelir. Cebinden anahtarı çıkarıp kapıyı açacağı sırada arkasından bir ses, “Dur açma” der. Perili Hafız biraz ürpererek dönüp arkasına bakar. Seslenen Beyzade’dir. “Hafız” der, “Kırk yıldır bu camiyi ilk ben açıyorum, bırakmam sen açasın.” Bunun üzerine Perili Hafız geri çekilerek camiyi Beyzade’nin açmasına müsade eder. Anlatılır ki, bu insan-ı kâmil, bu büyük veli kırk yıldır camiye hep böyle gelerek, hem nafile namazlarını kılmış, hem de tesbih çekmiştir.

Beyzade Hazretleri vatanseverliğin İslam dininde önemli bir yeri olduğunu 1877 yılında başlayan Osmanlı- Rus savaşında gösterir. Harput halkını konuşmalarıyla heyecana getiren Beyzade, başta kendisi ve oğlu Mehmet Nuri olmak üzere torunu Halit Efendi’yi de gönüllü yazdırarak Ruslar’a karşı savaşmak için Erzurum’a gider. Harput’tan yola çıkan bu bir avuç gönüllü kahramanın at, silah ve diğer levazımatını bizzat Beyzade kendi bütçesinden karşılar. Gittiği Erzurum cephesinde büyük yararlılıklar göstererek geri döner. O böyle bir anda her Müslümanın ne yapması gerektiğini göstermeye çalışmıştır. 1883 yılında Mamuretü’l-Aziz evkaf komisyonu reisliği yapmış olup “Mekke Mollalığı” unvanına sahiptir.

Beyzade Hazretleri uzun zamandır arzulayıp da çeşitli nedenlerle yapamadığı hac ziyareti için hazırlıklara başlar. Bu sefer oğlu Baha Efendi ve hacda hizmetlerini görecek evdeki yardımcısı Emin Efendiyi de yanına alır. Para harcama işini oğlu Baha Efendi’ye havale etmiştir. Yol boyu çeşitli şehirlerde rastladıkları fakirlere verecekleri sadaka miktarını Beyzade Hazretleri tayin eder. Her yoksula üç kuruş, beş kuruş vererek yollarına devam ederler. Bir gün genç biri onlardan sadaka ister. Beyzade oğlu Baha’ya dönerek, “Şuna yirmi kuruş ver” der. Baha Efendi tereddütsüz yirmi kuruşu çıkarır verir ama, içinden, “Yahu bu babamın işlerine de bir türlü akıl erdiremiyorum. Çok yoksul görünen yaşlı kimselere üç kuruş, beş kuruş ver diyor, bu aslan gibi gence yirmi kuruş ver dedi.”, diye geçirir. Bir müddet sonra Beyzade Hazretleri oğluna dönerek, “Sen bu işlere karışma oğlum. Öncekiler parayı kendileri için istediler. Bu genç adam (Allah’ın veli kullarından ya da) Hızır Aleyhisselam’dır. Topladığı paraları fukaralara dağıtacak.” deyince, Baha Efendi bakar ki babası kendi içinden geçenleri de bilmektedir. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaşırlar. Hac görevini ifa ettikten sonra dönüşte Medine’ye geçip yüce Peygamber’in kabr-işeriflerini ziyarete giderler. Beyzade önce tek başına türbenin kapısına gelir. Kapı önünde nöbetçiler vardır. Gelenler türbenin dışından ziyaretlerini yapıp giderler. Oysa Beyzade Hazretleri türbe kapısının tam karşısında durunca, kapı kendiliğinden açılıverir. Nöbetçiler şaşırırlar. Beyzade Hazretleri açılan kapıdan içeri girer. Kapı tekrar kapanır. Bir süre sonra Beyzade yeniden açılan kapıdan dışarı çıkar. Durumu şaşkınlık içinde seyreden nöbetçiler, hiç rastlamadıkları bu olayı oranın Osmanlı Paşası’na bildirirler. Padişahın bu konuda emri de vardır. Burada meydana gelebilecek her olağanüstü olayın kendisine bildirilmesini istemiştir. Kısa bir süre sonra orada görev yapan “müşir” unvanlı Paşa, Beyzade Hazretleri’ni bulur. Önce Baha Efendi ve hizmetçisinin dışarı çıkmasını ister. Baha Efendi olanlara bir anlam veremez. Beyzade Hazretleri, “Emin Efendi kalsın. O bizdendir.” diyerek hizmetçiyi odada bırakır. Müşir içeride Beyzade Hazretleri ile bir süre konuşarak çıkıp gider. Peygamber Efendimizin kabr-i şerifleri şimdiye kadar iki kişiye açılmıştır. Bunlardan biri de Beyzade Hazretleridir. Aradan yıllar geçer. Baha Efendi’nin bu olaydan haberi yoktur. Beyzade Hazretleri’nin ölümünden bir süre sonra hizmetçisi Emin Efendi Baha Efendi’yi ziyarete gelir, “Sana bir şey anlatacağım Baha Efendi.” der. Sonra onu bahçede bir köşeye çekip Hac ziyareti sırasında Medine’de Osmanlı müşirinin niçin ziyarete geldiğini anlatır ve şöyle der: “Meğer Medine-i Münevvere’de Peygamberimizin kabr-i şerifinin kapısı kendiliğinden babanıza açılmış. Durumu öğrenen müşir, babayı ziyarete geldiğinde bu kapının neden babanıza açıldığını sordu. Beyzade Efendi de dedi ki: “Eğer beni ümmetliğe kabul edersen huzuruna al dedim.” işte o zaman kabri şerifin kapısı açılmış ve Beyzade Hazretleri içeri girerek bir müddet orada kalmış.”

Bu olay Beyzade Hazretleri’nin 1904 yılında vefatından sonra ortaya çıkmıştır. O güne kadar bu zatın bu kadar derecesi yüksek bir veli olduğunu kestiremeyenler, onun kabrine koşarlar. Anlatılır ki, bu ilim ve irfan güneşi kendi cenazesinde de büyüklüğünü göstererek, Harputlulara olağanüstü bir gün yaşatır. Muazzam bir kalabalık Harput’un meydan ve sokaklarına sığmaz. Onu büyük bir üzüntü içerisinde şimdiki kabrinin bulunduğu yer olan Meteris Mezarlığına götürerek defnederler. Beyzade Hacı Ali Rıza Efendi’nin vasiyeti üzerine kendisine türbe yapılmaz. Mezarlığın çevresi demir setle çevrilerek aile kabristanlığı haline getirilir. Buradaki şahidelerinin tamamı yeşile boyanmış olup, üzerlerinde kitabeleri bulunmaktadır. Aile mezarlığının iç kısmının tabanına son yıllarda mermer taşlardan oluşan özel bir düzenleme yapılmıştır.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]

Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)

Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma  

[/toggle]

Seyyid Ahmed Çapakçuri (k.s.)

Elazığ – Harput Ulu camii avlusunda

Seyyid Ahmed Çapakçuri hazretleri’nin (k.s.) Silsile-i Şerifi

Seyyid Ahmed Çapakçuri hazretleri ; Bitlis’in Çapakçur ilçesine bağlı Kür köyünde dünyaya gelmiştir. Aslen Bağdatlı olup dedeleri Seyyid Abdulhamid, vaktiyle Bağdat’tan Çapakçur’un Kür köyüne gelip yerleşmiştir. Ahmed Çapakçuri daha çocuk yaşta iken kendisinde bir takım olağanüstü haller ortaya çıkar. İlim öğrenmeye çok hevesli olmasına rağmen bir medreseye gidemediğinden dolayı çok üzülmektedir. Cami-i Kebir (Ulu Camii) imamı Hacı Tevfik Efendi’nin naklettiğine göre, Seyyid Ahmed Çapakçuri 10–12 yaşlarında dağda koyun otlatırken daha önce hiç görmediği bir zat kendisine yaklaşır. Kendisinden halini hatırını soran bu zata Ahmed Çapakçuri halinden hiç memnun olmadığını söyler. Çünkü kendisinin ilim öğrenme arzu ve hevesiyle dolu olduğunu, fakat bu yaşa kadar ancak Fatiha Suresi’ni öğrenebildiğini söyler. Ahmed Çapakçuri’nin istek ve hevesinin farkına varan bu zat, başını okşayarak ona “Allahü Teala seni ilim erbabı eylesin. Sana faydalı ilim nasip eylesin”, diye dua eder ve oradan ayrılır. Ahmed Çapakçuri başından geçen bu olayı akşam babasına anlatır. Bir müddet sonra babası onu devrin büyük Nakşî Şeyhi olan Palulu Şeyh Ali Sebti’ye götürür ve okutup, terbiye etmesi için teslim eder.

Şeyh Ali Sebti hazretleri ; o günden itibaren terbiyesi altına aldığı Ahmed’in manen ve maddeten en iyi şekilde eğitilmesine özen gösterir. Seyyid Ahmed Çapakçuri, on iki yaşından itibaren Ali Sebti’nin Palu’daki evlerinde büyür. Ali Sebti’nin sohbetlerine devam edip çağın alimlerinden maddi ve manevi ilimlerin öğrenimini yaparak büyük bir alim olur. Senelerce nefsiyle büyük mücadele halinde bulunup tasavvuf yolunun; Allah’a kavuşma yolunun bütün derece ve kademelerini Ali Sebti’nin eğitiminden geçerek kemal ve kemale erdirme derecesine ulaşır. Bunun sonucunda Şeyh Ali Sebti’nin en son ve en olgun halifesi olduğu kabul edilir. Seyyid Ahmed Çapakçuri kendisine halifelik verildikten sonra da Ali Sebti’nin yanından ayrılmayıp onun vefatına kadar hizmetinde bulunur, ilminden ve feyzinden istifade eder. Ali Sebti’nin (1786-1871) vefat etmesi üzerine Palu’dan ayrılarak Harput’a yerleşir. On beş yıl burada kalarak insanlara Allah’ın emir ve yasaklarını anlatır. 1906 yılında ise Siverek’e gider. Burada da sekiz yıl kaldıktan sonra 1914 yılında Viranşehir’e geçer. İki yıl Viranşehir’de kalan Ahmed Çapakçur, 1916 yılında I. Cihan Harbi münasebetiyle düşmanın Harput’a gireceğinden endişe eden Harputlunun Harput’tan göç edeceğini öğrenince, göçü engellemek için Harput’a geri döner ve hayatının geri kalan kısmını burada devam ettirir. Ahmed Çapakçuri 1921 yılında 94 yaşında bir Cuma gecesi vefat eder. Vasiyeti üzerine Harput’ta Ulu Camii avlusunda gül ağaçlarının bulunduğu köşeye defnedilir.

Seyyid Ahmet Çapakçuri’nin (1830-1921) türbesi, Ulu Cami’nin giriş kapısını geçtikten hemen sonra sağ taraftadır. Daha önceleri türbesi Ulu Cami’nin giriş kapısının sol üst tarafında iken cami bahçesine park yaptırılması kararlaştırılmış, halkın tüm engellemelerine rağmen kabri Nurettin Ardıçoğlu tarafından 1969 yılında bugünkü yerine aktarılmıştır. Kabir zeminden 75 cm. kadar yükseklikte, Körpe taşı alt kaidesinin üzerine düzgün ve temiz mermer taşlarından yapılmıştır. Mezar bölümü bu kaidenin orta yerinde bulunup normal taş (veya mermer) sanduka şeklindedir. Mezarın baş ve ayak kısımlarına şahide taşları konulmuştur. Mezarın etrafı demir set ile çevrilmiştir. Seyyid Ahmed Çapakçuri’nin eski türbesinin ölümünden sonra bir yareni tarafından yaptırıldığı belirtilir.

Anlatılır ki, Ahmed Çapakçuri bütün gece boyunca iki dizi üzerine oturarak sabahlardı. Yine bu halde teheccüd namazını kılabilmek için iki dizi üzerinde on beş yirmi dakika kadar uyku uyurdu. Hayatı boyunca gerek toplulukta gerekse yalnız bulundukları yerlerde diz çökerek bağdaş kurup oturduğu görülmemiştir. Bu sebeple de topukları üzerine oturaklarında yer edip nasır bağlamıştır. Rivayete göre, ayak ve dizlerinden rahatsız olan Ahmet Çapakçuri’ye bir gün yanındakiler, “Efendi! Ayakların ağrıyor. Uzat ki rahat edesin” derler. Fakat Ahmet Çapakçuri uzatmaz. Yanındakiler uzatması için ısrar edince hiddetlenip, “Ben bu kadar yaş yaşadım. Allah’ım beni görüyorsa nasıl ayağımı uzatıp yatarım” diye cevap verir.

Ahmed Çapakçuri Şafii mezhebine bağlıydı. Kendi mezhebinde nasıl derin ve geniş bir bilgiye sahip ise Hanefi mezhebinde de öyle geniş ve derin bir bilgiye sahipti. İnançla ilgili hükümlerde ve ameli konulardaki sırları, hikmetleri ve incelikleri o kadar mükemmel bir tarzda açıklardı ki dinleyenler hayran kalırdı. Ahmed Çapakçuri’nin geçimini sağladığı belirli bir geliri olmamakla birlikte hüsn-ü hat ile meşgul olduğu ve geçimini de ihtiyacı miktarında onunla sağladığı söylenir. Halk arasında menkıbeleşen hayatına dair şöyle bir hikaye anlatılır. Çapakçurlu Şeyh, ömrünün son günlerinde birkaç gün yatar. Gelen giden ziyaretçilerinin arasında kimler yoktur ki… Kızı bir ara odaya girer bakar ki, babası bir güvercinle konuşuyor. Hayret eder. Kızı tarafından görüldüğünü fark edince güvercine, “Sırrımız anlaşıldı”, diye fısıldar. Güvercin uçup gittikten sonra kızına dönerek: “Kırklardandı” der. Ardından ruhunu teslim eder.

[toggle title=“Kaynaklar” load=”hide”]

Kaynak( Allah bu çalışmaları yapanlardan razı olsun. Ebedi saadet nasip etsin. Amin)

Elazığ Evliyaları , Abbdulhalim Durma  

[/toggle]