Ana Sayfa>Genel(Sayfa 84)

Şeyh Osman Siraceddin Sani Tavili (k.s.)

İsanbul – Hadımköy’de Çakmaklı köyü yakınındaki dergahında. Tem’den Hadımköy’e giderken , fatih üniversitesini geçtikten sonra 300 mt ileride 184. sokağın bir arka sokağındadır.

Şeyh Muhammed Osman Siraceddin (KS), ulu bir zat olup, hayâ ve vakar sahibi bir mürşid, milletin ve dinin kandili olarak, İslamî şeriatın, gerçeğin ve tarikatın başında hizmetkâr olarak bulunmaktadır. Bizzat âlimlerin, fakirlerin, iyiliklerin ve güzelliklerin hâdimidir.

1314 hicrî senesinde (miladî 1896) Halepçe kentine bağlı, şerefli Biyara köyünde dünyaya gelmiştir. İlim, takva, temizlik, iffet, itaat ve ibadet evinde terbiye görüp yetişmiştir. Henüz küçük bir çocuk iken, Yüce Allah (CC), O’nu, en güzel bir şekilde biten bitki gibi terbiye ve edep sahibi bir çocuk olarak irşad evinde yetiştirmişti. Genç yaşta babasının nezaret ve terbiyesi altında büyümüş, Arapça ve kısmen Fars ilimleri öğrenmiş, özellikle Arap edebiyatına vâkıf olmuş, Biyara ve Durud medreselerinde eğitim yapmıştır.

Bahusus en çok Kur’an tilâvetini sevmiş, tecvid dersini meşhur Mısırlı Şeyh Mustafa İsmail’den almış, ihlâsla amellerine devam etmiş, din, şeriat ve fıkıh ilimlerinde ilerlemiş ve yükselmiş; işte bütün bunlar bağlılığın, takvanın ve ledûnnî ilmin sonucu olarak kendilerine ihsan buyurulmuştur.

Babalarının vefatından sonra ilim ve dine bütün gayreti ve cehdi ile sarılmış, yılmadan çalışmış, fakirlere ve zavallılara kendi malından yedirmiş, bu uğurda vaktini, malını, rahatını harcamış; ziyaretçilerine ve mensuplarına yardım ederek, hizmetini sürdürmüştür. Diğer yönden birçok aileleri korumuş, böylece uzak, yakın, oğul, kız diye bir fark göstermeden herkesi bir tutmuş, onların başında bir gölge olarak kalmıştır.

Böylece 1958 yılına kadar hayatını Biyara’da geçirmiş, bazı siyasî sebeplerden dolayı, bu tarihten sonra İran’a göç etmiş, orada irşad ve çalışmaları için ve İslâmî incelikleri ayakta tutup korumak için daha geniş bir alan bulmuş, bu suretle çevresi âlim, fazıl kimselerle sarılmıştı.

Bunlardan bir örnek gösterebiliriz: Mesela, asrın büyük bilgin ve âlimlerinin başkanı ve Balik’de müderris olan üstad Hacı Molla Bakır, Dağıstan ve Türkmen baş âlimlerinden Sahra Şeyhi Dağıstanlı Abdülkadir Hazretleri, Şeyh Yar Muhammed Nazarî Hazretleri ki, Yarcan lâkabı ile anılmaktadır. Bu zat, Rus hududu sahrasındaki Türkmenler’den olup, Şeyh Alâeddin (KS)’in halifesi idi. Daha sonra Şeyh Muhammed Osman Siraceddin (KS)’e bağlanmış, Hazret-i Şeyh’in ders vermesi için kendilerine 400-500 talebelik büyük bir medrese inşa etmiş, bütün masrafları da bizzat kendisi karşılamıştır. Bu meşhur Yarcan Medresesi’nden başka, kendi mıntıkasında, Hazret-i Şeyh Osman Siraceddin (KS)’in irşad görevini sürdürmesi için yüzden fazla medrese bina etmişti. Bu çalışma ve gayreti sayesinde, özellikle Hazret-i Şeyh (KS)’in bu mıntıkayı ziyareti süresince, Kendileri’ne bağlanan Müslümanların sayısı bir milyonu geçiyordu. Bütün bu harcamaların çoğunu Şeyh Yarcan, kendi has malından vermekteydi ki burada yenme ve içme harcamaları, söz konusu hesaba dâhil değildi.

Şimdiki halde Devrud Medresesi, halen tedrisatına Molla Muhammed Selinî idaresi altında devam etmekte, buraya devam eden talebelerin nafaka ve harcamaları, Şeyh Muhammed Osman Siraceddin (KS)’in mülkünün gelirinden karşılanmaktadır. Bu medresede Seyyid Molla Ahmed, beş vakit namazı cemaatle kıldırmakta, Mahmudabad ve Devrud hanegâhında hatm-i şerif, tehlil ve tekbir meclisleri kesintisiz göreve devam etmektedir.

Bu arada söylemeden geçemeyeceğim. Bizzat ben, batıdan, özellikle Avrupa’dan Mübarek Şeyhimize pek çok mektup geldiğine şahid oldum. Burada bu mektuplardan birini, içindeki samimi şiir dolayısıyla yazmadan geçemeyeceğim. Mektup, Amerika Kıtası’nın Kanada ülkesinden gelmekteydi. Kanada’nın Nores bölgesinde bu tarikatın benimsenmesi görevinde bulunan Yahya bin Hakaveyk adlı bağlısı, şeyhi Hazret-i Osman Siraceddin (KS) hakkında şu şiiri yazmış ve göndermişti. Şiir, Yahya bin Hakaveyk’in Hazret-i Şeyh (KS)’e ihlâsla bağlılığının mütevazı bir örneğidir:

Ey Şeyhlerin Şeyhi, Hazret-i Siraceddin,
Bu fakir, feda olsun senin için.

Mübarek cevherleri, çıktığı ağzından
Günün birinde avucumla topladım.

O vakit, arzın kutbu olduğuna inandım,
Sana hoş gelecek, ancak Rabb’imi andım.

Merhamet et ki dualarıma cevap alayım,
Allah’ımı Amerika’nın Nores’inden anayım.

Hizmetkârınız Yahya bin Hakaveyk

İşte orada bulunanlar da yeterli şahid olarak, ulu makam sahibi Hazret-i Şeyh (KS)’e tutunup bağlanmışlardı. Daha sayılamayacak kadar sayıda mektuplarla kendisine bağlananların çokluğuna şahidiz. Böylece güzel nam ve şöhreti, âlemin ufuklarını aşmış bulunmaktadır.

1970 senesinde, İran’da yapılan devrimden sonra ve bazı sebeplerden dolayı, Hazret-i Şeyh (KS), çok kıymetli ve aziz vatanına, yani doğduğu yer olan Biyara’ya dönmüştü. Daha sonra Irak ile İran arasında alevlenen savaş sırasında, evliyalar diyarı Bağdat’a göç etmiş, böylece kış, yaz, soğuk, sıcak, gece, gündüz demeden, kıymetli vakitlerini, muhtaca yardım, korkana teselli, hastaya şifa, tövbekârları irşad işinde harcamış, diğer taraftan da keremli ailesi ve çocuklarına müşfik bir baba sevgisi göstermeyi ihmal etmemiş, onların iyi yetişmelerine, mütevazı ve edepli olmalarına özen göstermiş, dolayısıyla saygı görmelerini temin etmiştir. Mütevazı evi ve hanegâhı, ziyaretçilerinin misafirhanesi, miskinlerin barınağı ve umutsuz hastaların bakım yeri olmuştur.

Hazret-i Şeyh Osman Siraceddin (KS)’in ilk evlilikleri, Hüseyin Han Rezav’ın kızı Rabia Hanım ile olmuştur. Bu hanım, güzel ahlâk ve güzel sesiyle Kur’an tilâveti yapması ile bilinir. Bu hanımdan Şeyh Cemaleddin, Şeyh Abdülmelik ve Âmine Hanım doğmuştur.

Daha sonra, Eba Ubeyde köyünün ileri gelenlerinden, Seyyidzâde lâkabı ile bilinen, Şeyh Ali oğlu Şeyh Muhammed’in kızı Kâfiye Hanım ile evlenmiş, bu evlilikten de Şeyh Nasıh, Şeyh Rauf ve Sıdıka Hanım adında çocukları olmuştur.

Son eşi ise vefatına kadar yanında bulunan iffetli ve dindar, Hazret-i Şeyh (KS)’e ve tarikata bağlılığı ile tanınmış olan Hacı Seyyide Emine Hanım’dır. Bu hanım, Hoşer mıntıkasında, Kâdirî tarikatı mürşidi, Safa Hâne köyünün ileri gelenlerinden Şeyh Seyyid Mehmet Çerağ Abdül Al’ın kızıdır. Hazret-i Şeyh (KS), ailesi hakkında şöyle demiştir: “Allah (CC.)’a hamd olsun ki, ailem, benim tam rızam ve şükrümdür. Bize hizmette kusur etmediği gibi, hanegâha gelenlere bakmakta ve bu güne kadar onlara sonsuz cömertlikte harcama yapmaktadır. Minnetim büyüktür. Bu ailenin adına gölge düşürecek hiçbir aykırı şeyi ondan görmedim ve hissetmedim. “

Hakikat şudur ki, muhterem ailesi, nesebce ve nisabca hanımefendi, ehl-i itaat ve ehl-i namaz olup, ailesinin yolunu izlemektedir. Babasının Şeyh Mahmud ile akrabalığı bulunmaktadır. Bu zat, tanınmış bir bilgin olup, icazetini Çersitânî Üstad Molla Abdullah’tan almıştır. Ayrıca Hazret-i Şeyh (KS)’den de Nakşibendî Tarikatı’nı almış bulunuyordu. Emine Hanım’ın annesi Hacer Hatun olup, şeriata bağlı, güzel Kur’an okuyan, eli açık, bağış ve ihsan sahibi bir hanımdır. Kızı Emine Hanım’ı, Şeyh Alâeddin (KS)’in oğlu Şeyh Osman (KS)’a vereceğini adamıştı. Kendisi vefat edince, ailesi adağını yerine getirmiş, Emine Hanım’ı, Hazret-i Şeyh Osman (KS)’a vermişlerdi.

Hazret-i Şeyh Muhammed Osman Siraceddin (KS), birçok kitap sahibiyle dosttur. Bunlardan Şeyh Muhammed Ârif, Şeyh Muhammed Garib, Üstad Molla Ali Şerifî, Üstad Hacı Edib, şair olan ve bu risaleyi anlatan Molla Abdullah Fenaî ve mütevazı gönüllü, şeyhine vefalı, edep sahibi ve on beş sene Hazret-i Şeyh (KS)’in hizmetinde bulunan üstad Hacı Molla Ali Lacânî bulunmaktadır. Yine arkadaşlık ettiklerinden, Müderris Molla Mahmud Kalî vardır.

Keza Kur’an-ı Kerim’i üç türlü tilâvet eden hattat, zahid ve nâsık Lübnanlı Şeyh Hüseyin Useyran ve Devrud’da hanegâh imamı Molla Üstad Seyyid Ahmed gibi kişiler vardır. Özellikle Seyyid Ahmed, Şeyh Muhammed Balisânî, merhum Şeyh Molla Muhammed ve Molla Bahâ ve merhum Müderris Biyaralı Molla Ali ve Molla Abdullah Fenaî, Molla Abdülhâlik ve Molla Muhammed Dergî’nin mallarıyla ve hizmetleriyle yaşattıkları medreselerde, talebe okutmuş ve eğitmişlerdir. Nitekim bugün dahi Devrud’da tedrisat devam etmekte ve pek çok talebe okumaktadır.

Bu âlim, fâzıl, edeb ve dirayet erbabı, Hazret-i Şeyh (KS)’e tam ihlâs ve itaat ile bağlı olup, çevresini bir halka gibi sarmış bulunmakta, meclisleri bu gibi kimselerden boş kalmamaktadır.

Kur’an okuyan büyük bilginlerden biri de Âlim Hacı Molla Mehmed Emin Kânî Sananî ve vakar ve edep sahibi üstad Şeyh Halid El Müfti, kardeşi Nureddin El Müfti ve Ömer Bin Hattab Camii’nde hatip ve imam olan oğlu Şeyh Muhsin, Hacı Molla Nezid, Hacı Molla Osman El Merduhî, Hacı Osman Siyrî, okuyucu Şeyh Molla Halid El Serdî, Üstad Seyyid Ahmed ve kardeşi Molla Seyyid Ebubekir, merhum edib Molla Ahmed’in kardeşi Hoca Molla Hîbetullah, Hazret-i Şeyh’in etrafındaki halkada bulunan kişilerdir. Molla Hîbetullah’ın dinî ve şer’î telif kitapları bulunmakta olup, Şeyh Muhammed Osman Siraceddin (KS) hakkında el yazısı ile Ke’sü-şşaribin adlı bir kitabı vardır. Ayrıca bu aileyi anlatan bir kitabı ile Arap, Türk ve Kürt büyüklerini anlatan kitapları bulunmaktadır.

Biyara veya Devrud’daki hanegâhı ziyaret etmiş olanlar, oranın idare ve tedrisatı ile misafireten gelen yolcuların ve ziyaretçilerin ihtiyaçlarının nasıl giderildiğini görür, bu işlerin görülmesi için ne kadar insana ihtiyaç olduğu da anlaşılmış olur.

Şunu açıkça söyleyebiliriz ki, henüz parmak boyunu geçmeyen gençler, bu şerefli hizmetleri, Allah (CC) için ve şeyhlerine sevgi ve bağlılıktan görmektedirler. Bu hizmetleri yapanlardan biri de Hacı Mehmed oğlu Hacı Tevfik Efendi’dir. Bu zat ümmî olup, okuma yazması olmadığı halde, hanegâhta Hazret-i Şeyh (KS)’in maiyetinde okuma yazma öğrenmekle kalmamış, Arapça ve Farsça dillerini öğrenmiş, kavramış, bugün dahi gece ve gündüz Hazret’in hizmetinde bulunmakta idi.

Ve yine bu aileye hizmet edenlerden biri de Mehmet Said Çaycı’dır. Bu kerametli aileye bugüne dek hulûs ile bağlı olup, 40 senedir, yorgunluk duymadan şeyhinin hizmetinde bulunmakta, ziyaretçilerin ve hacet erbabının rahatını temin etmektedir.

Keza Abdullah Derman lakabı ile anılan Abdullah Sübhan ise Hazret-i Şeyh (KS)’in kâtipliğini yapmakta ve hastalara verilen ilâç reçetelerini yazmakta idi.

Yine bu ailenin ve Hazret-i Şeyh (KS)’in vefakâr aşçısı Hacı Muhammed Aşpeze, günde 200 ve daha çok kişiye yiyecek hazırlamakta, Horamî lehçesiyle konuşmaktadır.

Ve yine mutasavvıf zatlardan biri de sabırlı, zâhid ve nâsik Mahmud Çaycı’dır. Bu evin ihtiyaçlarını temin eden halûk, sevimli ve hareketli bir zat olan Cemal Bahavan ve Hazret-i Şeyh (KS)’in emlâkinin idaresi ve hizmeti ile görevli mühendis Salâh Said-Et-Tâhirî vardır.

Hazret-i Şeyh (KS)’in hanegâhında, bakacak kimsesi olmadığından, daimi hanegâhta kalan, kendilerini ibadete vermiş tarikat erbabı ile sâlim ve sakin olan Molla Kerkim ve Mutasavvıf Ahmed Efendi, amcaları olan cezbe sahibi sofilerden Nadir Efendi vardır. Hazret-i Şeyh (KS)’in özel hizmetini gören Şeyh Ebu Mustafa Molla Kerim Hammudî, Ane kesimi ahalisinden olup, Hazret-i Şeyh (KS)’in doktorlara havale ettiği hastaların rehberliğini yapmakta idi.

Saliha kardeşlerden olup ziyarette bulunan kadınlar ile hanegâhtaki kadın efendilere canla başla hizmet edenlerden biri, Hazret-i Şeyh (KS)’in sütkız kardeşi Tuba Hanım, diğerleri ise Hace Hatice Hanım, Seyyidzâde Âmine Hanım ve Hacı Tevfik’in zevcesi Aişe Hanım’dır. Bu hanımlar, bu keremli evi ziyaret edenlere hizmet etmekte olup, bu görevi ne bir memuriyet, ne de hizmetçilik görevi ile yapmamaktadırlar. Bunlar, Allah (CC)’ın ve Şeyhleri (KS)’nin rızasını almak için sadakat ve muhabbet ile hizmette bulunmakta, evin eşyasının bakımına, temizliğine itina göstermekte ve korumaktadırlar. Bu hanımlar, dünyanın ziynet ve eşyasına tamah etmeden bakmakta, Şeyhleri (KS) de kendilerine cömertçe elini uzatmaktadır.

Şeyh Osman Siraceddin Hazretlerinin Silsile-i Şerifi

Hazret-i Şeyh (KS), 1990 senesinde Türkiye’ye hicret etmiştir.

Hadımköy yolu üzerinde bulunan Çakmaklı köyü yanındaki dergâhında irşadına devam etmiş ve 30 Ocak 1997’de vefat etmiştir.

Türbesi, Dergâhın bahçesindedir.

Şeyh Ali Hüsameddin Tavili (k.s.)

Irak – Halepçe’ye Bağlı Tavila yakınlarındaki Bahekon köyünde

Şeyh Ali Hüsameddin Tavili hazretleri , Şeyh Muhammed Bahaeddin Tavili Hazretleri’nin oğludur.O da babası ve dedesi gibi Hüseynîdir.  Şeyh Ali Hüsâmeddîn hazretleri, 1278 yılında Safer ayının 24. günü (Miladi 31 Ağustos 1861) Cumartesi gecesi doğdu. 1867’de daha 6 yaşındayken dedesini kaybetti. 1881’de babası Muhammed Bahâeddin’i de kaybedince genç yaşında, Tavila Tekkesi’nde dedesinin yerine irşad vazifesine başladı. Üstün çalışkanlığı ile ilim sahibi oldu. Daha sonra Bahekon’a geçti ve orada bir tekke inşa ettirdi. Bazı vakitler dedesinin Tavila’daki makamında oturan Şâh Ali Hüsâmeddîn’in şöhreti çevreye yayıldığından herkes etrafına toplandı. Türk, Arap, İngiliz, Rus, Kürt, Zaza, Azeri, Afgan, birçok ırktan, farklı ülkeden yüzlerce insan onu görmek, sohbetine nail olmak için kilometrelerce yol kat etti. Dünya’da yaklaşık 24.000 halifesi olan Şeyh Ali Hüsâmeddîn’in, 9 ayrı tarikata halife olduğu bilinmektedir: (Nakşibendî, Kadirî, Rüfâi, Sühreverdî, Kübrevi, Dusuki, Bedevi, Şazeli, Çeşti)            

Kendisi güler yüzlü, yüksek ahlak ve vekar sahibi ve heybetliydi. Konuşmada belagat sahibi, hatip, Arapça, Osmanlıca, Farsça, Türkçe ve bölgedeki dillere vakıf olan ve bu dillerde yazan bir kimsedir. Aynı zamanda büyük bir servete hükmeden ve bununla birlikte muhtaçlara yardım eden Şeyh Ali Hüsâmeddîn akrabalık, kardeşlik, yakınlık sevgisine önem veren ve her yönüyle örnek gösterilen bir şahsiyetti. Arazinin ıslâhı ile ağaç ve bahçelere büyük sevgi ve merakı olduğundan, ağaçların kesilmesini yasaklamıştı. Verimsiz yerleri ekip elverişli bir hale getirmeyi, su kanalları ve yolları açmayı sever, çalışmaları sonucu elde ettiklerini yolculara, ziyaretçilere ikram ederdi.

Menkıbeleri
Seyyid Muhammed Kadrî (K.s.) anlatıyor:
“Bir sabah namazını Şahımız Hz. Ali Hüsameddin’in arkasında kılıyorduk.
Hz. Şah’a
“- Şimdiye kadar Hz. Şahın yalnız anne cihetinden seyyid olduğu söylenmekte idi. Lütuflarınızla
Hz. Şah’
– “Evet, elhamdülillah öyledir. Seyyidlik, ecdâdımız Seyyid Battal Gazi’den geliyor. Açıklar ve iddia edersem, çok yanlış kişiler de seyyidlik davasında bulunacaktır. En doğrusu, Allah yanındaki seyyidlik makbuldür.” buyurdu.”

(Şeyh-i Meczûb Muhammed Saîd Seyfüddin, İhsan Yolu(Gönül Sultanları ve Hak Sohbetleri adlı kitap içinde), Çeviri: Çelebi Süleyman Kaya, Ankara,1996, s.26.)

Yine Şeyh-i Meczûb anlatıyor:
“Melekûtta Hz. Resul (a.s), Şahım Muhammed Ali Hüsameddin’e (K.s.) buyurdu ki; “Sen ve senden salavat isteyenler vitr namazından sonra binlerce Sallallâhu ale’n Nebiyyi ve âlihî salavât-ı şerifesini okusunlar.” Birkaç gün sonra yine sohbetlerini müşahede etiim. Hz. Şah Hüsameddin taliplerin bu zamanda başka meşguliyetleri de olduğundan, bu salavat miktarının azaltılmasını recâ etti. Hz. Resul (a.s) buyurdular ki ;100 kere okusunlar, 1000 kere okumuş gibi kabul ederim.”(Şeyh-i Meczûb 108-109)
Şeyh-i Meczûb Muhammed Saîd Seyfüddin (1289-1331) (K.s.), Muhtasaru’s – Sülûk ve’l ihsan fî Beyâni’l-Vüsûl ilâ Meliki’l-Mülük ve Tarikatu’l-Hâcegân adlı eserinde anlatılıyor:

“Şahım Şah Muhammed Ali Hüsâmeddin, zehirli engerek yılanının soktuğu bir kişiye nazar ederek derhal zehir acısı ve şişkinliğini yok etmiş ve hasta ömür boyunca yarasından acı çekmemiştir. Hâlbuki, bu cins zehirli yılanların soktukları nadiren iyileşse bile her sene nükseder.” (Şeyh-i Meczûb Muhammed Saîd Seyfüddin, İhsan Yolu(Gönül Sultanları ve Hak Sohbetleri adlı kitap içinde), Çeviri: Çelebi Süleyman Kaya, Ankara,1996, s.10.)

Bir Tavsiyesi:
“Taliplere müslümanlara layık olmayan işlerden sakınmalarını ve şer’i emirleri bildirmelerini ve iyilikle nasihat etmelerini tavsiye ederiz.”(Şeyh-i Meczûb.22)

Vefatı
Zamanın büyük alimi olan Şeyh Ali Hüsâmeddîn tüm ömrünü ilim öğrenmek, öğretmek ve İslâmiyeti anlatmakla geçirdi. 60 yıl boyunca bu vazifeyi devam ettirdi ve 1939 yılında 80 yaşında vefat etti. Türbesi, Irak’ın Bahekon köyünde olup hâlâ ziyarete edilmektedir.

Şeyh Ali Hüsameddin Tavili Hazretlerinin Silsile-i Şerifi

 

Şeyh Muhammed Alaaddin Biyari (k.s.)

Irak – Halepçe’ye Bağlı Biyare köyündeki dergahında Babası Ömer Ziyaeddin hazretlerinin yanında

Şeyh Alaaddin hazretleri, 1280/1863 yılında Tavîle Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Babası Şeyh Ömer Ziyaüddin, dedesi ise Osman Siraceddin Tavili Hazretleridir. MŞeyh Alaaddin çocukluğunda ailesinde gördüğü ilk eğitiminin ardından medreseye yönelmiş ve sıralı medrese kitaplarını okumuştur. Medrese eğitiminin ardından kardeşi Şeyh Necmüddin Tavili ile beraber amcaları Şeyh Muhammed Bahauddin’in yanında tasavvufî eğitim görmüştür.

Babasının vefatı üzerine kardeşi Şeyh Necmüddin, Biyâre Tekkesi’nde posta oturunca o da Halepçe ile Biyâre arasında yer alan Dereşiş Köyüne giderek orada bir tekke kurmuştur. Fakat Dereşiş’te uzun süre kalamamıştır. Zira bir yıl sonra İran Havramanı’nda hısımlarının bulunduğu Servâbâd Köyü’ne giderek orada iki yıl ikamet etmiştir. O bölgenin yerel yöneticileri olan kayınbiraderleri tekke ve medrese kurması ve hizmetlerini yürütebilmesi için Durud Köyü’nü ve gelirlerini kendisine bağışlamışlardır.

Şeyh Alaaddin Durud Köyü’ne yerleşip tekke ve medrese kurduktan sonra etrafında çok sayıda talebe ve ilim erbabı toplanmıştır. Bu sayede Durûd Tekkesi İran’ın kuzeybatısında yaşayan Sünnî kesim arasında ilim ve irşad faaliyetlerinin yürütüldüğü ciddi bir merkez haline gelmiştir. Birinci Dünya Savaşının devam ettiği 1336/1917 yılında meydana gelen kıtlık ve yokluk sebebiyle halk zor durumda kalınca Şeyh Alaaddin elindeki tüm maddi olanakları kullanarak halkın sıkıntılarını gidermeye ve fakirlere yardım etmeye çalışmıştır.

1338/1919 yılında İran’dan Biyâre’ye dönen Şeyh Alaaddin kardeşi Şeyh Necmüddin ve oğlu şeyh Nureddin’in vefat etmelerinden sonra Biyâre Tekkesi’nde postnişin olmuştur.

Şeyh Alaaddin’in yanında tasavvufî eğitim gören çok sayıda âlim şahsiyet içinde irşad izni verdiği halifelerinden tespit edilenler şunlardır;
1. Hacı Seyyid Baba Şeyh el-Kajâvî 2. Hacı Mamosta Molla Bakır 3. Şeyh Abdullah el-Bânî el-Horremtâyî 4. Molla Abdullah en-Nemşîrî 5. Mamosta Molla Heme Said el-Abâbeylî 6. Şeyh Abdülvehhab en-Nergisecârî 7. Şeyh Sıddik en-Nergisecârî 8. Şeyh Abdülkerim el-Haneşorî 9. Şeyh Heme Said 10. Şeyh Ömer b. Şeyh Muhammed el-Karadağî 11. Şeyh Baba Resul el-Mîresorî 12. Molla Arif 13. Molla Nasrullah el-Bânî 14. Molla Ahmed Şefik 15. Molla Kadir el-Gelâlî 16. Molla Hıdır el-Âlânî 17. Şeyh Molla Sadık el-Mâvîlî 18. Şeyh Molla Muhammed el-Bîtevâtî 19. Şeyh Molla Ahmed el-Vertî 20. Şeyh Molla Muhammed Emin el-Karnakavî 21. Şeyh Kâke Molla es-Serdeştî el-Vâşemezînî 22. Şeyh Abdülkadir el-Hevtâşî 23. Şeyh Abdullah el-Evbârî 24. Şeyh Mollan Muhammed Emin el-Mevlânâbâdî 25. Şeyh Abdülhak Hamid Mestûnî el-Musılî 26. Mamosta Molla Abid el-Abâbeylî 27. Mamosta Molla Muhammed Emin b. Molla Muhammed Sâdık 28. Molla Arif el-Volejîrî 29. Molla Said el-Bâlekî 30. Molla Mahmud el-Veysî 31. Seyyid Hüsameddin es-Sakızî 32. Molla Zahid b. Molla Muhammed es-Sünnetî 33. Baba Molla b. Molla Muhammed es-Sünnetî 34. Şeyh Raûf es-Safahâneyî 35. Hacı Ma’sûm b. Hacı Şeyh Muhammed Arif eş-Şâroçkeyî 36. Şeyh Hüseyin Ramazanî el-Hâlidî 37. Şeyh Abdullah Ahrar b. Haci Ahmed el-İzzî

Şeyh Muhammed Alaaddin Hazretlerinin Sİlsile-i Şerifi

İlim ve irşad faaliyetlerini düzenli olarak sürdüren Şeyh Alaaddin 1373/1953 yılında vefat etmiş ve Biyâre Tekkesi’nde kabirleri bulunan babası Şeyh Ömer Ziayaüddin ve kardeşi Şeyh Necmüddin’in yanına defnedilmiştir.

Biyâre’de yan yana yatan Şeyh Ömer Ziyaüddin ve iki oğlu Şeyh Necmüddin ve Şeyh Alaaddin ile İstanbul’da vefat eden torunu Şeyh Osman-ı Sânî için Biyâre’deki kabirlerine şu satırlar yazılmıştır; ” Osman Siraceddin Tavili Hazretlerinin tarikatına mensup aslanların yattığı mezarsın. ( Ömer Ziyaeddin, Necmüddin, Alauddin ve Osman’sın)
[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDADÎ’NİN HALİFELERİNDEN ŞEYH OSMAN SİRACÜDDİN ET-TAVÎLÎ (v. 1283/1866) VE BİYÂRE
MEDRESESİ/TEKKESİ , Abdulcebbar Kavak
[/toggle]<

Şeyh Muhammed Necmeddin Tavili (k.s.)

Irak – Halepçe’ye Bağlı Biyare köyündeki dergahında Babası Ömer Ziyaeddin hazretlerinin yanında

Şeyh Necmüddin Tavili Hazretleri, 1280/1863 de Tavîle’de dünyaya geldi. Ailesinde aldığı ilk eğitiminin ardından Molla Hamid Katib’in yanında medrese eğitimine başladı. Biyâre’deki medresede Sarf, Nahiv ve diğer alanlarda dersler aldı. Hat sanatında mahir olan Şeyh Necmüddin aynı zamanda şiir ve edebiyat alanında da yüksek bir seviyeyi yakaladı.

Kendisinden büyük abisi Şeyh Alaaddin’le beraber Tavîle Zaviyesi’nde postnişin olan amcaları Şeyh Muhammed Bahauddin’den tasavvufî eğitim aldılar. Şeyh Necmüddin tarîkat icâzeti aldıktan sonra Biyâre’de irşad hizmetlerinde babasına yardımcı oldu. Onun vefatından sonra Biyâre Tekkesi’nde posta oturdu.

Son derece kanaatkâr, mütevazı bir kişiliğe sahip olan Şeyh Necmüddin, ilmî eserlerin mütalaasına ve âlimlerle oturup kalkmaya önem verirdi. Çok sayıda kişinin medrese ve tasavvufî eğitimiyle ilgilenen Şeyh Necmüddin 1337/1918 de vefat etti. Biyâre’de babası Şeyh Ömer Ziyaüddin’in yanına defnedildi.

Şeyh Muhammed Necmeddin Tavili Hazretlerinin Silsile-i Şerifi

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDADÎ’NİN HALİFELERİNDEN ŞEYH OSMAN SİRACÜDDİN ET-TAVÎLÎ (v. 1283/1866) VE BİYÂRE
MEDRESESİ/TEKKESİ , Abdulcebbar Kavak
[/toggle]

Şeyh Ömer Ziyaeddin Tavili (k.s.)

Irak – Halepçe’ye Bağlı Biyare köyündeki dergahında

Şeyh Ömer Ziyaüddin hazretleri, Şeyh Osman Siracüddin Tavili’nin oğludur. 1255/1839 yılında Biyârede doğmuştur. İlk eğitimini ilim ve tasavvuf ocağı olan ailesinden alan Şeyh Ömer, Kur’an-ı hatmedip sıralı ilimleri okumaya başlamıştır.

Babası Şeyh Osman Siracüddin onun Talabânî Tekkesi’nin postnişîni Şeyh Abdurrahman Hâlis el-Kerkükî (v. 1275/1858)’den istifade etmesi ve yanında tasavvufî eğitim görmesi için Kerkük’e göndermiştir. Fakat Kerkük’teki tekkede çok rahat hareket edip tasavvufî eğitimin gereklerinden uzaklaştığını işitince onu hemen geri çağırıp kendi gözetimi altında medrese eğitimini ikmal ettirmiş ve tasavvufî eğitimden geçirerek ona tarîkat icâzeti vermiştir. Şeyh Ömer, irşad icazeti bulunduğu halde babasının emri üzerine kardeşi Şeyh Muhammed Bahauddin’in gözetiminde Tavîle Köyü’ndeki ilmî ve tasavvufî faaliyetlere yardımcı olmuştur. Kardeşi Muhammed Bahauddin’in 1298/1880 de vefatından sonra Tavîle Köyü’nden ayrılarak Biyâre’ye gelmiş ve ailesiyle oraya yerleşmiştir. Bilahare Bağdat, Necef ve Kerbela şehirlerine giderek oraları ziyaret eden Şeyh Ömer Biyâre’ye döndükten sonra sırasıyla Hanekîn, Kazrabât ve Kifrî bölgelerine birer tekke kurmuştur.

Şeyh Ömer uzun bir süredir Biyâre Medresesi’nde devam ettirilen ilim ve irşad faaliyetlerinde medresenin artık ihtiyaca cevap veremediğini görünce 1307/1889 tarihinde müştemilatıyla beraber müstakil bir tekke ve medrese yaptırmıştır. Şeyh Ömer döneminde Biyâre Medresesi’nde çok sayıda talebe eğitim görmüş ve mezun olmuşlardır. Sonradan bir kısmı çok yüksek mevkilere gelen bu talebeler içinde Irak müftülerinden Şeyh Kâsım Kaysî, Molla Abdullah el-Vulzî, Molla Zeynelabidin en-Nûdşî, Molla Abdullah Kânî Sânânî, Molla Abdullah el-Ubeydî, Molla Mustafa el-Hurmâlî gibi âlimler yer almaktadır.

Şeyh Ömer Ziyaüddin ilim talebeliğini müritlikten daha önde görür ve talebelere çok değer verirdi. Tekkeye dinî ilimlerle ilgili kitap getirildiğinde yahut kendisine hediye kitap gönderildiğinde Allah’a şükreder ve bu eserlerle dinine hizmeti nasip ettiği için şükür secdesine kapanırdı. Kendisine Osmanlı Devleti’nin tahsis ettiği aylık üç lira maaşı önce fakir ve muhtaçlara dağıtmış bir süre sonra ise bu aylığı almayı reddetmiştir. Neden bunu yaptığını soranlara ise buraya insanlar her taraftan gelip kalırlar ve Ben “Beytü’l-Mal”den tahsis edilen bir paranın sorumluluğunu ve vebalini yüklenemem diye cevap vermiştir. Aynı şekilde Kaçar Şahı Nasruddin’in tekkenin bütün masraflarını karşılamaya hazırım teklifine de olumsuz cevap vererek nazikçe reddetmiştir.

Şeyh Ömer Ziyaüddin hafî zikrin yanında cehri zikir de çektirmesi, ilime, eğitime ve farklı kültürlere ilgisi, kullandığı “Feyzî” lakabıyla Arapça, Farsça ve Kürtçe şiir yazmadaki kaabiliyetiyle seleflerinden farklı bir mutasavvıf olduğunu ortaya koymuştur.

Şeyh Ömer Ziyaeddin Hazretlerinin Silsile-i Şerifi

[toggle title=”Şeyh Ömer Ziyaeddin Hazretleri’nin Halifeleri” load=”hide”]
Şeyh Ömer Ziyaüddin’in çok sayıda halifesinden bahsedilir. Bunlardan tespit edilebilenler şunlardır:
1. Şeyh Necmüddin el-Biyârî/oğlu
2. Şeyh Alaaddin el-Biyârî/oğlu
3. Şeyh Tacuddin/yeğeni
4. Molla Kadir el-Biyârî
5. Şeyh Kadir el-Abâbeylî
6. Molla Kadir el-Abâbeylî
7. Molla Muhammed el-Pejderî
8. Şeyh Ma’rûf en-Nergisecârî
9. Molla Resûl Hâfız
10. Molla Resûl Keçel
11. Seyyid Abdullah el-Belberî
12. Seyyid Ahmed el-Kelcî
13. Şeyh Molla Veysi el-Pejderî
14. Şeyh Molla Hıdır
15. Molla Abdurrahman Gevre
16. Molla Abdurrahman Biçûk
17. Şeyh Emin el-Bîjveyî
18. Şeyh Molla Kadir Dîvâne
19. Baba Şeyh es-Seyrî
20. Hacı Seyyid Ali es-Sefâhâne
21. Hacı Seyyid Fethullah Gûl
22. Molla Muhammed el-Bîdenî
23. Şeyh Muhammed Emin Bayramâvâ
24. Şeyh Abdullah ed-Dîmeyevî
25. Halife Allahkerim el-Vesneyî
26. Şeyh Selîm et-Tahtî
27. Şeyh Ali el-Karadağî
28. Molla Abdülazîm es-Sineyî
29. Molla Muhammed es-Sünnetî
30. Molla Muhammed Emin eş-Şerîfâvâyî
31. Molla Şeyh Taha el-Bâlîsânî
32. Hacı Molla Abdullah el-Pesvî
33. Şeyh Şemsüddin es-Sakızî
34. Molla Ömer el-Vâşemezinî
35. Şeyh Said Fazlî el-Bağdadî
36. Şeyh Ahmed ed-Deyrî
37. Halife Ali el-Kerkükî
38. Hacı Şeyh Arif el-Kazrâbâdî
39. Halife Abdi el-Hanekînî
40. Molla Ahmed el-Kânîkeveyî
41. Şeyh Kasım Kaysî el-Bağdadî
[/toggle]

On erkek çocuğu bulunan Şeyh Ömer bunlardan ikisine irşad izni vermiştir.Bunlar Şeyh Necmeddin ve Şeyh Alaaddin’dir. 1318/1900 yılında vefat eden Şeyh Ömer Ziyaeddin kabri Biyare Tekkesinde bulunmaktadır.

Şeyh Ömer Ziyaeddin Hazretleri’nin Kerametleri

Hazret-i Şeyh Muhammed Osman Siraceddin-i Sâni (KS) anlatıyor:

Saygıdeğer pederim Şeyh Alâeddin (KS), Hormal kasabasında dedem Şeyh Ömer Ziyaeddin (KS)’in hizmetinde bulunuyormuş. Günün birinde dedem Şeyh Ziyaeddin, babama: “Haydi, seninle birlikte, büyük bilgin Şeyh Nesim’i ziyarete gidelim” demiş. Bu şeyhin Şeyh Kasım ve Şeyh Vesim adında derin bilgi sahibi iki kardeşi daha varmış. Birlikte bu zatın ziyaretine gidip ona misafir olmuşlar. Gece yatmak zamanı gelince ev sahibi, dedeme: “Nerede yatmak istersin?” diye sormuş. Dedem onlara: “Ben, Şeyh Nesim’in bulunduğu yerde yatmak isterim, yeter ki başlarımız birbirine yakın olsun” demiş.

Dedem Ömer Ziyaeddin (KS), uyku halinde içinde, ilmin özünü taşıyan sözcüklerle yüksek bir sesle konuşmaya başlamış. Birbirlerine yakın baş başa yattıkları için Şeyh Nesim uyanık bir halde, dedemin bu uyku halindeki konuşmalarını dikkat ve incelikle dinliyormuş. Sabaha kadar bu konuşma sürmüş. Şeyh Nesim de uyumadan, merakla ve yorulmadan onu dinlemiş. Sabah olunca ev sahibi, dedeme: “Allah’a and içerim ki, ne eskilerden ve ne de yenilerden bugüne dek böyle ilmin özüyle konuşan bir kimseye rastlamadım ve kimseden böyle bir şey işitmedim ve yine Allah’a and içerim ki, bu gece duyduklarıma göre ne derece cahil olduğumuzu anlamış olduk” demiş.

Bir gün Molla Abdülkâdir, Ömer Ziyâeddin ve diğer bâzı talebeleri ile Horaman’a gitmek üzere yola çıkmıştı. Molla Abdülkâdir ilimde oldukça yükselmiş, Ömer Ziyâeddin Efendinin kerâmetini görüp öyle bağlanmak istiyordu. Yolda, ikindi vakti, yolun kenârında dokuz-on kişinin üzerinde rahatça cemâatle namaz kılabilecekleri bir kayalık yere geldiler. Ömer Ziyâeddin Efendi ikindi namazını burada kılmayı emretti. Namazdan sonra Molla Abdülkâdir’e; “Benden bir şey istemiştiniz. İşte isteğinizin vakti geldi.” buyurdu ve meâlen; “Eğer biz bu Kur’ân-ı kerîmi bir dağa indirmiş olsaydık, sen onun Allah korkusuyla, baş eğerek parça parça olduğunu görürdün.” (Haşr sûresi: 21) âyet-i kerîmesini okudu. Bu esnâda üzerinde bulundukları kaya ikiye ayrılmış, Ömer Ziyâeddîn’in oturduğu kısım diğerlerinin oturduğu kısımdan ayrılmıştı. Bunu gören Molla Abdülkâdir, özür dileyerek Ömer Ziyâeddîn Efendinin talebesi oldu.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDADÎ’NİN HALİFELERİNDEN ŞEYH OSMAN SİRACÜDDİN ET-TAVÎLÎ (v. 1283/1866) VE BİYÂRE
MEDRESESİ/TEKKESİ , Abdulcebbar Kavak
[/toggle]

Şeyh Muhammed Bahaeddin Tavili (k.s.)

Irak – Halepçe’nin Tavile köyünde Babası Osman Siraceddin hz’nin yanında

Şeyh Osman Siraceddin Tavili hazretlerinin en büyük oğlu ve halifesidir . 1252/1836 yılında Tavila’da doğmuştur. Tarikat eğitimini babasından, diğer ilimleri bölgesinde bulunan büyük ( Mahmud deşi gibi) âlimlerden almıştır. Zâhirî ilimlerde derin bir âlim, tasavvuf yolunda yüksek bir velî oldu. Babası ona hilâfet verip talebe yetiştirmekle vazîfelendirdi. Babası hayattayken Abdurrahmân, Ömer Ziyâeddîn ve Ahmed adındaki kardeşlerinin tâlim ve terbiye işini ve yetiştirme vazîfesini ona verdi. Kardeşleri onun ilim meclisinde ve sohbetlerinde yetişerek her biri üstün zâtlar oldular. Babasının vefâtından sonra insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı ve talebe yetiştirdi. Vakarlı, kanâatkâr, iffetli, dünyâya gönül vermeyen, haram ve şüphelilerden şiddetle sakınan bir hayat yaşadı. Pekçok insanın hidâyete kavuşmasına, dünyâ ve âhirette saâdete, kurtuluşa ermelerine vesile oldu. Arkasında faydalı, edep sâhibi çocuklar bıraktı. Onlar da kendisi gibi ilim ve fazîletin yayılması için çalıştılar. Çocuklarının adları Şeyh AliHüsâmeddîn, Şeyh Sâdık, Şeyh Mazhar ve Şeyh Câfer’dir. Talebelerinden Abdürrahîm Mevlevî sohbetlerini Mir’ât-ül-Kâmil adıyla toplamıştır.

Mürşidi olan babasının başlattıklarını genişletti. Sıfatı itibarıyla vakarlı, kanaatkâr, iffet ve zahidlikle hayatını sürdürdü. Geride salih, faydalı, edep ve sıfat sahibi çocuklar bıraktı. Onlar da kendisi gibi şöhret sahibi oldular. Bu zat Rebiyülevvel ayının beşinde Cuma günü 1298/1881 de Tavila’da vefat etti. Babasının mezarının yakınında medfundur.

Şeyh Muhammed Bahaeddin Tavili Hazretleri’nin Silsile-i Şerifi

Şeyh Osman Siraceddin Tavili (k.s.)

Irak – Halepçe’nin Tavile köyünde

Hazret-i Siraceddin el-Sâni’nin bu ailenin büyüklerinden naklettiğine göre; Hazret-i Mevlâna Hâlid-i Bağdadi (KS): “Ben gurbete ve meşakkate tahammül ettim. Ve bende makamatlar hâsıl oldu. Onları da benden Osman Taviylî aldı” buyurmuşlardır.

Şeyh Osman Siraceddin Tavili hazretleri 1195/1781 yılında günümüzde Kuzey Irak’ın Halepçe kentinde yer alan Tavile Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Soyu baba tarafından Hz. Hüseyin’e, anne tarafından ise Hz. Hasan’a dayanan Şeyh Osman’ın tam adı Osman b. Hâlid b. Abdillah b. Muhammed b. Dervîş b. Müşerref b. Cum’a b. Zâhir’dir. Halepçe’nin köklü ve saygın ailelerinden olan Tavili ailesinin, soyu Hz. Hüseyin’e dayanan ve Hamrin Dağında ikamet eden Naim Seyyidleri’nden oldukları ve aile büyüklerinden Seyyid Zahir’in Hamrin’den Havraman bölgesine göç ederek Tavîle Köyü’ne yerleştiği belirtilir.

Şeyh Osman’ın Tavile’de Kur’an-ı Kerim öğrenimi ile başlayan eğitimi Biyâre, Hırpan, Hurmal ve Halepçe’de bulunan medreselerde devam etmiştir. Abdülkerim Müderris Yar-ı Merdan isimli eserinde, onun medrese eğitimini ikmal ettikten sonra daha üst seviyede medrese eğitiminden istifade edebilmek ve içinde tasavvufa karşı oluşan iştiyak sebebiyle yirmi beş yaşında iken Bağdat’a gittiğinden bahseder. Şeyh Osman, Bağdat’a gittikten sonra Şeyh Abdulkadir Geylani’nin türbesinin yanında yer alan medresede ders okumaya başlar. Bu arada kurulan zikir halkalarına da dâhil olur.Onun medrese eğitiminin devam ettiği bu dönemde herhangi bir şeyhe intisap edip etmediği hususunda bilgi bulunmamaktadır.

1226/1811 yılında Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî Hindistan’dan memleketi Sü- leymaniye’ye dönmüş ve çok geçmeden Bağdat’a gelerek Şeyh Abdulkadir Geylânî türbesinde misafir olarak kalmaya başlamıştır. Şeyh Osman daha önce Halepçe bölgesindeki medreselerde eğitim gördüğü dönemde tanıştığı Mevlânâ Hâlid’i ziyaret ederek ona intisap etmiştir. Abdülkerim Müderris, Şeyh Osman’ın Mevlânâ Hâlid’e intisap ettiğinde otuz bir yaşında olduğunu ifade eder.

Şeyh Osman Tavili, Bağdat’ta Abdulkadir Geylânî türbesinde başlayan tasavvufî eğitimine Süleymaniye’de devam etmiştir. Çünkü Mevlânâ Hâlid beş ay kaldığı Bağdat’tan ayrılarak Süleymaniye’ye dönmüş ve orada Nakşbendi şeyhi olarak irşad faaliyetlerine başlamıştır. Şeyh Osman da intisap ettiği Mevlânâ Hâlid ile beraber Süleymaniye’ye dönmüş ve yanında seyr ü sülûkünü devam ettirmiştir. 1226/1811’de başlayan tasavvufî eğitimini 1228/1813 yılında tamamlayan Şeyh Osman otuz üç yaşında Mevlânâ Hâlid’den tarîkat icâzeti almıştır.

Şeyh Osman Siracüddin et-Tavîlî’nin Süleymaniye bölgesinde Mevlânâ Hâlid’den tarîkat icâzeti alan ilk halifesi olduğu söylenir. Tarîkat icâzeti aldıktan sonra da Mevlânâ Hâlid’in yanından ayrılmayan Şeyh Osman, şeyhinin 1238/1822’de Şam’a gidişinden sonra Havraman bölgesine dönmüş Biyâre ve Tavîle köylerinde irşad ve tedrîsâtla uğraşmıştır. Mevlânâ Hâlid’in “Fakih Osman” diye hitap ettiği, Şeyh Osman, Hurmal mıntıkasında yer alan Biyâre Medresesi’ni daha da etkin hale getirmiş ve ilmî faaliyetlere paralel olarak tasavvufî etkinlikleri de bu medresede yürütmeye başlamıştır.

Biyâre ve Tavîle arasında mekik dokuyan ve daha çok Biyâre’de ikamet eden Şeyh Osman Siracüddin, 1272/1856 tarihinden sonra tamamen Tavîle Köyüne yerleşerek orada bir de Zaviye kurmuştur. Şeyh Osman’ın Tavîle’de ikamet etmeye başlaması oranın ilmî ve tasavvufî yönden canlanmasını sağlamıştır.

Bir dönem Süleymaniye merkezinde bulunan Hânekâyı Mevlânâ Hâlid’de görev yapan Şeyh Osman ömrünün geri kalanını Biyâre ve Tavîle’de ilim ve irşadla geçirmiştir. Büyük çoğunluğu Biyâre Medresesi’nde olmak üzere yüze yakın halife yetiştiren Şeyh Osman, Mevlânâ Hâlid’in ilk halifeleri içerisinde en çok halife yetiştiren kişidir.

Şeyh Osman’ın postnişîn olduğu Biyâre Medresesi hem ilmî hem de tasavvufî açıdan bölgenin gözde merkezlerinden biri haline gelmiştir. Bu sayede gerek Irak’ın farklı bölgelerinden gerekse İran’ın Sünnî Kürtlerin meskûn olduğu kuzeybatı şehirleri Merivan, Senendec ve Bane ile Azerî ve Dağıstanlıların meskûn olduğu Taliş ve Dağıstan bölgelerinden çok sayıda zevat ilim ve tasavvuf eğitimi için Biyâre’ye teveccüh etmişlerdir. el-Beytâr isimli eser , Şeyh Osman’ın irşad faaliyetleri sayesinde İran’da yaşayan çok sayıda Yahudi ve Hıristiyan’ın Müslüman olduklarından bahsetmektedir.

İrşad faaliyetlerini yürütürken diğer tarîkat mensuplarıyla oldukça seviyeli ve samimi münasebetler kuran Şeyh Osman, bölgede saygın bir yere sahip olan Berzencî ailesine mensup Kadirî şeyhlerinden Süleymaniyeli Kâke Şeyh Ahmed’le mektuplaşarak dostluğunu ilerletmiştir.

Şeyh Osman’ın yaptığı evliliklerden altısı erkek on altısı kız toplam yirmi iki çocuğu dünyaya gelmiştir.

Altmıştan fazla halifesini İslâm coğrafyasının dört bir yanına göndermiş ve Nakşibendîlik ruhuna büyük bir güç kazandırmıştır. Sirâceddîn Hazretleri, irşâd vazifesini büyük oğlu Muhammed Bahâuddin’e ve Abdurrahman Ebu’l-Vefâ’ya bıraktıktan sonra 88 yaşında iken Tavila’daki evinde vefat etmiş ve evinin önünde defnedilmiştir. Kabri hâlen burada ziyaret edilmektedir.

Şeyh Osman Siraceddin Tavili Hazretleri’nin Silsile-i Şerifi


[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”]
Kaynak
MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDADÎ’NİN HALİFELERİNDEN ŞEYH OSMAN SİRACÜDDİN ET-TAVÎLÎ (v. 1283/1866) VE BİYÂRE
MEDRESESİ/TEKKESİ , Abdulcebbar Kavak
[/toggle]

Şeyh Nazım Kıbrısi (k.s.)

Kıbrıs – Lefke’deki dergahında

Yirminci asrın yetiştirdiği İslam alimlerinden olan Şeyh Muhammed Nazım Adil El-Hakkanî, El-Kıbrısî Hazretleri 21 Nisan 1922’de Kıbrıs’ın Güney yakasında bulunan Larnaka kentinde dünyaya gelmiştir. Babası Ahmet Nazım Efendi’dir. Baba tarafından soyu Gavsu’l Azam Seyyid Abdulkadir Geylani Hazretleri’ne, Anne tarafından ise Mevlana Celaleddin-i Rumî (k.s.) Hazretleri’ne dayanmaktadır.

Çocukluğundan itibaren onda manevi hallerin varlığı fark edilmiş olup, çok zamanlar Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in halası, Hala Sultan Hazretleri’nin Kıbrıs / Larnaka’da bulunan Kabr-i şerifini ziyaret eder oradan hiç ayrılmak istemezdi. Çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği Larnaka’da ahali tarafından sevilen, ilgi gören bir gençtir. Kıbrıs’ta liseyi bitirdikten sonra (1940- Hicri 1359) iki ağabeyi ve kız kardeşinin yaşadığı İstanbul’a üniversite tahsili için yerleşmiştir.

Beyazıt’ta bulunan İstanbul Üniversitesi’nde Kimya Mühendisliği bölümünde ihtisas görmeye başlamıştır. Kimya bölümünde oldukça başarılı bir öğrencidir. Aynı zamanda Şeyhi Cemaleddin el-Alasunî Hazretleri (1955-Hicri 1375) ile hem şeriat ilminde ilerleyip, hem de Arapça lisanı öğrenmiştir. Süleyman Erzurumî Hazretleri ile tanışıp Nakşibendi yoluna girmiştir.Kendisinin çok defa İstanbul Sultanahmet camisinde, bütün geceyi tefekkürle geçirdiği görülürdü. O yılları kendisi şöyle anlatıyor:
Orada, kalbime rahmet ve selamet geliyordu. Sabah namazlarını o camide, şeyhlerim Şeyh Cemaleddin el-Alasunî ve Şeyh Süleyman Erzurumî ile beraber kılıyordum. Beni eğitiyor ve kalbime manevi ilim yerleştiriyorlardı. O zamanlar beni Şam’ın mübarek topraklarına çağıran birçok rüya gördüm fakat henüz şeyhimden izin yoktu. Birçok kez rüyalarımda Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) beni huzuruna çağırırken gördüm. Kalbimde her şeyi bırakıp Peygamberimiz’in mübarek şehrine göç etmek için derin bir arzu vardı. Bir gün, kalbimdeki bu hasret çok yoğun olduğu bir zaman, Şeyhim Süleyman Erzurumî Hazretlerini gördüğüm bir zuhurat hasıl oldu. Şeyh Erzurumî Hazretleri gelip beni omzumdan salladı ve bana: “İznin şimdi geldi.Senin sırların ve manevi eğitimin benimle değil. Ben seni sadece emanet olarak tuttum, ta ki senin gerçek şeyhin olan Abdullah Dağıstanî Hazretlerine hazır olana kadar. O senin anahtarlarını tutuyor. Git onu Şam’da bul. Bu izin sana benden ve Peygamberimizden geliyor.” Zuhurat bitmişti ve ben Şam’a gitme iznini almıştım.Bu olayı söylemek için şeyhimi aradım. Onu yaklaşık iki saat sonra camiye gelirken buldum. Yanına koştum, bana kollarını açıp: “Oğlum, zuhurattan memnun musun?” dedi. Olan biten her şeyden haberdar olduğunu anladım. Bana: “Bekleme, hemen Şam’a doğru yola çık.” dedi. Adres veya başka bilgi vermemişti, sadece Şam’da Şeyh Abdullah Dağıstani demişti.

Üniversite eğitimini yarıda bırakarak ikinci dünya savaşının zor günlerinde manevi işaretlerle evliyalar sultanı Şeyh Abdullah Dağistanî Hazretleri’ni bulmaya Şam’a gitmek için İstanbul’dan Halep’e trenle gelir. Ancak Fransızlar ve İngilizler o bölgede savaştıklarından yoluna devam edemez. Humus’ta Halit Bin Velid türbesine gider, günlerini kendisine cami yanında verilen bir odada geçirir. Burada Şeyh Abdulcelil Murat ve Şeyh Seyit Es-Subayî Hazretleri’nin ilim ve irfan pınarlarından istifade etmiştir. 1944’de bir ay kadar Trablus’da, Trablus müftüsü Şeyh Münir el-Melik’in yanında kaldıktan sonra mürşidini bulmak için Şam’a doğru savaşın zor şartlarına rağmen devam etmiştir. Şeyh Nazım Kıbrısi Hazretleri o zor günleri şöyle anlatıyor:“İstanbul’dan Halep’e trenle gittim. Oradan Şam’a geçmeye çalıştım ama mümkün değildi. Şam’ı işgal eden Fransızlar İngilizlerin hücumuna hazırlanıyordu. Ben de Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sahabesi Halid bin Velid’in türbesinin bulunduğu Humus’a gittim. Türbeyi ziyaret edip camiye girdim ve namaz kıldım. Sonra yanıma bir kişi geldi ve bana şöyle dedi: “Akşam rüyamda Peygamberimizi gördüm; bana ‘Torunlarımdan biri yarın buraya geliyor, onunla ilgilen’ dedi. Sonra bana senin nasıl olduğunu gösterdi. O kişinin sen olduğunu görüyorum.” dediğinden o kadar etkilendim ki davetini kabul ettim. Bana caminin yanında bir oda verdi. Orada bir yıl boyunca kaldım. Namaz kılmak ve Humuslu iki büyük alimin meclislerinde bulunmak dışında odamdan çıkmıyordum. Bu alimler tecvid, tefsir, hadis ilmi ve fıkıh öğretiyorlardı. İsimleri Şeyh Muhammed Ali Uyun es-Sud ve Humus müftüsü Şeyh Abdülaziz Uyun es-Sud idi. Aynı zamanda, iki Nakşibendi şeyhinden de manevi eğitim alıyordum. Bunlar Şeyh Abdülcelil Murad ve Şeyh Said es-Subai idi. Şam’a gitmek için can atıyordum. Savaşın yoğunluğu yüzünden, önce Trablus’a, oradan Beyrut’a, Beyrut’tan da Şam’a daha güvenli bir şekilde gitmeye karar verdim.

Şam’a geldiğinde Dağıstanî Hazretleri’nin evini bilmemektedir. Bilâl-i Habeşi Hazretleri’nin makamı yanında Hayy el-Meydan bölgesinde Şeyhin evini arar..

Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkanî Hazretleri hayatının dönüm noktası olan bu çok önemli günü şöyle anlatmaktadır:
“Şeyhin evinin hangisi olduğunu bilmiyordum. O anda sokakta dururken bir zuhurat hâsıl oldu. Şeyh evinden çıkıp beni içeriye çağırıyordu. Zuhurat bittiğinde sokakta kimseyi göremiyordum. Fransız ve İngiliz bombardımanlarından dolayı etraf bomboştu. Şeyhin evinin hangisi olduğunu bulmak için kalbime bakıyordum. Sonra bir zuhurat daha oldu ve özel kapısı olan özel bir ev gördüm. Zuhurat bittiğinde, o kapıyı bulana kadar aradım. Kapıyı çalmak için yaklaştığımda Şeyh kapıyı açtı ve ‘Hoş geldin, oğlum, Nazım Efendi’ dedi. Olağan dışı görünüşü beni cezbetmişti. Daha önce hiç böyle bir şeyh görmemiştim. Yüzünden ve alnından nur akıyordu. Kalbinden ve gülümseyen yüzünden sıcaklık geliyordu. Beni yukarıya, odasına çıkardı ve ‘Seni bekliyorduk’ dedi. Kalbim onunla olmaktan çok mutluydu fakat Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şehrini ziyaret etmeyi de çok istiyordum. Ona ‘Ne yapacağım?’ diye sordum. ‘Cevabını yarın vereceğim. Şimdilik dinlen’ dedi. Bana akşam yemeği ikram etti.” “Yatsı namazını onunla kıldım ve uyudum. Sabaha karşı beni teheccüd namazı için uyandırdı. Daha önce hiç bu namazdaki kadar güç hissetmemiştim. Kendimi ilahi huzurda hissettim. Kalbim giderek ona daha fazla bağlanıyordu. Sonra bir zuhurat hasıl oldu ve namaz kıldığımız yerden gökyüzünün Kabesi olan Beytü’l Ma’mur’a merdivenle tırmandığımı gördüm. Her adım bir makam idi ve her makamda kalbime daha önce hiç bilmediğim ve duymadığım bilgiler geliyordu. Beytü’l Ma’mur’a varıncaya kadar kelimeler ve cümleler muhteşem bir şekilde bir araya geliyor ve yükseldiğim her makamda kalbime veriliyordu. Orada, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) imam olduğu, namaza durmuş 124 000 peygamberi gördüm. Onların arkasında safa durmuş Peygamberimiz’in (s.a.v.) 124 000 sahabesini gördüm. Onların da arkasında, Nakşibendî tarikatının 7007 evliyasını gördüm. Sonra diğer tarikatların 124 000 evliyasını saflar halinde namaza durmuş olarak gördüm. Hazreti Ebu Bekir’in hemen sağ yanında iki kişilik boş yer kalmıştı. Büyük Şeyh Efendi, o boş yere gitti, beni de oraya çekti ve sabah namazını beraber kıldık. Bu namazın tatlılığını daha önce hiç yaşamamıştım. Peygamber Efendimiz namazı kıldırırken kıratının güzelliği tarif edilemezdi. Hiç bir kelime tarif edemezdi çünkü bu ilahi bir şeydi. Namaz bitince zuhurat da sona erdi ve Şeyhim benden sabah namazı için ezan okumamı istedi. Sabah namazını kıldı, ben de arkasında kıldım.
Dışarıda iki ordunun da bombardımanlarını duyuyordum. Beni Nakşibendi tarikatına süluk etti ve bana ‘Oğlum, bizde müridimizi bir saniyede kendi makamına ulaştıracak kuvvet vardır’ dedi. Bunu söyler söylemez gözleriyle kalbime baktı ve gözlerinin rengi sarıdan kırmızıya, sonra beyaza, sonra yeşile ve siyaha döndü.

Her renge ait bilgi kalbime aktıkça gözlerinin rengi değişiyordu. İlk renk sarı idi ve kalp haliyle alakalı idi. İnsanların günlük hayatlarıyla ilgili gerekli bütün bilgileri kalbime döktü. Sonra Hazreti Ali’den gelen 40 tarikatın ilminden, Sır Makamından kalbime verdi ve kendimi bu tarikatlarda üstad olarak buldum. Bu bilgileri aktarırken gözleri kırmızı idi. Sırrın sırrı denilen üçüncü makam, sadece, Hazreti Ebu Bekir’den gelen Nakşibendî tarikatının şeyhlerine izin verilen makamdı. Bu makamdan kalbime verirken gözleri beyaz idi. Sonra beni gizli manevi bilgilerin olduğu gizli makama çıkardı. O anda gözleri yeşile dönmüştü. Daha sonra beni hiç bir şeyin görünmediği en gizli makam olan tam yok olma makamına götürdü. Bu arada gözlerinin rengi siyaha dönmüştü. Burada beni Allah’ın huzuruna çıkardı, sonra geri varlığa getirdi. Ona olan muhabbetim o anda o kadar yoğundu ki ondan ayrı kalmayı düşünemiyordum. Sonsuza kadar onunla beraber kalıp ona hizmet etmekten başka hiç bir şey istemiyordum. Sonra fırtına geldi ve sükuneti tehdit etti. İmtihan çok büyüktü. Bana, ‘Oğlum, halkının sana ihtiyacı var. Şimdilik sana yeterli olanı verdim. Bugün Kıbrıs’a git’ dediği an ümitsizliğe düşmüştüm.

Ona ulaşmak için bir buçuk sene geçirmiştim. Onunla bir gece kaldım. Şimdi bana, beş yıldır görmediğim Kıbrıs’a geri gitmemi emrediyordu. Bu benim için müthiş bir emir idi fakat tarikatta, mürit şeyhinin arzusuna teslim olmalı idi. Ellerini ve ayaklarını öpüp izin aldıktan sonra Kıbrıs’a gitmek için bir yol bulmaya çalıştım. İkinci Dünya Savaşı sona yaklaşıyordu. Ulaşım yoktu. Sokakta bu düşüncelerle ilerlerken yanıma bir kişi geldi ve ‘Şeyh Efendi, vasıtaya ihtiyacınız var mı?’ diye sordu. ‘Evet! nereye gidiyorsunuz?’ dedim. ‘Trablus’a’ dedi. Beni tırına bindirdi ve iki gün sonra Trablus’a vardık. Oraya gelince, ‘Beni limana götür’ dedim. ‘Niye?’ dedi. ‘Kıbrıs’a giden bir gemi bulmak için’ dedim. ‘Nasıl? Bu büyük savaşta kimse denizde seyahat etmiyor ki!’ dedi. ‘Boş ver, sen beni oraya götür’ dedim. Beni limana götürüp bıraktı. Şeyh Münir el Malik’in bana doğru geldiğini görünce yine şaşırdım. Bana şunları söyledi “Büyük dedenin sana karşı nasıl bir sevgisi varmış! Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yine rüyamda bana gelip ‘Oğlum Nazım geliyor, onunla ilgilen’ dedi.” Onunla üç gün kaldım. Kıbrıs’a gitmem için bana yardım etmesini istedim. Denedi ama savaş ve yakıt eksikliği yüzünden mümkün olmuyordu. Kayıktan başka hiç bir şey bulamadı. Bana, ‘Gidebilirsin ama çok tehlikeli’ dedi. ‘Gitmeliyim, çünkü bu, şeyhimin emridir’ dedim. Şeyh Münir, kayık sahibine beni Kıbrıs’a götürmesi için çok yüklü para verdi. Yola koyulduk. Normalde dört saatte gidilen yolu yedi günde aldık.Kıbrıs’a adımımı atar atmaz kalbimde bir zuhurat hasıl oldu. Şeyhim Abdullah Dağıstanî Hazretlerini gördüm, bana şöyle dedi: ‘Oğlum, hiçbir şey seni, emirlerimi yerine getirmekten alıkoymadı. Dinleyip kabul etmekte çok başarılı oldun. Bu andan itibaren sana her zaman görüneceğim. Ne zaman kalbini bana doğrultsan, ben orada olacağım.Ne zaman bir soru sorsan İlahi Huzurdan doğrudan cevabını alacaksın. Ulaşmak istediğin herhangi manevi makam, tam teslimiyetin sayesinde sana verilecektir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve bütün evliyalar senden memnundur.’ Bunu söyler söylemez onu yanımda hissettim ve o zamandan beri, beni hiç terk etmedi, her zaman yanımdadır.”

Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretleri, Kıbrıs’ta İslamî eğitimi ve manevi terbiyeyi yaymaya başladı.Maalesef bu zaman, dinin Türkiye’de kısıtlandığı bir zamandı. Şeyh Muhammed Nazım Kıbrısî Türk toplumunda yaşadığı için orada da dini ibadetler kısıtlanmıştı. Ezanı Arapça okumak yasaktı. Doğduğu yere gittiğinde yaptığı ilk şey camiye gidip Arapça ezan okumak oldu. Hemen tutuklanıp bir hafta hapis yatmak zorunda kaldı. Serbest kalır kalmaz Lefkoşa büyük camisine gidip minaresinde ezan okudu. Bu olay, resmi makamları çok kızdırdı ve aleyhine davalar açıldı.

Şeyh Muhammed Nazım Kıbrısî Hazretleri bu duruma tam tevekkül gösterip, mahkemeyi beklerken bütün Lefkoşa ve yakın köyleri dolaşıp minarelerden ezan okudu. Neticede, aleyhine toplam 114 dava açıldı. Avukatlar, ezan okumaktan vazgeçmesini tavsiye etti fakat Şeyh Efendi, “Yapamam, insanların ezanı duyması lazım” diyordu. Dünyada aleyhine 114 ayrı dava açılan başka bir İslam Âliminin varlığı somut deliller ile halen bilinmemektedir. Davaların okunma günü gelmişti. Eğer yargılanır ve suçlu bulunursa 100 yıl üzerinde hapisle cezalandırılacaktı. Aynı gün, Türkiye’den seçim sonuçları geldi: Adnan Menderes yeni başbakan seçilmişti. Başvekil olarak ilk işi bütün camileri açıp Arapça ezan okunmasına izin vermek oldu. Bu olay, Büyük Şeyh Efendinin bir kerameti olmuş ve bu sayede Ezan-ı Muhammediye’nin okunması serbest bırakılmıştı.

Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretleri, Kıbrıs’ın her yerini dolaştı, ardından Lübnan, Mısır, Suudi Arabistan ve daha birçok yeri ziyaret edip tebliğde bulundu ve tarikat esaslarını öğretti. 1952 yılında Şam’a yerleşip Büyük Şeyh Abdullah Dağıstanî Hazretleri’nin değerli müritlerinden Hâce Emine Sultan Hanımefendiyle evlendi. Bu izdivaçtan Hacı Nezihe Hanım, Şeyh Mehmet Efendi, Şeyh Bahauddin Efendi ve Hacı Rukiye Hanım isimlerinde çok güzide beş evlâtları dünyaya teşrif etti. Hatice adlı kızları 2 yaşındayken Hakk’a yürüdü.

Hanımı Hace Emine Sultan Hanımefendi
Hâce Emine Sultan Hanımefendi, ehl-i beytten olup üstün ahlak ve edep timsaliydi. Babası, Büyük Şeyh Efendi’nin müridi Abdullah Efendi, annesi Ayşe Hanımdır. Şeyh Muhammed Nazım Efendi Hazretleriyle 50 yıldan fazla evli kalan Hâce Emine Sultan Hanımefendi, ulvi sohbetleriyle hanım ihvanların Nakşibendi tarikatın yolunda edep, usul, uslup ve manevi terbiyeleriyle ilgilenmiştir. Nur Yumağı, Hatemü-l Enbiya, Kırk Sual, Bir Evliyalık Rahiyası, My Little Lore of Light, Muhammad, The Messenger of Islam, The Light of Muhammad gibi önemli kitapları kaleme alınmıştır.Şam’da hayatlarına devam edip her sene Recep, Şaban ve Ramazan aylarında ailesi ile beraber Kıbrıs’ı ziyarete gidiyordu. Hakikatler padişahı Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkanî, aldığı icazetle 1970’ten itibaren İslâm’ı yaymak için sürekli olarak seyahat etti. Çok iyi derecede İngilizce bildiğinden, batılıların meraklı sorularına karşı olağanüstü cevaplar vererek onların hayretler içerisinde kalmasına ve çoğunun İslam’la şereflenmesine vesile olmuştur.Her sene Kıbrıslı hacı kafilesine lider olarak Hacc’a giderdi. Toplam 27 kez Hacca gitmiştir.Bir keresinde, Büyük Şeyh Efendi, Şam’dan Halep’e yürüyerek gitmesini ve her köyde durup iman, tasavvuf ve Nakşibendiliği yaymasını istedi. Yaklaşık 400 km yolu gidip gelmek bir yıldan fazla zamanı almıştır.Bir iki günlük yürüyüşten sonra bir köye varıyor, insanlara tebliğde bulunuyor, Nakşibendi tarikatını yaymak ve zikir yaptırmak için orada bir hafta kalıyor sonra diğer köye gitmek için tekrar yola koyuluyordu.

Nazım Kıbrısi Hazretlerinin Londra’ya gidişi ve Dünya’ya Nakşibendiliği yayma çalışmaları
Büyük Şeyh Efendi Hazretlerinin isteği ile Şeyh Nazım El-Hakkani Hazretleri Kıbrıs adasını adım adım dolaşmış her gittiği yerde o kadar tanınmış ve çok sevilmiş ki ismi “Şeyh Nazım Yeşilbaş” olarak bilinir. Şey Muhammed Nazım Adil El-Hakkanî 1974’ten itibaren Avrupa’yı ziyarete başlamıştır. 1974 yılında Ehl-i sünnet vel cemaat itikadını gözeten ilk Nakşibendî dergâhı Londra’da bizzat açmıştır. 1986’da uzak doğu seyahatini gerçekleştirmiş ve Brunei, Malezya, Singapur, Hindistan, Pakistan ve Sri Lanka’yı ziyaret etmişlerdir. Buralarda da sultanlar, başkanlar ve umum halk tarafından heyecan ve coşkuyla karşılanmış, büyük ikram ve iltifatlarda bulunulmuştur. 1991’de Amerika seyahatine çıkmış ve 15 eyalet dolaşmıştır. Bu esnada değişik din ve inançlardan birçok kişiyle görüşmüş ve bunun neticesinde Kuzey Amerika’da Nakşibendî tarikatına ait 15 merkez açmıştır. İkinci ziyaretini 1993’te yapmış ve yine birçok yeri dolaşmıştır. Sayesinde, Kuzey Amerika’da 10 000 kişi Müslüman olup Nakşibendî tarikatına girmiştir.

Türkiye’deki Çalışmaları
Türkiye’de başta İstanbul, Ankara, Konya, İzmir olmak üzere birçok ilde; köy köy, kasaba kasaba seyahatlerde bulunmuştur. Başta Aziz Mahmut Hüdai Hazretleri, Yahya Trabzonî Hazretleri gibi birçok türbe, makam, cami, tarihi ve manevi yerleri ziyaret etmiştir. Ziyaret ettikleri yerlerde ulvi sohbetlerde bulunaraktan her seviyedeki insanların gönlüne hitap etmiş ve dinleyicilerin Nakşibendi tarikatına girmelerine vesile olmuştur. O yıllarda Türkiye’de bulunan İslamî baskıların yıkılması için manevi himmetleri olmuş ve dualarda bulunmuştur. 90’lı yıllarda Hacı Mustafa Türabı Hoca Efendi ile yolları birleşmiş, bugün Üsküdar Beylerbeyi Sarayı karsısına denk düşen tarihi Ahmet Bedevî Tekkesi’nin tekrar inşa edilip bugünkü halini almasına vesile olmuştur. Şimdiki “Beylerbeyi Bedevi Tekkesi”dir. Kurmuş olduğu İstanbul Eğitim Vakfı (İSTEV) ile gençlerin ve bilhassa yardıma muhtaç çocukların yetişmesine, topluma kazandırılmasına katkıda bulunmuştur. Yine o yıllarda Hüseyin Hıfzı Aşevi’nin kurulması ile ihtiyaç sahibelerine erzak ve gıda tedarikini sağlanmıştır. Beykoz İlçesinde bulunan Akbaba Sultan köyünde dergâh açmış, Şeyh Muhammed Mehmet Efendi’yi halifesi olarak İstanbul’da vazifelendirmiştir.

Türkiye’de ve dünyanın birçok ülkesinde şehirlerde dergâhlar kurdurmuş, zikir ve tasavvuf ehlinin yetişmesine öncülük etmiştir. Dünyanın dört bir yanında, milliyet gözetmeksizin imarethaneler ve dergâhlar açılmasına öncülük etmiştir.Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretlerinin Refikası Hâce Emine Sultan Hanımefendi 16 kasım 2004 (1931-2004) yılında Hakk’a yürümesinden sonra Hâce Emine Adil isminin verildiği, Güzelyurt- Lefkoşa arasında büyük bir cami inşa ettirilerek 24 Kasım 2012 tarihinde hizmete açılmıştır.

Üstün ahlak ve manevi hallere sahip olan Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretleri zamanının çoğunu, ilim, irşat, tebliğ ile geçirmiştir. Bu yolda yurt dışı seyahatleri düzenlemiştir, dünya üzerinde gitmediği ülke, şehir sayısı çok azdır. Diğer yandan Lefke’de bulunan dergahını dünyanın dört bir yandan ziyaret eden misafirleri ile yakından ilgilenir ve sohbetlerde bulunurdu.

Kendisi Osmanlı İmparatorluğu hüviyetine sahiptir. Bu anlamda son Osmanlı şeyhlerindendir. İslam’ın kitlelere ulaştırılmasında Osmanlı tebaasını ve tasavvuf esaslarını dikkate almıştır. Lefke’deki dergâhı imparatorluk tebaasını, tarikat ve tasavvuf yaşamını günümüze taşıyan eşsiz bir örnektir. Yetmiş milleti bir araya İslam sancağı altına toplamıştır. Derin bir Osmanlı tarihi bilgisine sahiptir. Osmanlıca dilinin okutulmasına çok önem vermiştir. Kur’an-ı Kerim ve hafızlık eğitimi için Hakkani Adil medresesini kurdurmuştur. Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretleri’nin himmetleri üzerine 2014 yılında Osmanlıca Dili hükûmetin aldığı karar ile tekrar okullarda ve üniversitelerde ders olarak okutulmaya başlanılmıştır.

Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretleri’nin sadece tarikat şeyhi yönünü ele almak eksik olur. Tarih, sosyoloji, ekonomi ve felsefe üzerine ciddi bir bilgi birikimi olup, bu anlamda entelektüel sermayesi oldukça geniştir. Ekonomik kriz ve çözümü ile ilgili verdiği sohbet ve beyanatlar, iktisadi yönden incelenmesi gereken önemli bulgulardır. Filozofvari fikirleri ile benim diyen düşünürlere yol gösteren bir liderliği vardır. Çağımızın içerisinde bulunduğu karmaşıklığa ışık tutacak sentez ve yorumları ile İslam’ın hızla dünyada yayılması için mücadele etmiştir. Ömrünü ümmet-i İslam’a İ’la-yı Kelimetullahı tebliğ için sarf etmiştir.

Diğer önemli özelliklerinden birisi de derin İslamî bilgisi, İngilizce, Arapça, Almanca gibi dilleri iyi bilmesidir. Seyahatlerinde birçok gayrimüslimin, yüce dinimiz İslam’la ve ardından Nakşibendi tarikatı ile şereflenmelerine vesile olmuştur. Bu özelliği basın-yayın kuruluşlarının dikkatini çekmiş, dünya kamuoyunda Asya, Avrupa, Afrika ve Amerika kıtalarına yaptığı ziyaretlere yer verilmiştir. Hazret bu konu üzerine katıldığı mülakat ve söyleşilerde, “Tevfik ve hidayet Allah’tan, biz vesileyiz” diye buyurmuşlardır.

Altın Silsilenin 38. Büyük Şeyhi olan Şeyh Şerafettin Dağıstanî Hazretleri 1922 yılında Bursa’da Güneyköy’de verdiği bir sohbetinde “Evlatlarımdan biri çok Hristiyan’ı Müslüman yapacak, O henüz daha doğmamıştır. Onun ayak numarası 42’dir” buyurur. Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani’nin aynı yıl Kıbrıs/Larnaka’da dünyaya teşrif etmesi üzerine Şeyh Şerafettin Hazretleri Güneyköy’de; “O evladım doğdu” deyip, Kıbrısî El Hakkanî Hazretleri’nin doğumunu müjdelemiştir.

Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkanî Hazretleri zahiren 27 kez hacca gitmiş, sonraki yıllarda yaşının ilerlemesi üzere kutsal topraklara gidememiştir. Biiznillah keramet halidir ki Lefke dergâhında iken hac vazifesini tamamlamak üzere kutsal topraklarda bulunan sevenleri, Kâbe-yi Muazzama’yı tavaf esnasında kendisini gördüklerini birçok kez ve farklı zamanlarda beyan etmişlerdir. Dünyaya ve dünya hayatına tenezzül etmeyip ebediyeti, sonsuzluğu dilemiştir. Hiç kimseden dünya için bir talepte bulunmamıştır. Ahir ömrünü mütevazi bir hayatla geçirmiştir.

Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretleri 41 tarikattan icazetli olup, 41 tarikatın Şeyhidir. Vefatından bir kaç yıl önce manevi işaret üzere oğlu Şeyh Muhammed Mehmet Adil El Hakkani Hazretlerini bu yolun öğretilerini yapması ve yaptırması üzere kendinden sonrası için vazifelendirmiştir.

Ömrünün son bir kaç yılında,“Merhaba ey Şah-ı Merdan, Yârân’ınız size hayran” sözleri ile Şah-ı Merdan sohbetlerine başlamıştır. Âlemi manada Resul-ü Zişan Efendimiz’in (s.a.v.) “İlmin kapısı” diye hitap ettiği Ali Bin Ebu Talip (r.a.) Hazretleri’nin manevi sohbetlerinde bulunmuştur. İlerleyen yaşına ve sağlık sorunlarına rağmen sohbetlerine devam etmiş ziyaretçileriyle yakından ilgilenmişlerdir.

Meşâyıh-ı kiram yanı kendi yaptıklarını hiçbir zaman büyük görmez. Hâlbuki Şeyh Efendi binlerce, on binlerce, yüz binlerce insanın hidayetine vesile olmuştur. O bile tevazudan dolayı “Biz bir şey yapamadık” buyurmuşlardır. Ülkemizde birçok can ve mal kaybına neden olan Marmara depremine vurgu yapmış, 1998 ve 1999 yıllarında deprem gerçekleşmiştir.

Orta Doğu’yu kasıp kavuran Arap baharını ve bundan etkilenecek ülkeleri tek tek belirtmiştir. Şili’de Ekim 2010 yılında maden faciasında göçük altından 69 gün sonra sağ kurtulan madencilerin, sonrasında Kıbrıs’a gelip Şeyh Efendi Hazretleri’ni göçük altındayken gördüklerini ve yardım aldıklarını beyan etmeleri, tüm dünya medyasında yankı bulmuştur.

Yine 90’lı yıllarda devleti yönetmekle vazifeli hükûmet ve meclis üyelerinin, Milenyum denilen 21. Yüzyılın başlaması ile bir tanesinin dahi devlet yönetiminde kalmayacağını, yepyeni bir neslin geleceğini, İslam’a hürmet edenlerin yönetimde olacağını müjdelemiştir. Şeyh Muhammed Nazım Adil El Hakkani Hazretleri’ne özellikle yabancı uyruklu sevenleri, Şeyh’in kendilerine göstermiş olduğu sevgi, muhabbet ve hoş görüsünden dolayı ceddi olan Mevlana Celalettin Rumi Hazretleri’nden esinlenerek kısaca Mevlana (Mevlana Şeyh Muhammed Nazım Adil Hakkani) ismi ile hitap etmektedirler.

Asya ve Arap kökenli sevenleri, Şeyh Efendi’nin Hakk üzere olmasından dolayı El-Hakkanî (Şeyh Muhammed Nazım El- Hakkani) ismiyle hitap etmişlerdir. Türkiye’de ise Kıbrısî (Şeyh Muhammed Nazım Adil El-Kıbrısi) Hazretleri olarak bilinmektedir. 7 Mayıs 2014 (Hicri 1435) tarihinde güneşin zeval noktasında İrtihal-i Dâr-ı Bekâ’ya, Rahmet-i, Rahman’a, yani en sevgiliye kavuşmuştur.

Vasiyeti üzere mübarek na’şı şerifleri ebedi istirahat hanesine bekletilmeden ikindi namazını müteakip uğurlanmıştır. Makamı Lefke dergâhı içerisindedir. Dünyanın her tarafında bu güzel yol insanlara nur olarak, hidayet olarak, bereket olarak devam edecektir. Bu yola tabi olan saadet ehlindendir.

Şeyh Nazım Kıbrıs Hazretleri’nin Silsile-i Şerifi

Şeyh Abdullah Dağıstani (k.s.)

Suriye – Şam’da Kasiyun dağı eteklerindeki evinin yanındaki dergahında

Abdullah Dağıstani Hazretleri ,Rebi-ul Evvel ayının 12. Perşembe gecesi dünyaya geldi. Adını dayısının işaret ettiği üzere Abdullah koydular. Yedi yaşından itibaren dayısı Şerafeddin Dağıstani nin yanında kalıyordu. Çocuk yaşlarında iken Kur an-ı Hakim’i ezberden okuyordu. Şeriat sınırlarını muhafaza etmekte son derece titizdi. Daha gençliğinde Fatiha suresini okuyarak hastaları tedavide ün kazanmıştı. Bir çok hastalıklar sebebiyle, çok insanlar ona getirilirdi. Böyle tedavi, sonsuz yeteneklerinden biriydi.

Dağıstan’dan Türkiye’ye hicret
Doğduğu günlerde ( 19. yüzyıl sonları ) Dağıstan, Rusya nın şiddetli baskıları ve Rus işgal ordularının korkunç zulümleri altındaydı. Köyün manevi lideri olan dayısı ve ünlü bir hekim olan babası, Dağıstan’dan, Türkiye’ye hicret etmeği düşünmeğe başlamışlardı. Bu hicretin manevi açıdan o zaman uygun olup olmadığı konusunda Abdullah’ın fikrini de sormuşlardı. Abdullah Dağıstani, bu vakayı daha sonra şöyle dile getirmiştir: ”O gece ben yatsı namazını kıldım, sonra abdestimi tazeleyip iki rekat namaz daha kıldım. Sonra, şeyhim olan dayım vasıtasıyla Peygamber Aleyhisselâm a rabıta ederek tefekküre daldım. Peygamber(a.s.) in bana doğru geldiğini gördüm. Peygamber Aleyhisselâm bana şöyle dedi: Ey oğlum! Dayına ve köydeki koruculara söyle: Vakit kaybetmeden hemen Türkiye ye göç etsinler. Sonra ben, Peygamber (a.s.) ı, beni kucaklarken ve O nun kucağında kendimi kaybettiğimi idrâk ettim. Kendimi Kudüs te Beyt-ül Makdis in kubbesinden yukarı yükselirken gördüm. Bu yükselişte, Peygamber Aleyhisselâm, Miraç a çıktığı zaman gördüğü gerçekleri kalbime aktardı. Bütün bu çeşitli bilgiler, ışıklı sözler olarak kalbime geldi ki, bunlar yeşil renk olarak başlıyor ve mora dönüşüyordu ; kalbime dökülen anlamlar ölçülemez miktardaydı. Sonra dayımın omuzlarımdan beni sarstığını hissettim. Şöyle diyordu: Ey oğlum, sabah namazını kılma vaktidir. Dayımın arkasında ben ve üçyüzden fazla köylü sabah namazını cemaatle birlikte kıldık. Namazdan sonra dayım ayağa kalktı ve şöyle dedi: Yeğenime göç hususunda istihare yapmasını söyledim Herkes merakla neler görüp işittiğimi söylememi bekliyordu. Dayım hemen şöyle devam etti: Peygamber (a.s.), hepimizin Türkiye ye gitmesine izin verdi.

Köyde bulunan herkes göç hazırlığına başladı. Dağıstan dan Türkiye ye doğru yolculuğa başladık. Bu öyle bir yolculuktu ki, hem en ufak bir kışkırtma olmadan adam öldüren Rus askerleri, hem de yol eşkıyaları tarafından önümüze çıkarılan bir çok tehlikelerle karşılaştık. Türkiye sınırına yakın bir orman içinde seyahat ederken, ormanın sınırdaki Rus askerleri tarafından kuşatıldığını biliyorduk. Fecr vaktiydi, dayım şöyle dedi: Sabah namazımızı kılacağız ve namazdan sonra ormanı geçeceğiz. Sabah namazını kıldık ve tekrar hareket ettik. Sonra Şeyh Şerafeddin Dağıstani, hepimize : Durun! dedi. Bir bardak su istedi. Birisi ona bir bardak su verdi. Yasin Suresi nden 9.ayeti okudu: Biz de onların önünde ve arkalarında birer engel oluşturduk ve görünmeyecek şekilde üzerlerini örttük. Sonra dayım 12.surenin 64.ayetini de okudu: Allah en iyi koruyandır, O merhametlilerin en merhametlisidir. O, bu ayetleri okurken, herkes kalbini dolduran bir güven hissetti ve bütün göçmenlerin titrediğini gördüm. Allah o anda kalb gözümü açarak bana bir görüş nasib etti ve böylece Rus askerlerinin her taraftan bizi sardığını ve kuş uçurtmayacak şekilde , hareket eden her şeye ateş etmekte olduklarını gördüm. Daha sonra da aralarından geçip gittiğimizi ve kurtulduğumuzu idrâk ettim. Ormanı geçiyorduk ve Ruslar bizim ve hayvanlarımızın ayak seslerini bile duymadılar. Sınırın Türkiye tarafına geçinceye kadar, bizi hiçbir şekilde farketmediler. Güven içinde sınırı geçtik.

Şeyh Şerafeddin okumasını bitirince, vizyon kayboldu. Daha önce getirilen suyu üzerimize serpti ve şöyle dedi: – Şimdi harekete geçin, fakat hiç arkanıza bakmayın !… Biz hareket ederken, her tarafta Rus askerlerini görebiliyorduk. Buna karşılık sanki biz görünmez olmuştuk. Ormanın içinden 20 mil kadar gittik. Bu gidiş sabahtan yatsı namazına kadar sürdü. Namaz kılma molası dışında hiçbir yerde durmadık ve biz hiç kimse tarafından görülmüyorduk. Rus ordusunun insanlara, kuşlara, hayvanlara ve hareket eden her şeye kurşun attıklarını işitiyorduk. Fakat biz, hiç kimse tarafından görülmeden ve vurulmadan geçip gittik. Ormandan çıkarak Türkiye ye girdik.

Önce Şeyh Şerafeddin in bir sene önce temin ettiği evin bulunduğu yer olan Bursa ya geldik. Daha sonra da Dağıstan göçmenleri için Osmanlı Sultanı nın tahsis ettiği Reşadiye’ye – bugünkü adıyla Güneyköy – taşındık. Reşadiye köyü, Marmara sahilinde, Yalova ya 30 mil, Bursa ya 50 mil, uzakta kurulmuştu. Şeyh , önce bir cami, sonra da evini inşa etti. Herkes evlerini kurmak için bizzat çalıştı. Annem ve babam da dayım Şeyh Şerafeddin in evinin bitişiğine evimizi inşa ettiler.

Ben onüç yaşıma bastığım zaman, (miladi 1904) babam ölmüş, annem yalnız kalmış ve ben, annemi ve ailemizi geçindirmek için çalışmak zorunda kalmıştım. On beş yaşıma bastığımda dayım Şeyh Şerafeddin, bana Oğlum, şimdi sen yetiştin, ergenleştin; artık evlenmen gerek. dedi. On beş gibi genç bir yaşda evlendim ; eşim ve annemle birlikte yaşıyorduk.

Şerafeddin Dağıstani hazretlerin’den tarikat eğitimi
Şeyh Şerafeddin Dağıstani, yeğeni Abdullah’ı yoğun bir ruh disiplini içinde yetiştirdi ve eğitdi ; yoğun zikirler talim ettirdi. Evlendirdikten altı ay sonra O’na uzun bir halveti emretti. Şeyh Abdullah bu halvetini şöyle anlatır: ”Ben daha altı aylık yeni evliyken şeyhim bana halvete çekilmemi emretti. Annem bu durumdan çok huzursuz olmuştu ve , şikayet etmek için kardeşi olan Şeyhime gitti. Eşim de bu emirden hoşnudsuz olmuştu fakat benim kalbim asla şikayet etmiyordu. Aksine, halvete girmeyi arzu ettiğim için kalbim tamamen hoşnuddu. İnzivaya çekildim. Annem ağlıyor ve şöyle söylüyordu: Senden başka kimsem yok. Kardeşin hala Rusya da, baban da bu dünyadan göçüp gitti. Anneme acıdım, fakat bu halvet, Şeyh imin emriydi ve direkt olarak Peygamber Aleyhisselâm ın işareti ile emredilmişti. Köyümüzün karşı yamaçlarındaki bir mağarada bulunan halvet yerimde her gün altı kez soğuk su ile abdest almam gerekiyordu. Bütün günlük ibadetlerime ilaveten virdimi yerine getirmem emriyle halvete girdim. Bu rutin ibadetlere ilaveten, Kur an-ı Hakim den her gün yedi ila onbeş cüz okumam, belirli bir sayıda Allah ism-i celalini zikretmem ve Peygamber Aleyhisselam a salâvat getirmem gerekiyordu.

Keza diğer bir çok manevi uygulamalar da vardı. Bunların hepsi de, bir noktada yoğunlaşarak vecd haline geçmem için yapılacaktı. Ben yamaçları karla kaplı, yüksek bir dağın üstündeki ağaçların ortasında gizlenmiş bulunan bir mağaradaydım. Bana gündelik ihtiyaçlarımın teminiyle görevlendirilen bir kişi , günde yedi zeytin tanesi , iki ons ( takriben 60 gram ) ekmek getiriyordu. On beş buçuk yaşımda ilk halvetime çekilmiştim ve halvete başlarken oldukça şişman bir insandım. Halvetlerim tamamlanıp çıktığım zaman 100 pound ( takriben 46 kilogram) ağırlığa düşecek kadar zayıflamıştım. O mağaradaki halvetlerim boyunca bana açılan manevi deneyim sonuçları ve görüntüleri , sözle anlatılmaz bir nitelikteydi.”

Şeyh Abdullah ın bu özel planlanmış halvet hayatı aralıklarla yirmiiki yaşına kadar sürdü. Son halvetten çıktığında askere gidebilirdi. Nihayet 1. Dünya Savaşı cephelerinde çarpışmak üzere askere gitti.

Çanakkale savaşında Yaralanması ;
Abdullah Dağıstani şunları söyledi: Halvetten çıktıktan sonra annemi sadece bir veya iki hafta gördüm. Beni asker olarak Çanakkale de Seferberlik denilen savaşa götürdüler. Düşmanlar tarafından yoğun bir taarruz başlatılmıştı, takriben yüz kadarımız bir siperi savunmak için ateş hattında kalmıştık. Ben, uzak bir mesafeden, bir ipliği bile vurabilecek kadar mükemmel bir nişancıydım. Sayıca bulunduğumuz mevkii savunmaya muktedir değildik ve şiddetli saldırı altındaydık. Bir merminin kalbime saplandığını hissettim ve ölümcül bir şekilde yaralanarak yere düştüm. Ölüm hali denecek bir şekilde yerde uzanırken Peygamber Aleyhisselâm ın bana doğru geldiğini gördüm. Bana ruhumun vücudumdan nasıl ayrıldığını gösteren bir hal yaşadım. Ruhumun parmaklarımdan başlayarak tek tek her hücremden nasıl çıktığını gördüm. Hayat geri çekilirken vücudumda ne kadar hücre olduğunu, her hücrenin fonksiyonunu, her hücredeki her hastalığın nasıl iyileşeceğini görebildim. Her hücrenin nasıl zikrettiğini işittim.

Ruhum bedenimden uzaklaşırken, bir insanın ölürken neler hissedeceğini bizzat görerek öğrendim. Ölümün çeşitli durumları gözümün önüne getirildi. Bu ölüm ahvalini seyirden hoşlanıyordum. Bu haller benim, şu Kur an-ı Hakim ayetinin sırrını anlamamı sağladı : Kendilerine bir musibet geldiğinde biz Allah a aidiz ve elbette ona döneceğiz derler. (2:156)

Ruhum bedenimden ayrılırken, son nefesimi verinceye kadar o görünümün devam ettiğini gördüm. Bununla beraber o deneyimi yaşarken ruh olarak canlıydım ve bu tecrübe beni , ölüm halinin sırrını anlamağa muktedir kıldı.

Manevi hallere ait görünümler kaybolduğu zaman savaş alanında ölü gibi halimi ve yaralı olanlara bakan doktorları farkettim. Sonra onlardan biri beni işaret ederek şöyle dedi: Şu yaşıyor, şu yaşıyor! Konuşacak veya hareket edecek gücüm yoktu ve vücudumun yedi gündür orada bulunduğunu idrâk ettim.

Beni askeri hastaneye götürdüler, sağlığım yerine gelinceye ve tam olarak iyileşinceye kadar tedavi ettiler. Sonra beni terhis ederek tekrar köyümüze gönderdiler.

Mürşidi Şeyh Şerafeddin Dağıstani Hazretleri’nin vasiyeti ve Türkiye’den
1936 yılında Şeyh Şerafeddin Dağıstani , öleceği zamanı önceden belirterek hayatının son günlerinde vasiyetini yeğeni Abdullah a bildirdi. Vasiyetinde şu tavsiyelerde bulundu: Ben öldükten sonra, senin Türkiye den ayrılman için bir vesile çıkacak. Bu vesileyle harşılaştığında tereddüt etme; çünkü senin görevin, bundan sonra Türkiye dışındadır. Şerafeddin Dağıstani öldükten sonra Türkiye ye şeyhin bir çok müridinin olduğu Mısır dan Kral Faruk un başsağlığı dileklerini iletmek için bir heyet geldi. Heyetle beraber gelen veliahdlerden biri Abdullah Dağıstani nin kızlarından birisine ilgi duydu ve O nunla evlenmek ve ailesiyle beraber ülkesine götürmek istedi. Şeyh Abdullah Dağıstani bunun Türkiye den ayrılması için ortaya çıkan vesile olduğunu hissetti. Zira Şeyh Şerafeddin Dağıstani bunu önceden ima etmişti. Abdullah Dağıstani bu olayı şöyle anlatmıştı:

Mısır a gittik ve bir süre kızımla birlikte kaldık. Sonra şeyhimin nasihatini tutarak işaret ettiği Şam a doğru yöneldim. Karım ve kızımla birlikte İskenderiye den gemiye binip Lazkıye ye , oradan da Haleb e gittik. Haleb e indiğimiz zaman cebimde sadece 10 sent değerinde, 10 kuruş vardı ve hiçbir maddi varlığım yoktu. Karım ve kızımla birlikte akşam namazını kılmak için gittiğimiz camide bir adam bana yaklaştı ve Ey şeyh, lütfen benim misafirim olun. dedi. Bizi götürüp evinde misafir etti. Ben, bunun şeyhin kerametlerinden biri olduğunu düşündüm ve orada Allah bize bir kapı açtı.

Abdullah Dağıstani bir süre Haleb de kaldı. Oradan Humus a taşındı. Humus da Peygamberin bir sahabesi olan Halid bin Velid in türbe ve camisini ziyaret etti. Kısa bir süre Humus da kaldıktan sonra Şam a geçti. Peygamber soyundan bir veli olan Sadeddin Cibavi nin türbesi yanındaki Madan denilen bir muhitte oturdu. Orada Nakşbendiyye tarikatının bir dalının ilk zaviyesini kurulmuştu ve daha sonra oradan Dağıstan a kadar uzanmıştı. Nakşbendiyye tarikatının altın silsilesi Şam dan, Kafkasya ya, Hindistan a, Bağdat a, Buhara ya kadar yayılmış, şimdi ise Şeyh Abdullah Dağıstani vasıtasıyla Dağıstan-Yalova üzerinden tekrar Şam a dönmüştü.

Kısa bir süre sonra, Abdullah Dağıstani nin Şam da oluşturduğu zaviyeye gelenler kalabalıklaşmağa başladı. Bir süre sonra Şam ın kenarında bulunan ve en yüksek noktası olan Kasiyun Dağı na taşınması için manevi bir emir aldı. Orada inşa edilen evinden tüm şehri görebiliyordu. Bu ev ve bitişiğindeki mescid bugün hâlâ ayakta durmaktadır. Bu mescid ölümünden sonra O nun türbesi olmuştur. Mescidin temellerini inşa ederlerken yakaza halinde bir görüntü gördü. Bu vizyonda Şah-ı Nakşbend Bahaüddin Buhari ve İmam-ı Rabbani Ahmed Faruk Sirhindi , Peygamber Aleyhisselâm la birlikte mescidin şeklini belirleyerek temel taşlarını dikti ve duvarlarının yerini işaretlediler. Vizyon kaybolduğunda, zatların belirlediği işaretler yerli yerinde duruyordu.

Abdullah Dağıstani , halvet yapması için, bir çok kez, Peygamber Efendimiz(s.a.v.) den emir aldı. Hayatı boyunca yirminin üzerinde halvete girdi. Bu halvetlerinden bazıları Şam da, bazıları Ürdün de, bazıları da Bağdat ta, Şeyh Abd ul-Kadir Geylani nin türbesinde , çoğunlukla da Medine-i Münevvere de yapıldı.

Beka Alemine Göçüşü
Abdullah Dağıstani nin yaşadığı sürece manevi halini yaşatan pek çok olağanüstü olay gözlemlendi. O nun hayatı bütünüyle insanlara yararlı faaliyetlerle doludur. Daima güler yüzlü ve asla insanlara kızmayan bir huya sahipti. Evinde herkese açık sofrasından misafir hiç eksik olmazdı. Geceleri uyuduğu nadiren görüldü. Gün boyunca sürekli ziyaretçi kabulü ile meşgul olur, geceleri de özel odasına çekilip teheccüd namazı kılar, Kur an-ı Kerim okur ; özel zikrini yapar ve Delail ül-Hayrat kitabından Peygamber Efendimiz (s.a.v.) e salavat-ı şerife okurdu. Gece yarısından şafak sökünceye kadar ibadeti devam ederdi. Elinden geldiği kadar yoksullara yardım eder ve bir çok evsizleri mescidinde barındırırdı. İnsanlara bıkmadan hizmet ederdi.

1973 yılına gelindiğinde şöyle söyledi: Peygamber (s.a.v.) beni çağırıyor. Gidip O na kavuşmalıyım. Ancak bana Gözlerinden ameliyat oluncaya kadar bana gelme . dedi. Bu sözleriyle sol gözündeki ileri derecedeki myopi kusurunu kastediyordu.Göz ameliyatı gerçekleştikten sonra, yemek yemeyi tamamen kesti. Birşeyler yemesi için yalvaranlara : Ben nihai halvetimdeyim, zira Peygamber (s.a.v.) beni çağırıyor diye ricaları reddetti. Sadece suya batırarak kuru ekmek yiyordu. Bir müridi son günlerini şöyle anlatmıştır: Bir gün Abdullah Dağıstani Artık gidip Peygamberim(s.a.v.) e kavuşmak istiyorum. Allah ve Rasûl ü beni çağırıyor. dedi. Sonra vasiyetnamesini yazdı ve şöyle dedi: Önümüzdeki Pazar günü dünyadan göçüp gideceğim. Bu tarih 30 Eylül 1973, Ramazanın 4. günüydü. Hicri 1393 yılıydı.

Ölümüne tanık olan bir müridi o günü şöyle anlatıyor: Dünyadan göçeceğini söylediği Pazar günü saat 10.00 da bizimle beraber odasında oturuyordu. Bana, Nabzımı say dedi. Nabzını saydım. Kalbi çok çarpıyor, nabzı dakikada yüzellinin üzerinde atıyordu. Sonra, Ey oğlum, bu anlar hayatımın son saniyeleridir. Bu sırada yanımda ailemden başka kimsenin bulunmasını istemiyorum. Herkes buradan çıkıp, toplantı salonuna gitsin dedi. Zaten odanın içinde on kişi idik. O anda iki doktor geldi, biri benim kardeşim, diğeri de onun bir arkadaşıydı. Hep birlikte dışarı çıktık. Beklemeğe başladık.

Az sonra kızının içeride Babam öldü! , Babam öldü! diye ağladığını işittik. Hepimiz odaya koşarak girdik ve büyük şeyhin hareket etmediğini gördük. Doktor kardeşim hızla nabzını tuttu ve kan basıncını kontrol etti, fakat hiçbir şey hissedilmiyordu. Nabız durmuş, tansiyon ise alınmıyordu. Kardeşim çarpılmış bir halde acil ilaçlarla bir enjektör almak için arabasına koştu. Tekrar aynı hızla odaya döndü, kalbi çalıştırmak için getirdiği ilacı şeyhin kalbine bir şırınga yaparak vermek isterken diğer doktor, Ne yapıyorsun? Şeyh en az yedi dakika önce ölmüş bulunuyor. Aptallığı bırak ! dedi. Fakat kardeşim kimseyi dinleyecek halde değildi. Elindeki enjeksiyon iğnesiyle ısrar ederek ilerliyordu. Bu sırada Şeyh gözlerini açtı ve Türkçe Bırak dedi. Bunun anlamı Dur demekti.

Herkes şok oldu. Daha önce ölmüş bir kişinin konuştuğu hiç işitilmemişti. Bu olayı bütün hayatım boyunca hiç unutmayacağım.

Ölüm haberi, bir kasırga gibi, Şam, Haleb, Ürdün ve Beyrut u dolaştı. O nu son bir kez daha görmek için insanlar her taraftan akın akın geliyordu. O nu yıkadık, mübarek vücudundan sadece çok güzel bir koku çıkıyordu. Cenaze namazını kılmak ve aynı gün defnetmek için O nu hazırladık. Cenaze merasimine Şam ın bütün alimleri iştirak etti. Cenaze namazına yüzbinlerce kişi katıldı. Cenazeye gelen insanların konvoyu evinden cenaze namazının kılındığı Muhyiddin ibn Arabî Camii ne kadar uzanmıştı.

Cenaze namazından sonra evine döndüğümüz zaman, tabutun, hiç kimsenin gayreti olmadan cemaatin başları üzerinde adeta uçarak, gömüleceği kendi mescidine gittiğini gördük. Bizim Muhyiddin ibn Arabi Camii nden yürüyerek Şeyh in mescidine gidişimiz üç saat sürdü. Normal yürüyüşle bu mesafe yirmi dakika sürmektedir, fakat sokaktaki kalabalıktan dolayı üç saat sürmüştü.

Ramazan ayı idi, herkes oruç tutuyordu. Uzaktaki bazı sevdiği kişilerin ulaşabilmesi için defin işlemi kısa süre ertelendi. Yakın müridleri, ahaliye eğer istiyorlarsa gidebileceklerini söyledi. Bir müddet sonra, insanların çoğu ayrılmıştı. Mescidinde sadece Şeyh in çok samimi müntesibleri kalmıştı. Akşam namazı vaktinden az önce kendi dergahının mescidinde toprağa verildi.Rahmetullahi aleyh..”

Şeyh Ebu Ahmed Suğuri Dağıstani (ks.)

Dağıstan’ın Gazimiş köyünde.

Ebu Ahmed Suguri Dağıstani hazretleri, Hicri 1207 yılı, Receb-i Şerif ayının üçünde Çarşamba günü, Dağıstan’ın Sugral köyünde, dünyaya geldi. Nesebinin Hz. Ebubekir’e dayandığı rivayet edilmektedir. Dağıstan’ın Gazamiş köyünde, Hicri 1299/1882 yılı, Rebiülahir ayının Perşembe günü, doksan iki yaşında olarak ahirete intikal etmişlerdir.

Ebu Ahmed Suguri, Seyyid Cemaleddin Gazikumuki’nin halifesi olup, üzerine almış olduğu manevi emaneti, ömrü boyunca hassasiyetle yerine getirmiştir. Bu emanetin devamını temin için, ihvanı arasında vekalete en çok layık gördüğü, Ebu Muhammed el Medeni bin Osman hazretlerini halefi olarak seçmiştir.

Ebu Ahmed es-Suğuri, İmam Şamil ile birlikte Ruslara karşı savaştığı , cesaret ve halk arasındaki şöhreti bilindiği için Rus’lar O’nu da Dağıstan’dan, vatanından ayırıp sürgün etmişlerdi. Ali Usta bu sürgün esnasında Ebu Ahmed es-Suğuri’nin Ruslar tarafından köyünden alınıp, gözaltında bulundurmak üzere götürülmesi yaşanan bir vakıayı şöyle anlatıyor: “Ebu Ahmed es-Suğuri, sürgüne gönderilirken yolcu etmeğe gelen kalabalık halkın arasından geçerlerken atlar birden duruyor. Arabacı, atları döverek yola devam etmeye çalışıyor, fakat atlar asla kımıldamıyor. Arabadaki Ebu Ahmed es-Suğuri, arabacıya “Bana bak arabacı, dövme atları… Onları ben durdurdum. Ne yapsan gitmez onlar… Ben birisi ile görüşeceğim. Ondan sonra gideriz…” diyor.

Halk arabanın etrafına toplaşıyor. Ebu Ahmed es-Suğuri, halkın arasından çok süslü-püslü, renkli Rus jandarması üniforması giymiş bir genci yanına çağırıyor ve kimin oğlu olduğunu soruyor. Aslında ailesi müslüman olan genç, babasının ismini söyleyince: “Ah benim iyi arkadaşımın kötü oğlu! Bulamadın mı Allah yolunda gidenlerin yanında bir kısmet? Bir dilim ekmek için, gidip bu dini batıl kimselere hizmet ediyorsun !” diyor. Genç: “Efendim, bu sırmalara, elbiselere heveslendim…” diye utanarak cevap verince: “Bırak o hevesi! Şimdi ben sana nasihat etsem dinler misin?” diyor. Genç asker: “Dinlerim efendim.“ diye cevaplıyor. Ebu Ahmed es-Suğuri, “Elbette dinleyeceksin. Allah’ın izni ile vahşi hayvanlar dahi bizim nasihatımızı tutar“ der. Az önce atları nasıl durdurduğunu gören genç ve etrafındakiler bu zatın hayvanlar üzerinde de tasarrufu olduğunu teslim ediyor ve nasihatini dinlemek için kulaklarını açıyorlar.Ebu Ahmed Suguri, “Oğlum, zahirde halktan ayrılma; kendinde bir büyüklük görüp, gurur duyma. Batında da Hakk’tan ayrılma…“ Yakındaki kabristanı işaret ederek, “Şu kabristanı görüyor musun? Birgün orada yatacağını da hatırından çıkarma. Zira bunu unutanlar büyük hatalar işler…“ dedikten sonra arabacıya talimat vererek yollarına devam ediyorlar.

Ebu Ahmed Suguri çok riyazet yapardı. Gereğini, inanarak ve harfiyen yerine getirmeye uzun seneler çalışmıştır. Şeyh Adnan’a göre Şeyh Sugurî, her Salı, Perşembe ve Cuma geceleri ümmetin ahvalini Hz. Peygamber(sav)’e arz etmekle vazifelidir. Kırk sene kutbaniyet makâmında olduğu ifade edilen Sugurî’nin halleri ve sözleri, Hakkâniyye içerisinde kutbaniyet makâmının gereği addedilmektedir. Mesela Şeyh Ahmed, bizzat kendisi ümmettin kötü halleri için şefaat ve mağfiret niyazlarında bulunmakla vazifeli olduğunu ifade etmiştir. Bu durum, genel olarak, kutbaniyet makâmının bir vazifesi olarak addedilmektedir.

Ömrünün uzunca bir zamanını riyazet ile geçirdikten sonra ömrünün son yıllarında ise evinde adeta kuş sütünden başka her şey bulunur olmuş; eski fakr halinden hiç eser kalmamıştır. Dostları kendisine bu halin sebebini sorduklarında: “Efendiler! Siz pazardan aldığınız yeni bir öküzü, boyunduruğa alıştırmak için ne yapardınız? Alışana kadar aç bırakır, susuz tutarsınız. Alıştıktan sonra da işinizi iyi görsün diye, ona gayet güzel bakarsınız değil mi? İşte! Benim öküz de (nefs) artık boyunduruğa girdi alıştı. Şimdiden sonra ne versen fayda olur, zarar gelmez…” buyurmuşlardır.