Ana Sayfa>Genel(Sayfa 147)

Aydınoğlu Mehmet Bey

İzmir – Ödemiş – Birgi de Ulu caminin yanında

Aydınoğulları Beyliği’nin kurucusudur. Aydınoğlu Mehmed Bey ilk zamanlarında Germiyan ordusu subaşısı, yani ordu komutanı idi. Bizans İmparatorluğu’nun taht ve taç kavgaları sebebi ile çöküntüsünden istifade ederek Germiyan Hükümdarı I. Yakup Bey’in emriyle Ege denizi’ne inerek elde ettiği yerlerde babası adına bir beylik kurmuştur.

Mehmet Bey, 1310 tarihinde Müslüman İzmir’ini ve daha sonra da Ayaslug ( Selçuk) , Tire, Sultan Hisarı ve Bodemya’yı ve 1326 da Gavur İzmir’i denilen sahil İzmir’i almıştır. Kendisine Mübarizüddin lakabı verilen Mehmed Bey ele geçirdiği yerlerden ; Ayaslug ( Efes – Selçuk ) ile Sultan Hisar’ının büyük oğlu Hızır Bey’e; İzmir’i ikinci oğlu Umur Bey’e ; Bodemya (Ödemiş) ise Üçüncü oğlu İbrahim Bahadır Bey’e ; Tire’yi de dördüncü oğlu Süleyman Bey’e verip en küçük oğlu İsa Bey’i yanında bulunduruyordu.

Deniz sahillerine sahip olan Mehmed Bey, İzmir’i henüz almadan önce donanmasını Ayaslug’da yaparak denizciliğe başladı; fakat Rumlardan Cenevizlilere geçmiş olan İzmir’i aldıktan sonra burada da ayrıca bir donanma meydana getirdi. Mehmed Bey, 1334 de bir av esnasında suya düşüp hastalandı ve sonra vefat etti. Yerine diğer kardeşinin ittifak ve ısrarı ile İkinci oğlu Umur Bey , Aydınoğlu beyliğinin başına geçti.

Mehmed Bey Birgi’de cami ve medrese yaptırmıştır. Beşinci asrın alimlerinden Saa’lebi’nin ” Arais-ül Mecalis” adlı ” Peygamberler Tarihi ” Mehmed Bey adına tercüme ve ithaf edilmiştir. Yine Mehmed Bey’in emriyle aynı kişi farsça ” Tezkire-i Evliya” yı Türkçeye çevirmiştir.
Mesalik-ül-ebsar Aydınoğlu’nun 60 şehri ve 300’Den fazla kalesi ve 70.000 süvarisi olduğunu, donaması ile rum ve Frenklerle devamlı olarak savaştığını yazmaktadır.

Kaynak
Abdulhalim Durma , İzmir Evliyaları ,
http://www.erolsasmaz.com
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun

Hz. Eyüp Sultan (r.a.)

İstanbul – Eyüp’de Eyüp Sultan camiindeki Türbesinde

”Beni düşman diyarı içinde elinizden geldiği kadar ileriye doğru götürüp defnedin. Çünkü Resulullah’dan işittim ki ; Konstantiniyye Suru’nun dibine salih bir kimse kimse defnolunacaktır, umarım o kişi ben olurum’‘ Hz. Ebu Eyyub El Ensari (r.a.)

Eyüp Sultan hazretleri’nin vasiyeti ve Türbe-i Şerifinin bulunması
Halid b. Zeyd Ebü Eyyüb el-Ensarî hazretleri katıldığı son sefer Islam ordusunun ilk Istanbul kuşatmasıydı. O, ilerlemiş yaşına rağmen Fetih hadisindeki müjdeye nail olma heyecanı ve cihad aşkıyla doluydu. Kendi arzusuyla, 80 yaşlarında iken, 49/669 yılı ilkbaharında İstanbul kuşatmasına katılmak için hareket eden orduda yerini aldı. îstanbul önlerine geldi, cihada katıldı. Düşmanla savaştı Kuşatma devam ederken hastalandı. Hz. Muaviye ziyaretine gelerek bir arzusu olup olmadığını sordu. O, şöyle cevap’verdi: “Dünyanızdan hiçbir şey istemiyorum. Fakat beni düşman diyarı içinde elinizden geldiği kadar ileriye doğru götürüp defnedin. Çünkü Resülullah’tan işittim ki, Kostantînîyye Suru’nun dibine salih bir kimse defnolunacaktır, umarım o kişi ben olurum.

Ebu Eyyüb el-Ensarî hazretleri kuşatma devam ederken vefat etti (49/669). Cenaze namazını Hz. Muaviye kıldırdı. Vasiyeti üzerine bir askeri birlik tarafından surlara yakın bir yere götürülerek bugünkü yerine defnedildi.

Bizans devlet erkanı surların gerisinden bu manzarayı hayretle seyrettiler. Müslümanları, onlar çekilip gittikten sonra mezarı tahriple tehdit ettiler. Müslümanlar ise böyle yapıldığı takdirde kontrolleri altında bulunan yerlerde hiç bir kilisenin ve Hristiyan azizinin mezarının kalamayacağını bildirdi. Sonuçta Bizans İmparatoru mezarı korumayı taahhüt etti. Gerçekten korundu da. Hatta, ileride Bizans halkının ziyaretgahı haline bile geldi. O, Peygamber Efendimiz’in, Rabbimizden korumasını istediği sahabeydi. İstanbulun fethine kadar kabrin itina ile korunduğu rivayetini, bazı seyyahların bilgileri de doğrulamaktadır. Bu seyyahlardan Ali b. Ebu Bekir el-Herevî (v. 611/1215) Ebü Eyyüb el-Ensarî hazretlerinin kabrini ziyaret ettiğini belirtmiştir.

Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’u muhasara ettiği sırada muhteşem otağını, Topkapı karşısındaki Maltepe Kışlasının bulunduğu yerde kurmuştu. Muhasara sırasında da Hz. Halid’in mübarek kabrinin bulunmasını, kuşatmaya iştirak eden devrin kutbu Akşemseddin Hazretleri’nden istemişti. Evliya Çelebi bu hususta şunları anlatıyor: “857 (1453) senesinde Hz. Fatih Sultan Mehmed Han Gazi, İstanbul’u feth ederken 77 ermişlerin büyükleri Eba Eyyüb’ün kabrini aramaya koyuldular. Sonradan Akşemseddin: Müjdeler olsun ! Resulullahın Alemdarı, Eba Eyyüb Ensari burada gömülüdür, diyerek sık bir ormanlığa girdi. Bir seccade üzerinde iki rekat namaz kılarak selam verdikten sonra bir secde daha yapıp güya rahat uykuya dalmış gibi kaldı. Birçokları, Efendi Eba Eyyub’un kabrini bulamadığı için utancından uykuya vardı, dediler. Bir saat sonra Akşemseddin hazretleri seccadeden başını kaldınp mübarek gözleri kan çanağını andırır bir halde Fatih’e hita-ben:Sultanım! Allah’ın hikmeti, seccademizi tam Eba Eyyub’un mezarı üzerine döşemişler, hemen şurayı kazsınlar, diyince Akşemseddin fukarasından üç kişi Fatih ile beraber seccadenin altını kazmaya başladılar. Derinliği üç ziraya varınca, dört köşe yeşil somaki mermer göründü. Uzerinde küfî yazı ile: “Haza kabri Eba Eyyub Ensari” diye yazılmış olduğu görüldü. O taş kaldırıldı, içinde “Eba Eyyub” diye yazılmış olduğu görüldü. O taş kaldırıldı, içinde Eba Eyyub’un vücudu safran ile boyanmış kefen içinde ter ü taze görüldü ki sağ ellerinde bir tunç mühür vardı. Taş yine kapatılıp örtüldü. Bunu gören İslam askerleri toprağını tevhid ve tezkir ile doldurdular. Sonra bütün hazır olan Müslümanlar ziyaret edip nurlu türbelerinin temeline başladılar.

Diğer bir rivatete göre de İstanbul kuşatması sırasında Akşemseddin hazretleri müridleriyle birlikte Okmeydanı’nda kurulan çadırlarda kalıyorlardı. Fatih kendisinden Eba Eyyub Ensari’nin kabrinin yerini bulunmasını istediği zaman:
– Sultanım, ben her gece şu semte bir nur indiğim görmekteyim, diyerek kabrinin yerini göstermiş ve baş ve ayak uçlarına birer çınar ağacı dikerek kabrin yerini işaretlemişti. Fatih Sultan Mehmed, Akşemseddin’i sınamak için dikilen bu iki çınar ağacının yerlerinden çıkartarak, bugün iç avluda bulunan sedli yere diktirmış ve parmağındaki yüzüğü de çıkartıp mezarın bulunduğu yere gömdürmüştü. Ertesi gün, Akşemseddin geldiğinde çınar ağaçlarının bulunduğu yere uğramadan kabrin olduğu yere gelip asasını mezarın ortasına dikmişti.

Gene rivayete göre iç avludaki iki çınarın bulunduğu yüksek yer Eba Eyyub Hz.nin gasledildiği yerdir.

Hazrec kabilesinin Neccâroğulları kolundandır. Hicretten iki yıl kadar önce hanımı Ümmü Eyyûb ile birlikte müslüman oldu ve ensardan İslâmiyet’i ilk kabul edenler arasında yer aldı. Nübüvvetin 13. yılında yapılan İkinci Akabe Biatı’nda bulundu (622). Hicretten sonra Resûl-i Ekrem onunla, ileri gelen sahâbîlerden Mus‘ab b. Umeyr arasında kardeşlik bağı kurdu. Hz. Peygamber’le birlikte Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Mekke’nin fethi ve Huneyn başta olmak üzere bütün gazvelere katıldı. Savaşlarda ona zarar gelmemesi için yanından ayrılmaz, hatta bazı geceler çadırı etrafında nöbet tutardı. Vahiy kâtiplerinden olması sebebiyle Hz. Peygamber zamanında Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin bir araya getirilmesine hizmet etti. Ashap arasında ilmiyle de tanındığı için kendisine sorulan dinî konularda pek çok fetva verdi.

Ebû Eyyûb Hz. Ebû Bekir devrindeki savaşlarla Hz. Ömer devrinde yapılan Suriye, Filistin ve Mısır seferlerine katıldı. Kıbrıs seferinde de bulundu (28/648-49). Medine âsilerin eline geçip Hz. Osman’ın namaz kıldırması engellenince (35/656) herkes tarafından sevilip sayıldığı için Hz. Ali’nin tavsiyesi üzerine bir müddet imamlık yaptı. Hz. Ali halifeliği döneminde Irak’a gittiğinde onu Medine’de yerine vekil bıraktı. Hâricîler’le ve Muâviye ile yapılan savaşlarda Hz. Ali’nin yanında yer aldı. Bu dönemde Basra valisi olan Abdullah b. Abbas Basra’ya gelen Ebû Eyyûb’a, “Senin vaktiyle Hz. Peygamber’e yaptığın gibi ben de bugün sana hizmet etmek istiyorum” diyerek konağını ona bıraktı. Giderken de kendisine 40.000 dirhem, yirmi köle ve değerli hediyeler vererek onu uğurladı (Zehebî, II, 410).

Sağlıklı olan herkesin Allah yolunda savaşa katılması gerektiğine inanan Ebû Eyyûb el-Ensârî, “Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayınız” (el-Bakara 2/195) meâlindeki âyette sözü edilen tehlikeyi savaşa gitmeyip işiyle gücüyle meşgul olmak şeklinde açıklardı. Bu sebeple ihtiyarlık döneminde bile her yıl bir savaşta bulunmaya gayret etti. Katıldığı seferlerin sonuncusu müslümanların ilk İstanbul kuşatması oldu. Onun bu kuşatmadan bir yıl sonra (49/669) gönderilen Yezîd b. Muâviye kumandasındaki takviye birliğin içinde bulunduğu da rivayet edilmektedir. Ebû Eyyûb, kuşatma devam ederken hastalanarak 49 (669) yılında vefat etti. Ancak 50 (670), 52 (672) veya 55 (675) yıllarında öldüğü de ileri sürülmüştür. Cenaze namazını Yezîd b. Muâviye kıldırdı. Vasiyeti üzerine bir askerî birlik tarafından surlara yakın bir yere götürülerek oraya defnedildi. Durumu öğrenen Bizans imparatorunun kuşatma kalktıktan sonra onu kabrinden çıkarıp vahşi hayvanlara yedireceğini söylediği, fakat İslâm ordusu kumandanı tarafından gönderilen cevapta, böyle bir şey yapıldığı takdirde İslâm ülkesinde yaşayan hıristiyanların ve kiliselerin zarar göreceği bildirilince kabre dokunmayacaklarına dair teminat verdiği nakledilmektedir.

Ebû Eyyûb’un kabrinin sonraları bir bina içine alındığı, kıtlık zamanında kabrini ziyarete gelen hıristiyanların onun hürmetine yağmur istediği ve asırlar boyunca bu kabrin itina ile korunduğu söylenmekte, bazı seyyahların verdiği bilgiler de bu rivayetleri doğrulamaktadır. Bu seyyahlardan Ali b. Ebû Bekir el-Herevî (ö. 611/1215), Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabrini ziyaret ettiğini belirtmiştir (Ziyârât, vr. 51ª). Fâtih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethinden sonra kabrin yerinin Akşemseddin tarafından keşf* yoluyla belirlendiğine dair Osmanlı tarih kaynaklarında geniş şekilde yer alan haberlerle bu bilgiler çelişmemektedir. Zira kabrin yeri korunmuş olmakla beraber İstanbul’un fethi sırasında sur dışında çok sayıda manastır, kilise, ayazma ve kutsal sayılan mezar bulunduğu için herhalde kabrin yeri kesin olarak bilinmemekteydi. Bir başka ihtimal de 1204 yılında Latinler’in İstanbul’u istilâsı esnasında şehir üç gün boyunca yağmalandığı ve hıristiyanlarca kutsal sayılan yerler yıkıldığı için Ebû Eyyûb’un kabrinin de tahrip edilmiş olmasıdır. Osmanlı padişahlarının tahta cülûsunda kılıç kuşanma merasimleri, şeyhülislâm ve bilhassa nakîbüleşrafın da bulunduğu bir törenle Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin türbesi önünde yapılırdı.

Resûl-i Ekrem Medine’ye hicret edince Medineli müslümanların her biri onu evinde misafir etmek istedi. Ancak Hz. Peygamber, bir tercih yaparak onları gücendirmemek için devesinin çökeceği yere en yakın eve misafir olacağını söyledi. Kendisini taşıyan devenin önce bir yere çöktüğü, buradan hemen kalkıp biraz ileride tekrar çöktüğü görüldü. Resûlullah oraya en yakın olan ve dedesi Abdülmuttalib’in annesi tarafından kendisine yakınlığı da bulunan Ebû Eyyûb’un evine yerleşerek burada yedi ay misafir kaldı. Bundan dolayı Ebû Eyyûb “Mihmandâr-ı Nebî” unvanıyla anılır. Bu ev İslâmiyet’in öğretildiği bir mektep durumundaydı. Hz. Peygamber fakir muhacirlere burada yemek verir, kendisine sunulan hediyeleri fakirlere burada dağıtırdı. Ev sahiplerine her vesile ile dua eder, onların bolluğa kavuşmalarını, huzur ve âfiyet içinde olmalarını dilerdi. Resûl-i Ekrem kendi evine taşındıktan sonra da zaman zaman Ebû Eyyûb’un evine misafir olurdu.

Ebû Eyyûb haksızlıklara tahammül edemez, doğru bildiğini söylemekten çekinmezdi. Cihad maksadıyla gittiği Mısır’da vali olan sahâbî Ukbe b. Âmir’in akşam namazını geç kıldırdığını görünce onu uyardı. Resûl-i Ekrem’in akşamı geç kıldığının zannedilmesine sebebiyet vererek halka kötü örnek olmamasını söyledi. Namazları müstehap olan vakitlerinde kıldırmayan Medine Valisi Mervân b. Hakem’e muhalefet eder, Resûlullah’a uyduğu takdirde kendisine uyacağını, aksi halde aleyhinde bulunacağını açıkça söylerdi. Bir gün Ebû Eyyûb’u Resûl-i Ekrem’in kabrine başını dayamış olduğu halde ağlarken gören Mervân bu hareketinin sünnete aykırı olduğunu söyleyince Ebû Eyyûb, “Ben bu mezar taşına değil Resûlullah’a geldim. Onun, ‘din işlerini ehliyetli kimseler üstlendiği zaman kaygılanmayın; ancak ehil olmayanlar başa geçince ne kadar ağlasanız yeridir’ dediğini duymuştum” diye cevap verdi (Müsned, V, 422).

Medine döneminden itibaren Hz. Peygamber’den hiç ayrılmadığı halde Ebû Eyyûb el-Ensârî’den sadece 150 hadis rivayet edilmesinin iki önemli sebebi vardır. Bunlardan biri hadis rivayetinde çok titiz olması, diğeri de ömrünün savaşlarda geçmesidir. Kendisinin bilmediği bir hadisi Ukbe b. Âmir’den bizzat rivayet etmek için Medine’den Mısır’a kadar gitmesi, söz konusu titizliğin eşsiz bir örneğini ortaya koymaktadır. Ondan hadis rivayet edenler arasında İbn Abbas, İbn Ömer, Berâ b. Âzib, Enes b. Mâlik, Câbir b. Semüre gibi sahâbîler ve Saîd b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr, Sâlim b. Abdullah, Atâ b. Yesâr gibi tâbiîler bulunmaktadır.

Kaynak ;

Diyanet İşleri İslam Ansiklopedisi
Eyüp Sultan Tarihi , Mehmet Nermi Haskan , Eyüp Belediyesi
İstanbullu Sahabeler , Necdet Yılmaz – Çoşkun Yılmaz , Bilge Kitab

Davud Karsi

İzmir – Ödemiş – Birgi kasabasında İmam Birgivi Kabristanında .

Tahsilini Dersaadet ve Mısır’da tamamlayan Davud-ı Karsi’nin ulema arasında meşhur olan eseri Şerhu ala Usuli’l-Hadis li’l Birgivi’yi 1738’de Mısır’da telif eder. Ayrıca, Risale mine’t-Tefsir, Şehru Kaside-i Nuniyye mine’l Akaid, Şerhu Muhtasarü’t-Tehzib el müsemma be Tekemmületi mine’l-Mantık ve’l Adab, Şerhu İsagoci mine’l-Mantık, Risale fi Beyan-ı Kaza-yı Kadr mine-l-Kelam, Şerhu Emsile mine’s-Sarf isimlerinde eserleri vardır. 1733’de Birgi’deki Aydınoğlu Medresesi’nde müderrislik yapmış olan Davud-ı Karsi, hayatının son onbeş yılını Birgi’de geçirir ve 1756’da orada vefat eder. Kara Davut ismiyle de anılan Karslı müderris, vasiyeti üzerine kendisine hayran olduğu Birgivi Mehmed Efendi’nin kabrinin yanına defnedilir. Mahdumu Ömer Efendi’nin de beraberinde medfun bulunduğu mezar taşından anlaşılmaktadır.

Kaynak
Abdulhalim Durma , İzmir Evliyaları ,
http://www.erolsasmaz.com
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun

İmam Birgivi

İmam Birgivi hazretlerinin kabri ; İzmir – Ödemiş – Birgi kasabasında İmam Birgivi Kabristanında .

1523’te Balıkesir’de dünyaya gelen Birgivi’nin asıl adı Takıyyüddin Mehmed’dir. Zaviye mensubu âlim ve faziletli bir kişi olan babası Pîr Ali Balıkesir’de müderristi. Annesi ise Meryem Hanım’dır. İlk tahsilini babasının yanında yapan Birgivî ondan Arapça, mantık ve diğer bazı ilimleri okur. Bu arada Kur’an’ı da ezberler. Daha sonra İstanbul’a giderek Mahmutpaşa Mahallesinde Küçük Şemseddin Efendi’den (öl.1551) ders alır. Ardından Haseki Medresesi’ne girer. Dönemin tanınmış âlimlerinden Ahizâde Mehmed Efendi’nin ve daha sonra Rumeli kazaskeri olan, Kızıl Molla lakabıyla tanınmış Abdurrahman Efendi’nin öğrencisi olur. İcazet alarak müderrislik payesini elde eder. Ardından Abdurrahman Efendi’nin yanına mülâzım olup ihtisasını tamamlar. Bir süre bazı medreselerde müderrislik yapar. Kanunî döneminde hocası Abdurrahman Efendi’nin aracılığıyla Edirne kassâm-ı askerîsi olan Birgivî bu görevi süresince ders okutmaya devam eder.

Bu arada camilerde vaaz vermekte, halkı Kur’an ve Sünnet’e uymaya davet etmektedir. Zamanında kabirler üzerine türbe yapılması, buralarda mum yakılması, ücret karşılığında Kur’an okunması gibi bid’atlar ve ayrıca bâtıl itikadlarla, kadılar arasında rüşvetin yaygınlaşması, zengin çocuklarına ücretle ilmî payeler verilmesi gibi meşru olmayan uygu-lamalara karşı mücadele eder. Para vakfetmenin caiz olmadığını savunan Birgivî, bu tür vakıfların cevazına fetva veren Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi’ye ve onunla aynı görüşü paylaşan Kadı Bilâlzâde’ye reddiye olarak İnkazü’1-hâlikîn, îkâzü’n-nâimîn ve ifhâmü’l-kaşırîn ve es-Seyfü’s-sârim [Keskin Kılıç] adlı risaleleri yazar. Ebüssuûd’un, esasen daha önceki Osmanlı ulemâsı arasında da tartışılan, hatta İmâm-ı Âzam’ın öğrencilerinin de farklı görüşler ileri sürdükleri bu konuda halk arasında fitneye yol açmaması hususunda Birgivi’ye nasihatta bulunduğu ve kendi fetvasına gerekçe olarak da hayır işlerinin kesilmesi endişesini dile getirdiği rivayet edilir.

Halkın bid’atları terketmesinden ümidini kesen Birgivî İstanbul’a gidip Bayramiyye tarikatı şeyhi Abdullah Karamâni’ye intisap ederek inzivaya çekilir. Edirne’de kassâm-ı askerî iken aldığı paraları defter kayıtlarına göre geri vererek hak sahiplerinden helâllik alır. Ancak şeyhine tam bir teslimiyetle hizmet etmesine rağmen mantık bilgisi, tarikatteki riyazet ve vahdet-i vücûd gibi karşılaştığı her meselede Mehmed Birgivî’yi Kur’an ve Sünnet’ten delil aramaya itmektedir. Bunu hisseden şeyhi tarafından zahir ilimlerle meşgul olması, insanlara iyiliği emredip kötülükten menetmesi tavsiye edilir. Müridinin ders ve irşad faaliyetleri için geri dönmesini isteyen Abdullah Karamâni’nin de tavsiyesi üzerine, Sultan II. Selim’in hocası Birgili Atâullah Efendi’nin Birgi’de yaptırdığı medreseye müderris tayin edilir. İlmî ehliyetiyle kısa zamanda meşhur olan Birgivi’den ders almak isteyen pek çok talebe ülkenin her tarafından buraya akın etmeye başlar. Ömrünün geri kalan kısmını Birgi’de tedris, irşad ve telif faaliyetleriyle geçirmiş olması sebebiyle de Birgivî nisbesiyle şöhret bulur.

Hakkı söylemekten çekinmeyen Birgivî ömrünün sonlarına doğru tekrar İstanbul’a giderek Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’ya (v.1579) memleketteki adaletsizliklerle mücadele etmesi için tavsiyelerde bulunur. Fıkıhta Hanefî, itikadda Mâtürîdî olan Birgivî Mehmed Efendi’nin biyografisinden bahseden bütün kaynaklar, onun Osmanlılar döneminde yetişmiş seçkin bir âlim olması yanında dinî ve ahlâkî şahsiyeti bakımından da mükemmel bir insan olduğunu belirtir. Özellikle ahlâk ve fıkha dair eserlerinde klasik görüş ve bilgileri aktarması yanında kendi dönemindeki dinî, ahlâkî, sosyal ve siyasî meselelere özel bir önem vermesi, bunlarla ilgili şahsî görüşlerini ve tenkitlerini cesaretle ortaya koyması onun ilmî şahsiyetinin en dikkate değer yönüdür. Eserleri çağının sosyal hayatını ve problemlerini yansıtması bakımından da büyük önem taşır.

Birgivî son derece dürüst ve tavizsiz bir ilim adamıdır. Nitekim döneminde çok yaygın olan anlayışa rağmen hiçbir eserini herhangi bir devlet büyüğüne ithaf etmemiş, aksine devlet ileri gelenleri de dahil olmak üzere her seviyedeki yöneticilerde ve görevlilerde gördüğü kusurları cesaretle tenkit etmiştir. Özellikle memuriyetlerin rüşvet karşılığı satılması, kadılar, muhtesibler ve diğer görevlilerin rüşvet almaları, ehli olmayanlara ilmî ve idarî rütbeler verilmesi, bu yüzden cehaletin yaygınlaşması ile her türlü bid’at ve hurafe Birgivî’nin şiddetle karşı çıktığı hususlardır. Birgivi’nin, bazı haksız menfaatler elde ettiği, görevliler nezdinde nüfuz sağlayarak devlet işlerine karıştığı gerekçesiyle, II. Selim’in hocası olduğu için “Hâce-i Sultâni” diye şöhret bulan tanınmış âlim Atâullah Efendi’yi bile ikaz etmesi, onun dürüstlük ve cesaretinin ilgi çekici bir örneğidir.

Birgivî, kendisi de Bayramiyye müntesibi olmakla birlikte zamanında Sünnî esaslardan sapmış ve bid’atlar ihdas etmiş olan bazı tasavvuf erbabını da eleştirmekten geri durmamış, hatta bir kısım mutasavvıfların bid’at ve aşırılıklarını ortaya koyup tenkit etmek üzere el-Kavlü’l- vasît beyne’l-ifrât ve’t-tefrit adlı bir de risale yazmış olması yüzünden tasavvuf düşmanı olmakla itham edilmişse de bu iddia isabetsizdir. Nitekim et-Tarikatü’1- Muhammediyye’nin şarihlerinden ünlü mutasavvıf Abdülganî en-Nablusî (ö. 1731), Birgivi’nin Ehl-i sünnet esaslarına bağlı tasavvuf büyüklerini değil, tasavvuf adına bir yığın bid’at ve hurafe ortaya çıkaran sözde mutasavvıfları tenkit ettiğini belirtir. Esasen onun et- Tarikatü’l-Muhammediyye’yi telif ederken Gazzâlî’nin İhyâ ü ulûmi’d-din’inden çok geniş ölçüde faydalanmış olması da Sünnî tasavvufa bağlılığının açık bir delilidir.

İmam Birgivi hazretlerinin Eserleri
İstanbul’daki yazma eserlerin bulunduğu 10 kütüphanede Birgivi’ye ait 1500 civarında kayıtlı eserden, yaklaşık 500’üne dayanarak araştırmasını gerçekleştiren Ahmet Kaylı’nın yüksek lisans tez çalışmasının neticesinde İmam Birgivî’ye nispet edilen 68 eserin 35’e düşmüş olduğu görülür130. Erdal Kaya ise çalışmasında Birgivi’nin çalışmalarının geniş bir listesini verir131. Bu eserler Arap dili grameri, ahlâk-tasavvuf, fıkıh, akaid, tefsir-kıraat, hadis gibi sahalarda çoğu Arapça, birkaçı da Türkçe olmak üzere başlıcaları şunlardır.
1-el-Avâmil. Nahiv ilmine dair Arap dilinin cümle yapısı hakkında küçük bir risale olup el-Avâmilü’l-cedîde diye de bilinir. İzhâr el-esrâr adlı nahiv kitabının özeti mahiyetindeki bu risale İzhâr’la birlikte Osmanlı-Türk medreselerinin baş kaynağı olmuştur. Bu sebeple otuzu aşkın şerh yazılmış Türkçe’ye tercüme edilmiş, ilki İstanbul’da olmak üzere çeşitli yer ve zamanlarda kırk civarında baskısı yapılmıştır.
2-İzhârü’l-esrâr. Nahivle ilgili Arapça bir eser olup ilki İstanbul’da olmak üzere çeşitli yer ve zamanlarda kırkı aşkın baskısı yapılmıştır. Ayrıca birçok şerh ve haşiyesi vardır. En meşhuru Adalı Şeyh Mustafa’nın hazırladığı, bu sebeple Adalı diye tanınan ve birçok defa basılan Netâ’icü’l-efkâr adlı şerhtir. Osmanlı-Türk dünyasında Arapça öğrenen her talebenin ana kaynağı haline gelmiştir. Bu sebepledir ki sadece İstanbul Yazma Kütüphanelerinde yüzden fazla yazma nüshası mevcuttur.
3-İmtihânü’l-ezkiya. Nahivle İlgili Arapça bir eser olup İbnü’l-Hâcib el-Mısrî’nin el-Kâfiye’sinin Kâdî Beyzâvî tarafından yapılan Lübbül-elbâb fî ilmi’l-irâb adlı muhtasarının şerhidir.
4-Kifâyetü’l-mübtedî. Arap dilinin kelime yapısına (sarf) dair olan bu eserin, yazma kütüphanelerinde, yirmiyi aşkın nüshası tesbit edilmiştir. Ayrıca üç baskısı mevcuttur. Bunlardan başka Birgivî’nin İm’ân el-enzâr ve el-Emsilet el-fadliyye adlı iki sarf kitabı bulunmaktadır.
5. et-Tarikatü’l-Muhammediyye. Din, ahlâk ve tasavvuf konularıyla ilgili çok tanınmış Arapça bir eserdir. Birgivî’nin, Hanefî-Maturidî çerçevesinde Ehl-i sünnet itikad esaslarını ortaya koyduğu bu kitabı üzerine, özellikle, XVII. yüzyılda Kadızadeliler ile Sivâsîler arasında cereyan eden tartışmalara meydan vermesi sebebiyle, lehte ve aleyhte şerh, tercüme, ihtisar gibi Osmanlı-Türk dünyası, Arap ülkeleri ile Orta-Asya Türk dünyası ve Hind bölgesinde pek çok çalışma ortaya konmuştur. Eser, bin dokuz yüz yetmişli yılların sonunda günümüz Türkçesine de aktarılmıştır.
6. Cilâ el-kulûb. Sultan II.Selim’in hocası Atâullah Efendi’nin isteği üzerine yazılmış olan eser nasihat ve vaazdan mürekkeptir.
7. Vâsiyetnâme. Birgivî’nin Türkçe telif ettiği birkaç kitaptan birisi olan eser muhtasar bir ilmihal ve ahlak kitabı hüviyetindedir. Müslüman-Türk toplumlarınca büyük ilgi gören eser, Türk halkının itikâdî anlayışına şekil veren eserlerden biri olarak kabuledilir133.
8. İnkâz el-hâlikîn. Eser, Birgivî’nin döneminde yaygın hale gelmiş olan parayla Kuran-ı Kerim okutmanın ve para vakfetmenin yanlışlığına işaret etmek amacıyla 1560’da telif edilmiştir.
9. İkaz el-nâimîn ve ifhâm el-kâsirîn. İnkâz el-hâlikîn adlı eserinde dile getirdiklerini anlamayanlara yönelik olarak 1565’de telif ettiği bu risâle diğer risaleleriyle birlikte İstanbul’da iki defa basılmıştır. Eserin, Ebu’s-Suûd Efendi’ye cevap olmak üzere yazıldığı söylenir. Ayrıca bu esere, kendisine yapılan itiraz ve tenkidlere cevap verdiği bir hâşiyesi mevcuttur.
10. el-Seyf el-sârim fî adem cevâz vakf el-menkûl ve el- derâhîm. Bu eser, Birgivî’nin Ebu’s-Suûd Efendi’nin para vakfının caiz olduğunu ispat için yazdığı risâleye cevabıdır.
11. Zuhr el-muteehhilîn ve el-nisâ fî tarif el-ethâri ve el- dimâ. Kadınların özel halleriyle ilgili olan bu risâlenin İstanbul Yazma Kütüphanelerinde elliyi aşkın nüshası vardır. Çok okunmuş ve hatta tedris edilmiştir.
12. el-Risâle fî usûl el-hadîs. Müellif bu eserini müderrislik görevini sürdürürken medrese talebelerine hadis terimlerini öğretmek için kaleme almıştır.
13. Şerh el-ehâdis el-erbaîn. Müellifin bizzat kendi seçtiği, ibadetlere dair kırk hadisin şerhidir. Birgivî sadece yedi hadisin şerhini tamamlayabilmiş, geri kalanını Mekke kadısı iken ölen Muhammed Akkirmânî (öl.1761) aynı yöntemle tamamlamıştır.
14. Tefsîr sûret el-Bakara. Kısa bir tefsir usulu ile Fatiha suresi ve Bakara suresinin 99. ayetine kadar yapılmış bir tefsirdir. Daha çok dil yönünden kıymet arzeder.
15. el-Durr el-yetîm. Tecvit kurallarının bir araya getirildiği küçük bir risaledir.
16. Kitabü’l İman ve’l İstihsan
17. Ahvâl ü etfâli’l-müslimîn. Müslüman çocukların
âhiretteki durumu ile ilgili bir risaledir,
18.Ziyâretü’l-kubûr.
19. ed-Dürrül-yetîm. Tecvidle ilgili iki varaklık bir risale olup 974 Cemâziyel evveli başında telif edilmiştir.
20. Risale fî usûli’l-hadîs.
21. el-Erba’ûn. İbadetlere dair kırk hadisi ihtiva etmekte
olup Şerhu’I-ehâdîşi’l-erbaîn adıyla bir de şerhi vardır.

Öte yandan öğrencilerinden Akşehirli Hocazâde Abdünnâsir tarafından yazılan ve Kuşadalı Ahmed Efendi’nin Tercüme-i Evrâd-ı Birgiviyye adıyla Türkçe’ye çevirdiği, Birgivî’nin yirmi dört saatlik hayat kesitini anlatan bir risalede de onun çok yoğun bir dinî ve tasavvufî hayat yaşadığı görülmektedir. Bununla birlikte Birgivî birçok Osmanlı ulemâsından farklı olarak sosyal gelişmeleri de tenkitçi bir yaklaşımla takip etmiştir. Nitekim daha sonraki birçok Osmanlı ilim ve devlet adamının, imparatorluğun içine düştüğü gerilemenin bünyevî sebepleri olarak gösterdiği ve başta devlet adamları, ulemâ, mutasavvıflar gibi seçkin zümreler olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerinde hissedilen olumsuz sosyal ve ahlâkî gelişmeleri ve bunların doğuracağı tehlikeli sonuçları Birgivi’nin daha o zamandan görmesi, kendi dönemindeki Osmanlı ulemâsı içinde sosyal gelişmeleri takip eden az sayıdaki münevverden biri olduğunu gösterir. Başta et-Tarikatü’l- Muhammediyye olmak üzere eserlerinin her devirde büyük ilgi görmesi de ilmî dirayeti yanında dürüst, basiretli, cesur ve sosyal problemler karşısında sorumluluk duygusu taşıyan bir kişilik sahibi olmasının sonucu olarak görülür.
Birgivi, Arap grameri konusunda kaleme aldığı eserlerle de İslâm ilimleri alanında büyük bir hizmet ifa etmiş ve haklı olarak yaygın bir şöhrete kavuşmuştur. Birgivî de, ana kuralların öğrenciler tarafından ezberlenmesi geleneğine uyarak kaleme aldığı el-Avâmil risalesinden başka onun şerhi durumundaki îzhâr’ı telif etmiştir. Sağlam bir tertibe ve özlü bilgilere sahip olmanın yanında çeşitli nahiv kaidelerinin örneklerle açıklanması sırasında pedagojik esaslar ihtiva eden cümlelerin kaydedilmesi bu iki esere büyük itibar kazandırmış, asırlar boyu Arapça’nın öğrenilmesinde vazgeçilmez eserler arasında yer almasını sağlamıştır.

Birgivî 1572’de bir İstanbul seyahati sırasında vebaya yakalanarak elli iki yaşında vefat eder ve Birgi’ye getirilerek burada defnedilir. Cenazesi, kabrin baş tarafında bulunan ve bizzat imam tarafından dikildiği söylenen servi ağacının dibine gömülüdür.

Kaynak
Abdulhalim Durma , İzmir Evliyaları ,
http://www.erolsasmaz.com
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun

İplikçi İsmail Dede

İzmir- Konak ilçesi Namazgah semtinde, Emir Sultan Türbesi’nin yaklaşık 50 metre kuzeybatısında, 956 sokakta yer almaktadır.

İplikçi İsmail Dede adıyla anılan kişinin kimliği hakkında herhangi bir bilgiye rastlayamadık.. Yapının güneydoğu cephesinin önünde yer alan küçük haziredeki mezar taşı kitabeleri dışında inşa ya da onarım tarihi veren bir kitabe de yoktur. Mezar taşı kitabelerinden en eskisi 1129/1716–17 tarihlidir ve Feyzullah Efendi adlı bir kişiye aittir. Hazirelerin genellikle cami, medrese gibi bir mimari kuruluşun çevresinde oluştuğu göz önüne alındığında, türbe söz konusu mezar taşından daha önce inşa edilmiş olmalıdır. Bugünkü mimari özellikleri, inşa tarihi hakkında kesin bilgiler vermekten uzaktır. Türbenin en yakın benzeri yaklaşık 200 metre doğusunda bulunan Emir Sultan Türbesi’dir. İplikçi İsmail Dede Türbesi, Emir Sultan Türbesi’nin adeta küçültülmüş bir kopyası gibidir. Gerek malzeme kullanımı gerekse diğer mimari özellikleri açısından benzer olan bu iki yapının birbirine yakın tarihlerde inşa edilmiş ya da bugünkü şeklini almış olabileceği söylenebilir. Emir Sultan Türbesi’nin 1882-83 yılında, köklü bir onarım geçirerek bugünkü şeklini aldığı bilindiğine göre, İplikçi İsmail Dede Türbesi’nin ondan ve haziredeki mezar taşı üzerinde yazan 1716-17 yılından bir süre önce, muhtemelen 18.yy. başlarında inşa edilmiş olabileceği söylenebilir.
Türbenin doğu cephesi önünde yer alan küçük hazirede, çoğu büyük oranda toprağa gömülmüş olan sekiz mezar taşı vardır. Hazire, bir giriş ve bir penceresi bulunan yüksek bir duvarla çevrelenmiştir.
Türbe duvarları, kasnak ve kubbe yakın zamanda çimentolu harçla içte ve dışta sıvanmıştır. Yer yer dökülen sıvalar arasından, duvarların devşirme bloklar ve kırma taşlarla inşa edildiği görülebilmektedir.
Türbe, ortasında fıskiye havuzu bulunan avlunun etrafında sıralanmış bir mescit ve çaşitli mekanlardan oluşan bir mimari kuruluşun parçasıdır. Bugün bir harabeye dönüşmüş durumdaki yapıların, zaviye/tekke/dergah türü bir örgütlenmeye hizmet eden bir kuruluşa ait olup olmadığının tespiti mümkün olmamıştır. Avlu etrafındaki mekanların mimari özellikleri yakın zamanda eklendiği izlenimi uyandırmaktadır. Türbenin güney duvarı ile mescidin bu cepheye bakan duvarı arasındaki bitişme çizgisi açık olarak izlenebilmektedir. Bu durum, mescit gibi diğer yapıların da sonradan inşa edildiği fikrini doğrulamaktadır. Kare planlı türbenin üzeri, yaklaşık 50 cm. yüksekliğinde sekizgen bir kasnağa oturan, yarım küre şekilli bir kubbe ile örtülüdür . Kubbenin dış yüzeyi alaturka kiremitlerle kaplanmıştır. Gövde üst hizasında yer alan saçak tamamen yok olmuş, kasnak ile kubbe arasındaki, tek sıra tuğla ile oluşturulmuş kirpi saçak ise büyük ölçüde tahrip olmuştur. Doğu cephede, hazireyi çevreleyen yüksek duvarın güney yüzü üzerinde hazireye girişi sağlayan taş söveli, yuvarlak kemerli bir giriş açıklığı yer almaktadır. Çevre sakinleri bu kısımda, vaktiyle bir çeşme olduğunu, çeşme aynasının tahrip olmasından sonra ortaya çıkan kemerli açıklığın hazireye girişi sağlayan bir kapıya dönüştürüldüğünü belirtmektedir. Nitekim, bir insanın ancak eğilerek geçebileceği oldukça küçük boyutlu olan bu açıklık, çeşme aynasının yerleştirilebileceği bir niş için uygundur. Ayrıca, kemer ayaklarının iki yanında testi sekileri halen görülebilmekte, Kuzey cephenin güney ucuna yerleştirilen türbe girişi dikdörtgen şekilli basit bir açıklıktan ibarettir . Türbe bugün , biri güney, diğeri ise kuzey cephe üzerinde yer alan, dikdörtgen şekilli, basit iki pencere açıklığından ışık almaktadır. Üzeri pandantif geçişli bir kubbe ile örtülü olan türbenin, dışta olduğu gibi içte de duvarları sıvalıdır. Mahalle halkının verdiği bilgilere göre 1970’li yıllarda, içeride yer alan sanduka kaldırılmış ve kubbe içten ahşap bir tavanla kapatılarak bir konuta dönüştürülmüştür. Türbe içindeki nişler bu dönemde yapılan uygulamanın ürünüdür. Bugün, türbe ve çevresindeki diğer yapılar harabe halindedir . Kübik bir gövde üzerine oturan bir kubbe ile örtülü İplikçi İsmail Dede Türbesi’ne benzer türbe örneklerine, Anadolu’da, Selçuklular döneminden başlayarak 20. yüzyıl başlarına kadar her dönemde rastlanmaktadır. Ancak, kubbe ile gövde arasında yer alan bir kasnağa sahip türbeler, XIV. yüzyıldan itibaren yaygınlaşmaya

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”] KAYNAK : Ertan Daş
Sanat Tarihi Dergisi Cilt/Volume: XXI, Sayı/Number:1 Nisan/ April 2012, 49-69
[/toggle]

Susuz Dede

İzmir’in Konak ilçesinin Göztepe semtinde Susuz Dede Tepesindedir

“Susuz Dede”, Cumhuriyet öncesi Aya Agapi (Kutsal Aşk ya da sevgi) adıyla bilinen tepede bulunan ve günümüzde yatıra dönüşen bir mezarın ait olduğu söylenen kişinin halk arasındaki adıdır. Susuz Dede’nin kabri Göztepe semtinde kendi ismiyle anılan Susuz Dede Tepesindedir. Susuzluktan ölmüş bir evliya ya da asker olduğu rivayet edilir. Bu yüzden mezarına su dökülür. Cuma günü burası ziyaretçi akınına uğrar. Adak adayan çoktur. Söylentiye göre Susuz Dede, Hafız Nusret Mehmet Efendi adında bir Bektaşi ermişidir.

20. Yüzyıl’ın başlarında, bir başka söylenceye göre de 19. Yüzyıl’da Horasan’dan gelerek Göztepe’ye yerleşmiş olan bu kişi, civardaki İtalyan Bahçesi’nin Arnavut bahçıvanı ile dost olur. Aralarında yaptıkları sohbetlerde, tepenin güzelliğinden söz ederken, “Ancak suyu eksik” diye de yakınır durur. Arnavut bahçıvan bunun üzerine çok sevdiği arkadaşı için hiç aksatmadan her gün tepeye su taşımaya başlar. Bir zaman sonra Bektaşi hayata veda edince, onu çok sevdiği tepeye gömüp, taşıdığı su ile mezarını her gün sular. Bunu görenler de, su taşıyarak dilek ve su adağında bulunmaya başlarlar.

Susuz Dede, 1960’ların başlarından itibaren özellikle cuma günleri, su taşıyanlarla dolup taşar. Ayrıca sporcularla, fuar zamanı İzmir’e gelen sanatçıların da burayı çok sık ziyarete geldikleri görülür. Son yıllarda Susuz Dede’nin ziyaretçileri arasında üniversite sınavlarına girecek öğrencilerin yoğun biçimde yer aldığı nakledilir. Öte yandan değişik söylentilerde asıl adının Ali olduğu iddia edilen dedenin mezarında, hiç kimsenin gömülü olmadığı da savunulmaktadır. Çok eski zamanlara giden bir başka söylenceye göre de İzmir’in bir başka ünlü yatırı olan Mızraklı Dede’nin kardeşi olarak rivayet edilen Susuz Dede, bir cenkten yaralı döndükten sonra, köyü olan Buca yakınlarındaki Işıklar’a doğru giderken, oldukça sıcak bir yaz günü bu tepeye gelir ve su istedikten sonra da aldığı yaraların etkisiyle hakkın rahmetine kavuşur. Tıpkı Mızraklı Dede gibi, Ciğer Dede ile Kabak Dede’nin de Susuz Dede’nin kardeşi olarak anlatıldığı görülür. Diğer taraftan Tanyu, Mızraklı Dede, Salih ve Yusuf Dede’nin üç kardeş olup, bunlardan en büyüğünün Yusuf Dede olduğunun anlatıldığını kaydeder.

[toggle title=“Kaynaklar load=”hide”] Kaynak
Abdulhalim Durma , İzmir Evliyaları ,
http://www.erolsasmaz.com
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun
[/toggle]

İmam Cafer-i Sadık Makamı – İzmir

İzmir – Basmane Kubilay Mah 1021 sokakda

İmamı Caferi Sadık Tayyar türbesi Kubilay Mah. 1021 Sk.da bulunmaktadır. Yapının bir ailenin özel mülkiyetinin bir kısmını işgal ettiğinden fotoğraf çekiminin oldukça zor ve ailenin izinine bağlıdır.

Kaynak
Abdulhalim Durma , İzmir Evliyaları ,
http://www.erolsasmaz.com
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun

Şeyh Bedreddin Türbesi – İzmir

İzmir’in Basmane semtinde Fettah Mahallesi 1297 sokakta

İzmir’in Basmane semtinde Fettah Mahallesi 1297 sokakata bulunan türbe aynı anda Mescid olarakta uzun yıllar kullanılmıştır.

Yapımının 1800’lere dayandığı ileri sürülen Şeyh Bedrettin türbesi içinde iki sanduka vardır. Burada medfun bulunan zatlar Horasan erenleri diye bilinir. Fettah Mahallesi 1297 sokakta bulunan tarihi türbe, İzmir Vakıflar Bölge Müdürlüğü’nde, “Şeyh Bedri Efendi Mescidi” ismiyle, tarihi bir yapı olarak kayıtlı bulunmaktadır. Yıllarca esnaf tarafından bakımı yapılarak hizmeti sürdürülen yapının restorasyonunun gerektiği ileri sürülür.

Kaynak
Abdulhalim Durma , İzmir Evliyaları ,
http://www.erolsasmaz.com
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun

Salih dede – İzmir

İzmir – Basmane’de kocakapı semtinde 1282 sokakda.

Salih Dede (sali) Yatırı Basmane Kocakapı semtinde 1282 Sk. Karakapı ya da Koca Kapı denen ve aslında Roma Dönemi su kemeri olan yapı kalıntısının dibinde kendine yer bulmuş bir yatırdır. Aslında görülen bir duvar girintisidir ve mezar yapısı gözükmez. Burada çevre kadınları tarafından zaman zaman mum yakılmaktadır ve bu yüzden su kemerinin alt tarafını is kaplamıştır. Bu yatırın, Konak’taki diğer yatırların kardeşi olduğu ve geceleri gözüktüğü anlatılır. Yakınında Vali Kazım Paşa İlköğretim Okulu vardır. Osmanlı döneminde bu bölge tamamen mezarlıktır.

Kaynak
Abdulhalim Durma , İzmir Evliyaları ,
http://www.erolsasmaz.com
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun

Tezveren Dede – İzmir

İzmir – Konak’da 424 sokak’da.

Tezveren Dede’nin kabri, Konak 424 Sk.’ta Damlacık Semtindedir. Sokak başında olan bu yatırda kadınlar tarafından mum yakılmakta ve dilek dilenmektedir. Gerçek mezar asfaltın altındadır. Mezar taşı sokak köşesine taşınmıştır.

Kaynak
Abdulhalim Durma , İzmir Evliyaları ,
http://www.erolsasmaz.com
Not ; Fotoğrafları kullanmamıza izin veren Erol Şaşmaz Bey’den Allah razı olsun